Yapay Zekâ Aldatmacası: Bir kitap incelemesi -Ozancan Özdemir-
Unutmayın, yapay zekâ mucizeler yaratmaz; doğru kullanıldığında hayatımızı kolaylaştırabilir, ancak yanlış kullanıldığında ciddi zararlar doğurabilir.
Yapay zekâ ifadesi oldukça süslü bir ifade, özellikle bugünlerde. Sosyal medyada karşımıza çıkan videolardaki gibi bir yemeğin üstüne atılan bir parça maydanozun o yemeğin fiyatını üçe katlaması misali yapay zekâ da kendisinden sonra gelen kavramın değerini o kadar belki de daha çok arttırıyor. Hele hele bulutlarla arasında 20 santimetre kalmış, halıflex döşemeli ofis ve gökdelenlerdeki şirketlerde, ülke fark etmeksizin, yapay zekâ furyası aldı başını gidiyor. Tabii sosyal medya da furyayı iyice körüklüyor. Bol takipçili bir finans profesörü geçenlerde 4 sene sonra insanlığın çoğuna gerek kalmayacak, yapay zekâ bir üst aşamaya çıkacak gibi “absürt” bir iddiasını paylaştı.
AMA, buraya büyük bir ama koyalım. (Az önce bahsettiğim hocamızın gönderileri gibi, sanırım böyle yaparsam daha çok dikkat çekebilir.) Gerçekten öyle mi? Yapay zekâ tüm problemlerde başarılı sonuç veren, tüm işleri kısa bir gelecekte otomatize eden ürünlerin üretilmesini sağlayacak mı?
Türkiye’de araştırdığım kadarıyla henüz çevirisi olmayan, dolayısıyla pek popüler olmayan, bir kitap yayınlandı geçtiğimiz senenin Eylül ayında. Princeton Üniversitesi bilgisayar mühendisliği bölümünden Profesör Arvind Narayanan’ın yine aynı üniversite ve bölümde doktora öğrencisi olan Sayash Kapoor ile beraber yazdığı AI Snake Oil: What Artificial Intelligence Can Do, What It Can’t, and How to Tell the Difference. (Yapay Zekâ Aldatmacası: Yapay zekâ ne yapabilir, ne yapamaz ve fark nasıl anlatılır) isimli kitap, ilk paragrafta bahsettiğim yapay zekânın olduğundan fazla abartıldığı durumlara dair güçlü bir argümanlar sunuyor ve reklamı yapılan kadar etkili olmayan ve hatta zararlı olabilecek yapay zekâ ürünlerine dikkat çekiyor. Bu argümanları ortaya koyanlar direkt olarak bu konuda yıllar harcamış araştırmacılar olunca elbette, “kimi popüler” figürlere göre daha fazla kulak kabartarak dinlemek gerekiyor, bence.
Bu yazıda, kısaca bu kitaptan bahsedeceğim ve (araştırdığım kadarıyla) AI Snake Oil kitabıyla ilgili yazılan ilk Türkçe içerik bu yazı olacak. (Kitabı mutlaka bir şekilde okumanızı öneririm, yayın evlerinin de çevirmesini elbette. Teknik çevirmen arayan yayın evlerine de gönüllü destek sağlayabilirim.)
Narayanan ve Kapoor, AI Snake Oil (Yapay zekâ aldatmacası) ifadesini vaat ettiği gibi çalışmayan ve çalışamayacak olan yapay zekâ olarak tanımlıyor ve gerçek hayattan örneklerle de günümüzde birçok yapay zekâ uygulamasının, özellikle tahminleyici yapay alanında, gerçekte olduğundan daha yetenekli olarak pazarlandığını savunuyor.
Kitap yapay zekâyı üç başlıkta inceliyor. Üretken yapay zekâ (Generative AI), Otomatikleştirilmiş karar verici yapay zekâ (automated decision-making AI) ve tahminleyici yapay zekâ (predictive AI).
Yazarlar ilk kategori içine giren üretken yapay zekâ uygulamalarının (Yüz tanıma modelleri, büyük dil modelleri ve konuşmayı sese çeviren modeller gibi) en başarılı yapay zekâ uygulamaları olduğunu ve bunların kimilerinin insan performansıyla yarışabilecek durumda olduğunu ifade ediyor. Ancak bu modeller elbette kusursuz değil ve altında büyük tehlike ve sorgulamalar içeriyor. Bu modellerin eğitildiği verilerin çoğunlukla internetten toplanan veriler olması kullanıcıların sorgulaması gereken bir şeffaflık ve aynı zamanda telif hakkı problemini de beraberinde getiriyor. Yine bu modellerin deepfake, sahte haberler ve ayrımcı içerik gibi neden olabileceği potansiyel tehlikelere de dikkat çekiliyor.
Bu modellerin eğitildiği verilerdeki önyargı ya da taraflılığı (bias) yansıtması da bir başka sorun olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin, bir iş sitesi için profil resmi oluşturmak amacıyla yüklediğiniz resimde cildinizin normalden daha fazla parlak olmasının nedeni, o modelin eğitimi sırasında kullanılan fotoğrafların çoğunun parlak ciltli kişilerin fotoğraflarından oluşması gibi. Bu en basit örneği siz istediğiniz yere uyarlayabilirsiniz tabii, dolayısıyla bu taraflılığın daha geniş bir bağlamda toplumsal eşitsizliği ve ayrımcılığı artırabilecek bir tehlike oluşturduğundan bahsediyor Narayanan ve Kapoor.
İkinci grup olan otomatikleştirilmiş yapay zekâ modelleri (sohbet modelleri, öneri sistemleri) yazarlara göre üretken yapay zekâ kadar harika değil, ama umut verici. Ancak bu modeller kolay görevler için faydalı bir şekilde çalışsa da, zor durumlarda oldukça başarısız sonuçlar üretebiliyor ve senaryolara bağlı olarak bu sonuçların etkisi de büyük olabiliyor. Kitaptaki örneklerden biri olan UnitedHealth isimli bir sigorta şirketi, hasta bakımıyla ilgili kararları otomatikleştirmek için bir yapay zekâ kullanmış, ancak bu modelin %90'dan fazla hata oranına sahip olduğu tespit edilmiş. Buna rağmen, UnitedHealth çalışanlarını, işten çıkarılma tehdidi altında, yapay zekânın kararlarıyla aynı fikirde olmaya zorlamış, doğru olmadığı bilindiği halde. Yine Amerika’da Ulusal Yeme Bozuklukları Derneği (NEDA), yardım hattı çalışanlarını işten çıkardıktan sonra yerlerine bir sohbet botu (chatbot) yerleştirmiş, ancak bu bot belli bir süre sonra kullanıcılara tehlikeli tavsiyelerde bulunmaya başlamış.
Buraya kadar “başarılı” olarak görülen yapay zekâ modellerinin başarısızlığından bahsettik. Şimdi ise, benim de araştırma alanım olan, ancak içten içe bu kitabın söylediği argümanlara da inanan ve bunları da deneyimleyen, fakat buna rağmen araştırmaktan keyif aldığım alana geldik ki bu alan yazarlarımız Narayanan ve Kapoor’un en acımasızca eleştirdiği alan; tahminleyici yapay zekâ (predictive AI).
