soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -11 Ocak 2025-

Türkiye bu yola sığar mı?-Aydemir Güler-

Lakin tarihi yapan güç, komplo yazarlarında değil sınıf mücadelelerindedir. Mücadelenin sonunu kestirmek ise o kadar kolay değildir.

Turgut Özal, 1980’lerin küresel neoliberal kumpanyasının Türkiye mümessiliydi. Nakşibendi tarikatından geliyor, ama içkisini yudumluyordu. Dağı taşı özelleştirmenin faydalarını anlatıyor, ama milli çıkarlardan dem vuruyordu. Şortla asker denetliyor, siyaset dilini de alabildiğine lümpenleştiriyordu. Öncülleri için utanç vesilesi sayılacak şekilde yolsuzlukların arşa çıktığı bu dönem, 12 Eylül’ün devamıydı; ama demokratikleşme diye satışa sunulmuştu… 

Özal, Cumhuriyet’in uzun çöküş sürecinde bir dönemeçtir. AKP hükümranlığının erken örneği sayılır. Liberallerin “devrimci” diye pazarladıkları ilk emek ve cumhuriyet düşmanı oydu…

Bugün hatırlamamızın nedeniyse “bir koyup üç alacağız” lafı. 1990’ın bu küçük dükkâncı hesabı, bugün Erdoğan’ın Yeni-Osmanlı manifestolarını besliyor ve bu durum, karşımızda onlarca yılı aşıp gelen bir tarihsel perspektif olduğuna tanıklık ediyor. 

Ortadoğu’da sınırları kesip biçme operasyonu o zamanlar başlamıştı; yarıda kaldı. 

21.yüzyıl başında Irak’a bir daha yüklendi emperyalistler; yol aldılar ama tamamlayamadılar.

Arap Baharı etiketiyle harekât güncellendi; ama Suriye’de Baas-halk barikatı aşılamadı. 

Şimdi yeni bir maceranın orta yerindeyiz. 

Bölgemizi hallaç pamuğu gibi atma cüretini Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerde yaşanan trajediden almışlardı. Geçen ay Suriye’de rejimin birkaç günde değişmesine şaşırdık; ama koca Sovyetler Birliği’nin, 1985’de girdiği uğursuz yolu, beş, bilemedin altı yılda kat ettiğini unutmayalım… Özal’ın kumara heves ettiği sıra, Moskova antiemperyalizm konusunda havlu atıyor, “Yeni Dünya Düzeni” denen Amerikan meydan okuyuşunu demokratikleşme niyetine selamlamaya meylediyordu! 

İngiltere ve ABD emperyalist-kapitalist sistemin iki ardışık lideri olarak, dünya haritasını diledikleri gibi çizememenin ezikliğini taşıyorlardı. İki dünya savaşına eşlik eden 1917 Ekim Devrimi ve 1945 Anayurt Zaferi’nin dolaylı etkileri, Ortadoğu’yu da biçimlendirmişti. Emperyalizm bu etkileri silmek, sömürü ve tahakkümünün önündeki engelleri süpürmek için tarihsel bir programa sahip olduğunu bugün bir kez daha gösteriyor. 

Birinci Savaşta emperyalistler, Türkiye’nin payına, işgali, manda rejimlerini ve Orta Anadolu’nun çoraklığında, idareten bir devletçiği yazmışlardı. Saltanat, hilafet ve mandacılar basitçe vatan haini oldular. Cumhuriyet bunun reddi olarak varlık kazandı. 

Tarihsel niyetlerinden vazgeçmeyen emperyalistler, bunu güncelleme fırsatını 1990’larda veya şimdi yakaladıklarında artık Ankara’ya bir “başarı öyküsü” sunmalıydılar. İhanetin üstü özenle örtülmeliydi. “Bir koyup üç alma” veya “Kürt hamiliği üstünden büyüme” projesi, bu anlamda, Türkiye sağının emperyalist ortaklı stratejisidir. Büyüyecek olan tek şey sermayedir. Üstü örtülen budur. Gerisi, yani halkımız, ülkemiz… umurlarında değildir.

Emperyalizmin güncel açılımının, geçmiş operasyonlarla karşılaştırdığımızda daha iddialı, daha sert olduğunu söyleyebiliriz. Suriye’de kafa kesicilerin kravat takmasına, Netanyahu’ya kasap tabirinin az gelmesine ve Trump’ın savaş kabinesine bakınca öyle görünüyor…

Bizim sorumuz ise başlıktakidir: Türkiye bu döşenen yola sığacak mıdır? 

