T-24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -12 Ocak 2025-

Yapay Zekâ Aldatmacası: Bir kitap incelemesi -Ozancan Özdemir-

Unutmayın, yapay zekâ mucizeler yaratmaz; doğru kullanıldığında hayatımızı kolaylaştırabilir, ancak yanlış kullanıldığında ciddi zararlar doğurabilir.

Yapay zekâ ifadesi oldukça süslü bir ifade, özellikle bugünlerde. Sosyal medyada karşımıza çıkan videolardaki gibi bir yemeğin üstüne atılan bir parça maydanozun o yemeğin fiyatını üçe katlaması misali yapay zekâ da kendisinden sonra gelen kavramın değerini o kadar belki de daha çok arttırıyor. Hele hele bulutlarla arasında 20 santimetre kalmış, halıflex döşemeli ofis ve gökdelenlerdeki şirketlerde, ülke fark etmeksizin, yapay zekâ furyası aldı başını gidiyor. Tabii sosyal medya da furyayı iyice körüklüyor. Bol takipçili bir finans profesörü geçenlerde 4 sene sonra insanlığın çoğuna gerek kalmayacak, yapay zekâ bir üst aşamaya çıkacak gibi “absürt” bir iddiasını paylaştı.

AMA, buraya büyük bir ama koyalım. (Az önce bahsettiğim hocamızın gönderileri gibi, sanırım böyle yaparsam daha çok dikkat çekebilir.)  Gerçekten öyle mi? Yapay zekâ tüm problemlerde başarılı sonuç veren, tüm işleri kısa bir gelecekte otomatize eden ürünlerin üretilmesini sağlayacak mı?

Türkiye’de araştırdığım kadarıyla henüz çevirisi olmayan, dolayısıyla pek popüler olmayan, bir kitap yayınlandı geçtiğimiz senenin Eylül ayında. Princeton Üniversitesi bilgisayar mühendisliği bölümünden Profesör Arvind Narayanan’ın yine aynı üniversite ve bölümde doktora öğrencisi olan Sayash Kapoor ile beraber yazdığı AI Snake Oil: What Artificial Intelligence Can Do, What It Can’t, and How to Tell the Difference. (Yapay Zekâ Aldatmacası: Yapay zekâ ne yapabilir, ne yapamaz ve fark nasıl anlatılır) isimli kitap, ilk paragrafta bahsettiğim yapay zekânın olduğundan fazla abartıldığı durumlara dair güçlü bir argümanlar sunuyor ve reklamı yapılan kadar etkili olmayan ve hatta zararlı olabilecek yapay zekâ ürünlerine dikkat çekiyor. Bu argümanları ortaya koyanlar direkt olarak bu konuda yıllar harcamış araştırmacılar olunca elbette, “kimi popüler” figürlere göre daha fazla kulak kabartarak dinlemek gerekiyor, bence.

Bu yazıda, kısaca bu kitaptan bahsedeceğim ve (araştırdığım kadarıyla) AI Snake Oil kitabıyla ilgili yazılan ilk Türkçe içerik bu yazı olacak. (Kitabı mutlaka bir şekilde okumanızı öneririm, yayın evlerinin de çevirmesini elbette. Teknik çevirmen arayan yayın evlerine de gönüllü destek sağlayabilirim.)

Narayanan ve Kapoor, AI Snake Oil (Yapay zekâ aldatmacası) ifadesini vaat ettiği gibi çalışmayan ve çalışamayacak olan yapay zekâ olarak tanımlıyor ve gerçek hayattan örneklerle de günümüzde birçok yapay zekâ uygulamasının, özellikle tahminleyici yapay alanında, gerçekte olduğundan daha yetenekli olarak pazarlandığını savunuyor.

Kitap yapay zekâyı üç başlıkta inceliyor. Üretken yapay zekâ (Generative AI), Otomatikleştirilmiş karar verici yapay zekâ (automated decision-making AI) ve tahminleyici yapay zekâ (predictive AI).

Yazarlar ilk kategori içine giren üretken yapay zekâ uygulamalarının (Yüz tanıma modelleri, büyük dil modelleri ve konuşmayı sese çeviren modeller gibi) en başarılı yapay zekâ uygulamaları olduğunu ve bunların kimilerinin insan performansıyla yarışabilecek durumda olduğunu ifade ediyor. Ancak bu modeller elbette kusursuz değil ve altında büyük tehlike ve sorgulamalar içeriyor. Bu modellerin eğitildiği verilerin çoğunlukla internetten toplanan veriler olması kullanıcıların sorgulaması gereken bir şeffaflık ve aynı zamanda telif hakkı problemini de beraberinde getiriyor. Yine bu modellerin deepfake, sahte haberler ve ayrımcı içerik gibi neden olabileceği potansiyel tehlikelere de dikkat çekiliyor.

Bu modellerin eğitildiği verilerdeki önyargı ya da taraflılığı (bias) yansıtması da bir başka sorun olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin, bir iş sitesi için profil resmi oluşturmak amacıyla yüklediğiniz resimde cildinizin normalden daha fazla parlak olmasının nedeni, o modelin eğitimi sırasında kullanılan fotoğrafların çoğunun parlak ciltli kişilerin fotoğraflarından oluşması gibi. Bu en basit örneği siz istediğiniz yere uyarlayabilirsiniz tabii, dolayısıyla bu taraflılığın daha geniş bir bağlamda toplumsal eşitsizliği ve ayrımcılığı artırabilecek bir tehlike oluşturduğundan bahsediyor Narayanan ve Kapoor.

İkinci grup olan otomatikleştirilmiş yapay zekâ modelleri (sohbet modelleri, öneri sistemleri) yazarlara göre üretken yapay zekâ kadar harika değil, ama umut verici. Ancak bu modeller kolay görevler için faydalı bir şekilde çalışsa da, zor durumlarda oldukça başarısız sonuçlar üretebiliyor ve senaryolara bağlı olarak bu sonuçların etkisi de büyük olabiliyor. Kitaptaki örneklerden biri olan UnitedHealth isimli bir sigorta şirketi, hasta bakımıyla ilgili kararları otomatikleştirmek için bir yapay zekâ kullanmış, ancak bu modelin %90'dan fazla hata oranına sahip olduğu tespit edilmiş. Buna rağmen, UnitedHealth çalışanlarını, işten çıkarılma tehdidi altında, yapay zekânın kararlarıyla aynı fikirde olmaya zorlamış, doğru olmadığı bilindiği halde. Yine Amerika’da Ulusal Yeme Bozuklukları Derneği (NEDA), yardım hattı çalışanlarını işten çıkardıktan sonra yerlerine bir sohbet botu (chatbot) yerleştirmiş, ancak bu bot belli bir süre sonra kullanıcılara tehlikeli tavsiyelerde bulunmaya başlamış.

Buraya kadar “başarılı” olarak görülen yapay zekâ modellerinin başarısızlığından bahsettik. Şimdi ise, benim de araştırma alanım olan, ancak içten içe bu kitabın söylediği argümanlara da inanan ve bunları da deneyimleyen, fakat buna rağmen araştırmaktan keyif aldığım alana geldik ki bu alan yazarlarımız Narayanan ve Kapoor’un en acımasızca eleştirdiği alan; tahminleyici yapay zekâ (predictive AI).

Tahminleyici yapay zekâ kısaca, belirli girdiler üzerinden, hedef bir değişkeni tahmin etmeye çalışan algoritmaların genel bir adı. Bu algoritmalar geçmişteki verileri ve örüntüleri kullanarak geleceği tahmin etmeye çalışırlar. Örneğin, CHP’nin bir sonraki seçim sonucunu, geçmiş seçim sonuçları, enflasyon, yıllık gelir gibi değişkenler yardımıyla tahmin etmek bir tahminleyici yapay zekâ uygulamasının örneğidir. Okuyucuların kolay anlayabilmesi için popüler bir örnek kullanmak istedim, ama bu tür yapay zekâ uygulamaları daha geniş bir uygulama alanına sahip ve aldatmacanın da en fazla olduğu yapay zekâ türü aslında.

Kitap, Amerika’daki şirketlerin yüzde 75’inin işe alımlar öncesi, adayları değerlendiren yapay zekâ kullandığını ancak bu modellerin çoğunun başarısız olduğunu, aslında “random number generation” (rastgele sayı üreten) modeller olduğunu söylüyor. Üstelik bu modeller adaylar tarafından çeşitli yollarla kandırılmaya da müsaitler. Örneğin CV’lerine beyaz renkli fontlarla bazı kilit kelimeler eklemek, ya da video mülakatında görüntülerde belirli efektler kullanmak gibi. Bu tarz modellerin başarısız olduğu ve kitapta yer alan başka bir örnek ise Cezai Suçlu Yönetimi Profil Oluşturma ifadesinin kısaltması olan COMPAS isimli model. Bu modelin, Amerika’da sınıflar ve ırklar arası ayrım yaptığı ve bu kriterlere göre yanıltıcı suç skorları ürettiği görülmüş.

Kitapta elbette çok daha fazla örnek var, ancak bahsedeceğim son örnek benim de çok eleştirdiğim bir durumun tezahürü. Princeton Üniveristesi tarafından yine organize edilen Fragile Families and Child Wellbeing Study (Kırılgan aile ve çocuk iyi olma çalışması) isimli bir modelleme yarışmasında, katılımcılardan ABD'deki 20 büyük şehirde doğan yaklaşık 5.000 çocuğun gelişimini takip eden bir veri kullanarak, aile yapısı, sosyoekonomik faktörler ve çocukların refahı arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçlayan bir yapay zekâ modeli geliştirmeleri istenmiş. 160 farklı takımın sonuçlarını yüklediği bu yarışmanın sonunda içinde 13000 değişken barındıran veri setinden hiçbirinin modelleri kıyaslamak için geliştirilen ve sadece 4 değişkenden oluşan basit bir regresyon modeline karşı baskın bir sonuç geliştirmediği görülmüş. Hatta öyle ki en iyi modelin başarısı rastgele tahminden (yüzde 50 başarı) biraz daha iyi olarak değerlendirilmiş.