Tahminleyici yapay zekâ kısaca, belirli girdiler üzerinden, hedef bir değişkeni tahmin etmeye çalışan algoritmaların genel bir adı. Bu algoritmalar geçmişteki verileri ve örüntüleri kullanarak geleceği tahmin etmeye çalışırlar. Örneğin, CHP’nin bir sonraki seçim sonucunu, geçmiş seçim sonuçları, enflasyon, yıllık gelir gibi değişkenler yardımıyla tahmin etmek bir tahminleyici yapay zekâ uygulamasının örneğidir. Okuyucuların kolay anlayabilmesi için popüler bir örnek kullanmak istedim, ama bu tür yapay zekâ uygulamaları daha geniş bir uygulama alanına sahip ve aldatmacanın da en fazla olduğu yapay zekâ türü aslında.
Kitap, Amerika’daki şirketlerin yüzde 75’inin işe alımlar öncesi, adayları değerlendiren yapay zekâ kullandığını ancak bu modellerin çoğunun başarısız olduğunu, aslında “random number generation” (rastgele sayı üreten) modeller olduğunu söylüyor. Üstelik bu modeller adaylar tarafından çeşitli yollarla kandırılmaya da müsaitler. Örneğin CV’lerine beyaz renkli fontlarla bazı kilit kelimeler eklemek, ya da video mülakatında görüntülerde belirli efektler kullanmak gibi. Bu tarz modellerin başarısız olduğu ve kitapta yer alan başka bir örnek ise Cezai Suçlu Yönetimi Profil Oluşturma ifadesinin kısaltması olan COMPAS isimli model. Bu modelin, Amerika’da sınıflar ve ırklar arası ayrım yaptığı ve bu kriterlere göre yanıltıcı suç skorları ürettiği görülmüş.
Kitapta elbette çok daha fazla örnek var, ancak bahsedeceğim son örnek benim de çok eleştirdiğim bir durumun tezahürü. Princeton Üniveristesi tarafından yine organize edilen Fragile Families and Child Wellbeing Study (Kırılgan aile ve çocuk iyi olma çalışması) isimli bir modelleme yarışmasında, katılımcılardan ABD'deki 20 büyük şehirde doğan yaklaşık 5.000 çocuğun gelişimini takip eden bir veri kullanarak, aile yapısı, sosyoekonomik faktörler ve çocukların refahı arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçlayan bir yapay zekâ modeli geliştirmeleri istenmiş. 160 farklı takımın sonuçlarını yüklediği bu yarışmanın sonunda içinde 13000 değişken barındıran veri setinden hiçbirinin modelleri kıyaslamak için geliştirilen ve sadece 4 değişkenden oluşan basit bir regresyon modeline karşı baskın bir sonuç geliştirmediği görülmüş. Hatta öyle ki en iyi modelin başarısı rastgele tahminden (yüzde 50 başarı) biraz daha iyi olarak değerlendirilmiş.
Tüm bu örneklerin ortak noktası ve dolayısıyla da kitabın temel mesajı, yapay zekâ teknolojisinin sıklıkla abartıldığı ve gerçekte yapabileceklerinden çok daha fazlasını vaat ederek sunulduğu.
Yapay zekâ sistemleri, her ne kadar tarafsız olarak iddia edilse de her zaman tarafsız değildir, çünkü eğitildikleri verilerdeki ön yargıları yansıtırlar ki bu da ayrımcılık ve adaletsizliğe giden taşları döşeyebilir. Keza bu modeller her zaman doğru sonuç vermez çünkü insan davranışı karmaşık ve tahmin edilemezdir. Sistemlerin otomasyonu her zaman iyi bir çözüm değildir. İş kaybı, etik kaygılar ve hesap verebilirlik eksikliği gibi önemli dezavantajları da beraberinde getirebilir.
Narayanan ve Kapoor, okuyucularını yapay zekâ sistemlerinin sunduğu vaatlere karşı eleştirel düşünmeye ve bu sistemlerin potansiyel zararlarının farkında olmaya çağırıyor, insan önyargılarını ve toplumsal eşitsizlikleri güçlendirebileceği konusunda uyarıda bulunuyor, tıpkı benim bu köşeden elimden geldiğince yaptığım gibi.
Yapay zekâ hakkında daha bilinçli bir anlayış geliştirmek ve bunu yaymak zorundayız. Bu fenomenin toplumsal etkilerine dair daha bilinçli bir kamuoyu ve bu teknolojinin etik ve sorumlu bir şekilde geliştirilmesini ve kullanılmasını sağlayacak daha güçlü düzenlemeler için çağrıda bulunmalıyız.
Bu konuda da görev en başta Narayanan ve Kapoor gibi bu alanda çalışan biz araştırmacılara düşüyor. Kamuoyunu bilgilendirecek profillerin uzman araştırmacılar olması gerekiyor, alan tecrübesi olmayan yüksek takipçili profesörler ya da sentetik profil fotoğraflı sosyal medya hesapları değil, çünkü teknoloji dünyasında "yapay zekâ aldatmacası"nın farkına varmak, hem bireysel hem de toplumsal olarak daha bilinçli kararlar almamıza yardımcı olabilir. Unutmayın, yapay zekâ mucizeler yaratmaz; doğru kullanıldığında hayatımızı kolaylaştırabilir, ancak yanlış kullanıldığında ciddi zararlar doğurabilir.
/././
Yapay zekâya hazırlıkta, işgücü dönüşümünün hangi noktasındayız?(IV) -Füsun Sarp Nebil-
Eylem planının kâğıt üzerinde kalmasının cezasını, ülkemizin bundan sonraki yıllarını yaşayacak olan vatandaşlar çekecekler. Bu arada, kâğıt üzerinden kalan eksik yapay zekâ stratejisini yazan çalışanlar grubu da, herhalde şimdi gidip, sadece kağıt üzerinde kalacak olan bir Siber Güvenlik Stratejisi yayımlayacak.
Dünya Ekonomik Forumu'nun (WEF) yakın zamanda yaptığı bir araştırma, yapay zekâ (AI) alanındaki gelişmeler nedeniyle şirketlerin, küresel olarak yüzde 41'inin 2030 yılına kadar iş gücünü azaltmayı planladığını ortaya koyuyor.
22 sektörde ve 55 ekonomide 14 milyon çalışanı bulunan binden fazla küresel şirketin verilerine dayanan bulgular, küresel işgücü piyasasında beklenen derin dönüşüme ışık tutuyor. Teknoloji, ekonomi, demografi ve yeşil dönüşümdeki küresel eğilimlerin değişmesinin 2030 yılına kadar 170 milyon yeni iş yaratacağı, 92 milyon kişinin ise işini kaybedeceği tahmin ediliyor.
2030 yılına kadar, bilişsel beceriler ve iş birliği gibi insan becerilerinin yanı sıra teknolojik becerileri de içeren bir tabloda gidiyor. Büyüyen beceri boşluklarını ele almak için kamu, özel ve eğitim sektörlerinde kolektif eyleme acilen ihtiyaç duyuluyor.