İleriki haftalarda yanıtını açmaya çalışacağım bu soruya dair şimdilik üç noktayı not edeceğim. Bir: Geçen sefer Suriye halkının direnişine çarpacaklarını tahmin etmeyenleri, bölgemizde yeni sürprizler bekliyor olabilir. Aslında mesele “beklenmedik gelişmelerde” değil, emperyalistlerin sonsuz bir kibirle halkları küçümsemesinde düğümlenmektedir. Ne bileyim, Ortadoğu’daki laik dinamikleri, Kürt halkının çoğunluğunun yoksul emekçilerden oluştuğunu, İran’ın bağımsızlıkçı bir geleneği olduğunu ve başka parametreleri hafife almak yaramayabilir, günümüzün Sykes-Picot’larına…

İkinci olarak, Ankara’da kurulan fantezilere de benzer bir kibir damga vurmaktadır. Ekmeğe zammı “sağlıklı beslenmeyi teşvik” diye haberleştiren ideologlar, yoksullaşmaya ilaç olarak “satın almama özgürlüğü” öneren yöneticiler ve zenginliklerini saçıp dökmekten haz alan egemenler halkı çoktan cemaatleştirdiklerini düşünüyor olmalılar. Oysa sömürge muamelesi yaptıkları Türkiye, sandıklarından öte dinamikler içeriyor.

Üçüncü olarak, emperyalistler ve sağcılar proje ofisleri kurmuş, harıl harıl çalışıyor olabilirler. Lakin tarihi yapan güç, komplo yazarlarında değil sınıf mücadelelerindedir. Mücadelenin sonunu kestirmek ise o kadar kolay değildir. Sonuçta bizim de “tarihsel programımız” var. Sömürüye son vereceğiz, emperyalistleri kovalayacağız, gericileri ve işbirlikçileri de yanlarında göndereceğiz…

Bu yola sığar mıyız sığmaz mıyız; tartışacağız, mücadele edeceğiz ve göreceğiz. 

                                                             /././

Altüst oluş çağı: Ulusal sınırlar ve egemenlikler saldırı altında -Erhan Nalçacı-

Ama en önemlisi sınır ve egemenlik değiştirici müdahaleler eninde sonunda düzen için büyük yönetememe krizlerine yol açar. Muhtemelen 35 yıldır süren gericilik döneminin sonu böyle gelecek.  

Tarihte bir önceki dönemin fikir, ideoloji ve kurallarının etkisi uzun sürer ve sonraki dönemi bir süre daha etkilemeye devam eder.

20. yüzyıl insanlık tarihine olağanüstü bir etki yaptı. 1917’de işçi sınıfının ulusal düzeyde iktidara gelmesi ve iktidarını 70 yıl boyunca koruması, emperyalizme karşı tarihi ileriye çekti. Bu yüzyılda sömürgecilik çöktü, bugünkü siyasi coğrafyayı oluşturan ulus devletler ortaya çıktı. Ulus devletlerin egemenliği ve sınırlarının emperyalist müdahale ile değiştirilmesi ahlak dışı sayıldı. Tabi ki emperyalist sistem içinde uluslar borç batağına sürüklenerek, sanayi gelişimi engellenerek, dengesiz ticaret vb. yöntemlerle bağımlı hale getirildiler, ancak egemenlikleri ve sınırları sorgulanmıyordu.

1990 karşı-devrimi sonrasında kılıfına uydurularak müdahaleler gittikçe şiddetlendi. Yugoslavya’nın parçalanışı, Irak’ı fiili olarak bölen uygulama, Libya saldırısı, bugünlerde Suriye.

Ancak şimdi bir altüst çağına girdiğimizin belirtisi olarak ne ahlak kaldı ne kural. Bütün devletler gücüne göre sınırların değiştirilmesini istiyor ve ulusal egemenlik hakkı kâğıt üzerinde geçmişte kalmış bir anıya dönüşüyor.

Emperyalist hegemonya krizinde giderek güç kaybeden ABD’nin önümüzdeki günlerde başkanlık koltuğuna oturacak Trump öyle şeyler söyledi ki gerçekten 20. yüzyılın sonlandığını ve büyük toplumsal çalkantılara gebe bir döneme girdiğimizi anladık.