Tüm bu örneklerin ortak noktası ve dolayısıyla da kitabın temel mesajı, yapay zekâ teknolojisinin sıklıkla abartıldığı ve gerçekte yapabileceklerinden çok daha fazlasını vaat ederek sunulduğu.

Yapay zekâ sistemleri, her ne kadar tarafsız olarak iddia edilse de her zaman tarafsız değildir, çünkü eğitildikleri verilerdeki ön yargıları yansıtırlar ki bu da ayrımcılık ve adaletsizliğe giden taşları döşeyebilir. Keza bu modeller her zaman doğru sonuç vermez çünkü insan davranışı karmaşık ve tahmin edilemezdir. Sistemlerin otomasyonu her zaman iyi bir çözüm değildir. İş kaybı, etik kaygılar ve hesap verebilirlik eksikliği gibi önemli dezavantajları da beraberinde getirebilir.

Narayanan ve Kapoor, okuyucularını yapay zekâ sistemlerinin sunduğu vaatlere karşı eleştirel düşünmeye ve bu sistemlerin potansiyel zararlarının farkında olmaya çağırıyor, insan önyargılarını ve toplumsal eşitsizlikleri güçlendirebileceği konusunda uyarıda bulunuyor, tıpkı benim bu köşeden elimden geldiğince yaptığım gibi.

Yapay zekâ hakkında daha bilinçli bir anlayış geliştirmek ve bunu yaymak zorundayız.  Bu fenomenin toplumsal etkilerine dair daha bilinçli bir kamuoyu ve bu teknolojinin etik ve sorumlu bir şekilde geliştirilmesini ve kullanılmasını sağlayacak daha güçlü düzenlemeler için çağrıda bulunmalıyız.

Bu konuda da görev en başta Narayanan ve Kapoor gibi bu alanda çalışan biz araştırmacılara düşüyor. Kamuoyunu bilgilendirecek profillerin uzman araştırmacılar olması gerekiyor, alan tecrübesi olmayan yüksek takipçili profesörler ya da sentetik profil fotoğraflı sosyal medya hesapları değil, çünkü teknoloji dünyasında "yapay zekâ aldatmacası"nın farkına varmak, hem bireysel hem de toplumsal olarak daha bilinçli kararlar almamıza yardımcı olabilir. Unutmayın, yapay zekâ mucizeler yaratmaz; doğru kullanıldığında hayatımızı kolaylaştırabilir, ancak yanlış kullanıldığında ciddi zararlar doğurabilir.

                                                             /././

Yapay zekâya hazırlıkta, işgücü dönüşümünün hangi noktasındayız?(IV) -Füsun Sarp Nebil-

Eylem planının kâğıt üzerinde kalmasının cezasını, ülkemizin bundan sonraki yıllarını yaşayacak olan vatandaşlar çekecekler. Bu arada, kâğıt üzerinden kalan eksik yapay zekâ stratejisini yazan çalışanlar grubu da, herhalde şimdi gidip, sadece kağıt üzerinde kalacak olan bir Siber Güvenlik Stratejisi yayımlayacak.

Dünya Ekonomik Forumu'nun (WEF) yakın zamanda yaptığı bir araştırma, yapay zekâ (AI) alanındaki gelişmeler nedeniyle şirketlerin, küresel olarak yüzde 41'inin 2030 yılına kadar iş gücünü azaltmayı planladığını ortaya koyuyor.

22 sektörde ve 55 ekonomide 14 milyon çalışanı bulunan binden fazla küresel şirketin verilerine dayanan bulgular, küresel işgücü piyasasında beklenen derin dönüşüme ışık tutuyor. Teknoloji, ekonomi, demografi ve yeşil dönüşümdeki küresel eğilimlerin değişmesinin 2030 yılına kadar 170 milyon yeni iş yaratacağı, 92 milyon kişinin ise işini kaybedeceği tahmin ediliyor.

2030 yılına kadar, bilişsel beceriler ve iş birliği gibi insan becerilerinin yanı sıra teknolojik becerileri de içeren bir tabloda gidiyor. Büyüyen beceri boşluklarını ele almak için kamu, özel ve eğitim sektörlerinde kolektif eyleme acilen ihtiyaç duyuluyor.

Analitik düşünme ve dayanıklılık da en çok aranan beceriler arasında yer alıyor. Raporda şöyle açıklanıyor:

"Analitik düşünme, işverenler arasında en çok aranan temel beceri olmaya devam ediyor. 10 şirketten yedisi bunu 2025'te olmazsa olmaz olarak görüyor. Bunu, liderlik ve sosyal etkiyle birlikte dayanıklılık, esneklik ve çeviklik takip ediyor.

Bunun tersine, beceri listesinde, el becerisi, dayanıklılık ve hassasiyet gibi alanlarda belirgin net düşüşler öne çıkıyor; katılımcıların yüzde 24'ü bu becerilerin öneminde azalma öngörüyor."

Rapora göre 2030 yılına kadar en hızlı büyüyecek olan 10 iş şöyle:

- Büyük veri uzmanları

- FinTech mühendisleri

- Yapay zekâ ve makine öğrenimi uzmanları

- Yazılım ve uygulama geliştiricileri

- Güvenlik yönetimi uzmanları

- Veri ambarı uzmanları

- Otonom ve elektrikli araç uzmanları

- UI/UX tasarımcıları

- Hafif kamyon veya teslimat hizmeti sürücüleri

- Nesnelerin İnterneti uzmanları

Yapay zekânın entegrasyonu, iş yapılarını önemli ölçüde değiştirecek ve iş gücü uyumluluğu gerektirecek. Şirketler, rekabet gücünü korumak için otomasyon avantajlarını çalışan gelişimine yapılan yatırımlarla dengeliyor. Yapay zeka destekli operasyonlara doğru kayma, küresel olarak ekonomik politikaları ve işgücü piyasası düzenlemelerini etkileyecek.

Bu eğilim, yapay zekâ ilerlemelerinin şekillendirdiği gelişen istihdam ortamında, proaktif bir şekilde işgücü planlaması gerekliliğini ortaya koyuyor. Aşağıda aynı rapordan alınmış olarak hangi alanlarda iş gücünün artacağı ya da azalacağı gözüküyor.

Ülkemizde, (2019 Yapay Zekâ Stratejisi'ne göre) işgücünün dönüşümü çalışmaları ne noktada?

İşte bu noktada şunu soralım. Ülkemizde 2019 yılında bir yapay zeka stratejisi yayınlandı. Duyumlarımıza göre, şimdi çalışanların yeni kurulan Siber Güvenlik Başkanlığına nakledildiği kaydedilen T.C. Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Kurumu'nun yayınladığı bu stratejiye göre acaba eğitim sistemimiz ve kurumlarımız bu dönüşüme aradan geçen 5 yılda ne kadar hazırlandı? 2019 Stratejisi'nin 9. sayfasında şöyle yazıyor;

Burada yazılanlar ne kadar yapıldı? Mesela "YZ Olgunluk Modeli" ve "YZ Proje Yönetim Rehberi" diyorlar. Bunlar var mı"Güvenilir YZ Damgasıtest edildi mi? Mevcut iş gücüne yönelik eğitim ve sertifikasyon programlarından ne haber?

Eylem planını bile, stratejinin süresinin bitmesi az kala, alelacele geçen yıl ağustosta yani 5 ay önce yayınladıklarını gördüğümüz ve (eğitim / matematik gibi) eksikliklerini daha önce raporladığımız yapay zekâ stratejisi, görüldüğü üzere kendi yazdığı şeyleri bile yapamamış ve kağıt üzerinde kalmış.

Bunun cezasını, ülkemizin bundan sonraki yıllarını yaşayacak olan vatandaşlar çekecekler. Bu arada, kağıt üzerinden kalan eksik yapay zeka stratejisini yazan çalışanlar grubu da, herhalde şimdi gidip, sadece kağıt üzerinde kalacak olan başka bir stratejiyi yani Siber Güvenlik Stratejisini  yayınlayacak.

Biz de toplum olarak, heyecanlı bir şekilde “yapay zeka şöyle, yapay zeka bunu da mı yapmış, vay canına” vs. vs. diyerek yapay zekâyı överek zamanımızı geçireceğiz. Oysa hepimizin yapay zekânın neler yaptığına dair abartılı övgüleri, heyecanlı ifadeleri bırakıp, gelen çağa hazırlık yapmamız ve hükümeti de bu konuda tedbir alması için zorlamamız, hatırlatmamız, eğitim sistemimizi düzelttirmemiz lazım. Bu da bir başka uyarı yazısı.

                                                       /././

Galibiyet sevinci yaşayan Şanlıurfa Güneşin Çocukları Bayan Hentbol Takımı'nı karşı takımın erkek taraftarları darbetti!

Bingöl'de oynanan Türkiye Kadınlar Hentbol 2'nci Ligi G Grubu'nda Bingöl Spor Lisesi Hentbol Takımı ile Şanlıurfa Güneşin Çocukları Hentbol Takımı arasında oynanan maçın ardından erkek taraftarlar, kadın hentbolcuları galibiyet sevinci yaşadıkları için darbetti. Bingöl Spor Lisesi Hentbol Takımı ile Şanlıurfa Güneşin Çocukları Hentbol Takımı arasında oynanan kadın hentbol maçı sonrası sevinen takımı, karşı takımın 100 kişilik erkek taraftar grubu sahaya inerek darbetti. Saldırıya maruz kalan kadın hentbolculardan bazılarının aldıkları darbelerle boyun ve yüzlerinde yaralar oluştu. Şiddete uğrayan sporcular şikayetçi olacaklarını söyledi.(https://t24.com.tr/haber/galibiyet-sevinci-yasayan-sanliurfa-gunesin-cocuklari-hentbol-takimi-na-karsi-tarafindan-erkek-taraftarlarindan-darp,1209510)

                                                              ***

Emeklilerin gözünden Türkiye'nin güncel durumu: Eğilimler ve gerçekler -Binhan Elif Yılmaz-

Emekli maaşları enflasyon karşısında eridiği ve emeklilik sisteminin adaletsizliklerine maruz kalarak geliri hızla düştüğü için emeklinin talebi ve tüketimi kısıtlanınca enflasyon düşecek mi gerçekten?