Analitik düşünme ve dayanıklılık da en çok aranan beceriler arasında yer alıyor. Raporda şöyle açıklanıyor:
"Analitik düşünme, işverenler arasında en çok aranan temel beceri olmaya devam ediyor. 10 şirketten yedisi bunu 2025'te olmazsa olmaz olarak görüyor. Bunu, liderlik ve sosyal etkiyle birlikte dayanıklılık, esneklik ve çeviklik takip ediyor.
Bunun tersine, beceri listesinde, el becerisi, dayanıklılık ve hassasiyet gibi alanlarda belirgin net düşüşler öne çıkıyor; katılımcıların yüzde 24'ü bu becerilerin öneminde azalma öngörüyor."
Rapora göre 2030 yılına kadar en hızlı büyüyecek olan 10 iş şöyle:
- Büyük veri uzmanları
- FinTech mühendisleri
- Yapay zekâ ve makine öğrenimi uzmanları
- Yazılım ve uygulama geliştiricileri
- Güvenlik yönetimi uzmanları
- Veri ambarı uzmanları
- Otonom ve elektrikli araç uzmanları
- UI/UX tasarımcıları
- Hafif kamyon veya teslimat hizmeti sürücüleri
- Nesnelerin İnterneti uzmanları
Yapay zekânın entegrasyonu, iş yapılarını önemli ölçüde değiştirecek ve iş gücü uyumluluğu gerektirecek. Şirketler, rekabet gücünü korumak için otomasyon avantajlarını çalışan gelişimine yapılan yatırımlarla dengeliyor. Yapay zeka destekli operasyonlara doğru kayma, küresel olarak ekonomik politikaları ve işgücü piyasası düzenlemelerini etkileyecek.
Bu eğilim, yapay zekâ ilerlemelerinin şekillendirdiği gelişen istihdam ortamında, proaktif bir şekilde işgücü planlaması gerekliliğini ortaya koyuyor. Aşağıda aynı rapordan alınmış olarak hangi alanlarda iş gücünün artacağı ya da azalacağı gözüküyor.
Ülkemizde, (2019 Yapay Zekâ Stratejisi'ne göre) işgücünün dönüşümü çalışmaları ne noktada?
İşte bu noktada şunu soralım. Ülkemizde 2019 yılında bir yapay zeka stratejisi yayınlandı. Duyumlarımıza göre, şimdi çalışanların yeni kurulan Siber Güvenlik Başkanlığına nakledildiği kaydedilen T.C. Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Kurumu'nun yayınladığı bu stratejiye göre acaba eğitim sistemimiz ve kurumlarımız bu dönüşüme aradan geçen 5 yılda ne kadar hazırlandı? 2019 Stratejisi'nin 9. sayfasında şöyle yazıyor;
Burada yazılanlar ne kadar yapıldı? Mesela "YZ Olgunluk Modeli" ve "YZ Proje Yönetim Rehberi" diyorlar. Bunlar var mı? "Güvenilir YZ Damgası" test edildi mi? Mevcut iş gücüne yönelik eğitim ve sertifikasyon programlarından ne haber?
Eylem planını bile, stratejinin süresinin bitmesi az kala, alelacele geçen yıl ağustosta yani 5 ay önce yayınladıklarını gördüğümüz ve (eğitim / matematik gibi) eksikliklerini daha önce raporladığımız yapay zekâ stratejisi, görüldüğü üzere kendi yazdığı şeyleri bile yapamamış ve kağıt üzerinde kalmış.
Bunun cezasını, ülkemizin bundan sonraki yıllarını yaşayacak olan vatandaşlar çekecekler. Bu arada, kağıt üzerinden kalan eksik yapay zeka stratejisini yazan çalışanlar grubu da, herhalde şimdi gidip, sadece kağıt üzerinde kalacak olan başka bir stratejiyi yani Siber Güvenlik Stratejisini yayınlayacak.
Biz de toplum olarak, heyecanlı bir şekilde “yapay zeka şöyle, yapay zeka bunu da mı yapmış, vay canına” vs. vs. diyerek yapay zekâyı överek zamanımızı geçireceğiz. Oysa hepimizin yapay zekânın neler yaptığına dair abartılı övgüleri, heyecanlı ifadeleri bırakıp, gelen çağa hazırlık yapmamız ve hükümeti de bu konuda tedbir alması için zorlamamız, hatırlatmamız, eğitim sistemimizi düzelttirmemiz lazım. Bu da bir başka uyarı yazısı.
/././
Galibiyet sevinci yaşayan Şanlıurfa Güneşin Çocukları Bayan Hentbol Takımı'nı karşı takımın erkek taraftarları darbetti!
Bingöl'de oynanan Türkiye Kadınlar Hentbol 2'nci Ligi G Grubu'nda Bingöl Spor Lisesi Hentbol Takımı ile Şanlıurfa Güneşin Çocukları Hentbol Takımı arasında oynanan maçın ardından erkek taraftarlar, kadın hentbolcuları galibiyet sevinci yaşadıkları için darbetti. Bingöl Spor Lisesi Hentbol Takımı ile Şanlıurfa Güneşin Çocukları Hentbol Takımı arasında oynanan kadın hentbol maçı sonrası sevinen takımı, karşı takımın 100 kişilik erkek taraftar grubu sahaya inerek darbetti. Saldırıya maruz kalan kadın hentbolculardan bazılarının aldıkları darbelerle boyun ve yüzlerinde yaralar oluştu. Şiddete uğrayan sporcular şikayetçi olacaklarını söyledi.(https://t24.com.tr/haber/galibiyet-sevinci-yasayan-sanliurfa-gunesin-cocuklari-hentbol-takimi-na-karsi-tarafindan-erkek-taraftarlarindan-darp,1209510)
***
Emeklilerin gözünden Türkiye'nin güncel durumu: Eğilimler ve gerçekler -Binhan Elif Yılmaz-
Emekli maaşları enflasyon karşısında eridiği ve emeklilik sisteminin adaletsizliklerine maruz kalarak geliri hızla düştüğü için emeklinin talebi ve tüketimi kısıtlanınca enflasyon düşecek mi gerçekten?
Emekli ve emekçi için birbirinden sarsıcı ücret/maaş artış oranları arka arkaya geldi. 2024’ün son günlerinde asgari ücretli yıllık yüzde 30 zam alırken, yılın ilk günlerinde gelen enflasyon verisi ardından da memur/memur emeklisine yüzde 11,54 ve SGK ile Bağ-Kur emeklisine yüzde 15,75 oranında altı aylık zam yapıldı. Emekliler için “refah payı” ise bu hafta toplanan kabine toplantısı sonrası, “gerçekleşmemiş bir beklenti”den ibaretti.
2024 yılında ekonomi iki çeyrek üst üste daraldı. Enflasyon oranı aylık olarak artışını sürdürdü. Yıllık enflasyon gerilese de gıda, kira gibi harcama gruplarında manşet enflasyonun üzerinde ciddi yükseliş söz konusu. Ayrıca bir yandan emekli maaşlarında aylık bağlama oranlarındaki düşüş adaletsizlikleri büyüttü, diğer yandan kök maaş sorunu çözülemedi. O nedenle milyonlarca emekli açlık sınırının altında bir gelir ile geçinmeye çalışıyor.