Kanada Devlet Başkanına vali diye hitap eden Trump Kanada’nın ABD’nin bir eyaleti olmasını talep etti. Kanada İngiliz sömürgesiyken parça parça bağımsızlığını kazanmış ve geçen yüzyılda İngiltere’den bağımsızlaşmış bir devletti. 

Ayrıca Trump Danimarka hegemonyasında olan kısmen bağımsızlaşmış Grönland’ı da talep etti ve asker kullanımını dışlamadığını söyledi.

NATO’ya üye ülkelerden birine saldırı olması durumunda diğer ülkelerin askeri olarak bu saldırıya karşı durmasını öngören 5. Madde ne olacak? Hem Kanada hem Danimarka NATO üyesi. NATO ABD’nin kendisi tarafından mı ortadan kaldırılacak?

ABD’nin bu ahlaksız talepkârlığının nedenleri var. Aşağıdaki harita emperyalist genişlemenin mantığını anlamamıza yardımcı oluyor. Daha önce Kuzey Kutbu’nun güncel emperyalist paylaşımı konusunda yazmıştık.

Şekil 1: İklim krizi nedeniyle Arktik Okyanusu erimeye başlayınca elverişli yeni ticaret rotaları ortaya çıktı. Yine buzulların erimesi petrole, doğal gaza ve nadir metallere ulaşım imkânı verdi. ABD; Kanada ve Grönland’a sahip olursa Kuzey Kutbunun bir kıyısı tamamen ABD’nin kontrolü altına girecek. Diğer kıyısı ise rekabetin asıl unsuru olan Rusya’da kalıyor.

Trump’ın bu cüretinde çok açık bir emperyalist çıkar var, belki çaresizlikten belki askeri gücüne güvenmesinden dünyanın yeniden pay edilmesini istiyor. Ayrıca Grönland’ta genişletilecek bir askeri saldırı üssü Rusya’ya karşı önemli bir askeri üstünlük kazandıracak ABD’ye. 

Meksika Körfezinin isminin ABD Körfezi olarak değiştirilmesi isteği de ilhak ve tahakküm kokuyor. Panama’nın egemenlik haklarını yok sayan ve Panama Kanalını kendi tasarrufu altına almak istemesi de. 

Bu arada 1994 yılında yürürlüğe giren, Kanada, ABD ve Meksika arasındaki Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) da çöpe gidecek. Bu anlaşma 30 yıl içinde ABD’nin aleyhine döndü. Üreterek rekabet edemeyen ve ticaret açığı veren ABD sınırlara ve egemenliklere saldırıyor.

Ancak sadece ABD değil, emperyalist hiyerarşide biraz yükselen devletler sınırlar ve egemenlikler hakkında saygısızlaşıyor.

Örneğin, Türkiye.

İran Batı emperyalizminin odağında oldu hep ama daha Suriye’de Cumhuriyet çökmemişken ve sıra şimdi İran’a geldi denmeye vakit varken, TRT Müdürü Mehmet Zahid Sobacı 2024 Ekim ayında henüz başlamamış olan Farsça yayın için “İran’ı rahatsız etmek durumundayız” dedi. Muhtemelen yayının amacı kendisine açıklanmıştır ve siyasi beceriksizliği nedeniyle asıl fikri açık etmiştir.

Sobacı 2024 Aralık ayında yayına geçen Farsça kanalın İran, Tacikistan ve Afganistan’da 130 milyon kişiye sesleneceğini, Türkiye’nin aktif dış politikasıyla uyumlu olduğunu ve dezenformasyonu engelleyeceğini söyledi.

İran’a karşı girişilecek operasyonun azınlıklar dışında bir liberal bölmesi var. İran’da işçi sınıfının işyeri bazında örgütlenmeye başladığına ilişkin bilgiler var ama ulusal ölçekte birlikte hareket etme yeteneği hala sınırlı. İşçi sınıfı siyasetinin müdahalesinin olmadığı yerde eşitlik ve özgürlüğü harmanlayamayan sınıf üstü liberal kitleler oluşur. Belki buraya seslenmeyi amaçlıyorlar.

Sonuçta son günlerde yaşanan Kürtlere dönük Türkiye himayesinin alıcıları var ve İran Kürtlerini de içerecek şekilde 50 milyon Kürt’ten bahsedilince kimsenin sesi çıkmıyor.