Emekli ve emekçi için birbirinden sarsıcı ücret/maaş artış oranları arka arkaya geldi. 2024’ün son günlerinde asgari ücretli yıllık yüzde 30 zam alırken, yılın ilk günlerinde gelen enflasyon verisi ardından da memur/memur emeklisine yüzde 11,54 ve SGK ile Bağ-Kur emeklisine yüzde 15,75 oranında altı aylık zam yapıldı. Emekliler için “refah payı” ise bu hafta toplanan kabine toplantısı sonrası, “gerçekleşmemiş bir beklenti”den ibaretti.

2024 yılında ekonomi iki çeyrek üst üste daraldı. Enflasyon oranı aylık olarak artışını sürdürdü. Yıllık enflasyon gerilese de gıda, kira gibi harcama gruplarında manşet enflasyonun üzerinde ciddi yükseliş söz konusu. Ayrıca bir yandan emekli maaşlarında aylık bağlama oranlarındaki düşüş adaletsizlikleri büyüttü, diğer yandan kök maaş sorunu çözülemedi. O nedenle milyonlarca emekli açlık sınırının altında bir gelir ile geçinmeye çalışıyor.  

Tüm bu sürecin nasıl ızdıraplı olduğu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinden değerli meslektaşım Prof. Dr. Süphan Nasır’ın başkanlığında gerçekleştirilen araştırmanın bulgularında yer alıyor. İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa’dan Dr. Öğr. Üyesi Yonca Nilay Baş ve Medipol Üniversitesi’nden Dr. Öğr. Üyesi Fatma Betül Ortaköy de araştırma ekibindeler.

Bir ay kadar önce bu araştırmanın beyaz yakalılarla ilgili sonuçlarını şu yazımda (https://t24.com.tr/yazarlar/binhan-elif-yilmaz/beyaz-yakadan-emekliye-2024-un-ekonomik-zorluklarinin-etkileri,47540) ele almıştım. Geçen hafta emekliler ile ilgili sonuçlar da ortaya çıktı. Araştırmaya katılan 1968 kişinin 415’i emekliydi. Emeklilerin sorulara verdiği yanıtlara hep birlikte bakalım; ekonomik zorluklar emeklilerin günlük tercihlerine ve yaşam tarzlarına nasıl yansımış?

Emeklilerin gözünden Türkiye'nin güncel durumu

Araştırmaya katılan emeklilerin yüzde 70’i genel olarak hayatından memnun değil. Hemen hepsinin ortak memnuniyetsizliklerinin kaynakları belli: Ekonomik koşullar başta olmak üzere, sağlık sistemi ve demokrasinin işleyişinden de memnun değiller. Bu tablo, demokratik sistemin iyileştirilmesi ve emeklilerin beklentilerine daha iyi yanıt verilmesi gerektiğini gösteriyor.

Emekliler indirim avcılığında ön safta yer alıyor

Araştırmaya katılanların büyük çoğunluğu market alışverişi yapmadan önce farklı marketlerin fiyatlarını karşılaştırıyor, etiket fiyatından almak yerine indirime girmesini bekliyor, ürünlerin en ucuzunu bulmak için çaba harcıyor. Hatta fiyat indirimi var ise düzenli olarak satın aldığı marka yerine indirimdeki markayı satın almayı tercih ediyor. Demek ki hem marka tercihlerinin bir anlamı kalmıyor hem de sürekli olarak market dolaşılması gerekiyor.

Emeklileri gıda, ulaşım ve sosyal yaşam harcamaları zorlamakta

Geride bıraktığımız aylarda enflasyon emeklileri en çok gıda, ulaşım-akaryakıt ve ev dışı yeme-içmede zorluyor ki emekliler geçmiş yıla kıyasla bu yıl en çok ev dışı yeme-içme, tatil ve seyahat ve giyim harcamalarında kesinti yapıyorlar.

Emekliler sosyalleşmeyi ve tatili unuttu

Ekonomik faktörlerin etkisiyle emeklilerin sosyal aktivitelerin önemli ölçüde sınırlanmış durumda. Sinema, tiyatro, konser gibi biletli etkinliklere hiç katılamıyor ya da birkaç ayda bir katılabiliyorlar. Ayrıca ankete katılan emeklilerin yaklaşık yarısı son üç sene içinde tatile gidemediğini belirtiyor.

Emeklinin önceliğinde kişisel bakıma ayrılan bütçe yok!

Araştırmaya katılanların yaklaşık yarısı kişisel bakım hizmetlerine hiç bütçe ayıramadığını belirtiyor, bu da büyük bir kesimin bu tür harcamaları ekonomik zorluklar nedeniyle tamamen bıraktığını gösteriyor.

Emeklilerin yatırım tercihi ise döviz ve altın

Araştırmaya katılanların yaklaşık yarısı tasarruf etmediklerini belirtiyor, doğal olarak. Tasarruf edenlerin ise yatırım tercihleri arasında birinci sırayı döviz alırken, ikinci sırada altın, üçüncü sırada ise ev yer alıyor.

Ekonomik koşulların emeklilerin tüketim tercihlerini, bütçe planlamalarını ve harcama önceliklerini nasıl şekillendirdiğine dair önemli ipuçları sunan araştırmaları için değerli meslektaşlarıma teşekkür ederim.

Emekli maaşları enflasyon karşısında eridiği ve emeklilik sisteminin adaletsizliklerine maruz kalarak geliri hızla düştüğü için emeklinin talebi ve tüketimi kısıtlanınca enflasyon düşecek mi gerçekten?

                                                                  /././

Diyanet, Avustralya’da müzayededen 15 milyon lira değerinde villa almış

AKP'lilerin tepki göstermesi üzerine Meclis'te villa gerginliği yaşandı

İyi Parti Grup Başkanvekili Turhan Çömez, TBMM’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Avustralya’da da 702 bin 500 dolar (yaklaşık 15 milyon TL) değerinde bir villayı müzayededen aldığını gündeme getirdi. Sözcü’nün aktardığına göre, İyi Partili Çömez, “İnsanlar buz gibi soğukta deprem bölgesinde konteynerlerde yaşıyor. Diyanet ise Avustralya’da villa satın alıyor’’ diyerek sitem etti. AKP İstanbul Milletvekili Nurettin Alan, “Suç mu, alsa ne olur?” derken, AKP Grup Başkanvekili Emin Akbaşoğlu da “Hukuka aykırı bir şey varsa mahkemelere müracaat edin” yanıtını verdi. Çömez “Ahlaka aykırı bir durum var” ifadesini kullandı. Çömez, “Diyaneti Atatürk kurdu, baş tacıdır ama onu da çökerttiniz, Diyanet Vakfı Washington’da 4 milyar liralık gayrimenkul aldı, hanlar, hamamlar, restoran, villalar, havuzlar, oteller yaptı. Bir yılda 2.5 milyon dolar zarar etti” diye konuştu.

                                                                  ***

Aşırı ciddi görünmeye çalışan absürt bir “ağırlaştırılmış müebbet”: Meğer o ofise yürümek de suç değilmiş -Gökçer Tahincioğlu-

Çarşı kararına göre Başbakanlık Ofisi’ne yürünürken işlenen bir suç yok. Demokratik hak kullanımı dışında suça konu bir eylem bulunmuyor. Ama Gezi davasına göre insanlar yürümeleri ve hükümeti düşürmek için organize edildiler. Dramatik değil mi?

Koca koca kurumlar, koca koca insanlar…

Her imzaları bir hayat anlamına geliyor, her sözleri bir ömrün nasıl geçeceğini belirliyor.

Yetmiyor, ülkeler, büyükelçiler giriyor devreye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi giriyor, Cumhurbaşkanı, Adalet Bakanı giriyor.

Bir dava düşünün ki üzerine söz söylemeyen kalmamış…

Ve Türkiye’deki en ağır ceza ile sonuçlanmış yargılama…

Koca koca insanlar, koca koca kurumlar, baştan sona tartışılacak bir yargılamayı ağırlaştırılmış müebbet kararı ile sonuçlandırmış…

* * *

Gezi davasını organize etmekle suçlanan Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kavala’yı tanımayabilirsiniz…

Hakkında söylenenleri ciddiye alıp sevmeyebilirsiniz…

Hakkında olumlu olumsuz hiçbir yargınız da olmayabilir.

Ya da Kavala’yı tanımış ve çok sevmiş olabilirsiniz…

“Kızıl Soros” diyebilirsiniz örneğin başkaları gibi… “Sivil toplumun hamisi” diye de yorumlayabilirsiniz…

Hiç fark etmez…

Şimdi bu ismin üzerini kapatın. Bir an için hakkındaki düşüncelerinizi bir tarafa bırakın. Adalet duygusu biraz olsun kalanlar, gözünü hırs bürümemiş, iktidar için her şeyden vazgeçmemiş olanlar başarabilir. Bir an için ismi, isimleri unutun.

Bu gözle baktığınızda, cumhuriyet tarihinin en absürt davalarından birinin geldiği son noktayı da açıkça göreceksiniz…

Osman Kavala

* * *

Gezi davası, firari Gülen cemaati üyesi hâkim, savcı ve polislerin oluşturduğu kanıtlar kullanılarak, yıllarca rafta bekletilen dosyalar esas alınarak açıldı.

Gezi iddianamesine dönüp baktığınızda bu isimlerin yaptığı dinlemeleri, hazırladıkları fezlekeleri, garip suçlamalarını bire bir göreceksiniz.

İddianamede, “o dönemdeki kanıtlar ayıklandı” notu düşülmesi gereği duyulmuş ancak elbette böyle değil…

* * *

İşte bu iddianame uyarınca yapılan yargılama sonunda İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi, Gezi davasında yargılanan sanıkların beraatine ve cezaevindeki sanıkların tahliyesine karar verdi. Herkes şaşkındı.

Elbette bu kurak ortamda böyle bir kararın iktidardan bağımsız olamayacağı yorumları yapıldı.

Ancak kısa sürede böyle olmadığı anlaşıldı.

Cezaevinden çıkmaya hazırlanan Kavala için önce gözaltı, ardından yeni tutuklama kararı verildi.

Herkes bu yeni tutuklama kararının nasıl verilebildiğini anlamaya çalışıyordu.