Tüm bu sürecin nasıl ızdıraplı olduğu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinden değerli meslektaşım Prof. Dr. Süphan Nasır’ın başkanlığında gerçekleştirilen araştırmanın bulgularında yer alıyor. İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa’dan Dr. Öğr. Üyesi Yonca Nilay Baş ve Medipol Üniversitesi’nden Dr. Öğr. Üyesi Fatma Betül Ortaköy de araştırma ekibindeler.
Bir ay kadar önce bu araştırmanın beyaz yakalılarla ilgili sonuçlarını şu yazımda (https://t24.com.tr/yazarlar/binhan-elif-yilmaz/beyaz-yakadan-emekliye-2024-un-ekonomik-zorluklarinin-etkileri,47540) ele almıştım. Geçen hafta emekliler ile ilgili sonuçlar da ortaya çıktı. Araştırmaya katılan 1968 kişinin 415’i emekliydi. Emeklilerin sorulara verdiği yanıtlara hep birlikte bakalım; ekonomik zorluklar emeklilerin günlük tercihlerine ve yaşam tarzlarına nasıl yansımış?
Emeklilerin gözünden Türkiye'nin güncel durumu
Araştırmaya katılan emeklilerin yüzde 70’i genel olarak hayatından memnun değil. Hemen hepsinin ortak memnuniyetsizliklerinin kaynakları belli: Ekonomik koşullar başta olmak üzere, sağlık sistemi ve demokrasinin işleyişinden de memnun değiller. Bu tablo, demokratik sistemin iyileştirilmesi ve emeklilerin beklentilerine daha iyi yanıt verilmesi gerektiğini gösteriyor.
Emekliler indirim avcılığında ön safta yer alıyor
Araştırmaya katılanların büyük çoğunluğu market alışverişi yapmadan önce farklı marketlerin fiyatlarını karşılaştırıyor, etiket fiyatından almak yerine indirime girmesini bekliyor, ürünlerin en ucuzunu bulmak için çaba harcıyor. Hatta fiyat indirimi var ise düzenli olarak satın aldığı marka yerine indirimdeki markayı satın almayı tercih ediyor. Demek ki hem marka tercihlerinin bir anlamı kalmıyor hem de sürekli olarak market dolaşılması gerekiyor.
Emeklileri gıda, ulaşım ve sosyal yaşam harcamaları zorlamakta
Geride bıraktığımız aylarda enflasyon emeklileri en çok gıda, ulaşım-akaryakıt ve ev dışı yeme-içmede zorluyor ki emekliler geçmiş yıla kıyasla bu yıl en çok ev dışı yeme-içme, tatil ve seyahat ve giyim harcamalarında kesinti yapıyorlar.
Emekliler sosyalleşmeyi ve tatili unuttu
Ekonomik faktörlerin etkisiyle emeklilerin sosyal aktivitelerin önemli ölçüde sınırlanmış durumda. Sinema, tiyatro, konser gibi biletli etkinliklere hiç katılamıyor ya da birkaç ayda bir katılabiliyorlar. Ayrıca ankete katılan emeklilerin yaklaşık yarısı son üç sene içinde tatile gidemediğini belirtiyor.
Emeklinin önceliğinde kişisel bakıma ayrılan bütçe yok!
Araştırmaya katılanların yaklaşık yarısı kişisel bakım hizmetlerine hiç bütçe ayıramadığını belirtiyor, bu da büyük bir kesimin bu tür harcamaları ekonomik zorluklar nedeniyle tamamen bıraktığını gösteriyor.
Emeklilerin yatırım tercihi ise döviz ve altın
Araştırmaya katılanların yaklaşık yarısı tasarruf etmediklerini belirtiyor, doğal olarak. Tasarruf edenlerin ise yatırım tercihleri arasında birinci sırayı döviz alırken, ikinci sırada altın, üçüncü sırada ise ev yer alıyor.
Ekonomik koşulların emeklilerin tüketim tercihlerini, bütçe planlamalarını ve harcama önceliklerini nasıl şekillendirdiğine dair önemli ipuçları sunan araştırmaları için değerli meslektaşlarıma teşekkür ederim.
Emekli maaşları enflasyon karşısında eridiği ve emeklilik sisteminin adaletsizliklerine maruz kalarak geliri hızla düştüğü için emeklinin talebi ve tüketimi kısıtlanınca enflasyon düşecek mi gerçekten?
Diyanet, Avustralya’da müzayededen 15 milyon lira değerinde villa almış
AKP'lilerin tepki göstermesi üzerine Meclis'te villa gerginliği yaşandı
İyi Parti Grup Başkanvekili Turhan Çömez, TBMM’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Avustralya’da da 702 bin 500 dolar (yaklaşık 15 milyon TL) değerinde bir villayı müzayededen aldığını gündeme getirdi. Sözcü’nün aktardığına göre, İyi Partili Çömez, “İnsanlar buz gibi soğukta deprem bölgesinde konteynerlerde yaşıyor. Diyanet ise Avustralya’da villa satın alıyor’’ diyerek sitem etti. AKP İstanbul Milletvekili Nurettin Alan, “Suç mu, alsa ne olur?” derken, AKP Grup Başkanvekili Emin Akbaşoğlu da “Hukuka aykırı bir şey varsa mahkemelere müracaat edin” yanıtını verdi. Çömez “Ahlaka aykırı bir durum var” ifadesini kullandı. Çömez, “Diyaneti Atatürk kurdu, baş tacıdır ama onu da çökerttiniz, Diyanet Vakfı Washington’da 4 milyar liralık gayrimenkul aldı, hanlar, hamamlar, restoran, villalar, havuzlar, oteller yaptı. Bir yılda 2.5 milyon dolar zarar etti” diye konuştu.
***
Aşırı ciddi görünmeye çalışan absürt bir “ağırlaştırılmış müebbet”: Meğer o ofise yürümek de suç değilmiş -Gökçer Tahincioğlu-
Çarşı kararına göre Başbakanlık Ofisi’ne yürünürken işlenen bir suç yok. Demokratik hak kullanımı dışında suça konu bir eylem bulunmuyor. Ama Gezi davasına göre insanlar yürümeleri ve hükümeti düşürmek için organize edildiler. Dramatik değil mi?
Koca koca kurumlar, koca koca insanlar…
Her imzaları bir hayat anlamına geliyor, her sözleri bir ömrün nasıl geçeceğini belirliyor.
Yetmiyor, ülkeler, büyükelçiler giriyor devreye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi giriyor, Cumhurbaşkanı, Adalet Bakanı giriyor.
Bir dava düşünün ki üzerine söz söylemeyen kalmamış…
Ve Türkiye’deki en ağır ceza ile sonuçlanmış yargılama…
Koca koca insanlar, koca koca kurumlar, baştan sona tartışılacak bir yargılamayı ağırlaştırılmış müebbet kararı ile sonuçlandırmış…
* * *
Gezi davasını organize etmekle suçlanan Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kavala’yı tanımayabilirsiniz…
Hakkında söylenenleri ciddiye alıp sevmeyebilirsiniz…
Hakkında olumlu olumsuz hiçbir yargınız da olmayabilir.