Bir de Azerbaycan tarafı var. Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev öyle laflar etti ki geçen gün, bahsettiğimiz konuya denk geliyor. Türkiye’nin Kürt meselesine yaklaşımına tam destek veren Aliyev, 2. Dünya Savaşı sonrası durumun değiştiğini, oluşan boşlukları yeni güçlenen devletlerin dolduracağını, Türk Devletleri Teşkilatını ciddi bir güç merkezine dönüşebileceğini söyledi.

Ermenistan’ı ise faşist bir devlet olmakla suçladı, Ermenistan içinde değişmiyorsa faşist yönetim, bu değişimi kendilerinin yapacağını ifade etti. Aşağıda görülen ve Ermenistan topraklarından geçen Zengezur koridorunun kendi hegemonyalarında olduğunu iddia etti. 

Şekil 2: Azerbaycan ve Nahçıvan’ı ve dolayısıyla Türkiye’yi birbirine bağlayacak ve Ermeni topraklarından geçen Zengezur ticaret koridoru görülüyor. Bu hat İran ve Ermenistan için bir rekabet ve tehdit konusu olarak ele alınıyor.

Ermenistan devletine karşı-devrim sonrası her şeyi söyleyebilirsiniz, milliyetçi, pragmatik, liberal, fırsatçı, ama faşist demek siyasi literatüre uygun değil. Dolayısıyla değiştireceğim demek bir operasyona kapı aralıyor. Üstelik İran ve Ermenistan aralarındaki 44 km kadar kısa sınıra önem atfediyorlar, iktisadi ve kültürel ilişkiler üzerinden bir müttefiklik örüyorlar.

Bakalım nereye varacak işler?

Ulusların egemenliği ve bütünlükleri bir yandan da günümüzde kapitalist düzene bir meşruiyet sağlıyordu. Bunun etkisinin azaldığını göreceğiz. Halklar eşitliğe ve barışa dayalı bir düzen arayışında olacaklar.

Ama en önemlisi sınır ve egemenlik değiştirici müdahaleler eninde sonunda düzen için büyük yönetememe krizlerine yol açar.

Muhtemelen 35 yıldır süren gericilik döneminin sonu böyle gelecek.  

                                                              /././

Süleymancılara bağlı tarikat yurdu ortaokul önünde stant açtı: 'Sürekli okula girip çıkıyoruz'-Yekta Armanc Hatipoğlu-

Tarikatlar artık rahatlıkla okulların içerisine girip çıkıyor. Süleymancılara bağlı yurt Üsküdar'da bir ortaokul önünde stant açtı, yurt personeli "öğretmenlerle iletişim halinde olduklarını" söyledi.

AKP’li yıllarda giderek güçlenen tarikatlar, çeşitli projeler ve vakıflar aracılığıyla okullara müdahale ediyor. 

ÇEDES gibi projelerle okullara imam atanırken Millî Eğitim Bakanlığı, “vakıf” adı altındaki tarikatlarla yaptığı protokollerle tarikatların okullara girmesinin önünü açıyor. Hükümetin desteğiyle tarikatlar artık ortaokullara kadar inmiş durumda.

Tarikatçılar ortaokullara da giriyor: 'Öğretmenlerle iletişim halindeyiz'

İstanbul Üsküdar’da bulunan Hezarfen Ahmet Çelebi Ortaokulu’nun önünde Süleymancılara bağlı olduğu bilinen ve yine Üsküdar’da bulunan Valide Sultan Ortaokul Erkek Öğrenci Yurdu stant açtı, yurt hakkında bilgilendirme yaptı.

295 öğrenci ve 24 dersliği olan okulun Liselere Geçiş Sistemi’nde (LGS) yüzde elli başarısı bulunuyor. 

Çocuğunu yurda kaydettirmek isteyen velilere, çocuklarıyla tanışabileceklerini söyleyen yurt personeli, sürekli okula girip çıktıklarını ve öğretmenlerle iletişim halinde olduklarını söyledi. 

Süleymancılara bağlı, Üsküdar’da bulunan Valide Sultan Ortaokul Erkek Öğrenci Yurdu Hezarfen Ahmet Çelebi Ortaokulu’nun önünde stant açtı.

Süleymancıların kaçak yurdu çocuklara mezar olmuştu

Süleymancıların “yurt” geçmişi oldukça karanlık. 

29 Kasım 2016’da Adana’nın Aladağ ilçesi Sinanpaşa Mahallesi’nde 200 öğrencinin kaldığı ve Süleymancılara bağlı kaçak Aladağ Tahsil Çağındaki Talebelere Yardım Derneği Orta öğretim Kız Öğrenci Yurdu’nda elektrik kontağından yangın çıkmış, 11 öğrenci ve bir bakıcı yaşamını yitirmişti. 

Yangınla ilgili 18 sanıktan 8’ine, ilk derece mahkemesinin kararının bozulmasının ardından, istinaf mahkemesinde yeniden yapılan yargılamada 4 yıl 2 ay ile 15 yıl arasında değişen hapis cezaları verilmişti.

Yurt müdürü Cuma Ali Genç, savcılıktaki ifadesinde olay günü yangın tüpü bulunmadığını bildirerek, yurt müdürü olarak görev yaptığı süre içinde herhangi bir yangın tatbikatı yapılmadığını ifade etmiş ve yurtta çalıştığı dönemde yangın yönetmeliğine uygunluk konusunda herhangi bir denetleme yapılmadığını söylemişti. 

                                                              ***

Hükümet çevresiyle Ayşe Barım hesaplaşması, dizi sektörünün çürümüşlüğünü ortaya çıkardı -Nurdan Yıldırım-

Sinema ve televizyon sektöründeki menajerlik tekellerine dair tartışma, piyasada pay kapma savaşı sırasında birçok gerçeğin açığa çıkmasına vesile oldu.

Sinema ve televizyon sektöründeki tekelleşme ülke gündemine girmekle kalmadı, herkesin başka yönlere çekmeye çalıştığı, karmaşık, anlaşılması zor bir tartışma halini aldı. Hükümete yakın çevreler konuyu kadın düşmanlığıyla bezenmiş bir elit karşıtlığına çekiyor, piyasanın kaymağını yiyenler buna yanıt yetiştiriyor, ne olup bittiğinin farkında olan yüzlerce sektör emekçisiyse, ekmek derdiyle bildiklerini içine atıyor.

TV100’de yayınlanan Fuat Uğur imzalı “Kartelleşen dizi şirketleri ve oyuncu ajansı ‘Mama’ larına baskın” başlıklı yazısının sosyal medyada yeniden gündeme gelmesi, tartışmanın fitilini ateşledi. 

Rekabet Kurumu, sektördeki en tanınır ve kaşesi yüksek oyuncuların temsiliyetini üstlenen ID İletişim adlı ajansın da dahil olduğu birçok menajerlik firması, oyuncu ajansı, yapım şirketi, dağıtımcı ve pazarlama şirketlerine baskın yaptı. 

“Rekabet Kanunu’nun 4. ve 6. Maddelerini ihlâl ederek, kartelleşmeleri ve piyasadaki hâkimiyetlerini kötüye kullanmakla” suçlanan şirketler arasında, birçok televizyon kanalı ve dijital platformda tekelleşen ID İletişim öne çıktı. Aynı zamanda yapımcı olan Ayşe Barım’ın sahibi olduğu ID İletişim 2002’den beri sektörde tanınmış birçok ünlüye menajerlik hizmeti veriyor. Peki Barım ve şirketi bugün neden gündemde?

‘Kültürel hegemonya’ savaşı mı, pastadan pay kapma yarışı mı?

Fuat Uğur TV100’deki yazısında, Ayşe Barım’ın “sektörde adeta mafya haline geldiğini, özellikle son zamanlarda Netflix başta olmak üzere birçok platformda ve TV kanalında Barım’dan habersiz kuş uçmadığını” yazdı. 

Bu tür “patron ajanslarıyla” çalışmayan oyuncuların sektörün dışına itildiği, tabiri caizse açlığa mahkum edildiği, sinema-TV sektörünü biraz bilen herkesin vakıf olduğu gerçekler.

Peki ID İletişim’in yıllardır hakimiyet kurduğu sektörde “yurt dışı satışı var” denilerek devamlı aynı oyuncuları oynatarak kaldırdığı milyonlar Rekabet Kurumu’nun yeni mi dikkatini çekti? Ya da Fuat Uğur’u bu yazıyı kaleme almaya iten neydi? 

İlk akla gelenlerden biri, AKP’nin 22 yıldır dert yandığı “kültürel hegemonya” mücadelesi. AKP, kültür sanat alanında ağırlığını artırmaya çalışıyor. Nitekim AKP’ye yakın çevreler de tartışmada işin bu boyutuna işaret ederek, en ufak muhalif tavırlarla hesaplaşmaya çalışıyor. 

Fakat “karşı cephede” kimin olduğu biraz muallak: Ajansına kayıtlı oyuncularını “güvenli, temiz, iş yapacak” konularda açıklama ve eylemlere teşvik eden Barım’ın, aynı zamanda piyasa açısından uygun görmediği hiçbir konuda konuşmamaları, hiçbir karede görünmemeleri konusunda da baskı altına aldığına dair çok sayıda örnek, tartışmayla birlikte gündeme geldi.

Diğer yandaysa, bizzat piyasa var: Milyarlarca liranın döndüğü bir sektörün kaymağını kimin yiyeceği itiş kakışı.

İddialardan biri, Nevşin Mengü’nün de yayınında dile getirdiği üzere TRT’deki Osmanlı dizilerinin yapımcısı olan başka bir “kartel lideriyle” Ayşe Barım’ın pazar kapma yarışı. Öte yandan geçtiğimiz aylarda Netflix Türkiye direktörünün değişmesinin de konuyla ilgili olabileceği söylenirken bir diğer iddia devletin, büyük yapım şirketlerinin pastasından pay almak istemesiyle yapılan operasyonun parçası olarak sektör devi Barım’ın bu tablodan çıkarılmak istenmesi. 

Oyuncu Levent Üzümcü, bu pazar kapma yarışının Türkiye’deki siyasetin bir yansıması olduğunu belirtti. soL’a konuşan Üzümcü, “Bu tekelleşme çarkına çomak sokmaya çalışanların yalnız bırakıldığı bir sistem oluşturuldu” diyor, “Biz bu çarkla mücadele edebilmek için Oyuncular Sendikası’nı kurduğumuzda yapımcılar hemen karşı sendikayı kurdular. Sektörü kim domine edecek, sermaye kimin eline geçecek bunun kavgası veriliyor”. 

‘Hikayesi bittiği halde dizide öldüremediğimiz karakterler dahi oluyor’

Konuyla ilgili sektörden birçok isimle konuştuk. Çoğunluk, anonim olarak dahi konuşmaktan kaçınıyor. Ancak söylenenler, Barım’ın sektörü domine ettiği bu örüntünün uzun yıllardır devam ettiğine işaret ediyor. 

Barım’ın, kendi temsil ettiği “star” başrol oyuncularıyla çalışılmak istenen projelerde, kendi cast ekibini şart koşarak birçok insanı işinden ettiği söyleniyor. 

soL’a konuşan bir set emekçisi, kendisinin yer aldığı projelerde tekelleşme durumuyla çok fazla karşılaştığını belirterek, “Hikayesi bittiği halde dizide öldüremediğimiz karakterler dahi oluyor” diyor.  

İşin ‘kadın’ boyutu

Öte yandan, Fuat Uğur yazısında, tam da kendisinden beklenecek şekilde, meselenin özüne değinmektense ID İletişim’le çalışan ünlü bir kadın oyuncunun özel hayatıyla ilgili kimi iddialar da ortaya attı. 

Bu imalarla birlikte, sektördeki tekelleşme üzerinden yürüyen tartışma, magazin dedikodularına sıkıştırılmaya çalışıldı. X’te özellikle hükümete yakın isimlerden ve trol hesaplardan yapılan kadın düşmanı, homofobik saldırıların ardından ID İletişim’e bağlı oyuncuların hiçbiri diğer iddialara cevap vermeyip yalnızca söz konusu kadın oyuncuya destek vermekle yetinerek, “kadın dayanışması” adı altında Ayşe Barım’la da dayanışmaya çağrı yaptı. 

Bir yanda “güçlü zengin kadınlarla” dayanışma süredursun, bağımsız çalışan birçok oyuncu ve medya çalışanıysa ID İletişim ve Ayşe Barım’ın sektörü domine etmesi ve tekelleşmesi üzerine ses çıkarmaya devam ediyor. 

Tepki gösteren oyunculardan Deniz Işın, sosyal medyada Barım’ın kendisi dahil birçok yetenekli kadın oyuncunun önünü kestiğini belirterek “Kadın dayanışması istediğiniz kadın oyuncu yüzünden kaç tane kadın oyuncunun hakkına girildiğini düşündünüz mü hiç?” dedi. 

Melisa Sözen ise "Bu güç oyunları sadece projeleri değil, oyuncuların kariyerlerini yönetirken onları kendine muhtaç etmeyi de içeriyor. 20'li yaşlarımda 'artık anne oynamaya hazırlan' diyerek psikolojik olarak güçsüzleştirilmeyi de, 'şu yapımcı senin enerjini beğenmiyor ben olmasam bu işi alamazdın' gibi cümleler kurarak özgüven parçalayıp kendine muhtaç etmeyi de içeriyor" paylaşımı yaptı.

‘Oyunculara yalnızca susarlarsa para kazanabilecekleri öğretildi’

Ülkenin gündemine oturan birçok toplumsal olayda sanatçılardan tepki göstermesi beklenirken kadın cinayetlerinden sokak hayvanları yasasına kadar, politik gündemlerde ölü taklidi yaptığı için tepki çeken sanatçıların da ID İletişim’le çalıştığı, “ses çıkarmayın” emrinin yukarıdan geldiği de bu süreçte anlaşıldı. 

Levent Üzümcü, Türkiye’de menajerler, yapımcılar ve oyuncular arasında gizli bir sözleşme olduğu, oyuncuların işlerini kaybetmemek için Türkiye gerçeklerinden bahsetmediği fikrinde. 

“İnsanlar dışarıda aç gezerken, emekliler 14 bin lira ile geçinmeye çalışırken oyunculara yalnızca susarlarsa para kazanabilecekleri öğretildi. Bu bir kazan-kazan durumu. Akşamları yayınladıkları absürt, hiçbir ülke gerçeğini yansıtmayan dizilerle insanları uyuştururken, onların yaşadıkları hakkında hiçbir şey söylemeyerek milyonlar kazanıyorlar. Bu çarkı kırmadıkça bu böyle devam edecek.”

‘Ancak örgütlenirsek başa çıkabiliriz’

Görüştüğümüz başka bir oyuncu, piyasa şartlarına dikkat çekerek sektör çalışanlarının ancak örgütlendiği takdirde tekelleşmenin önüne geçebileceğini söyledi. “Amerika’da filmlerde ve oyuncular arasında tekelleşmeyi önlemek için adil rekabeti teşvik eden, sanatçıların haklarını koruyan ve eşit çalışma koşullarını sürdüren politikalar ve anlaşmalar uygulayan SAG-AFTRA adlı bir sendika var. Biz de örgütlenerek bu piyasa koşullarını kendi yararımıza çevirebiliriz” dedi.

Oyuncu Mehmet Okuroğlu’na, bu tekelleşmenin oyuncular için ne ifade ettiğini sorduğumuzda piyasa düzeneğinin her emekçiyi olduğu gibi kültür sanat emekçilerini de boğduğunu belirtti. Okuroğlu, “Fikir aşamasından üretim aşamasına, PR çalışmalarından üretimlerin seyirciyle buluşmasına kadar tüm kültür sanat ürünlerine paranın kiri ve tekelleşmenin cenderesi değiyor. Bize dayatılan ‘zengin olma, şöhret, konfor gibi alanları yırtıp atıp, sanatımızı ve üretimlerimizi mücadeleyle birleştirmek zorundayız” dedi.

                                                             /././

AKP okulda iki gün kongre hazırlığı yaptı: Öğrenciler teneffüse çıkamadı -Burcu Günüşen-

Zeytinburnu’nda bir okulda AKP ilçe kongresi yapılacak. İki gündür süren hazırlıklar nedeniyle öğrenciler teneffüste bahçeye çıkamadı. Ders saatlerinde okul AKP bayraklarıyla donatıldı.

İstanbul Zeytinburnu’nda bir okulda yapılacak AKP ilçe kongresi nedeniyle ders saatleri içinde iki gündür hazırlık yapılması tepkilere neden oldu.

AKP Zeytinburnu Olağan Kongresi’ni bu akşam Abay İmam Hatip Lisesi Spor Salonu’nda yapacak.

Okulda kongre için hazırlıklara dün öğrenciler okuldayken gündüz saatlerinde başlandı, hazırlıklar bugün de devam etti. Hazırlıklar kapsamında okulun bahçesinde AKP logolu ikram çadırı kuruldu, AKP bayrakları ve Erdoğan posterleri asıldı.

Yapılan çalışmalar ve okula birçok kişinin girip çıkması yüzünden okulda güvenlik riski oluştu. Öğrencilerin bazı teneffüslerde okul bahçesine çıkmalarına izin verilmedi.

Okulun ders saatleri içinde bir siyasi partinin bayraklarıyla donatılması da tepkilere yol açtı.

Eğitim-İş İstanbul 1 Nolu Şube yöneticisi Oktay Yılmaz AKP’nin ilçe kongresinin geçen yıl da aynı okulda yapıldığını söyledi.

Okullarda siyasi parti kongresi yapılmasını doğru bulmadıklarını belirten Yılmaz “Siyasi partiye verilecekse bil en azından bu, haftasonu yapılmalıydı” dedi.

Okul içinde bazı öğrencilerin AKP bayraklarını alıp salladıkları görüntüler oluştuğunu belirten Yılmaz “Haftasonu olsaydı böyle bir görüntü yaşanmazdı” dedi.

Kongre hazırlıkları için okula çok sayıda kişinin girip çıktığını belirten Yılmaz bunun bir güvenlik tehlikesi de oluşturduğunu vurguladı.

                                                                  ***

Hatay'da konteyner kente yerleştirilen öğretmenlere geçmişe dönük 1 milyon liralık elektrik borcu çıkarıldı -Özkan Öztaş-

Hatay’daki konteyner kentte, geçmişe dönük 1 milyon liralık elektrik borcu depremzedelere yüklendi, özellikle yeni atamalarla gelen kente gelen öğretmenler duruma tepkili.

Hatay Defne’deki Şehit Öğretmen Necmettin Yılmaz Konteyner Kenti'nde kalan depremzedeler, geçmişe dönük elektrik borçları nedeniyle mağduriyet yaşıyor. Çoğunluğu öğretmenlerden oluşan depremzedeler, kışın soğukta kalmamak için elektrik sayaçlarının takılmasını kabul etmişti, ancak bu da çözüm olmadı. 1 milyon 28 bin liralık elektrik borcu, yeni abonelerden talep edildi.

Depremden bu yana konteyner kentte biriken elektrik tüketim borçlarının, burada kalan yeni öğretmenlerden de talep edildiği belirtildi. Daha önce konteynerde yaşamayan, yeni atamalarla kente gelen öğretmenler bile geçmişe dönük borçlarla karşı karşıya. Bu durum, konteyner kentteki öğretmenlerin tepkisine yol açtı.

'Bu saçmalığa seyirci kalmayacağız'

Konuya ilişkin soL’a açıklamalarda bulunan Tüm Öğretmenler Birliği Sendikası (TÖBSEN) Temsilcisi Hizam Hasırcı, yaşanan durumu sert bir şekilde eleştirerek, “6 Şubat depreminin ardından konteyner kentte biriken elektrik borçlarının depremzedelere yüklenmesi kabul edilemez. Bu saçmalığa seyirci kalmayacağız. Eylemlerimizi sürdüreceğiz ve yargıya başvuracağız” dedi.

'Kimse 20 metrekarelik yerde yaşamayı tercih etmez'

Geçtiğimiz günlerde bazı gazetecilerin, konteyner kentteki öğretmenler için “Bedava yaşıyorlar, keyif çatıyorlar” şeklindeki yorumlarını hatırlatan Hasırcı, "Kimse yazın kavurucu sıcağında, kışın dondurucu soğuğunda, 20 metrekarelik bir alanda yaşamak istemez. Depremden bu yana iki yıl geçti, ancak öğretmenlere kalıcı konutlar sağlanmadı. Gidecek yerleri olmadığı için konteyner kentte kalıyorlar” ifadelerini kullandı.

'Geçmiş borcu talep etmek utanç verici'

Öğretmenlerin elektrik sayaçlarına karşı olmadığını belirten Hasırcı, “Isınmak ve temel ihtiyaçlarını karşılamak için kaldıkları konteyner kentlerin geçmişe dönük borçlarını talep etmek utanılası bir şeydir. Bu konuyla ilgili eylemler yapacağız ve sesimizi daha gür bir şekilde duyuracağız” dedi.

Depremzedeler ve meslek örgütleri yaşanan durum karşısında hem eylemlerle hem de hukuki yollarla bu haksızlığa karşı mücadele etmeye kararlı görünüyor.

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -15 Mart 2025-

Muhalefetin kalmadığı ülke -Aydemir Güler- Ama muhalefetsiz bir mutlak hegemonya… görülmüş şey değildir. Bundan sonra da görülemeyecek. İkti...