Kavala, ilk tutuklandığında hem 15 Temmuz hem de Gezi eylemleri nedeniyle suçlanmıştı. İki ayrı suçtan hakkında tutuklama kararı verilmişti. Ancak savcılık, talep bile olmadan, resen, Kavala’nın 15 Temmuz suçlamaları yönünden tahliyesini istemiş, hakimlik de tahliye kararı vermişti.

Hesapta Gezi davasından beraat edeceği yoktu.

Beraat kararı çıkınca, apar topar, daha önce tahliye istediği dosyayı gündeme alan savcılık, yeniden tutuklama istedi ve Kavala’nın cezaevinden çıkmasının önüne geçildi.

Ancak bir sorun vardı. AİHM, daha önce bu suçlamalar yönünden ihlal kararı vermişti.

Aceleden bu nokta atlanmıştı.

Bunun üzerine yine 15 Temmuz iddiaları yönünden ama bu kez casusluk suçundan tutuklama kararı verildi. Casusluktan tutuklama verilince, hükümeti devirmeye teşebbüs suçundan, 15 Temmuz’la ilgili aynı kanıtlar gösterilerek verilen tutuklama kararı kaldırıldı. Kavala, cezaevinde tutuldu.

Bir süre sonra casusluk suçundan komik bir dava açıldı.

Öyle ki iddianamede, “casusluğu o kadar ustaca yapıyorlar ki casusluk eylemi saptanamamıştır” anlamına gelen ifadeler yer aldı.

* * *

Ancak bu yolla sonuç almak çok mümkün değildi. Her şeyden önce Gezi eylemleri cezalandırılmamış olacaktı.

Beraat kararı veren İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti kısa sürede dağıtıldı.

İstinaf mahkemesi, 22 Ocak 2021’de, beraat kararını bozdu.

Bozma kararı ilginçti.

Öncelikle Kavala hakkında casusluk suçundan açılan davanın Gezi davası ile birleştirilmesi isteniyordu.

İkinci olarak da Yargıtay’daki bir dosya anımsatılıyordu.

İstinaf mahkemesine göre, "Besiktaş'taki Başbakanlık Çalışma Ofisi’ne Çarşı grubu ve diğer bazı marjinal gruplarca taş ve molotofla saldırılması olayları” ortak bir davanın konusu olmalıydı.

Bu konuda Çarşı grubu aleyhine açılan dava Yargıtay’daydı. Bozma kararı verilirse, bu davanın da Gezi davası ile birleştirilmesi yerinde olacaktı.

* * *

Örneğine az rastlanır bir durum.

Yargıtay’da görülen bir davaya işaret edilerek, bozma kararı verilirse, Gezi davası ile birleştirilmesi kararı vermek…

Ne hikmetse böyle oldu.

Çarşı davasında Yargıtay bozma kararı verdi.

Gezi davası, Çarşı davası ve Kavala hakkındaki casusluk davası ile birleştirildi ve torba dava oluşturuldu.

Davanın mahkemesi değiştirildi.

* * *

Sonrasına bakalım…

Amaç artık hasıl olmuştu. Kavala cezaevinde kalmış, Gezi davası bir torba davaya dönüşmüştü.

Ardından da ayrıştırmak gerekiyordu.

21 Mart 2022'de, mahkeme, bu kez dosyada tutuklu sanık bulunması, Çarşı davasında, Yargıtay’ın araştırılmasını istediği hususların henüz araştırılmamasını gerekçe göstererek bu kez ayırma kararı verdi.

Çarşı davası bu kez Gezi davasından ayrıldı.

* * *

Sonrasını biliyoruz.

Gezi davasında Kavala ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edildi, diğer sanıklar 18’er yıl hapisle cezalandırıldı.

Kavala’nın casusluk davası peki?

Sürpriz değil, beraatle sonuçlandırıldı. Zira bu davanın aslında Kavala’yı o dönem cezaevinde tutmak dışında bir işlevi de yoktu.

Davada verilen cezalar Yargıtay tarafından da onandı, kesin hükme bağlandı.

Gerekçelerden en önemlisi, hükümeti yıkmak amacıyla kitlelerin Başbakanlık Ofisi’ne yürütülmesi dahil eylemlerinin organize edilmesiydi.

* * *

Geriye kaldı Çarşı davası…

Ayrılma kararından sonra yargılama üç yıl daha devam etti. Ve sonunda, kısa süre önce beraat kararıyla sonuçlandırıldı.

Şöyle deniliyor kısa kararda:

“Tüm saniklar hakkında cebir ve şiddet kullanılarak Türkiye Cumhuriyeti'ni ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen ve tamamen engellemeye teşebbüs suçundan kamu davası açılmış ise de dosyada yeterli kesin, her türlü şüpheden uzak delil bulunmadığından beraatlerine…

Her ne kadar sanıklar hakkında 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet ettikleri iddiasıyla dava açılmış ise de sanıkların anayasal demokratik bir hak olarak toplantı ve gösteriye katılmalarına rağmen suç teşkil eden eylemlerinin bulunmadığı, dosyada delil olarak dayanılan dinleme tapelerinin bu suç açısından delil niteliğinde bulunmadığı, sanıkların cep telefonu sinyal bilgilerine dayalı tespitlerinde sanıkların suç teşkil ettiği iddia edilen eylemlerini ortaya koymadığı, ayrıca sanıkların işledikleri iddia edilen eylemleri ile ilgili hemen akabinde düzenlenen bir tutanağın da bulunmaması karşısında beraatlerine…”

* * *

Çarşı davasının yıllar önce beraatle sonuçlandırılması gerekiyordu.

Verilen karar normal…

Normal olmayan Gezi davası…

Çarşı kararına göre Başbakanlık Ofisi’ne yürünürken işlenen bir suç yok. Demokratik hak kullanımı dışında suça konu bir eylem bulunmuyor.

Ama Gezi davasına göre insanlar yürümeleri ve hükümeti düşürmek için organize edildiler.

Dramatik değil mi?

Vahim olan, 7 seneyi aşkın süredir Kavala’nın bu gerekçelerle cezaevinde tutulması.

AİHM kararına rağmen tahliye edilmediği gibi toplumun önüne atılması…

Vahim olan 18 yıl ceza alan insanların kimsenin umurunda bile olmaması…

Vahim olan tarihe geçecek böyle bir davanın gözlerimizin önünde böyle yürütülüp, böyle sonuçlandırılması…

                                                           /././

Trump, Amerikan İmparatorluğu mu kurmak istiyor: Grönland ve Kanada meselesi..-Eray Özer-

Trump’ın Grönland’ı olası bir Rusya tehlikesine karşı bir ön savunma hattı olarak görmesi ve bu politikanın aynı zamanda Kanada’yı çevreleme planıyla da örtüşmesi nedeniyle adanın jeopolitik değerini ziyadesiyle artırıyor.

Donald Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmasına artık sayılı gün kaldı.

Ne acayip ki, dünyada bazı işler “Aman Trump gelmeden halledelim” diye hızlandırılırken, bazıları da “Trump gelsin sonra bu konulara da gireriz” mantığıyla bir zamandır halının altına süpürülüyor.

Müstakbel başkanın bir de kendi ajandası var tabii…

Mesela Grönland meselesi.

Siyasette bazı çıkışlar vardır ki, normalde liderlerin ağzından o sözlerin “propaganda” amacıyla çıktığını, gerçekçi hedefleri ifade etmediğini daha söylendiği anda herkes bilir.

Fakat söz konusu Trump gibi profiller olduğunda işin şakası olmuyor.

Nitekim Trump “Neyse parası verelim, alalım Grönland’ı. Hem zaten bize daha yakın” gibi laflar etmeye başladığında kimse gülmedi.

Oysa “normal” bir dünyada epey komik bir çıkış olarak siyasi tarihe geçebilirdi.

Sonra işin devamı da geldi. Trump’ın oğlu Jr Trump uçağa atladı, Grönland’a gitti. Başkent Nuuk’a indi ve hatta ekibinden bazıları “Make Greenland Great Again / Grönland’ı Yeniden Harika Yap” yazılı broşürler dağıttı.

Trump Jr’ın adanın kolonyalist tarihinde önemli bir yer tutan Danimarka-Norveç kökenli misyoner Hans Egede’nin heykelinin önünde poz vermesi de çok tartışıldı

Yani bu işin şakası yok.

Üstelik Trump’ın gözü sadece Grönland’da değil. Grönland’la ABD arasındaki koca toprak parçasını, Kanada’yı da ilhak edebileceklerini söyledi.

Kanada’nın yakında görevine veda edecek başkanı Trudeau her ne kadar bu ihtimalin “cehennemdeki bir kar topundan daha fazla şansı olmadığını” dile getirse ve asıl amacın Kanada’yı vergilerle boğmak olduğunu söylese de dedik ya; söz konusu Trump olunca bu tür çıkışlar bir fanteziden çok daha fazlasını ifade ediyor.

Şahsen ben de ne Kanada’nın ne de Grönland’ın yakın bir zamanda ABD’ye “ilhak edilme” ihtimali olduğunu düşünmüyorum. ABD’nin “Batı ittifakı” içindeki bir ülkeden toprak alması filan Trump için bile “overdose” hayallerden başka bir şey değil.

Zaten Trump da muhtemelen suyu bulandırdıktan sonra aynı suda başka balıklar avlamayı düşünüyor.

Lakin Grönland meselesi benim için başka açıdan ilginç. O da şu: Dünyanın en büyük adasının bu kadar kıymete binmesinin küresel ısınma tartışmalarıyla yakından ilgisi var.

Bu kısma geleceğiz ama gelin ben size Trump sayesinde meraka düşüp hakkında epey okuduğum Grönland hakkında birkaç bilgi vereyim.

Bir kere her şeyden önce en ilginç nokta adanın bağlı olduğu Danimarka Krallığı’na sahiden de yaklaşık 3 bin kilometre uzaklıkta olması.

Buna karşın mesela Kanada’nın bazı kuzey takımadalarına 1100 kilometre mesafede.

Yaşam şartlarının bugün bile çok ama çok zor olduğu Grönland’da yaklaşık 4 bin 500 yıldır bizim kısaca Eskimo diye andığımız kutup halklarının yaşıyor olması insanı hayrete düşürüyor.

Düşünün bugünün şartlarında bile adada tarım neredeyse hiç yok. Sadece güneyinde kısıtlı bir arazide patates yetişiyor, o kadar.

Binyıllar sonra İzlanda ve Norveç’ten Vikingler adaya çıkmaya başlıyor.

Bunlardan en ünlüsü Kızıl Erik. Adaya ismini veren de o. Neredeyse baştan sonra buzla kaplı adaya MS 900’lerin sonlarında bir yaz günü 14 gemisiyle çıkası tutuyor Erik isimli Viking gezgininin. Ve o esnada çok kısa süre yeşilliğini koruyan otları görünce adaya “Yeşil Ada / Greenland” demeye karar veriyor.

13. yüzyılda Kanada’nın kuzeyinden Inuit halkı yani Eskimolar bu kez kalıcı olarak yerleşiyorlar adaya ve bugün de bu halk adada hâkim.

Tabii, ta 1500’lerden itibaren o zamanlar birleşik olan Norveç ve Danimarka krallıklarının hükümranlığında sürüyor yaşam. Hükümranlık onların olsa da aslında nadiren adaya ulaşabildikleri için bu durum çok da umurunda olmuyor Inuit’lerin.

1814’te Danimarka ve Norveç krallıkları ayrılınca Grönland Danimarka’da kalıyor.

Bir ilginç bilgi: ABD’de Grönland’ı satın alma meselesi aslında 1867’de de gündeme geliyor.

Bana kalırsa Trump’ın bu zihni sinir projesinin altında yatan isim de ta o dönemden bir bakan: Dönemin dışişleri bakanı William H. Seward tam olarak Trump’ın aklındaki projenin fikir babası gibi duruyor.

Zira o da Grönland’ı ve hatta İzlanda’yı satın almak, bu sayede Kanada’yı kuşatmak ve nihayetinde işgal etmek istiyor. Yani bugünkü planının neredeyse birebir aynısı.

Yanına bir senatörü alsa dahi 1867’de Kongre’yi ikna edemiyor, proje rafa kaldırılıyor.

ABD ikinci denemesini 1950’de yapıyor. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle 1946’da adanın yönetimini geçici olarak üstlenen Amerikalılar 1950’de Grönland için Danimarka’nın kapısını 100 milyon dolarlık bir teklifle çalıyor fakat Danimarka kapıyı açmaya yanaşmıyor.

Lakin ABD adada bugün de varlığını sürdüren bir askeri üssü Danimarka’dan koparmayı beceriyor. Eski adıyla Thule Hava Üssü bugün hala Pituffik adıyla varlığını sürdürüyor.

1953’te Danimarka’nın Grönland üzerindeki “sömürgeci” konumu sona eriyor ve ada resmen Danimarka toprağı olarak kabul ediliyor.

Size bir tuhaf bilgi daha: Danimarka’nın kuzeyinde tıpkı Kardak Adası gibi küçük bir adacık yüzünden Danimarka ile Kanada arasında 1973’ten başlayıp iki yıl, evet iki yıl öncesine kadar devam eden kansız bir savaş var.

Savaşın komiği olmaz ama bu savaşın ismi bile biraz komik: Viski Savaşı.

Hans Adası olarak bilinen bu minik adacığa Kanada 1984’te Kanada bayrağı dikip bir şişe de Kanada viskisi bırakınca savaşın ismi oluyor size Viski Savaşı.

Neyse, Grönland hikayelerini burada keseyim. Zira kendimi bırakırsam yazının sonunu bulamayacağım.

Neticede iki ülke 2022’de barışıyor.

Grönland 2009’dan bu yana tam anlamıyla özerk. Ülkede bugün 58 bin civarında insan yaşıyor ve ülkede Inuit geleneklerine, diline ve kültürüne olan bağlılık son dönemde oldukça artmış durumda.

Devlet daireleri dışında kendi dillerini, yani Kalaallisut’u konuşuyorlar.

Ada halkında Danimarka’dan tamamen ayrılmak yönünde ciddi bir talep var.

Fakat bağımsızlık istiyorlar, gidip bir başka devletin yönetimi altına girmeyi değil ve bunu adanın yerel halkının bir üyesi olan Grönland Başbakanı da açık açık dile getiriyor.

Normal şartlar altında Danimarka’nın izin vereceği bir referandumla bu gayet kolay halledilebilirdi. Neticede üzerinde yaşamanın çok zor olduğu, buzlarla kaplı bir ada kimsenin umurunda olmayabilirdi.

Tabii küresel ısınma olmasa…

Küresel ısınma nedeniyle Grönland uzun yıllardır eriyor. Bu da adada buzlar altında binyıllarca saklı kalmış değerli madenlerin artık çıkarılabilir hale gelmesi demek. Bu yüzden Inuit’leri kimse kendi kaderine bırakmak istemiyor.

Bir diğer mesele de Kuzey Buz Denizi’nin yine ısınma nedeniyle daha az buzullu bir denize dönüşmesi. Bu da Avrupa ve Asya’nın kuzeyinden Kuzey Amerika’ya şimdiye dek tercih edilmeyen bir ulaşım yolunun açılması demek.

Deniz ulaşımı eski ve yeni kıtalar arasında şimdiye dek hep doğu-batı ekseninde gerçekleşirken küresel ısınma yakın bir gelecekte kuzey-güney doğrultulu yeni bir hattın doğmasına sebep olacak gibi gözüküyor.

İşte bu iki faktör; Trump’ın Grönland’ı olası bir Rusya tehlikesine karşı bir ön savunma hattı olarak görmesi ve bu politikanın aynı zamanda Kanada’yı çevreleme planıyla da örtüşmesi nedeniyle adanın jeopolitik değerini ziyadesiyle artırıyor.

Başka bir yazının konusu ama -belki pazartesi yazısında da bunu anlatırım- Elon Musk’un İngiltere, Almanya, Brezilya, Hindistan vd. pek çok ülkenin iç işlerine burnunu sokmasına ve Trump’ın Grönland’a ve belki daha sonra İzlanda’ya göz koyma, Kanada’yı ilhak etmekten bahsetme gibi laflarına bakınca ortaya şu soru çıkıyor:

Trump Amerika’yı bir imparatorluğa mı dönüştürmek istiyor?

Eğer öyleyse bunu neden istiyor? Mesele sadece Rusya mı, yoksa akıllarında Çin’le girilecek bir savaşta cephe genişletmek gibi tehlikeli planlar mı var?

Grönland’dan sonra sıra İzlanda’ya gelir mi?

Bunlar cevaplarını şimdiden bilmediğimiz sorular…

Belki de Trump en başta dediğim gibi suyu bulandırıp Avrupa’ya, Kanada’ya vergiler üzerinden başka yaptırımların kapısını aralamak istiyor.

Bilemiyoruz Altan. Bekleyip göreceğiz.

                                                          /././

İtibar kaybının mümkün olmadığı topraklara hoş geldiniz -Tuğçe Tatari-

Kimse kimsenin yaptığı ihlale, ayıba, hataya, hatta göz göre göre söylenen yalanlara dahi ses çıkarmıyor, çünkü kendininkilere de ses çıkarılmasın istiyor…

Sadece işi yazı-çiziyle, haberle, bilgiyle, düşünceyle ilgili olanların değil elbet, her mesleğin en önemli şartı güvenilir olmaktır.

Güven sarsıldığı an itibar da kaybolur.

Özellikle bizim meslekte itibar pek mühimdir.

Yalan habere düşerseniz, sözünüz muhataplarınca çürütülürse, iddialarınız havada kalırsa, bazı konuların üzerinde art niyetle tepindiğiniz tespit edilirse, bilgileri haberleştirirkenki düzeyiniz bel altı bir tarzda ise meslek sizi kendi içinde sınıflandırır ve itibarsızların arasına alır.

İtibarsız sınıfına da çoğu kapı kapanır, önemli kişiler röportaj vermez, mühim toplantılara çağrılmaz, kritik ortamlarda bulunamaz, pek kimse ‘haber uçurmaz’, güvenilir kaynaklara ulaşmak zor olur.

En azından eskiden böyleydi bu iş.

Biz de eski kaldık herhâlde…

İtibar meselesini önemseyen kimsecikler kalmadı gibi şimdilerde.

Çünkü sanırım itibarsızlaşmanın imkânsızlaştığı bir yer hâline geldi Türkiye.

Kimse kimsenin yaptığı ihlale, ayıba, hataya, hatta göz göre göre söylenen yalanlara dahi ses çıkarmıyor, çünkü kendininkilere de ses çıkarılmasın istiyor.

Hâliyle düşük, yoz bir ortamda alabildiğine at koşturuluyor.

Murathan Mungan’ın vecize olmuş “Bu ülkede her şey olabilirsin sadece rezil olamazsın” sözü ete kemiğe bürünmüş, koca koca adamlar, kadınlar ortalık yerde kendilerini feci şekilde rezil ediyorlar, itibar namına bir zerrecik bırakmıyorlar. Okurken yüzün kızarıyor, “ya bunu nasıl yapar” diyorsun, izlerken hayretlere düşüyorsun, tanık olmaktan dahi utanç duyuyorsun, bu ‘haber’in yalan olduğunu bile bile nasıl üzerinde tepinmeye çekinmiyor diye hayrete düşüyorsun ama aslında bakıyorsun ki kimsenin rezil olduğu filan yok.

Yine bir şekilde her yerdeler, izleniyorlar, kazanıyorlar ve popülerler.

Aksine, sen onlardan uzak durmaya çalıştığın için garipseniyor, bu bataklığa heveslenmediğin için tuhaf bulunuyorsun.

Çürüme öyle bir boyutta ki, eskiden fikrine güvendiğim, ahlaklı entelektüellerden saydığım biri, yine bu konuları konuşurken “Çok da önemsememek lazım, sonuçta herkes biraz kirli” demişti. Mideme yumruk yemiş gibi hissetmiştim.

İşler nerelere gelmiş diye düşünmüş, utanç duymuştum bu yorum karşısında.

Evet bir havuz var ve o havuzda herkes biraz kirli, herkes biraz yalancı, herkes biraz ahlaksız, herkes biraz çıkarcı, herkes biraz çapsız ama inanır mısınız hiçbiri itibarsız değil!

İşte adına “yeni Türkiye” dedikleri bu garabetin numaralarından biri de bu, ne yaparsan yap, rezil olup itibarını kaybetmeden yola devam edebiliyorsun!

                                                          /././

Colani vs Kobani -Hasan Göğüş-

Colani, Kobani’yi Türkiye’nin ültimatomundaki şartları kabul etmeye ikna edemezse ne mi olur? Hakan Fidan bu soruyu atıfta bulunduğu Ziya Paşa’nın “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir...” diye başlayan meşhur sözleriyle yanıtladı

Uluslararası ilişkiler tarihini kaleme alanlar, ileride 2024 yılından bahsederken berbat bir sene olduğunu yazacaklardır. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile başlayan savaşta kimilerine göre hayatlarını kaybedenlerin sayısı yarım milyonu aşmış. Üç yıldır devam eden savaşın ne zaman biteceğine dair ortada en ufak bir emare yok, tüm ümitler Trump’ın yönetimi devraldığında bir günde savaşı sona erdireceğine ilişkin seçim vaadine bağlanmış.

7 Ekim 2023 tarihindeki Hamas’ın İsrail’e yönelik terör eyleminin ateşlediği İsrail’in Gazze’deki soykırım boyutuna varan katliamlarında ise bugüne kadar 45 bin Filistinli hayatını kaybetti. Tüm diplomatik çabalara karşın ateşkes görüşmelerinden bir türlü sonuç alınamıyor.

1. Dünya Harbi’nden bu yana nükleer silahların da kullanılabileceği bir topyekûn savaş tehdidi ile 2024 yılında ilk kez bu kadar burun buruna gelindi. Bazı Avrupa ülkelerinde sığınaklar güçlendirildi. Halka nükleer bir saldırıdan nasıl korunacağına ilişkin broşürler dağıtıldı.

2024 yılı, asıl “büyük finali” Suriye’de yaptı. Hey’etu Tahriri’ş Şam’ın (HTŞ) öncülüğündeki muhalefet, 13 yıldır sürdürdüğü savaşı kazanarak 13 günde Esad yönetimini devirdi.

2025 yılında dünyayı neler bekliyor?

2025 yılına bir dizi belirsizliklerle girildi. 20 Ocak’tan sonra Trump yönetimindeki ABD dış politikası nasıl bir seyir izleyecek? Trump’ın insana şaka gibi gelen Kanada ve Grönland’ın ilhakı sözleri ne kadar ciddi? HTŞ’nin Suriye’si hangi yönde evrilecek? Suriye’den sonra hedefte son dönemde büyük ölçüde kan kaybına uğrayan İran mı var? Bu soruları yanıtlarken akla gelen korkular gerçekleşirse, 2025’in 2024’ü aratması daha yüksek bir olasılık.

Ahmet Eş Şara, namıdiğer Ebu Muhammed Colani

Amerika’nın ünlü “Time” dergisi yılın kişisi olarak beş yıl aradan sonra tekrar ABD Başkanı seçilen Donald Trump’ı seçti. “Time” dergisi biraz erken davranmış. Bu seçimi aralık ayının sonunda yapacak olsa, herhalde tüm dünyanın ilgi odağı haline gelen, 8 Aralık’tan bu yana Suriye’nin de facto Cumhurbaşkanı ve Askeri Koordinasyon Odası Başkomutanı olarak görev yapan HTŞ’nin lideri Ebu Muhammed Colani kod adlı, Ahmed Eş Şara’ı tercih ederdi. 1982 yılında Şam’da dünyaya gelen Colani, gençlik yıllarında Irak’ta Zerkavi’nin liderliğindeki El-Kaide saflarında ABD’nin işgal kuvvetlerine karşı savaşmış. 2006 yılında ABD tarafından yakalanarak beş yıl hapis yatmış. 2011 yılında ne hikmetse birdenbire serbest bırakıldığında Suriye’ye dönerek El Kaide’ye bağlı El Nusra örgütünü kurmuş. Kendisi 2016 yılından sonra El Kaide’yle tüm bağlarını kestiğini iddia etse de halen ABD’nin, AB’nin ve Türkiye’nin terör listelerinde yer alıyor.

HTŞ’nin lideri Ebu Muhammed Colani

Suriye Demokratik Güçlerinin (SDG) Komutanı Mazlum Kobani

Mazlum Kobani, 1967 doğumlu Suriyeli bir Kürt. Türkiye sınırına yakın Ayn-el-Arab’da dünyaya gelmiş. Kobani’nin gerçek adıyla ilgili olarak farklı söylentiler var. Yıllar içerisinde Ferhad Abdi Şahin, Şahin Cilo, Mazlum Abdi gibi farklı isimler kullanmış. İsminin mazlum olduğuna bakmayın, zalimin önde gideni. Öcalan’ın yanında yetişmiş, eli kanlı PKK’nın terör eylemlerinin birçoğunun planlayıcısı. Halen de ABD’nin bir gecede YPG’den dönüştürdüğü SDG’nin başkomutanı. Kobani ismi, Colani’nin aksine Türkiye haricinde hiçbir devletin terör listesinde yer almıyor. Tam tersi Trump’ın en has adamlarından biri. Yaklaşık beş yıl önce Barış Pınarı harekatının başladığı gün Trump’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a gönderdiği ve halen özel müzesinde sergilediği meşhur “aptal olma” mektubunda “general mazlum seninle görüşmek istiyor” diye general payesi verdiği “zat-ı muhterem.” Trump Kobani’yi o kadar çok sevmiş ki generalini unutmamış. Haberler doğru ise, 20 Ocak’taki yemin törenine davet etmiş. Trump’ın sağı solu belli olmaz. Bir bakarsanız son dakikada Colani’yi de davet ederse, yakında ekranlarda Colani ve Kobani’yi kardeş kardeş yan yana otururken görebiliriz.

Mazlum Kobani

Önümüzdeki dönemde Suriye’nin nasıl şekilleneceği belirlenirken, Türkiye ve Katar destekli Colani ile Amerika ve İsrail destekli Kobani’nin kararları önemli bir rol oynayacak. Mazlum Kobani bugüne kadar YPG’nin, HTŞ ile silahlı bir çatışmaya girmediğine dikkat çekiyor. Ancak iki tarafın görüşmelerinden de henüz bir uzlaşı çıkmış değil.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan hafta ortasında bir televizyon kanalında yayınlanan mülakatında Kobani ve YPG’nin Suriye denkleminde yeri olmadığını çok net bir şekilde dile getirdi. Bakan Fidan, YPG’ye basın ve Amerikalılar üzerinden verdikleri ültimatomda Suriye’ye yurt dışından gelen uluslararası terörist niteliğindeki savaşçıların ve yönetim kadrosunun ülkeyi terk etmesi gerektiğini, geride kalan YPG’lilerin silahlarını bırakarak sisteme dahil edilebileceklerini söyledi. Bu şartların kabul edildiğine ilişkin henüz bir işaret görülmediğini vurgulayan Bakan Fidan, Türkiye’nin taleplerinin yerine getirilmemesi halinde gereğinin yapılacağını sözlerine ekledi.

Peki Colani, Kobani’yi Türkiye’nin ültimatomundaki şartları kabul etmeye ikna edemezse ne mi olur? Hakan Fidan bu soruyu atıfta bulunduğu Ziya Paşa’nın “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir...” diye başlayan meşhur sözleriyle yanıtladı.

Bir yandan da seçilmiş başkan Trump her fırsatta sevip saydığım adam dediği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçmişte kendisini hiç kırmadığını hatırlatıyor. ABD YPG’ye Kötek çekilmesini önlemek de için büyük bir telaş içerisinde. Bu amaçla Dışişleri Müsteşar Yardımcısı Vekili John Bass Ankara’daydı.

Hadi bakalım el mi yaman bey mi yaman, göreceğiz.

                                                            /././

Damga vergisine ilişkin özellikli zamanaşımı uygulaması -Murat Batı-

Vergi alacağının yeniden doğabilmesi için, damga vergisine tabi kâğıdın hükmünden yararlanmanın mutlaka tahakkuk zamanaşımının dolmasından sonra olması gerekmektedir.

Vergi hukukunda zamanaşımı, belli bir sürenin geçmesi sonucunda vergi borcunun ortadan kalkmasıdır. zamanaşımı, mükellefin herhangi bir müracaatı olup olmadığına bakılmaksızın kendiliğinden oluşur ve vergi borcunu otomatikman ortadan kaldırır.

Vergi hukukunda özellikle Vergi Usul Kanunu’nda yer alan tarh zamanaşımı ile 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun’da yer alan tahsil zamanaşımı oldukça sorulan zamanaşımlarının başında gelmektedir.

Tarh zamanaşımı (tahakkuk zamanaşımı), vergiyi doğuran olayın üzerinden kanunda belirtilen sürenin geçmesinden sonra idarenin söz konusu amme borcunu tahakkuk ettirememe durumudur. Daha basit bir ifadeyle, vergi idaresi bu verginin doğduğunu fark etse ve bu vergi ile cezasını hesaplayıp tebliğ etse bile hüküm ifade etmeyen bir müessesedir. Vergi alacağının doğduğu takvim yılını takip eden yılın başından başlayarak genel olarak beş yıl içinde tahakkuk olmayan yani mükellefe tebliğ edilmeyen vergiler zamanaşımına uğrar.

Tarh zamanaşımı uygulamasında genel kural zamanaşımı süresinin vergiyi doğuran olayın gerçekleştiği yılı takip eden yılın başından itibaren başlamasıdır. Ancak emlak vergisi, veraset ve intikal vergisi gibi bazı vergilerde ise durum farklıdır. Bu konuyu ayrı bir yazıda ele alacağım.

Ancak bu farklı düzenlemelerden bir tanesi de damga vergisinde bulunmaktadır. Damga Vergisi Kanunu’nda sayılan kağıtlar damga vergisine tabidir. Sayılan bu kağıtlar imzalandıktan sonra damga vergilerinin kanuni sürelerinde beyan edilip ödenmesi gerekmektedir.

Ancak damga vergisine tabi bu kağıtlara ilişkin damga vergilerinin beyan edilmemesi neticesinde bu kağıtlardaki (sözleşmelerdeki) hükümlerin tekrarlanması halinde zamanaşımı yeniden mi başlayacak yoksa zamanaşımı süresini etkilemeyecek mi? Bu sorunun cevabı hem Gelir İdaresi’nin yazılarında hem de birçok yargı kararında değerlendirilmiş.

Bu değerlendirmeleri toplu halde sizlere sunmaya çalışayım.

VUK m.114/son fıkra Damga vergisine tabi olup vergi ve cezası zamanaşımına uğrayan evrakın hükmünden tarh zamanaşımı süresi dolduktan sonra faydalanıldığı takdirde mezkûr evraka ait vergi alacağı yeniden doğar” şeklindedirÖrneğin; Mart 2019 tarihinde düzenlenen bir kâğıda ait damga vergisi 31.12.2024 tarihine kadar (2019’u takip eden yılın başından beşinci yılın sonuna kadar) tarh ve tahakkuk ettirilmezse zamanaşımına uğrar. Ancak söz konusu kâğıdın herhangi bir hükmünden tarh zamanaşımı süresi dolduktan sonra yani 1 Ocak 2025 ve sonraki tarihlerde -örneğin bugün- yararlanılması durumunda vergi alacağı yeniden doğacak, tarh zamanaşımı süresi de yeniden başlayacaktır.

Konuya ilişkin olarak Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu’nun 07.06.2002 tarih ve E: 2002/128, K:2002/266 sayılı kararında da görüldüğü üzere, kağıtların herhangi bir hukuki, ticari ya da benzer bir amaca bağlı olarak kullanılması veya bu kağıtların üzerlerinde ön görülen hak ve yükümlülüklere işlerlik kazandırılması hallerinde hükümlerden yararlanma şartı gerçekleşecek ve bu tür kağıtlara ilişkin tarh zamanaşımı süresi yeniden işlemeye başlayacaktır.

Buna göre damga vergisine tabi olan evrakla ilgili vergi alacağının tarh zamanaşımına uğramasından sonra bu evrakta yazılı hükümlerden yeniden yararlanılması halinde -söz konusu zamanaşımına uğramış vergi alacağı- zamanaşımı yeniden başlayacaktır. Bu durumda tarh zamanaşımı da evrakta yazılı hükümden yararlanıldığı yılı takip eden takvim yılının birinci gününden itibaren 5 yıl daha olacaktır.

Damga vergisi ile ilgili bu istisnai hükmün uygulanabilmesi, yani vergi alacağının yeniden doğabilmesi için, damga vergisine tabi kâğıdın hükmünden yararlanmanın mutlaka tahakkuk zamanaşımının dolmasından sonra olması gerekmektedir.

                                                              /././

Sisli Vadi dosyasında “yüz kızartan” vahim iddialar -Tolga Şardan-

Yaşa Ailesi'nin iddiasına göre; Kırklareli’nde müteahhitlik yapan bir iş insanı, dönemin valisi Osman Bilgin’e ticari faaliyetlerini yürütebilmek amacıyla rüşvet vermek zorunda kaldı.

Kırklareli’nin İğneada beldesinde yaşanan sel felaketi sırasında Sisli Vadi adlı tesiste konaklayanlardan altısının ölümü ile ilgili dava geçen kasımda sonuçlandı.

Yargılama sürecinde yeni göreve gelen savcının “olası kastla ölüme sebebiyet vermekten” ceza istemesine karşın yargılamayı yapan mahkeme, hazırlık soruşturmasında görev alan savcının hazırladığı iddianamedeki “bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümü ve yaralanmasına sebep olma” suçundan ceza verdi ve sanıklar düşük cezalar aldı.

Dava sonunda tesisin sahibi Bülent Bayrak 11 yıl 3 ay, tesis sorumluları Cenan Aydın ile Büşra Gökgöz de 7 yıl 6'şar ay hapis cezasına çarptırıldı.

Faciada yaşamlarını yitirenlerin aileleri, kararı istinafa taşıdı.

Ancak süreç bununla sınırlı değil.

Kaçak işletildiği ortaya çıkan tesiste kızı ve damadını yitiren Yaşa ailesi, yargılamayı çok yakından takip etti. Facianın kamu görevlilerini ilgilendiren idari boyutunun dışında özellikle adli soruşturmanın hazırlık aşamasında yaşanan “tuhaflıklar”, aileler tarafından Hakimler ve Savcılar Kurulu’na (HSK) taşındı.

Sel baskınında iki çocuklarını kaybeden Yaşa Ailesi, Ocak 2024’te dosyanın hazırlık soruşturmasını yürüten Savcı Muzaffer Lekesiz ile dönemin Kırklareli Cumhuriyet Başsavcısı Hazım Arslancı hakkında HSK’ya suç duyurusunda bulundu.

Suç duyurusunun konusu, genel anlamda savcılığın dosyaya karşı gösterdiği duyarsızlıktı. Zaten bu duyarsızlığın gerekçesi geçen mayısta anlaşıldı.

Zira; facianın yaşandığı tesisin sahibi Bülent Bayrak ile Kırklareli Adliyesi yönetiminin “dostluğu” vardı.

Hatta Mayıs 2022’de aralarında Başsavcı Hazım Arslancı, Savcı Muzaffer Lekesiz, sonradan Sisli Vadi davasını yürüten Adalet Komisyonu Başkanı ve Kırklareli 2. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Hüseyin Gedik ile mahkeme heyetinin üyesi ve aynı zamanda Savcı Lekesiz’in eşi Merve Lekesiz’in yer aldığı kalabalık adliye yönetiminin kaçak işletilen Sisli Vadi’de “Yaza Merhaba” pikniği yaptığı ortaya çıktı.

Büyüteç’te bu konuyu geçen mayısta duyurdum.

Bu arada Başsavcı Arslancı, HSK’nın yaz atamaları çerçevesinde görevden alındı. Yargıtay’a tenzil-i rütbe ile düz savcı yapıldı. Soruşturma Savcısı Lekesiz de Van’ın Erciş ilçesine gönderildi.

Yaşa Ailesi’nin geçen yıl ocaktaki başvurusuna HSK yönetimi, yılın son günlerinde yanıt verdi. 

HSK’nın neredeyse bir yıl boyunca değerlendirdiği şikâyet dilekçesine gelen yanıtta; Savcı Muzaffer Lekesiz ile Başsavcı Arslancı hakkındaki şikâyetin HSK’nın Birinci Dairesi’nce “işleme konulmadığı” bildirildi.

Yaşa Ailesi, kendilerine ulaşan yanıt sonrasında yasal haklarını kullanarak yine HSK nezdinde geçen hafta itiraz etti.

Dilekçedeki şantaj iddiaları

Bu itiraz dilekçesinde çarpıcı iddialar yer alıyor.

Yaşa Ailesi, itiraz dilekçesinde ismi geçen yargı mensuplarından birinin, kentte yaşayan K.G.K. adındaki kadınla evlilik dışı ilişkisinin olduğu iddiasını gündeme getirdi.

Hatta, yargı mensubunun söz konusu kadınla zaman zaman Sisli Vadi’ye geldiği ifade edildi. K.G.K.’ya 2023’ün bahar aylarında Edirne’de özel bir klinikte gebelik sonlandırma işlemi yapıldığı bilgisine de dilekçede yer verildi. Bu bilginin, aynı dönemde tüm Kırklareli Adliyesi’nde bilindiğini savunan Yaşa Ailesi, kaçak tesisin sahibi Bülent Bayrak’ın, facia ile ilgili adli soruşturma sırasında tesisteki konaklama esnasında çekilen görüntülerle şantaj yaptığı iddiasını gündeme getirdi.

Aile, dilekçede şu görüşe yer verdi:

“(…) Dolayısıyla evlatlarımızı kaybettiğimiz bu elim olay neticesinde Bülent Bayrak, yakalandığında üzerinde birden fazla telefon hattı ve bilgisayarı da vardı. Bülent Bayrak’ın telefonlarına ve bu dijital materyallere el konulması üzerine Bülent Bayrak tarafından kişiler gelerek yargı mensubuna tesisteki özel görüntülerden bahsederek şantaj yapmıştı.

Dijital materyallerdeki özel görüntülerin silinmesine karşılık içerisinde olay anına ilişkin ve tesisteki özel ilişkilere ait görüntüler olan bu dijital materyaller Bülent Bayrak’a geri teslim edilmiştir.

Ve bu şantaj neticesinde Bülent Bayrak için tahliye sözleri verilmiştir. Ancak bizim yoğun çabamız ve Sisli Vadi davasının basına yansıması, kamuoyuna mal olması neticesinde bu söz yerine getirilememiştir. Ancak dava süresi boyunca Bülent Bayrak’ın tahliyesi ve en az ceza ile bu olaydan kurtulabilmesi için ellerinden geleni yapmışlardır. (…)”

Yaşa Ailesi, “elbette şantaja uğrayan sadece bu isim değildi. Sisli Vadi Bungalov Tesisi, Kırklareli genelinde üst düzey yetkililerin ve iş adamlarının bu tarz gayrı meşru ilişkilerine imkan ve hizmet sağlamasıyla da meşhurdu. Bülent Bayrak’ın selden önceki dokunulmazlığının sebebi buydu. Bülent Bayrak, Hazım Arslancı, Muzaffer Lekesiz ve Hüseyin Gedik ile çok yakındı, HTS ve PTS kayıtlarına, telefon baz sistemlerine bakıldığında iddialarımızın doğruluğu ispatlanacaktır.”

İş insanına şantaj iddiası

Yaşa Ailesi’nin dilekçesindeki iddialar bununla sınırlı değil. Aile, İçişleri Bakanlığı’nca hakkında soruşturma izni verilen dönemin Kırklareli valisi Osman Bilgin’in de adının karıştığı bir olayı HSK’ya aktardı.

İddiaya göre; Kırklareli’nde müteahhitlik yapan bir iş insanı, dönemin valisi Osman Bilgin’e ticari faaliyetlerini yürütebilmek amacıyla rüşvet vermek zorunda kaldı.

Söz konusu iş insanı, Sisli Vadi’de yasa dışı biçimde gizli görüntü kaydına alındı. Bu kayıtlar karşılığında ise iş insanından para alındı.

Yaşa Ailesi’nin dilekçesinde iddianın ayrıntıları şöyle aktarıldı:

“(…) İş insanı, bu olayı İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun görevden ayrılmasından kısa bir süre sonra Mülkiye Teftiş Kurulu Başkan Yardımcıları’ndan birine gidip yaşadıklarını anlattı. Ancak, kendisine doğrudan şantaj yapan kişinin Bülent Bayrak olması sebebiyle, konunun adliyeyi ilgilendirdiği ve adliyeye başvurması halinde Osman Bilgin hakkında da işlem yapabileceklerini söyledi.

Bu iş adamı bunun üzerine araya birini koyarak Başsavcı Hazım Arslancı ile görüştü. Ancak Arslancı, kendisini tersleyip, boyundan büyük işlere kalkışmamasını söyledi. Hazım Arslancı ile görüştükten sonra Bülent Bayrak tarafından tehdit alması üzerine Hazım Arslancı’nın Bülent Bayrak ile hareket ettiklerini anladı. Bundan kısa bir süre sonra sel felaketi meydana geldi. Bu kişi de gerçek adaletli HSK müfettişleri geldiğinde olayı anlatacak. (…)”

“Başsavcı, HSK’ca korunuyor” iddiası

Yaşa Ailesi, dilekçede görevden alınan Arslancı’nın, halen HSK Birinci Dairesi Başkanı Halil Koç tarafından korunduğunu öne sürdü.

Dilekçede, Koç ile Arslancı’nın hemşehri olduğuna dikkat çekilirken, “Hazım Arslancı’nın, evlatlarımızı kaybettiğimiz bu vahim olay olan Sisli Vadi dosyasındaki adalete karşı durarak yaptığı tüm pervasızlığının kaynağı, hemşehrisi olan ve ‘ağabeyim’ diye bahsetmekten zevk aldığı HSK Birinci Daire Başkanı Halil Koç’tan geldiği hususlarını da belirtmek isteriz. Bunu tüm adliye personeli bilmektedir. Bu sebepten dilekçemizin değerlendirilirken Halil Koç’un etkin olmadığı üst bir dairede incelenerek gerekli müfettişlerin atanarak soruşturma yapılmasını talep ederiz” görüşüne yer verildi.

HSK’ya bağlantılı olan süreçle ilgili acılı anne Safiye Yaşa ile görüştüm. Daha önceki görüşmelerimizde olduğu gibi, adalet yerini bulana kadar çalışacağını anlattı.

Yaşa, HSK’ya gönderilen dilekçede yer verdikleri gibi HSK’dan hakkaniyetli ve tarafsız müfettişler görevlendirilmesini beklediklerini ifade etti. Yaşa, “İddialarımız doğru. Piknik fotoğrafının ortaya çıkması bile gerçeklerin ortaya çıkmasını sağladı. Şikayetimizdeki diğer konuların müfettişler tarafından ortaya çıkarılmasını ve bu liyakatsiz adalet elçilerin ceza almaları için gerekenin yapılmasını istiyoruz. Devletten tek beklentimiz bu” dedi.

* * *

Dilekçede ismi geçen yargı mensubunun kim olduğunu bu aşamada açık biçimde yazmadım. Ancak dilekçede bu isimler ayrıntılı biçimde anlatılıyor.

Sisli Vadi dosyası kolay kapanacak bir dosya gibi görünmüyor. İşaretler bu yönde.

Adalet sisteminin son yıllardaki en önemli sınavlarından birisi olan bu dosyada adaletin tam anlamıyla sağlanması, yakınlarını kaybeden aileleri biraz olsun ferahlatacak.

                                                      /././

Şişli Belediyesi SGK borçlarına karşılık değeri yüksek araziyi gösterdi; top Murat Kurum’da -Candan Yıldız-

Resul Emrah Şahan: Çevre ve Şehircilik’ten ısrarla randevu istiyorum, konuyu çözersek Şişli Belediyesi SGK borcunu kapatmış olacak.

10 Aralık Çalışan Gazeteciler Günü’nde gazetecilere ilişkin refah tablosu ağır… Bir yanda yüksek paralar alan az sayıdaki ‘şöhretli’ gazeteciler diğer yanda asgari ücret seviyesinde ‘geçinmeye’ çalışan büyük bir kesim.

Makas öyle böyle açık değil.  Güvencesizlik, yoksulluk, işsizlik, adliye koridorları, sansür, oto sansür, nitelik kaybı, yok olan haber mutfakları, ekonomik ve siyasi baskılar; ortaya çıkan tablonun nedenlerinden bir kısmı…

Çalışan ya da çalışamayan gazetecilerin günü öncesi Şişli Belediyesi , ulusal ve yerel basından çok sayıda gazeteciyle bir araya geldi.

Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan, Çalışan Gazeteciler Günü vesilesiyle gazetecilerle buluştu

Maçka’daki Şişli Belediyesi Evlendirme Dairesi’nde organize edilen kahvaltıda gazeteciler Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan’a sorular sordu.

O gazetecilerden biri olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aralık ayında Çalışma Bakanı Vedat Işıkhan'a CHP'li belediyelerin SGK borçları için 'silkeleyin' talimatı sonrası durumu sordum.

Zira Şişli Belediyesi’nin iştirak şirketlerinden Kentyol AŞ'nin ticari ve maaş hesaplarına ise SGK borçlarından kaynaklı haciz işlemi uygulandığı ve hesaplardaki mevcut miktarlara bankalar tarafından bloke konulduğu basına yansımıştı.

Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan Sarıyer ve Şişli Belediyesi’nin Ayazağa’daki ortak arazi ile ilgili sorunun çözülmesi durumunda borçların ödeneceğini söyledi:

“Belediye başkanı olur olmaz SGK borçlarıyla ilgili tabloyu gördükten sonra merkezi yöneticilerden randevu istedim. İlk olarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’na SGK borçlarını nasıl kapatacağımıza ilişkin yol haritasını sunduk. Ama burada kurumların bir biriyle konuşması gerekiyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı, Şişli ve Sarıyer Belediyesi birlikte konuşmalı. Çünkü iki belediyenin ortak mülkiyeti var Sarıyer’de… Yetki bakanlıkta… Türkiye’nin kurumlarının birlikte bir konunun çözümü konusunda uyum kapasitesi olmalı. Şişli ve Sarıyer’in SGK borcunu kapatacak modelde bile dört beş kurumun uyum içinde çalışması gerekiyor. Sayın Bakan’la el sıkıştık. Bütün ön çalışmayı yaparak adım adım anlattık. Valiliğe de anlattık. Benim gördüğüm konunun çözüleceği… Çözülmezse çıkar anlatırım. Çünkü Bakan yol haritasını kabul etti. Konu iki bakanlık arasında; Çevre ve Şehircilik ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı arasında… Çevre ve Şehircilik’ten ısrarla randevu istiyorum. Eğer bu konuyu çözersek Şişli Belediyesi SGK borcunu kapatmış olacak.”

Anladığım Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı taş koymazsa sorun çözülecek. Top yeniden bakan olarak görevlendirilen Murat Kurum’da.

Sarıyer Belediyesi Başkanı Mustafa Oktay Aksu ise prim borçlarına karşılık SGK’ya söz konusu araziyi önerdiklerini belirterek “Ancak önerdiğimiz arazinin değeri borcumuzun iki katı. SGK bunları bunları alıp satınca bize üstünü vermiyor ya da ileriye dönük mahsuplaşma önermiyor. Siz olsanız verir misiniz?” demişti.

Eğer durum Aksu’nun dediği gibi çıkmaza girer ya da arazinin iki kat değeri belediyeye ödenmez ya da ileriye dönük mahsuplaşma olmazsa muhalefet-iktidar ‘savaşının’ geldiği yere ilişkin çok çarpıcı bir örnek olacak.

Diğer yandan eski Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün kurucusu olduğu vakfın belediyeye ait dokuz mülkle ilgili dava sürecini de sordum Emrah Şahan’a. Çünkü eski Şişli Belediye Başkanları Hayri İnönü ve Muammer Keskin döneminde belediyeye ait taşınmazların bir kısmının (500 milyon dolar) ucuza ya da yok pahasına kiraya verilmesi yargıya taşınmıştı.

Konuyla ilgili Resul Emrah Şahan vakıfla ilgili dava sürecinin yakın zamanda sonuçlandığını, belediyeye ait mülklerinin tapusunun belediyeye geçmesi yönünde karar çıktığını ancak üst mahkeme aşamasının devam ettiğini söyledi. Şahan “Mustafa Sarıgül neticede partimizin milletvekili, siyasi olarak da konuşuyoruz. O mülkler Şişli’nin, Şişli Belediyesi’nin. Konu bu anlamıyla tartışmaya kapalı” yorumunu yaparak Sarıgül’e siyaseten de bir yanıt verdi.

Resul Emrah Şahan, Şişli’nin ‘Kanal İstanbul’u olarak nitelendirilen, dört futbol sahası büyüklüğündeki alana Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’un imzasıyla rezerv yapı alan ilan edilen alanla ilgili son durumda soruldu.

Şişli Belediye Başkanı “Süreci sıkı takip ediyoruz. Bu proje sadece Şişli’nin değil İstanbul’un geleceği ile ilgili. Bakanlık Şişli Belediyesi’nin yazdığı burada ruhsata aykırı bir imalat var, ben durdurdum, sizde gereğini yapın dediğimiz yazının gereğini yaptı, ruhsatı iptal etti ama bu kez de yeni tadilat ruhsatı verdi! Bir şehir plancısı hem de bir belediye başkanı olarak şunu söylüyorum. Rezerv alanında hayal ettikleri işi yapamayacaklar” yanıtını verdi.  

                                                                  /././

(T-24)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -14 Mart 2025-

Yasa dışı bahis soruşturması: PozitifBank, Payfix ve Flash TV’nin de arasında bulunduğu 23 şirkete el koyuldu -T24- İstanbul'da yasa dış...