Ya da Kavala’yı tanımış ve çok sevmiş olabilirsiniz…
“Kızıl Soros” diyebilirsiniz örneğin başkaları gibi… “Sivil toplumun hamisi” diye de yorumlayabilirsiniz…
Hiç fark etmez…
Şimdi bu ismin üzerini kapatın. Bir an için hakkındaki düşüncelerinizi bir tarafa bırakın. Adalet duygusu biraz olsun kalanlar, gözünü hırs bürümemiş, iktidar için her şeyden vazgeçmemiş olanlar başarabilir. Bir an için ismi, isimleri unutun.
Bu gözle baktığınızda, cumhuriyet tarihinin en absürt davalarından birinin geldiği son noktayı da açıkça göreceksiniz…
Osman Kavala
* * *
Gezi davası, firari Gülen cemaati üyesi hâkim, savcı ve polislerin oluşturduğu kanıtlar kullanılarak, yıllarca rafta bekletilen dosyalar esas alınarak açıldı.
Gezi iddianamesine dönüp baktığınızda bu isimlerin yaptığı dinlemeleri, hazırladıkları fezlekeleri, garip suçlamalarını bire bir göreceksiniz.
İddianamede, “o dönemdeki kanıtlar ayıklandı” notu düşülmesi gereği duyulmuş ancak elbette böyle değil…
* * *
İşte bu iddianame uyarınca yapılan yargılama sonunda İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi, Gezi davasında yargılanan sanıkların beraatine ve cezaevindeki sanıkların tahliyesine karar verdi. Herkes şaşkındı.
Elbette bu kurak ortamda böyle bir kararın iktidardan bağımsız olamayacağı yorumları yapıldı.
Ancak kısa sürede böyle olmadığı anlaşıldı.
Cezaevinden çıkmaya hazırlanan Kavala için önce gözaltı, ardından yeni tutuklama kararı verildi.
Herkes bu yeni tutuklama kararının nasıl verilebildiğini anlamaya çalışıyordu.
Kavala, ilk tutuklandığında hem 15 Temmuz hem de Gezi eylemleri nedeniyle suçlanmıştı. İki ayrı suçtan hakkında tutuklama kararı verilmişti. Ancak savcılık, talep bile olmadan, resen, Kavala’nın 15 Temmuz suçlamaları yönünden tahliyesini istemiş, hakimlik de tahliye kararı vermişti.
Hesapta Gezi davasından beraat edeceği yoktu.
Beraat kararı çıkınca, apar topar, daha önce tahliye istediği dosyayı gündeme alan savcılık, yeniden tutuklama istedi ve Kavala’nın cezaevinden çıkmasının önüne geçildi.
Ancak bir sorun vardı. AİHM, daha önce bu suçlamalar yönünden ihlal kararı vermişti.
Aceleden bu nokta atlanmıştı.
Bunun üzerine yine 15 Temmuz iddiaları yönünden ama bu kez casusluk suçundan tutuklama kararı verildi. Casusluktan tutuklama verilince, hükümeti devirmeye teşebbüs suçundan, 15 Temmuz’la ilgili aynı kanıtlar gösterilerek verilen tutuklama kararı kaldırıldı. Kavala, cezaevinde tutuldu.
Bir süre sonra casusluk suçundan komik bir dava açıldı.
Öyle ki iddianamede, “casusluğu o kadar ustaca yapıyorlar ki casusluk eylemi saptanamamıştır” anlamına gelen ifadeler yer aldı.
* * *
Ancak bu yolla sonuç almak çok mümkün değildi. Her şeyden önce Gezi eylemleri cezalandırılmamış olacaktı.
Beraat kararı veren İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti kısa sürede dağıtıldı.
İstinaf mahkemesi, 22 Ocak 2021’de, beraat kararını bozdu.
Bozma kararı ilginçti.
Öncelikle Kavala hakkında casusluk suçundan açılan davanın Gezi davası ile birleştirilmesi isteniyordu.
İkinci olarak da Yargıtay’daki bir dosya anımsatılıyordu.
İstinaf mahkemesine göre, "Besiktaş'taki Başbakanlık Çalışma Ofisi’ne Çarşı grubu ve diğer bazı marjinal gruplarca taş ve molotofla saldırılması olayları” ortak bir davanın konusu olmalıydı.
Bu konuda Çarşı grubu aleyhine açılan dava Yargıtay’daydı. Bozma kararı verilirse, bu davanın da Gezi davası ile birleştirilmesi yerinde olacaktı.
* * *
Örneğine az rastlanır bir durum.
Yargıtay’da görülen bir davaya işaret edilerek, bozma kararı verilirse, Gezi davası ile birleştirilmesi kararı vermek…
Ne hikmetse böyle oldu.
Çarşı davasında Yargıtay bozma kararı verdi.
Gezi davası, Çarşı davası ve Kavala hakkındaki casusluk davası ile birleştirildi ve torba dava oluşturuldu.
Davanın mahkemesi değiştirildi.
* * *
Sonrasına bakalım…
Amaç artık hasıl olmuştu. Kavala cezaevinde kalmış, Gezi davası bir torba davaya dönüşmüştü.
Ardından da ayrıştırmak gerekiyordu.
21 Mart 2022'de, mahkeme, bu kez dosyada tutuklu sanık bulunması, Çarşı davasında, Yargıtay’ın araştırılmasını istediği hususların henüz araştırılmamasını gerekçe göstererek bu kez ayırma kararı verdi.
Çarşı davası bu kez Gezi davasından ayrıldı.
* * *
Sonrasını biliyoruz.
Gezi davasında Kavala ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edildi, diğer sanıklar 18’er yıl hapisle cezalandırıldı.
Kavala’nın casusluk davası peki?
Sürpriz değil, beraatle sonuçlandırıldı. Zira bu davanın aslında Kavala’yı o dönem cezaevinde tutmak dışında bir işlevi de yoktu.
Davada verilen cezalar Yargıtay tarafından da onandı, kesin hükme bağlandı.
Gerekçelerden en önemlisi, hükümeti yıkmak amacıyla kitlelerin Başbakanlık Ofisi’ne yürütülmesi dahil eylemlerinin organize edilmesiydi.
* * *
Geriye kaldı Çarşı davası…
Ayrılma kararından sonra yargılama üç yıl daha devam etti. Ve sonunda, kısa süre önce beraat kararıyla sonuçlandırıldı.
Şöyle deniliyor kısa kararda:
“Tüm saniklar hakkında cebir ve şiddet kullanılarak Türkiye Cumhuriyeti'ni ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen ve tamamen engellemeye teşebbüs suçundan kamu davası açılmış ise de dosyada yeterli kesin, her türlü şüpheden uzak delil bulunmadığından beraatlerine…
Her ne kadar sanıklar hakkında 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet ettikleri iddiasıyla dava açılmış ise de sanıkların anayasal demokratik bir hak olarak toplantı ve gösteriye katılmalarına rağmen suç teşkil eden eylemlerinin bulunmadığı, dosyada delil olarak dayanılan dinleme tapelerinin bu suç açısından delil niteliğinde bulunmadığı, sanıkların cep telefonu sinyal bilgilerine dayalı tespitlerinde sanıkların suç teşkil ettiği iddia edilen eylemlerini ortaya koymadığı, ayrıca sanıkların işledikleri iddia edilen eylemleri ile ilgili hemen akabinde düzenlenen bir tutanağın da bulunmaması karşısında beraatlerine…”
* * *
Çarşı davasının yıllar önce beraatle sonuçlandırılması gerekiyordu.
Verilen karar normal…
Normal olmayan Gezi davası…
Çarşı kararına göre Başbakanlık Ofisi’ne yürünürken işlenen bir suç yok. Demokratik hak kullanımı dışında suça konu bir eylem bulunmuyor.
Ama Gezi davasına göre insanlar yürümeleri ve hükümeti düşürmek için organize edildiler.
Dramatik değil mi?
Vahim olan, 7 seneyi aşkın süredir Kavala’nın bu gerekçelerle cezaevinde tutulması.
AİHM kararına rağmen tahliye edilmediği gibi toplumun önüne atılması…
Vahim olan 18 yıl ceza alan insanların kimsenin umurunda bile olmaması…
Vahim olan tarihe geçecek böyle bir davanın gözlerimizin önünde böyle yürütülüp, böyle sonuçlandırılması…
/././
Trump, Amerikan İmparatorluğu mu kurmak istiyor: Grönland ve Kanada meselesi..-Eray Özer-
Trump’ın Grönland’ı olası bir Rusya tehlikesine karşı bir ön savunma hattı olarak görmesi ve bu politikanın aynı zamanda Kanada’yı çevreleme planıyla da örtüşmesi nedeniyle adanın jeopolitik değerini ziyadesiyle artırıyor.
Donald Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmasına artık sayılı gün kaldı.
Ne acayip ki, dünyada bazı işler “Aman Trump gelmeden halledelim” diye hızlandırılırken, bazıları da “Trump gelsin sonra bu konulara da gireriz” mantığıyla bir zamandır halının altına süpürülüyor.
Müstakbel başkanın bir de kendi ajandası var tabii…
Mesela Grönland meselesi.
Siyasette bazı çıkışlar vardır ki, normalde liderlerin ağzından o sözlerin “propaganda” amacıyla çıktığını, gerçekçi hedefleri ifade etmediğini daha söylendiği anda herkes bilir.
Fakat söz konusu Trump gibi profiller olduğunda işin şakası olmuyor.
Nitekim Trump “Neyse parası verelim, alalım Grönland’ı. Hem zaten bize daha yakın” gibi laflar etmeye başladığında kimse gülmedi.
Oysa “normal” bir dünyada epey komik bir çıkış olarak siyasi tarihe geçebilirdi.
Sonra işin devamı da geldi. Trump’ın oğlu Jr Trump uçağa atladı, Grönland’a gitti. Başkent Nuuk’a indi ve hatta ekibinden bazıları “Make Greenland Great Again / Grönland’ı Yeniden Harika Yap” yazılı broşürler dağıttı.
Trump Jr’ın adanın kolonyalist tarihinde önemli bir yer tutan Danimarka-Norveç kökenli misyoner Hans Egede’nin heykelinin önünde poz vermesi de çok tartışıldı
Yani bu işin şakası yok.
Üstelik Trump’ın gözü sadece Grönland’da değil. Grönland’la ABD arasındaki koca toprak parçasını, Kanada’yı da ilhak edebileceklerini söyledi.
Kanada’nın yakında görevine veda edecek başkanı Trudeau her ne kadar bu ihtimalin “cehennemdeki bir kar topundan daha fazla şansı olmadığını” dile getirse ve asıl amacın Kanada’yı vergilerle boğmak olduğunu söylese de dedik ya; söz konusu Trump olunca bu tür çıkışlar bir fanteziden çok daha fazlasını ifade ediyor.
Şahsen ben de ne Kanada’nın ne de Grönland’ın yakın bir zamanda ABD’ye “ilhak edilme” ihtimali olduğunu düşünmüyorum. ABD’nin “Batı ittifakı” içindeki bir ülkeden toprak alması filan Trump için bile “overdose” hayallerden başka bir şey değil.
Zaten Trump da muhtemelen suyu bulandırdıktan sonra aynı suda başka balıklar avlamayı düşünüyor.
Lakin Grönland meselesi benim için başka açıdan ilginç. O da şu: Dünyanın en büyük adasının bu kadar kıymete binmesinin küresel ısınma tartışmalarıyla yakından ilgisi var.
Bu kısma geleceğiz ama gelin ben size Trump sayesinde meraka düşüp hakkında epey okuduğum Grönland hakkında birkaç bilgi vereyim.
Bir kere her şeyden önce en ilginç nokta adanın bağlı olduğu Danimarka Krallığı’na sahiden de yaklaşık 3 bin kilometre uzaklıkta olması.
Buna karşın mesela Kanada’nın bazı kuzey takımadalarına 1100 kilometre mesafede.
Yaşam şartlarının bugün bile çok ama çok zor olduğu Grönland’da yaklaşık 4 bin 500 yıldır bizim kısaca Eskimo diye andığımız kutup halklarının yaşıyor olması insanı hayrete düşürüyor.
Düşünün bugünün şartlarında bile adada tarım neredeyse hiç yok. Sadece güneyinde kısıtlı bir arazide patates yetişiyor, o kadar.
Binyıllar sonra İzlanda ve Norveç’ten Vikingler adaya çıkmaya başlıyor.
Bunlardan en ünlüsü Kızıl Erik. Adaya ismini veren de o. Neredeyse baştan sonra buzla kaplı adaya MS 900’lerin sonlarında bir yaz günü 14 gemisiyle çıkası tutuyor Erik isimli Viking gezgininin. Ve o esnada çok kısa süre yeşilliğini koruyan otları görünce adaya “Yeşil Ada / Greenland” demeye karar veriyor.
13. yüzyılda Kanada’nın kuzeyinden Inuit halkı yani Eskimolar bu kez kalıcı olarak yerleşiyorlar adaya ve bugün de bu halk adada hâkim.
Tabii, ta 1500’lerden itibaren o zamanlar birleşik olan Norveç ve Danimarka krallıklarının hükümranlığında sürüyor yaşam. Hükümranlık onların olsa da aslında nadiren adaya ulaşabildikleri için bu durum çok da umurunda olmuyor Inuit’lerin.
1814’te Danimarka ve Norveç krallıkları ayrılınca Grönland Danimarka’da kalıyor.
Bir ilginç bilgi: ABD’de Grönland’ı satın alma meselesi aslında 1867’de de gündeme geliyor.
Bana kalırsa Trump’ın bu zihni sinir projesinin altında yatan isim de ta o dönemden bir bakan: Dönemin dışişleri bakanı William H. Seward tam olarak Trump’ın aklındaki projenin fikir babası gibi duruyor.
Zira o da Grönland’ı ve hatta İzlanda’yı satın almak, bu sayede Kanada’yı kuşatmak ve nihayetinde işgal etmek istiyor. Yani bugünkü planının neredeyse birebir aynısı.
Yanına bir senatörü alsa dahi 1867’de Kongre’yi ikna edemiyor, proje rafa kaldırılıyor.
ABD ikinci denemesini 1950’de yapıyor. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle 1946’da adanın yönetimini geçici olarak üstlenen Amerikalılar 1950’de Grönland için Danimarka’nın kapısını 100 milyon dolarlık bir teklifle çalıyor fakat Danimarka kapıyı açmaya yanaşmıyor.
Lakin ABD adada bugün de varlığını sürdüren bir askeri üssü Danimarka’dan koparmayı beceriyor. Eski adıyla Thule Hava Üssü bugün hala Pituffik adıyla varlığını sürdürüyor.
1953’te Danimarka’nın Grönland üzerindeki “sömürgeci” konumu sona eriyor ve ada resmen Danimarka toprağı olarak kabul ediliyor.
Size bir tuhaf bilgi daha: Danimarka’nın kuzeyinde tıpkı Kardak Adası gibi küçük bir adacık yüzünden Danimarka ile Kanada arasında 1973’ten başlayıp iki yıl, evet iki yıl öncesine kadar devam eden kansız bir savaş var.
Savaşın komiği olmaz ama bu savaşın ismi bile biraz komik: Viski Savaşı.
Hans Adası olarak bilinen bu minik adacığa Kanada 1984’te Kanada bayrağı dikip bir şişe de Kanada viskisi bırakınca savaşın ismi oluyor size Viski Savaşı.
Neyse, Grönland hikayelerini burada keseyim. Zira kendimi bırakırsam yazının sonunu bulamayacağım.
Neticede iki ülke 2022’de barışıyor.
Grönland 2009’dan bu yana tam anlamıyla özerk. Ülkede bugün 58 bin civarında insan yaşıyor ve ülkede Inuit geleneklerine, diline ve kültürüne olan bağlılık son dönemde oldukça artmış durumda.
Devlet daireleri dışında kendi dillerini, yani Kalaallisut’u konuşuyorlar.
Ada halkında Danimarka’dan tamamen ayrılmak yönünde ciddi bir talep var.
Fakat bağımsızlık istiyorlar, gidip bir başka devletin yönetimi altına girmeyi değil ve bunu adanın yerel halkının bir üyesi olan Grönland Başbakanı da açık açık dile getiriyor.
Normal şartlar altında Danimarka’nın izin vereceği bir referandumla bu gayet kolay halledilebilirdi. Neticede üzerinde yaşamanın çok zor olduğu, buzlarla kaplı bir ada kimsenin umurunda olmayabilirdi.
Tabii küresel ısınma olmasa…
Küresel ısınma nedeniyle Grönland uzun yıllardır eriyor. Bu da adada buzlar altında binyıllarca saklı kalmış değerli madenlerin artık çıkarılabilir hale gelmesi demek. Bu yüzden Inuit’leri kimse kendi kaderine bırakmak istemiyor.
Bir diğer mesele de Kuzey Buz Denizi’nin yine ısınma nedeniyle daha az buzullu bir denize dönüşmesi. Bu da Avrupa ve Asya’nın kuzeyinden Kuzey Amerika’ya şimdiye dek tercih edilmeyen bir ulaşım yolunun açılması demek.
Deniz ulaşımı eski ve yeni kıtalar arasında şimdiye dek hep doğu-batı ekseninde gerçekleşirken küresel ısınma yakın bir gelecekte kuzey-güney doğrultulu yeni bir hattın doğmasına sebep olacak gibi gözüküyor.
İşte bu iki faktör; Trump’ın Grönland’ı olası bir Rusya tehlikesine karşı bir ön savunma hattı olarak görmesi ve bu politikanın aynı zamanda Kanada’yı çevreleme planıyla da örtüşmesi nedeniyle adanın jeopolitik değerini ziyadesiyle artırıyor.
Başka bir yazının konusu ama -belki pazartesi yazısında da bunu anlatırım- Elon Musk’un İngiltere, Almanya, Brezilya, Hindistan vd. pek çok ülkenin iç işlerine burnunu sokmasına ve Trump’ın Grönland’a ve belki daha sonra İzlanda’ya göz koyma, Kanada’yı ilhak etmekten bahsetme gibi laflarına bakınca ortaya şu soru çıkıyor:
Trump Amerika’yı bir imparatorluğa mı dönüştürmek istiyor?
Eğer öyleyse bunu neden istiyor? Mesele sadece Rusya mı, yoksa akıllarında Çin’le girilecek bir savaşta cephe genişletmek gibi tehlikeli planlar mı var?
Grönland’dan sonra sıra İzlanda’ya gelir mi?
Bunlar cevaplarını şimdiden bilmediğimiz sorular…
Belki de Trump en başta dediğim gibi suyu bulandırıp Avrupa’ya, Kanada’ya vergiler üzerinden başka yaptırımların kapısını aralamak istiyor.
Bilemiyoruz Altan. Bekleyip göreceğiz.
/././
İtibar kaybının mümkün olmadığı topraklara hoş geldiniz -Tuğçe Tatari-
Kimse kimsenin yaptığı ihlale, ayıba, hataya, hatta göz göre göre söylenen yalanlara dahi ses çıkarmıyor, çünkü kendininkilere de ses çıkarılmasın istiyor…
Sadece işi yazı-çiziyle, haberle, bilgiyle, düşünceyle ilgili olanların değil elbet, her mesleğin en önemli şartı güvenilir olmaktır.
Güven sarsıldığı an itibar da kaybolur.
Özellikle bizim meslekte itibar pek mühimdir.
Yalan habere düşerseniz, sözünüz muhataplarınca çürütülürse, iddialarınız havada kalırsa, bazı konuların üzerinde art niyetle tepindiğiniz tespit edilirse, bilgileri haberleştirirkenki düzeyiniz bel altı bir tarzda ise meslek sizi kendi içinde sınıflandırır ve itibarsızların arasına alır.
İtibarsız sınıfına da çoğu kapı kapanır, önemli kişiler röportaj vermez, mühim toplantılara çağrılmaz, kritik ortamlarda bulunamaz, pek kimse ‘haber uçurmaz’, güvenilir kaynaklara ulaşmak zor olur.
En azından eskiden böyleydi bu iş.
Biz de eski kaldık herhâlde…
İtibar meselesini önemseyen kimsecikler kalmadı gibi şimdilerde.
Çünkü sanırım itibarsızlaşmanın imkânsızlaştığı bir yer hâline geldi Türkiye.
Kimse kimsenin yaptığı ihlale, ayıba, hataya, hatta göz göre göre söylenen yalanlara dahi ses çıkarmıyor, çünkü kendininkilere de ses çıkarılmasın istiyor.
Hâliyle düşük, yoz bir ortamda alabildiğine at koşturuluyor.
Murathan Mungan’ın vecize olmuş “Bu ülkede her şey olabilirsin sadece rezil olamazsın” sözü ete kemiğe bürünmüş, koca koca adamlar, kadınlar ortalık yerde kendilerini feci şekilde rezil ediyorlar, itibar namına bir zerrecik bırakmıyorlar. Okurken yüzün kızarıyor, “ya bunu nasıl yapar” diyorsun, izlerken hayretlere düşüyorsun, tanık olmaktan dahi utanç duyuyorsun, bu ‘haber’in yalan olduğunu bile bile nasıl üzerinde tepinmeye çekinmiyor diye hayrete düşüyorsun ama aslında bakıyorsun ki kimsenin rezil olduğu filan yok.
Yine bir şekilde her yerdeler, izleniyorlar, kazanıyorlar ve popülerler.
Aksine, sen onlardan uzak durmaya çalıştığın için garipseniyor, bu bataklığa heveslenmediğin için tuhaf bulunuyorsun.
Çürüme öyle bir boyutta ki, eskiden fikrine güvendiğim, ahlaklı entelektüellerden saydığım biri, yine bu konuları konuşurken “Çok da önemsememek lazım, sonuçta herkes biraz kirli” demişti. Mideme yumruk yemiş gibi hissetmiştim.
İşler nerelere gelmiş diye düşünmüş, utanç duymuştum bu yorum karşısında.
Evet bir havuz var ve o havuzda herkes biraz kirli, herkes biraz yalancı, herkes biraz ahlaksız, herkes biraz çıkarcı, herkes biraz çapsız ama inanır mısınız hiçbiri itibarsız değil!
İşte adına “yeni Türkiye” dedikleri bu garabetin numaralarından biri de bu, ne yaparsan yap, rezil olup itibarını kaybetmeden yola devam edebiliyorsun!
/././
Colani vs Kobani -Hasan Göğüş-
Colani, Kobani’yi Türkiye’nin ültimatomundaki şartları kabul etmeye ikna edemezse ne mi olur? Hakan Fidan bu soruyu atıfta bulunduğu Ziya Paşa’nın “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir...” diye başlayan meşhur sözleriyle yanıtladı
Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan, Çalışan Gazeteciler Günü vesilesiyle gazetecilerle buluştu
Maçka’daki Şişli Belediyesi Evlendirme Dairesi’nde organize edilen kahvaltıda gazeteciler Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan’a sorular sordu.
O gazetecilerden biri olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aralık ayında Çalışma Bakanı Vedat Işıkhan'a CHP'li belediyelerin SGK borçları için 'silkeleyin' talimatı sonrası durumu sordum.
Zira Şişli Belediyesi’nin iştirak şirketlerinden Kentyol AŞ'nin ticari ve maaş hesaplarına ise SGK borçlarından kaynaklı haciz işlemi uygulandığı ve hesaplardaki mevcut miktarlara bankalar tarafından bloke konulduğu basına yansımıştı.
Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan Sarıyer ve Şişli Belediyesi’nin Ayazağa’daki ortak arazi ile ilgili sorunun çözülmesi durumunda borçların ödeneceğini söyledi:
“Belediye başkanı olur olmaz SGK borçlarıyla ilgili tabloyu gördükten sonra merkezi yöneticilerden randevu istedim. İlk olarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’na SGK borçlarını nasıl kapatacağımıza ilişkin yol haritasını sunduk. Ama burada kurumların bir biriyle konuşması gerekiyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı, Şişli ve Sarıyer Belediyesi birlikte konuşmalı. Çünkü iki belediyenin ortak mülkiyeti var Sarıyer’de… Yetki bakanlıkta… Türkiye’nin kurumlarının birlikte bir konunun çözümü konusunda uyum kapasitesi olmalı. Şişli ve Sarıyer’in SGK borcunu kapatacak modelde bile dört beş kurumun uyum içinde çalışması gerekiyor. Sayın Bakan’la el sıkıştık. Bütün ön çalışmayı yaparak adım adım anlattık. Valiliğe de anlattık. Benim gördüğüm konunun çözüleceği… Çözülmezse çıkar anlatırım. Çünkü Bakan yol haritasını kabul etti. Konu iki bakanlık arasında; Çevre ve Şehircilik ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı arasında… Çevre ve Şehircilik’ten ısrarla randevu istiyorum. Eğer bu konuyu çözersek Şişli Belediyesi SGK borcunu kapatmış olacak.”
Anladığım Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı taş koymazsa sorun çözülecek. Top yeniden bakan olarak görevlendirilen Murat Kurum’da.
Sarıyer Belediyesi Başkanı Mustafa Oktay Aksu ise prim borçlarına karşılık SGK’ya söz konusu araziyi önerdiklerini belirterek “Ancak önerdiğimiz arazinin değeri borcumuzun iki katı. SGK bunları bunları alıp satınca bize üstünü vermiyor ya da ileriye dönük mahsuplaşma önermiyor. Siz olsanız verir misiniz?” demişti.
Eğer durum Aksu’nun dediği gibi çıkmaza girer ya da arazinin iki kat değeri belediyeye ödenmez ya da ileriye dönük mahsuplaşma olmazsa muhalefet-iktidar ‘savaşının’ geldiği yere ilişkin çok çarpıcı bir örnek olacak.
Diğer yandan eski Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün kurucusu olduğu vakfın belediyeye ait dokuz mülkle ilgili dava sürecini de sordum Emrah Şahan’a. Çünkü eski Şişli Belediye Başkanları Hayri İnönü ve Muammer Keskin döneminde belediyeye ait taşınmazların bir kısmının (500 milyon dolar) ucuza ya da yok pahasına kiraya verilmesi yargıya taşınmıştı.
Konuyla ilgili Resul Emrah Şahan vakıfla ilgili dava sürecinin yakın zamanda sonuçlandığını, belediyeye ait mülklerinin tapusunun belediyeye geçmesi yönünde karar çıktığını ancak üst mahkeme aşamasının devam ettiğini söyledi. Şahan “Mustafa Sarıgül neticede partimizin milletvekili, siyasi olarak da konuşuyoruz. O mülkler Şişli’nin, Şişli Belediyesi’nin. Konu bu anlamıyla tartışmaya kapalı” yorumunu yaparak Sarıgül’e siyaseten de bir yanıt verdi.
Resul Emrah Şahan, Şişli’nin ‘Kanal İstanbul’u olarak nitelendirilen, dört futbol sahası büyüklüğündeki alana Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’un imzasıyla rezerv yapı alan ilan edilen alanla ilgili son durumda soruldu.
Şişli Belediye Başkanı “Süreci sıkı takip ediyoruz. Bu proje sadece Şişli’nin değil İstanbul’un geleceği ile ilgili. Bakanlık Şişli Belediyesi’nin yazdığı burada ruhsata aykırı bir imalat var, ben durdurdum, sizde gereğini yapın dediğimiz yazının gereğini yaptı, ruhsatı iptal etti ama bu kez de yeni tadilat ruhsatı verdi! Bir şehir plancısı hem de bir belediye başkanı olarak şunu söylüyorum. Rezerv alanında hayal ettikleri işi yapamayacaklar” yanıtını verdi.
/././
(T-24)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder