Mütareke İstanbul’undan Manzaralar: 'İşgal' geçmişin hatırası değil sadece -Çağrı Kınıkoğlu/soL-Söyleşi
Kaya Tokmakçıoğlu ile hem İstanbul tutkusu hem de son kitabı üzerine söyleştik.Kaya Tokmakçıoğlu’nun 2020 yılında “Köle Kul Amele - İstanbul'un Toplumsal Mücadeleler Tarihi” başlıklı ilk kitabı Yazılama Yayınevi’nden yayınlanmıştı.5 Ocak’ta İstanbul Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde dört yılın ardından Kaya Tokmakçıoğlu’nun ikinci kitabını konuşmak için bir araya geldik. Pek çok katılımcıyla gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi soL için de kaleme aldık.
2024 yılının Kasım ayında “Mütareke İstanbul’undan Manzaralar”, “İşgal, Menfaat, İrade” alt başlığıyla yayınlanmış oldu.
Kitap 1918-1923 yılları arasında başta Britanya, Fransa ve İtalya olmak üzere, basbayağı yabancı askerlerin çizmeleriyle çiğnenen, Boğaz’da yabancı donanmaların zırhlılarının demirlediği beş yıla ve insan manzaralarına odaklanıyor.
-Ç.K.:Kaya seçtiğin üç alt başlık arasında işgal konusu ilginç bir mesele. Bir taraftan hem kendi ülkemizle hem kendi içinde yaşadığımız çağ ile çok bağdaştıramıyoruz, diğer taraftan da öyle bir dünyadayız ki, etrafımızda aslında yıkıma ve işgale uğramayan ülke, coğrafya neredeyse kalmadı.
Yanlış hatırlamıyorsam Yalçın Küçük’ün bir ifadesiydi, “Savaş siyasetin başka araçlarda sürdürülmesidir” diyordu. 1918’de Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Mondros Mütarekesi’ni imzalandı. İstanbul'un işgali Kasım 1918'de başlıyor.
Bir taraftan sosyal ve mekânsal olarak sürekli sarsılan bir şehirden bahsediyoruz. Sürekli bir yıkım ve yeniden inşa hali. Etrafındaki ya da kendi coğrafyasındaki savaşlardan kaçan insanların hücum ettikleri bir şehir. Sürekli canlanan, yeniden canlanan bir eğlence hayatı: bir dekadans kültürü. Konutlarından, yaşam alanlarından kovulan insanlar, o konutlara ve yaşam alanlarına başkalarının el koyması. İşsizlik oranındaki korkunç yükseliş. Halkın yaşadığı büyük bir sefalet. Emperyalistlerin bu halkı maruz bıraktığı korkunç küstahlık, arsızlık manzaraları.
Bu görüntüler ve imgeler üzerinden düşününce, işgal İstanbul’una dair bu göstergeler neredeyse bugünün İstanbul'unu ifade ediyormuş gibi geliyor. Seni bu çalışmaya iten ya da çeken bu paralellikler mi oldu?
K.T.: Şimdi paralellikler şuradan çıkıyor sanırım. Ben hep şehirde yürürken ya da şehrin üzerine düşünürken, okurken, dinlerken, izlerken, görece içine doğmadığımız ama belki kısmen yakın bir çağ diyebileceğimiz bir çağı soyutlamayı sağlayacak şeyler arıyorum.
Bu biraz şey gibi, bazen İstiklal Caddesi'nde yürürken kafanızı kaldırdığınız zaman başka bir şey görürsünüz ama dümdüz yürüdüğünüz zaman yoğun bir kalabalık size geliyordur. Soyutlamayı ancak yukarı baktığımız zaman yapabiliriz.
Bu soyutlama açısından Mütareke İstanbulu aslında ilk kitabımdaki kısa bir bölümü oluşturuyor. Kitabı yazdığım, süreçte bunun yoğun olarak içinde bulunduğumuz dönemi yansıtan bir dönem olduğunu hissediyordum.
Senin verdiğin örnekler açısından düşünecek olursam, bugün ne oranda çocuk işçi varsa, işgal İstanbulu’nda o oranda çocuk işçi var. Veya organize ya da organize olmayan fuhuş açısından söyleyelim. İşgalin tabii ki askeri boyutu bunun önünü başka şekillerde açıyor ama bugün biz bu yok desek de çok paralel bir biçimde, mekânsal olarak neredeyse aynı mekânlarda bu organize fuhuş devam ediyor.
Ya da konut sorunu. Boyutu değişmiş vaziyette, niteliği biraz değişmiş vaziyette.
Ya da göç. Bugün biz yoğun olarak yakın coğrafyamızdaki göçten bahsediyoruz ama İstanbul o ölçüde 100 yıldır kozmopolit bir kent. Göç de bunun bir parçası aslında.
O yüzden 100 yıl geriye baktığım zaman biraz mesafelenme ve onun üzerinden bunu kurgulama elimi kolaylaştırıyor, diyebilirim.
İçinde yaşadığımız bu hercümerç ve koşturmada, herkesin sabahın köründe işine gücüne bir makine gibi başlayıp, bitkin bir halde eve geldiği bir yaşamda elbette çok kolay değil bu paralelliği görmek.
Yani neredeyse sadece sokakta Fransız, İngiliz ve İtalyan askeri görmüyorsunuzdur. Ama onun dışında çubuğu bükerek biraz daha abartarak söyleyeyim; belli bir süreklilik var. 100 yıl öncesinin İstanbul'unun bugüne yansıyarak devam ettiğini söylememiz mümkün.
Ç:K.: 1918-1923 arası... Hepimizin belleğinde izlediklerimizden, okuduklarımızdan oluşan birtakım görüntüler canlanıyor olsa da, biraz o dönemin İstanbul'undan bahsedebilir misin; işgal edilen şehir işgal öncesinde ne haldeydi? Kaç kişinin yaşadığı bir şehirden bahsediyoruz? Nasıl fonksiyonlar var bu şehirde, kimler yaşıyor, kimler üretiyor, kimler nasıl eğleniyor?
K.T.: Yani pek çok imparatorluk başkenti gibi ama bir de belki su kıyısında olmasının verdiği görece avantajı kullanan bir kent. Mütareke döneminde zirvesine ulaşan, geçmişi yüzyıllara dayanan kozmopolit bir yapı var. Aynı zamanda emek-yoğun ama bir taraftan da imparatorluğun geri kalan coğrafyasını yoğun olarak sömüren bir kentten bahsediyoruz.
Nüfus açısından bakacak olursak: Balkan Savaşları ile birlikte yoğun olarak Trakya göçü alır İstanbul. Kısmen yükselen nüfus Paylaşım Savaşı ile birlikte askere gidenler ve ölenlerle düşer. Ama şaşırtıcı bir biçimde savaş sonrası ve Mütareke Dönemi’yle birlikte nüfusun çok oynamadığı bir İstanbul'dan bahsediyoruz. Bu da rakamsal olarak bir milyonun biraz üzerinde bir kent demek. Tabii ki şu anki uzamsal genişliğini düşünmeyelim ama belki dört parçaya bölerek düşünmek mümkün. Biri Suriçi, günümüzde Fatih ilçesinin sınırları içinde kalan bölge, hâlâ sur duvarlarıyla çevrili olan eski şehir. Burası yoğun olarak yerleşimin, ahşap mimarinin olduğu bir coğrafya.
Geri kalan üç parça Osmanlı döneminde Bilâd-ı selâse (üç belediye) olarak adlandırılır: Üsküdar (içine Kadıköy’ü de alacak şekilde), Eyüp ve Galata-Pera.
Eyüp, kadim bir Müslüman bölgesi, şehrin fethiyle birlikte de dönüştürülmüş, yoğun yerleşim alan bir bölge. Üsküdar da keza öyle. Bu, aslında kısmen bu bir milyonun biraz üzerindeki nüfusun, Galata ve Pera ile birlikte yaşadığı bir kentsel mekân.
Öte yandan Bakırköy tarafına doğru uzandığımız zaman da kısmen bir yerleşim mekânı görürüz ama daha çok askerî amaçlardan ötürü. Tarihsel olarak da bugün baruthane, fişekhane olarak soylulaştırmayla dönüştürülmüş mekânlar da yerleşime açık bölgeler.
Bugünküyle belki tezatlık arz eden şöyle bir durum var. Tabii ki memur-yoğun bir başkent İstanbul. Cumhuriyet'le birlikte kurumların neredeyse çok büyük bir bölümünü Ankara'ya taşıdığımız için, o dönemin memur kenti Dersaadet. Ama bir açıdan da savaş dönemi kapitalizmin çarklarını da hızlıca döndürmeye başladığı için proletaryanın kitleler halinde özellikle Haliç Havzası'nda yoğunlaşmaya başladığı bir kent yapılanması var. Cumhuriyet de o mirası devralacak zaten.
Mülkiyet ilişkilerinin tepetaklak olması aslında Cumhuriyet'le birlikte daha yoğun olarak başlayacak. Onun dışında dediğim gibi bir yoğun olarak memur kenti görünümünde ama görünmeyen emek açısından da işte Dersaadet'te çalışan işçilerinden tutun hamallarına, tersanedeki işçilerden deri tabaklamasına kadar pek çok sanayi kolunu barındıran bir iş bölümü söz konusu. Mütareke’yle birlikte artık sermayenin de, kapitalistin de yavaş yavaş sisteme dahil olmaya başladığını biliyoruz. Dolayısıyla şirketleşmenin özel mülkiyetle birlikte yükselişe geçtiği bir dönemde sermayenin de yavaş yavaş bireylerde de toplanmaya başladığı bir aralığa denk geliyor bu konuştuğumuz dönem.
Bu 1 milyonluk nüfusun etnik kompozisyonu açısından da Rum nüfusun, Ermeni nüfusun, kısmen Yahudi nüfusun da yaşadığı yaklaşık yüzde belki 65'inin Müslüman olduğu bir İstanbul'dan bahsediyoruz.
Bunun mekânlara yansıması da var. Pera ve Galata'nın tarihsel olarak zaten Müslüman olmayan bir bölge olduğunu biliyoruz hepimiz. Bu kısmen Cumhuriyet'in belli dönemlerine kadar da benzer görünüm arz edecek.
Zannedilenin aksine, emeğin üzerinde yükselen bir kent görüntüsü veriyor İstanbul. Savaş bu görüntüyü zaten katmerlendirecek. Yani en basitinden şaşırtıcı oranlardaki çocuk işçiliğin ya da kadınların iş gücüne katılmasının bunda payı var ki ondan önce kadının ismi zaten Osmanlı’da neredeyse yok. Bırakın çalışmayı sokağa çıkması yasak. Ama erkekler cephedeyken üretimin durmaması açısından fabrikalarda çalışmaya başlayacak kadınlar örneğin, bu savaşın ve işgalin birlikte getirdiği bir olgu bir taraftan. O yüzden İstanbul için bir yenilik barındırıyor.
Mübadelenin kendisi nüfus kompozisyonunu çok büyük oranda İstanbul açısından değiştirmemekle birlikte en azından Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi ya da daha sonra 1964'teki yasal düzenlemeye kadarki süreçlerde İstanbul'un kompozisyonunda da çok büyük değişiklikler, en azından etnik kompozisyonunda olmadığını söylememiz mümkün. Dünya görüşü bizim gibi olmayan büyük bir toplam açısından da İstanbul’un kozmopolitliği bir cıvıl cıvıllık, çok renklilik vs. barındırıyor. Ama altını çizmemiz gereken şey sanıyorum, 1912-1922 arasında yaşanan sınıfsal ayrışmanın yoğun olarak görüldüğü “Uzun On Yıl” denen bir dönemde oluşumuz. O yüzden bu bakiye Cumhuriyet’e de bir miras bırakmış, diye düşünüyorum.
Ç.K.: Peki bu işgal, şehrin işgali denilen o süreci çok ana hatlarıyla resmedebilir misin?
K.T.: Ekim sonunda Mütareke imzalanıyor. Kelime kökeni silahların terk edilmesine işaret eder ama tabii ki iki taraflı bir silah bırakma söz konusu değil nihayetinde. Sonuçta savaşta kimlerin yenilip kimlerin yendiğinin belgesi bir taraftan. Hemen ertesi günü yanlış hatırlamıyorsam İttihat ve Terakki Cemiyeti son kongresini toplar. Bir karara varır, örgütü lağvediyoruz, diye.
Bir taraftan da fiili olarak zırhlıların ülkeye gelme süreci Kasım ortasını bulur. Askerî bir işgal söz konusu olan. Bilge Criss'ti zannediyorum, fiili işgal ya da de facto işgal olarak aldandırır bu durumu. Hukuki olarak bunun resmiyete dönüşeceği aşama 1920'nin Mart'ındaki meşhur Şehzadebaşı Baskını’yla gerçekleşecek. Ve aslında o güne kadar görece cılız bir askerî işgal var.
Görece cılız demenin sebebi sayıların bize yavaş yavaş artan bir askerî işgalden bahsediyor oluşu. İngilizler daha yoğun bir biçimde geliyorlar. Fransızlar sayı olarak takip eder İngilizler’i. En düşük sayıda ise İtalyanlar, toplamda 4-5 bini başkente yerleşecek. Bunlar kilit noktaları tabii ki tutmaya başlıyorlar. Kasım 1918'den Mart 1920'ye kadar geçen sürede.
Meclis Mebusan’ın İstanbul'da yani artık çökmekte olan başkentteki ortaya koymaya çalıştığı irade, Mustafa Kemal henüz Anadolu'ya geçmeden önce gözünü ulusal kurtuluşa dikmiş kadroların iradesi vb. ilk 5-6 ay açısından yani işgalin henüz böyle kendini çok diri hissettirmediği zaman açısından ilginç bir döneme denk düşüyor bence. Çünkü kafalarda henüz İstanbul'dan hareketle bir şeyler yapılabileceğini hem ulusal kurtuluşçular hem sosyalist ve komünist kadrolar ve bunların temas ettiği emekçi halkın bir bölümü de düşünüyor. Yani İstanbul bu süreçte gerçekten o kurtuluşa önderlik edebilecek mi sorusu sıklıkla soruluyor.
Mustafa Kemal'in Pera Palas’taki görüşmeleri de bunun dışavurumudur ama arka planda Karakol gibi bir noktadan sonra artık gözünü Ankara'ya diken, dikmek zorunda kalan yeraltı örgütleri söz konusu. Kemalist hareket merkezileştikçe bütün kadrolarını, eski İttihatçılar’ı kendine çekiyor zaten. Ama bunun için sanıyorum 1919'un sonlarını beklememiz gerekiyor.
Yani resmî olarak zaten işgal artık Mart'ın 20'sinde gerçekleştikten sonra “İstanbul'dan bir şey çıkmaz artık” düşüncesi yerleşiklik kazanıyor. Biz artık Anadolu'ya geçiyoruz deniyor. Şehri belki işte bir taktik olarak kuşatma politikasıyla kurtuluşa götüreceğiz kararı; en azından bir, bir buçuk yıl çok net değil. Bu açıdan ilginç geliyordu bana bunu düşünmek hep.
Çünkü edebiyatta da biliyorsunuz Mütareke Dönemi’ni yazan pek çok yazarımız var. Edebî kanonumuzu oluşturmaları açısından çok değerli metinler var. Ama “Sodom ve Gomore”yi ya da işte “Sahnenin Dışındakiler”i, “Biz İnsanlar”ı okuduğumuz zaman çok siyah beyaz bir İstanbul görürüz gerçekten. Yani tamamıyla teslim olmuş, homojen bir biçimde işgal taraftarı, ondan menfaati olanların kaldığı, istifade ettiği bir şehir görüntüsü verir bu metinler. Sadece istifade edenler varsa “bu şehir nasıl yaşıyor, var oluyor?” sorusuna neredeyse hiçbirinde yanıt yok, Kemal Tahir gibi örnekleri tenzih ederek söylüyorum.
Ç.K.: Peki arada şunu sorabilir miyim: Kitaptaki ilginç ve hoş noktalardan bir tanesi, işgal manzaralarına o işgale direnen insan tipleri de ekleniyor. Mesela meşhur Sultanahmet mitingi, Halide Edip'in oradaki konuşması gibi.
Kimdi bu direnenler, nasıl direndiler? O süreç yani “bu işgalden bizim kurtulmamız lazım” fikri nasıl oluşmaya başlıyor, nerelerde oluşmaya başlıyor?
K.T.: Kırılma noktası sanıyorum İzmir'in işgal edilmesi. Yani aslında mitingleri de Sultanahmet mitinglerini de tetikleyen nokta İzmir'in fiilî olarak işgal edilmeye başlanması. Çünkü yüzyıllardır bir arada yaşayan, tırnak içinde kardeşçe yaşayan Rum ve Müslüman ahali birden düşman haline geliyorlar.
Ç.K: Osmanlı coğrafyasını şöyle bir gözünüzün önüne getirebilirseniz eğer; Kuzey Afrika'dan, Yemen Çölü’nden, Balkanlar’dan giderek Anadolu'ya doğru daralmaya başlıyor.Dolayısıyla da biz artık işgal ve savaşlar derken ağırlıklı olarak Anadolu coğrafyasından bahsediyoruz galiba.
K.T.: Anadolu’ya doğru daralmakla birlikte zihinlerdeki soru, “imparatorluk nasıl kurtulacak?” hâlâ. Yani aslında küçülüyor tabii ki ama küçülen bir coğrafyada o görkemli, adı üstünde “Şanlı Osmanlı”nın bekası nasıl sağlanacak sorusuna herkes yanıt aramaya başlıyor. Bu açıdan İzmir'in işgali o işgal karşıtı hareketi tetikleyen kritik noktalardan biri ki işte on binler, yer yer yüz bin üzerindeki sayılar o dönemin bir milyonluk nüfusunu düşünecek olursak önemli. Ve kentsel mekânın en önemli noktalarından biri Sultanahmet dediğimiz mekân. Bugün bize biraz turistik bir mekân gibi geliyor olabilir ama Suriçi'nin en kilit noktalarından biri. Yani bugün örneğin 1 Mayıs'ı Sultanahmet Meydanı’nda kutlayacağız, dersek bu bir anlama gelir ya yüzyıl önce de böyleydi kısmen. Orada bir işgal karşıtı gösteri yapmak ve bunun daha sonra belki işte Üsküdar-Doğancılar tarafında, Kadıköy'de daha yerel mitinglere dönüşmesi kitlelerdeki öfkenin bir dışavurumu. Bunda tabii ki aydınlar, yazarlar, öğretmenler başı çekiyorlar ama genelde 100 yıl öncesine baktığımız zaman gerçekten halk açısından etnik köken ile dinin çok iç içe geçtiği bir dönemde, işgal “dinimiz elden gidiyor” vurgusuna tekabül ediyordu, zannediyorum.
Yani sıradan halk açısından o onur kırıcı olan şey, onca yıldır payitaht olan bir kent nasıl “gavur çizmesi”nin altında ezilir. Evet tam da bu aslında. O yüzden gündelik hayatın pek çok noktasında insanların, hakikaten sıradan halkın, sokakta işte Senegalli asker görmesi ya da işte Sih asker görmesi ya da işte hiç duymadığı dilleri duyması onur kırıcı onlar açısından. Yani Fransızca büyük olasılıkla eğer yolu Pera'ya düşmüşse duymuştur ama o yoğunlukta şehirde duymamıştır. Bunlarla karşı karşıya gelmek o dönemin İstanbul halkı açısından değişik bir manzara gerçekten. Bugün biz de sokaklarda tank paletleriyle başka ülkenin askerlerini görüyor olsak herhalde benzer duygulanımlar içine girebiliriz.
Mitinglerden sonra Anadolu'ya geçişin kitleselleşmeye başladığı ama ulusal kurtuluşçu kadroların bir bölümünün şehirde kaldığı bir dönem yaşayacak İstanbul. Şehirde en azından silah tedarikinden sorumlu olacaklar, kitlelerin Anadolu'ya geçiş sürecini kolaylaştıracak işte Karakol Cemiyeti gibi örgütler yıkılmakta olan başkentle Anadolu arasında bir köprü vazifesi görecek.
Bu noktalarda ilginç etkileşimler var bir taraftan. Emekçi halk da bunun bir parçası. Yani biz yoğun olarak işte Laz takacılar, Kürt hamallar gibi tipolojiler üzerinden açıklamaya çalışıyoruz bunu ama o dönem gerçekten İttihat ve Terakki'den bakiye kadroların bir bölümünün Kemalistleşmesi, bir bölümünün Bolşevik kadrolarla yüzleşerek solculaşmaları ve halka temas etmeye çalışıyor olmaları önemli İstanbul'da. Dolayısıyla Haliç'teki cephane kaçakçılığından tutun, sur dışı bölgede de yani Bakırköy'ün ötesindeki işte Ayamama Deresi'nden Anadolu'ya silah kaçıran bütün sıradan halkın özverisi tabii ki var.
Pera ve Galata başka bir manzara dışavuruyor. Pera organize fuhuşun merkezi. Yani mesela bir Osmanlı tebaası Direklerarası denen, 19. yüzyılda Ramazan eğlencelerinin yapıldığı yerde organize fuhuşun bu derece yükseldiğini görmüştür ve kahrolmuştur zaten. Onur kırıcı bir durum. Sadece Pera açısından bunu düşünmeyelim. Bugünkü Yeldeğirmeni tarafı, Moda'nın bir bölümü.
Ama Pera gerçekten dışavuran yüz açısından en azından bütün işgal kuvvetlerinin kendini çok rahat hissettiği bir bölge. Kadim kozmopolitliği açısından kapıların sonuna kadar açıldığı bir kentsel mekân. Bir taraftan da ama içinde o kurtuluşu arayanların örgütlenme potansiyellerini de daha özgürlükçü bir ortamda bulduğu bir kentsel mekâna tekabül ediyor. Yani Suriçi’ndeki halkın örgütlenmesiyle öncü kadroların Galata ve Pera bölgesinde örgütlenmesi arasında bir paralellik var. Nitel olarak hiç de azımsanamayacak bir örgütlenme Galata ve Pera örgütlenmesi. Bunu da akılda tutmak lazım, diye düşünüyorum.
Ç.K.: Galata ve Pera demişken biraz daha somutlayalım. Özellikle 19. yüzyılın ortalarından itibaren pek çok bankanın şubelerinin açıldığı, uluslararası finans oluşumlarının artık el attığı bir şehre de dönüşmüş durumda İstanbul. Galata ve Pera da bunun odaklarından bir tanesi. Yani uluslararası sermayenin şehirdeki iş birlikçileriyle birlikte buranın kaynaklarına el koyduğu, yağmaladığı bir mekanizma var.
K.T.: Öncelikle, Galata bir liman bölgesi. Yani sadece finansal sermayenin değil, Haliç'le birlikte pek çok metaın da ticaretinin yapıldığı, imparatorluk coğrafyasını hem besleyen hem de ondan beslenen bir bölge. Sosyal bilimciler “yarı-sömürgeleştirilmiş imparatorluk” gibi bir kavramsallaştırma kullanır genellikle. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonraki Osmanlı ve şehirdeki işbirlikçiler açısından İstanbul, merkezî olarak Galata ve Pera'da mütegallibe diyebileceğimiz bir toplamın çöreklendiği bir coğrafya.Sonuçta “kapılar açıldı, hoş geldiniz” diyebilmek için mekânsal olarak zaten orayı tutuyor olmaları lazım ki konsolosluklar bu işlevi görüyor. Zaten o topraklar 19. yüzyılla birlikte satılmış durumda Batı’ya.
Biz İstanbul Rumları’nın büyük bir bölümünün Suriçi’nde yoğun olarak örneğin Fener’de yaşadıklarını düşünürüz. Halbuki, 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte İstanbul Rumları’nın bir bölümü emekçi halk dediğimiz toplamdan kopup ticaret burjuvazisini oluşturmak üzere Galata ve Pera'ya yerleşmeye başlıyorlar. Bu bir olgusal gerçeklik.
1870 Pera Yangını sonrası şehrin o bölümünün tekrardan reorganize olduğu, yapı stoğunun yenilendiği bir evrede yoğun bir orta sınıf Rum toplamın ve hatta işte daha sonra işgalcilerle iş birliği yürütecek bir sermaye sınıfının nüveleri oluşmaya başlıyor. Dolayısıyla o özerk yapı, yani Osmanlı’nın “sur dışı”, padişahın neredeyse “istediğiniz gibi at koşturun” diyeceği bir coğrafya. Bunun avantajını kullanıyor tabii ki işgalciler oraya yerleştiği zaman.
O yüzden işgalle birlikte dışa yansıyan fotoğraf Pera ve Galata açısından Yunan bayraklarının, onun dışında diğer işgalci ülkelerinin bayraklarının bina cephelerinden sarkıtıldığı ve bir noktada artık oradaki yerel gayrimüslim unsurların da “İstanbul böyle de olabiliyormuş” diye zihinlerinde bir şeylerin çaktığı bir âna denk düşüyor. Meseleyi ele alışı sınıfsal perspektiften başka bir yere çeviren, örneğin liberal bir tarih okuması bu duruma şöyle bakıyor:
“Osmanlı bu unsurları çok güzel bir arada tutuyordu.” Buraya bir şerh düşme ihtiyacı hissediyorum hep. Sanıyorum sürekliliğe bakmamız gerekiyor. Yani orada gerçekten etnik kompozisyonun dışında şehri var eden, yani bu mütegalibe dediğimiz katman nüfusa göre çok büyük bir oranda değil. Sadece rengini çalıyor buraya. Onun dışında bütün o finansal işler nasıl dönüyor? Orada bankacılıkta çalışan yüzlerce emekçi var. Grev yapıyorlar işgalle birlikte. Bankalarda da grev yapılıyor. Osmanlı Bankası’nda da. Bunları da hep akılda tutmak lazım. O yüzden şehrin farklı noktaları biraz böyle sanki farklı görünüşler arz ediyor.
Ve bu, tarihsel olarak şehrin bu şekilde bölünmüş olmasıyla da alakalı. İşgal bunu körüklemiş, diyebilirim. Ama her görünüşün içinde karşıtını da düşünmek iyi olur gibi geliyor bana.
Ç.K.: Peki sosyalistlerin, komünistlerin yeri ne? İşgal sürecinde nasıl bir tutum alıyorlar? Kitapta özellikle vurguladığın dört-beş tip hatırlıyorum ben. Bir şekilde yeniden ulusal egemenliği, bağımsızlığı kazanmak doğrultusunda işgale karşı mücadele etmeye çalışan profiller de öne çıkıyor senin anlatında. Bu öne çıkışın temeli, zemini nedir?
K.T.: Şimdi, genelden özele doğru gideyim buna yanıt verirken. İçinde İttihatçı kadroların olduğu tüm ulusal kurtuluşçuların ve tabii ki komünistlerin, sosyalistlerin de olduğu bir toplamı ayrıştırmaya çalıştım. Aslında bütün metin bunun üzerinde akıyor, diyebilirim. Bunun şunu kolaylaştırmasını arzu etmiştim:
İkili düşünmek bence bazen (eğer materyali zenginleştirebiliyorsak) bir sadeleşmeyi de beraberinde getiriyor. Tarihsel olarak o dönemin bütün komünistlerinin, sosyalistlerinin işgal karşıtlığı özelinde doğru safta durduklarını söyleyebilirim.
Bugünden de baktığımız zaman bir ülke işgal edildiğinde, nasıl olursa olsun o ülkenin komünistleri ya da tarihsel olarak o coğrafyayla bir şekilde yolu kesişmiş beynelmilel kadrolar o işgale öyle ya da böyle karşı çıkmak zorundalar. Kimle yan yana düştüğünüz işin teferruatı bir noktadan sonra. Bu öncelikle yurtseverlik dediğimiz şeyin en kritik halkalarından biri. Çünkü tersinden kozmopolitlik, yani “dünya vatandaşıyım” gibi bir kendini tanımlama ister istemez sermayenin tarafında olmanızı zorunlu kılar. Çünkü eşitsizliği körükler kozmopolitizm doğası gereği.
Evet, görev gereği buraya yollanmış kadrolar da var. Kurgusal olarak metne yerleştirmeye çalıştım ama şehirde bulundukları andan itibaren sanki kendi ülkelerindeymiş gibi bu işgal karşıtlığı için ne yapmaları gerekiyorsa onu yapıyorlar. Bunlar yer yer rezonansa giriyor memleketin komünist kadrolarıyla ve emekçi halkı örgütlemeye çalışıyorlar.
Çünkü kurtuluşun yani öncelikli olarak askerî işgalin defedilmesinin yerel unsurlarla gerçekleşebileceğini biliyorlar. Bu şehri memleketliler tanıyor, onların sırtında yükseliyor şehir. Onları örgütlememiz lazım.
O dönem yanı başımızda Ekim Devrimi gerçekleşmiş. İstanbul'un nasıl bir yere evrileceği sorusu Rusya’daki merkezî kadrolar açısından da çok kritik. Daha sonra Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte ya da işte Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasına doğru geçen süreçte tercihler başka bir yere doğru evriliyor. Ama gene daha önce söylediğim, yaklaşık bir buçuk yılın İstanbul açısından barındırdığı muğlaklık buradaki kadroların nasıl davranacağını belirlemiş vaziyette.
Ve Ekim Devrimi’nin büyük bir etkisinin olduğunu İstanbul'u yüz küsur yıl önce yaşayanlar gözlemlemiş. Örneğin, şehre yolu düşmüş denizciler. Bunların büyük bir bölümü hiçbir siyasi görüşe sahip değil, basbayağı depolitize insanlar. Hızlı bir biçimde solculaşıyorlar. Açık bir propagandaya maruz kalıyorlar. Hem işgal karşıtı hem de kurtuluşun toplumsal eşitlikten geçtiği bir propagandaya maruz kalıyorlar.
Diğer taraftan İttihatçı kadroların bir bölümü, spesifik örnek vermek gerekirse Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın bir bölüm kadrosu aslında İttihatçı kökenli daha sonra sosyalist eğilimlere kapılarak partiye katılıyorlar. Bunların bir bölümünün yolu İstanbul'da kesişiyor ve genel olarak bakacak olursak küresel bir komünist ağın o dönem açısından kritik merkezlerinden biri İstanbul. Fotoğrafa memleketin içinden değil de dışarıdan bakacak olursak bu böyle.
Özel olarak şehre yollanan Bolşevik kadrolar siyasal propagandalarını İttihatçılar’a, İstanbul'un yerel halkına, o güne kadar hiç politize olmamış farklı coğrafyalardan gelen beynelmilel denizcilere, sömürge coğrafyalarının askerlerine yapıyorlar. Bu olgu, en azından edebiyatta çok fazla dile getirilmemiş olduğu için bana ilgi çekici geliyordu. Bir taraftan da İstanbul'da potansiyel olarak devrim olabilirdi, diye düşünen insanları hayal etmeye çalıştım. O yüzden de dikkat çekici açıkçası. Ama Anadolu'daki mücadelede mevzi kazanıldıkça buradaki dinamikler de çok fazla değişiyor. En basitinden resmî olarak Sovyetler ve Türkiye Cumhuriyeti diyeceğimiz yapının ilişkileri değişmeye başlıyor. Bunun da İstanbul'a ciddi bir etkisi olacak.
Bir şey daha söyleyeyim. İstanbul'daki bu çok parçalı yapının birlik olamaması bir dezavantaj barındırıyor. Birlik olsaydı ne olurdu, bilemiyorum ama bu çok-etnikli yapı benzer şekilde işçi örgütlenmesine ve komünist harekete de güç kaybettiriyor.
Örneğin, Beynelmilel İşçiler İttihadı merkezinde Rumlar’ın durduğu bir örgüt. Kısmen az sayıda Türk-Müslüman üyeye sahip. Onun dışında Umum Amele Birliği adında bir sendikal yapıdan bahsedeyim. Epey milliyetçi söylemlere sahip. Dolayısıyla işçilerin birliği diyeceğimiz, ulus farkı gözetmeden bakabileceğimiz bir coğrafyadan söz etmek pek mümkün değil. Rumlar’ın ağırlıklı olduğu örgüt kardeşlik için epey çaba sarf ediyor ama sonuç itibariyle Yunan askerleri Anadolu'da işgale giriştiğinde Yunan bayrakları sallanıyor şehirde. Şovenist bir histeri ortaya çıkıyor. Bu açıdan kardeşliği sağlamak o kadar kolay değil. Bu bağlamda, çok parçalı bir işçi sınıfı hareketini de İstanbul açısından söylememiz gerekiyor.
Ç.K.: 1923'e geldiğimizde, artık işgalin son bulduğu evreyle ilgili neler söylemek istersin? Anadolu’da süren, Kuvayi Milliye süreçleriyle belli bir noktaya gelmiş olan bir Kurtuluş Savaşı var. Fransa, İtalya, Ege'ye Yunanistan’ın dahil olmasıyla Britanya aracılığıyla Güneydoğu’dan Batı’ya kadar Anadolu'daki pek çok yer işgal altına girmiş oluyor. Kurtuluş Savaşı belli bir yol kat ediyor ve o işgalcileri kovmaya başlıyor kendi yurdundan. İstanbul’a bunun yansıması nasıl cereyan ediyor?
K.T.: Toplam işgalci kompozisyonuna baktığımız zaman Britanya’nın başı çektiğini görürüz. Fransa epey azdır ona kıyasla. Sayıları çok net hatırlamıyorum ama yaklaşık 60 bin civarı işgal askeri artı bunun sivil, yönetsel kademeleri ve aileleri, diyelim. Kabaca böyle bir sayı vermek mümkün zannediyorum. Bunun yarısından fazlası Britanya’ya ait. 5-6 bin kadarı İtalyan. Dolayısıyla bu, şehrin hangi noktalarının tutulacağına, emperyalistler arasındaki rekabete ve şehrin işgal edilmiş yerlerine de yansıyor. Daha stratejik noktalarda Britanyalılar var örneğin. İtalyanlar işgale bu kadar cılız tutunmuşken, Mustafa Kemal’in hareketiyle en hızlı iş birliği yapmaya eğilim gösteren taraf oluyor. Bunu biliyoruz. Daha sonra Fransızlar tabii ki. Ve senin de söylediğin gibi Britanya Yunanlar’ı bir maşa olarak kullandığı için aslında bir garantör gibi şehre girer. Asıl işgalci Yunanlar dedirtmeye getirecek pervasızlıkta hareket eder. Anadolu'dan gelen haberlerle Suriçi'ndeki, Galata ve Pera bölgesindeki yapılanmanın İtalyanlar ve Fransızlar açısından iyice cılızlaşarak kopmaya başladığını söyleyebiliriz. Bu ne zamana tekabül eder? 1921'in sonu ile 1922 yoğun olarak bu şekilde geçer.
Aslında biliyorsunuz 1923’te gelgitli Lozan görüşmeleri başladığında aslında Saltanat kaldırılmış ve sadece halifeden ibaret bir payitaht var neredeyse. Resmi adı konmamış de facto bir durum var yani. Dolayısıyla bu noktada artık kâğıt üzerinde bir işgalden bahsetmemiz mümkün İstanbul açısından.
Resmî olarak Ekim ayında İstanbul'un kurtuluşu ile birlikte bir anahtar teslimi olacak ama bundan önce masadaki pazarlık gelgitli bir hal alıyor. En azından yönetsel düzlemde bu böyle. ‘20 ve ‘21 1 Mayıs'larında yasaklamalar yer yer söz konusu ama işçi sınıfının kendi hedefleri açısından çok daha politize geçen 1 Mayıs’lardan bahsediyoruz. 1923’ün 1 Mayıs'ından önceki gün pek çok komünist kadro gözaltına alınır. Kutlamalarda dışa yansıyan ulusal kurtuluşu nihayete erdirmiş Kemalist harekete övgüdür.
Öte yandan, ekonomik olarak konut sorunu örneğin ya da işte yangınlarla tarumar edilmiş bir kent var. ’19 ve ‘20’de bu çok şiddetli hissediliyor. ‘22 ve ‘23’te hissedilmediğini söylemek mümkün değil. Kentin zaten kendini toparlaması epey bir süre alacak. Göç vermiyor ama savaştan ötürü yoğun bir erkek nüfus kaybı var.
Bir açıdan da sermayenin İstanbul’a gözlerini dikmesi simgesel olarak Mustafa Kemal'in savaştan bu yana ilk defa 1927'de şehre gelmesiyle de kısmen alakalı. Bu şehri ayağa kaldırmak lazım kararı önemli ve epey bir süre unutulmuş yüzyılların başkentinden bahsediyoruz aslında. Bu, sadece ihanet etmiş eski başkenti “tukaka” ilan etmekten ibaret olamaz.
22'de beynelmilel kadrolar artık şehirde herhangi bir siyasi propaganda yapamayacak haldedir. Uluslararası düzlemde bu karar altına alınır. Bolşevik kadrolar da bu coğrafyadan yavaş yavaş çıkarlar. Bununla birlikte, etnik olarak Türk-Müslüman olmayan toplam sosyalizan bir propaganda yapamayacak şekilde pasifleştirilir. Onlara da başka bir çıkar yolu kalmaz. Bir bölüm gider, bir bölüm kalır. Böyle bir çözülüş süreci yaşıyor İstanbul. Aslında kangren olmuş bir durum.
Ç.K.: Peki, son soru olarak da şunu sorayım. Zengin bir materyalle çalışmış olmalısın. Hem üslubuna nasıl karar verdin hem de içeriği nasıl oluşturdun? Nasıl bir araştırma süreci geçirdin?
K.T.: Mütareke Dönemi’ne dair bir bölümü yıllar önce okuduğum edebî metinler, bir bölümü de kurmaca-dışı eserler vardı. Bunları tekrardan okudum haliyle. Onun dışında ilk defa okuduğum epey belge, tez, yabancı arşiv kaydı oldu. Metnin form olarak bu haline evrilmesini başta niyet etmemiştim açıkçası. Şunu hissettim ama: Yarı-kurmacalaştırarak belli şeyleri daha kolay anlatabileceğimi hissettim. Biraz edebiyatın belki gücü diyebiliriz. Bir şeyi muğlaklaştırdığınız zaman belki şiirde bir imge yoluyla olabilir bu, ya da sinemada görüntünün ne şekilde akacağına karar verdiğinizde, bunların zihinde yarattığı çağrışımlar okuru, izleyiciyi dönüştürebiliyor. Bu formun manzaralar eşliğinde verilebileceğini düşündüm. Tabii ki Nâzım gene öncü oldu bu konuda. İstanbul açısından da böyle bence. Hem Memleketimden İnsan Manzaraları hem Kuvayi Milliye. Ama ilk olarak taslağı yazmaya başladığım zaman aklımda bu şekilde bir anlatım yoktu. Zaten böyle bir yazı deneyimim de yok. Buraya kısmen evrildi. Metni ne şekilde zengin kılabilirim, diye düşündüm.
Farklı toplumsal katmanlardan tipleri koyarsam daha zengin bir resim ortaya çıkar. Bunu da bu şekilde pasajlarla/manzaralarla halledebileceğimi düşündüm. Biraz “kervan yolda dizilir” gibi oldu aslında ki ben çoğunlukla mühendis gibi planlarım. Otururum, yazarım. Bu sefer pek öyle olmadı. O açıdan farklı bir deneyim oldu. Benim açımdan eğlenceli oldu, diyebilirim.
Ç.K: Ne kadar sürdü yazman, yazma sürecin, hazırlığı, okumaların?
K.T.: Zihnimde üç yıldır var bu metin. Bir noktadan sonra okumayı kesmek gerekiyor. Çünkü sürekli yeni bir şey çıkıp sinirleri bozuyor. Sanırım 4-5 ayda taslağı yazdım. Önsözde söylemeye çalıştım. Edebiyatı seviyorum tabii ki ama edebî bir şey üretme derdim yok. Okurları koşullamak istemem ama okuduğunuzdan edebî bir tat alırsanız bu tamamıyla şans eseri olmuş, diyeyim en azından. Bu kitapta böyle bir şeye niyet etmedim. Edebiyat okumalarımın tabii ki etkisi vardır, şehri çokça sevmemin etkisi vardır. Dümdüz yazacak olsaydım eğer, rahatlıkla kurmaca-dışı derdim ama başta söylediğim muğlaklaştırmanın avantajlarını kullandım, sanırım. Nâzım’ın, Mustafa Kemal’in olduğu manzaralarda onların adını koymamak ama okuyan herkesin bunu biliyor olması vb. Dediğin gibi, ne bir tarih kitabı ne de edebî bir metin, “sırat köprüsünde yürümek” gibi “korunaklı” bir alanda konumlandığımı düşünüyorum.
/././
Bir işgalden tablolar -Mehmet Barış-
Kaya Tokmakçıoğlu’nun “Mütareke İstanbulu’ndan Manzaralar’ adlı yeni yayımlanan kitabına dair kimi notlarımı sizlerle paylaşmak istedim.Kaya Tokmakçıoğlu’nun “Mütareke İstanbulu’ndan Manzaralar’ adlı kitabı Yazılama Yayınları’ndan geçtiğimiz Kasım ayında çıktı.
5 Ocak’ta İstanbul Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde Çağrı Kınıkoğlu ile Kaya Tokmakçıoğlu’nun kitap üzerine yaptığı söyleşiye katılma fırsatı buldum.
Yaklaşık iki saat süren bu etkinlikte sevgili Kaya, önce sevgili Çağrı’nın daha sonra da izleyicilerin sorularını yanıtladı. Beslendim, gönendim, göğüs kafesim genişledi. Buradan hareketle yeni yayımlanan kitaba dair kimi notlarımı sizlerle paylaşmak istedim.
Kaya Tokmakçıoğlu’nun “Köle Kul Amele” adlı ilk kitabı “Toplumsal Mücadeleler Tarihi” alt başlığıyla 2020 yılında yine Yazılama Yayınevi’nden çıkmıştı.
Üşenmeden saymıştım, kaynakçada 341 kitap adı vardı (Yazarımız bu kitabında seçilmiş bir kaynakçayı tercih etmiş ve 63 kaynak kitabın adını vermiş).
İlk kitabının arka kapak yazısı, İstanbul için “Roma’yı, Osmanlı’yı, Cumhuriyet’i görmüş kavgamızın şehri. Dolayısıyla yalnızca güzellemelerin değil, uğruna mücadeleler verdiğimiz emeğin de şehri” diyordu.
“Mütareke İstanbulu’ndan Manzaralar”; “İşgal, Menfaat, İrade” alt başlığını taşıyor. Kaya “tarihsel bağlama yerleştirilmiş, yarı belgesel yarı kurmaca özellikler taşıyan bir anlatıyı” tercih etmiş. Çok yerinde bir tercih olmuş bu.
Her öz kendisine uygun olan biçimi çağırır. Uygun seçilen biçim de öze küçük katkılarda bulunur. Öz ve biçim diyalektiğidir bu. Onlar birbirini bütünler. Kirazın rengiyle tadı gibidir bu bütünlük. Kaya, öz-biçim birlikteliğini başarıyla gerçekleştirmiş.
Kitapta önsöz ve öndeyişten sonra 23 metin var.
Bu pasajlarda, “1918-1923 yılları arasında her açıdan altüst olmuş bir şehrin farklı mahallelerindeki manzaralar” çıkıyor karşımıza.
“Kimi manzaralara ikinci, kimilerine üçüncü tekil anlatıcı eşlik ediyor.”
Her manzaranın girişinde “Memleketimden İnsan Manzaraları”ndan ve “Kuvâyi Milliye”den alıntılar var.
Hemen her yazıdan sonra altyazılarla beslenmiş Safiye Sönmez’in çektiği 26 fotoğraf manzarayı besliyor. Bu fotoğraflar ile altyazıları, yüz yıl öncesiyle günümüz İstanbul’u arasındaki paralelliği fark etmemize yardımcı oluyor.
Okur bu paralelliği her yazıda zaten kendiliğinden kuruyor. İşsizlik, yoğun emek sömürüsü, açlık, çocuk işçiler, fuhuş, işkence…
Yazarımız önsözde “Şehrin son yüzyılda deneyimlediği siyasal, iktisadi ve toplumsal değişimi süreklilik ve kopuş diyalektiğini gözeterek anlamlandırmaya çalışmanın, nostaljiye kapılmanın önüne geçip geleceğe de umutla bakmamızı sağlayacağı düşüncesindeyim” diyor. Bu düşüncesini başarıyla gerçekleştiriyor.
“Şehre Veda” başlıklı yazı beni en çok besleyen ve heyecanlandıran yazı oldu. Uzunca bir alıntı olacak, ama bunu yapmazsam kurdeşen dökerim: “Komintern’in Batum, Marsilya, Tunus gibi limanlardan yolladığı kadrolar yanlarında getirdikleri bağlantılarla şehrin küresel komünist ağlara dahil edilmesine katkıda bulunuyor. Şehrin çokkültürlü ve tarihi yapısı Komintern’in kurduğu bağın verimliliğini artırıyor.”
Bu kadrolar Anadolu’da başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı ile etkileşim içindedir.
“Kuzeyden Gelen Heyula” başlıklı yazı da “Şehre Veda” yazısı kadar etkileyici olmuş. “Koğuştaki İrade” başlıklı yazı ve hemen ardından gelen fotoğraf ve altyazısını okuyunca “aşk olsun” diyorum. Aşk olsun sana Kaya Tokmakçıoğlu.
/././
Osmanlı’nın son resimleri bize ne anlatıyor -Fide Lale Durak-
"Cumhuriyet’le kadınların yolu, görevleri sadece bir arzu nesnesinden fazlası olabilmeleri amacıyla açıldı. Kapitalizm o yolu her fırsatta kapamaya çalışıyor."
Dünya son birkaç aydır sanki olduğundan daha hızlı dönüyor. Türkiye'nin de içinde bulunduğu bölgede yaşananlar, gidişatın hayra alâmet olmadığını ve insanlığın giderek daha derin bir bataklığın içinden geçmeye başladığını hissettiriyor. İnsanlık burayı da geçecek diyerek güvenelim elbette ama bu güvenin boş bir umuda değil gerçekçiliğe yaslanabilmesi için, tam da şu sıralar unutturulmaya çalışılan Cumhuriyeti, onun nasıl kurulduğunu ve halka neler kazandırdığını hatırlamamız gerekiyor. Bunu hatırlamalıyız ki keyiflerine göre ya da daha doğru ifadeyle ülkedeki zengin azınlığın çıkarlarına göre yeniden yazılan tarihe ikna olmayalım.
Konumuz sanat olduğu için projektörü buraya çevirip, son Osmanlı Halifesi olarak tarihe geçen ressam Abdülmecid’in resimlerinden yola çıkarak, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş okuması yapabiliriz. Abdülmecid son veliaht olarak, 1922’de saltanat kaldırılıncaya kadar tahta çıkmak için sırasını beklemişti. Önce elinden taht alındı. Ardından, 1924 yılında halifelik de resmen sonlandırılınca bu unvanı da kaybetti. Ama her şeye rağmen halife gibi davranmaya devam edince, yeni Cumhuriyet Abdülmecid ve ailesini İsviçre’ye sürdü. Bir süre sonra Fransa’ya geçerek yaşamının kalanını burada geçirdi. Resimleri, Osmanlı’nın son yıllarında saraydaki yaşama tanıklık etmenin ötesinde ilk elden kaynak oluşturur.
Abdülmecid Efendi’nin başyapıtlarından sayılan Haremde Goethe ve Haremde Beethoven, 1917’de Viyana’da sergilenir. Bir eseriyle de Paris’te Büyük Yıllık sergiye katıldığı bilinir. Abdülmecid’in resimlerinin çoğunda Batı etkisi hissedilir ve amaç da zaten budur. Batı’daki aydınlanma dönemini ıskalayan Osmanlı, modernleşme hamlesinde de geride kaldığının farkındadır. Osmanlı’nın son döneminde Batıcılık, sanatta, kılık kıyafette, kurulan yemek sofralarında etkindir. Özellikle Paris’e eğitime gönderilen sanatçıların, sanatın başkentinden görüp getirdikleri Türkiye resim tarihi için kayda değerdir. Ancak Osmanlı, Batıcılık ile kaçırdığı trene yeniden binmeye çalışırken bir ülke olarak değil bir hanedan olarak hareket etmiştir. Bu sayılan yeniliklerin ya da modernleşme revizyonlarının hiçbiri saray duvarlarının dışına taşmamıştır.
Haremde Beethoven resmi, adından da anlaşıldığı üzere, Beethoven bestesinin harem içinde çalındığı, dinlendiği bir etkinliği gösterir. Kemanı çalan kadın Abdülmecid Efendi’nin ilk eşi olarak bilinen Şehsuvar Kadınefendidir. Kadınlardan önde ayakta duranın ise diğer eşi Mehisti olduğu düşünülür. Sonuçta piyano çalanından dinleyenine tüm kadınlar, haremdeki kadınlardır. Paşa üniforması içinde, bacak bacak üstüne atmış müziği dinleyen kişi Abdülmecid’in kendisidir. Duvarda asılı olan resim, dönemin ünlü Rus ressamı Ayvazovski’ye aittir ve resmin hemen önünde Beethoven’ın büstü, bestenin sahibi olarak durur. Arkada karaltı halinde görünen at üstündeki heykel ise babası Abdülaziz’in gerçek boyutlu heykelidir (Bu heykel şu an Beylerbeyi Sarayı Müzesindedir).
Bütün resim bize şöyle der: “Harem düşündüğünüz gibi bir yer değil. Bizler modern insanlar gibi giyiniyor, müzik yapıyor ve modern resimden keyif alıyoruz.”
Abdülmecid Efendi, 1915, Haremde Beethoven, İstanbul Resim Heykel MüzesiAbdülmecid Efendi, 1918, Haremde Goethe, Ankara Resim Heykel Müzesi
Haremde Goethe resmindeki kadın, ilk resimde keman çalanla aynı kişi, yani Şehsuvar Kadınefendidir. Haremde bir kadın olarak bize, elinde kitabı, sehpada mektupları, ayağındaki alafranga ayakkabıları ve dekolteli kıyafetiyle bir Batılı imajı verir. Abdülmecid, Paris’te ve Viyana’da gezdiği müzelerde gördüğü bazı tablolara bakıp, babası Abdülaziz’in Paris pavyonunda heykellerini sergileyen diğer hükümdarları görüp, ülkeye döndüğünde kendinin at üstünde heykelini yaptırmak istemesi gibi, eşlerinin resmini yapmak istemiş olabilir. Örneğin Madame de Pompadour ve Sarah Bernhardt’ın resimleri ile olan benzerlik gözden kaçmayacak kadar yakındır. Her iki resim de Haremde Goethe’den yaklaşık 150 yıl önce yapıldığı için müzelerde karşısına çıkma ihtimali de oldukça yüksektir.
François Boucher, 1756, Madame de Pompadour, Alte Pinakothek-MünihBoucher’in resminde gördüğümüz Madam Pompadour, Fransız Kralı XV. Louis’in çok sayıdaki metreslerinden en ünlü olanıdır ve saray yönetiminde de ağırlığı oldukça fazladır. Aristokrasiden olmadığı bilinen Madam Pompadour, bu ve benzeri resimleriyle, fiziksel güzelliği ve sosyal becerileriyle elde ettiği konumuna bir saygınlık kazandırmaya çalışmıştır. Şimdinin popüler anlatımıyla söyleyecek olursak; resimlerle amaçlanan bir nevi imaj çalışmasıdır. Boucher, Pompadour’un çok sayıda resmini yapmış ve her birinde ona ideal güzelliği giydirerek, kâh elinde tuttuğu kitapla kâh etrafını saran notalarla (ele almadığımız başka resimlerde görünen), eğlence ve zevk düşkünlüğü ile bilinen Pompadour’u, entelektüel bir zarafetle donatmıştır.
Georges Clairin, 1876, Sarah Bernhardt, Petit Palais-ParisRessam Clairin’in, Sarah Bernhardt portresinde ise kadın imgesi baştan çıkarıcı bir “femme fatale”dir. Aktris Bernhardt, elindeki tüylü yelpazesi, dekoltesiz ama incecik vücudunu sarıp ortaya çıkaran zengin elbisesi, muzip gülüşü ve direk seyirciye diktiği gözleriyle arzu nesnesidir.
Henry Caro-Delvaille, 1902, Güzel KızEle aldığımız resimlere kıyasla daha yakın zamanda yapılan Güzel Kız resmiyle Haremde Goethe arasındaki benzerlik de dikkat çekicidir. Abdülmecid’in bu görselleri, hocası Bareilles’in abonesi olduğu Figaro İllustré, Figaro-Salon gibi dergilerde görmüş olabileceği düşünülür.1
Caro-Delvaille’in resminde yine gözlerini bize dikmiş bir kadın, davetkârlığını artıracak bir biçimde kollarını kaldırmış ve bu hareketini nedenselleştirmek ister gibi boynundaki inci kolyesine elini geçirmiş, oynamaktadır. Kolye ile oynamak, flörtöz bir hareket olarak işlenir ve güzel kadın imajını pekiştirir. Bu defa kadının entelektüelliğinden ziyade güzelliğine odaklanma amaçlandığı için okunan kitap da bir köşeye atılmıştır.
Şehsuvar’ın portresi bu resimlerin ortalamasıdır. Bir yandan elinde orijinal dilinde Faust’u tutarken bir yandan da haremde olduğunu hatırlatırcasına oynadığı incileriyle gözünü bize diken, Almanca okuyabilen, Batının enstrümanlarını çalan ama görevi sadece arzu yaratmak olan bir Osmanlı kadın imgesi oluşturulur. Abdülmecid’in amacı ideolojiktir.
Sonuçta Haremde Goethe, Osmanlı’nın imaj çalışmasının bir parçasıdır. Sarayda yaratılan Batı taklidi modernleşmenin halkın yaşadığı sokağa uğramadığı, resimlerin, heykellerin saray duvarlarının dışına çıkmadığı, ne zenginlik varsa Osmanlı hanedanının sahip olduğu bir düzenden Cumhuriyetle kurtulduk. Cumhuriyetle birlikte sarayın içindeki resimler dışarı çıkartıldı ve İstanbul Resim Heykel Müzesi kuruldu. Bu halkın bir kazanımıydı.
Kadınlar da Cumhuriyetle kazanmıştı. Abdülmecid’in İsviçre’ye sürgün gönderilirken treninin sınır kapısında durduruldu ve çok eşlilik kabul edilmediği için İsviçre’ye alınmak istenmediği unutulmamalıdır.2 Cumhuriyet’le kadınların yolu, görevleri sadece bir arzu nesnesinden fazlası olabilmeleri amacıyla açıldı. Kapitalizm o yolu her fırsatta kapamaya çalışıyor.
Panzehir Osmanlının yenisinde ya da eskisinde değil, eşit bir Cumhuriyeti yeniden hep birlikte kurmakta.
- 1.https://www.unlimitedrag.com/post/modern-harem-kadinin-uretilisi.
- 2.https://tr.wikipedia.org/wiki/Abdülmecid_Efendi.
Ne hatırlıyorum? Bir çok şey…
Ama mesela üstünden oldukça uzun zaman geçmiş bir günden de şunu hatırlıyorum: Komşumuz ölmüş, Refik amca! Emekli öğretmen, emekli olmasına rağmen kravatını ve takım elbisesini çıkarmayan oyuncakçı Refik dede. Ben oldukça çocuğum. Hayata gözümü yeni açmış değilim ama dünyayı yeni yeni tanıyorum, artısıyla eksisiyle, sağıyla ve soluyla.
İşte bir yaz akşamüstünde, balkonda oynarken haberi gelmişti Refik amcanın. Oyuncak dükkanında yığılıvermişti: “kalp krizi” sözünü hatırlıyorum o günden ilk ve de 57 yaşında olduğunu. “İyi yaşamış!” demişlerdi o gün büyükler. Beyaz düşmüş saçları ve kırlaşmış bıyıklarıyla bana da öyle görünmüştü. Yeterince yaşamış, yeterince yaşlanmış… Ölmeyi bekleyecek, belki de hakedecek kadar. Çocuk aklı işte.
Evet, o zamanlar Türkiye’de beklenen yaşam süresi de o kadardı zaten. Neredeyse yarım asır önce. Bugünkü emeklilik yaşını yani 65’i bulan, fazladan gani gani yaşamış sayılıyordu. 90’ınını bulan neredeyse hiç yoktu, 80’inini geçen ise yüzyıl yaşamış muamelesi görüyordu “Nine sen Atatürk’ü gördün mü?” soruları arasında. Ve genellikle oldukça titrek ve yorgun bir sesle verilen “evet torunum, istasyonun orada fötr şapkasını sallamıştı bize” yanıtıyla. Büyülü zamanlardı, her çocukluk gibi.
Sonra hayat uzadı, ölüm biraz daha öteye uzaklaştı. Ama öyle durup dururken değil. Dünya “zenginleşti”, Türkiye “zenginleşti”. Ama öyle birden bire ve kendiliğinden değil: daha çok kişi eğitim aldı, daha çok kişi vasıf edindi, daha çok kişi üretim sürecine katıldı, daha çok kişi kentlere yığıldı; hayat zorluklarına rağmen milyonlar için geçmişe göre daha “konforlu” hale geldi. Bir başka şekilde söylersek sermaye ve emek tüm dünyayı değiştirmeye devam etti: milyonlarca yeni “üretici güç” katıldı her yıl üretim bandına; yollar, araçlar, binalar, yiyecekler ve giyecekler gibi milyonlarca yeni ihtiyaçla birlikte. Binlerce yeni teknoloji ortaya çıktı; ilaçlar, internet, görüntüleme ve iletişim araçları gibi binlerce yeni olanakla birlikte.
Evet, bunların bileşke çıktılarından birisi olarak da dünyada ve Türkiye’de ortalama yaşam uzadı. Her şeyden önce üretim sürecinin genişlemesi, çeşitlenmesi ve iki ana toplumsal sınıf arasındaki kimi zaman gönüllü kimi zaman da mecburi itiş kakış ile. Türkiye’de ortalama yaşam süresi 80’e dayandı ve kadınlarda ise oraları çoktan geçti (evet, kadınlar daha uzun yaşıyor, her yaşam döneminde; toplamda ise en az altı yıl fark atıyorlar erkeklere).
Peki sonuç ne?
Hayatın her alanına yayılan bir çok sonucu var ortalama yaşam süresinin uzamasının. Hatta devrim arayışını, ihtiyacını erteleyen bir etkisi bile var. Ciddi bir etki bu! Öyle yabana atılacak cinsten değil; tartışılmalı. Ama ben oralara girmeyeceğim şimdi. Hepimizin çevresinde ufaktan farkettiği ama herkesin de kendi felaketini yaşadığı bir başka temel sonuca değineceğim, güzel ve hüzünlü bir film üzerinden…
Belki çoktan izlemişsinizdir başrolünde Anthony Hopkins’in oynadığı, yönetmen Florian Zeller’in Baba (The Father, 2020) filmini. Pandemi dönemine denk geldi, biraz gürültüye gitmiş olabilir ama usta işi bir oyunculuk, oldukça içeriden yazılmış iyi senaryosu ile bir kaosu ince ince işliyordu film. Pandemi öncesinde ise ses getiren bir tiyatro oyunuymuş zaten, sahneden beyaz perdeye aksetmiş.
Bir kaos derken 80 yaşındaki baba Anthony ile ona bakıcı bulmaya, bulduğu bakıcı adaylarını kabul ettirmeye ve bu arada da hayatını tutmaya, yoluna koymaya çalışan kızı Anne (Olivia Colman) arasında geçiyor film. Bir kesit, bir süreç olarak baba Anthony’in zihnine ortak ediyor izleyiciyi. Unutan, karıştıran, dumura uğrayan, korkan, afallayan zihnine.
Tüm duygu ve düşüncelerimizin ortaya çıktığı, hatıralarımızın, görüp geçirdiklerimizin işlendiği organımız, beyin yıprandığında ne olur? Yaşlandıkça kalbimiz tekler, kemiklerimiz erir, kaslarımız zayıflar, derimiz kırış kırış olur. Ya beynimiz? Beynimiz kırış kırış olunca neler olur, neler yaşarız? Nasıl yaşarız?
Belki tuhaf gelecek ama kırış kırış bir beyin, kırış kırış bir cilt gibi değil mesela. Evet, yaşlanmış bir cilt, genç ve diri bir cilde göre daha hassastır, daha geçirgendir ve daha az koruyucudur. Ama beyin öyle değil; daha doğrusu beynin ana işlevi olan zihin öyle değil: kırış kırış bir beyin aynı zamanda yılları damıtmış, çok şeyler görüp geçirmiş bir zihindir. Neyin ne olduğunu, neyin nereye varacağını, varabileceğini bilebilir; sezgileri daha güçlüdür, öngörüleri daha isabetli olabilir. İnsan yaşlandıkça akıllanabilir; belki… Zaten insana belki de dinç bir beden ve deneyimli, görmüş geçirmiş, tok bir zihin lazım. İkisi zamanlama olarak keşke bir arada olabilse… Ama dinç olunca akıl olmuyor, uçuyor, zıplıyor, zamanı har vurup harman savuruyor; görmüşlük, geçirmişlik ve anlama zamanı gelince de geriye az bir dinçlik kalıyor.
Neyse, biz konumuza dönelim: Nasıl bir zihindir filmdeki baba Anthony’nin zihni? Aslında her şey yerinde gibidir: görmekte, duymakta, rahat uyumakta, eli kolu tutmaktadır. Hatırlamakta, kendini rahat ifade etmekte ve hatta yeri geldiğinde hafifçe dans edip nüktedan espriler bile yapabilmektedir. Ama tüm bunlar dolanmış kablolar gibidir: geçmiş, gelecek, bugün ve yüzler, insanlar, eşyalar farklı hatlarla birbirine bağlanmış gibidir. Kızının ölümünü hatırlamamakta ve halen sitem ederek ondan bir haber beklemektedir. Kapıdan gireni ve hatta kapıları, odaları, evleri bile başka yaşamakta, karşısında daha önce hiç görmediği bir damat görünce şaşırıp kalmaktadır.
Ve tüm bunların içinde olan biteni anlamakta zorluk çekmektedir baba Anthony. Saatini banyoya saklayıp bakıcı tarafından çalındığına kanaat getirmektedir. Evinde midir nerededir tam bilememektedir. Bir sabah uyandığında eşyalarının paket paket gittiğini keşfetmektedir. Eli kolu tutarken ve de aklı başındayken kızının neden bir bakıcıda direttiğini ise anlamamaktadır.
Baba’nın yakınlarına düşen ise zihindeki kaos gibi bir karmaşa, hayat karmaşası olmaktadır. Şaşkınlık, yorgunluk, suçluluk, üzüntü, tükenmişlik ve kabullenemeyişin içiçe geçtiği bir karmaşadır bu. Zaten böylesi bir karmaşada kardeşler birbirine düşer, torunlar birbirine bilenir, bakıcılar çeker gider, zaten böyle bir kaosu kim çekecektir ki! Mecburen çekecekler dışında… Kendileri de yaşlanmakta olan kızları, oğulları bekleyen yalnızlık ve çaresizliktir. Film tüm bunları incelikle ve çok da içeriden yaşatarak işler.
Yaşam süresinin uzamasının Türkiye için sonuçlarından bir tanesi de işte Hopkins’in çok içeriden bir oyunculukla bizlere de yaşattığı bunamanın, yani demansın artıyor olması. Ve bu artış burada da durmayacak; artış eğilimimin henüz başlarında sayılabiliriz ve önümüzdeki 30 yılda daha da artacak demans. 2050’ye vardığımızda şimdi 40’lı yaşlarında olan her on kişiden biri bir çok şeyi unutmuş olacak. Daha ileri yaşlarda ise daha yüksek bir olasılık karşılayacak bizleri. Eh, artık 90’lı yaşları geçmenin kapısı da aralandığına göre o yaşlara varanların yarısı demans olacak. Tabii ki yeni ve köklü ilaçlar, tedaviler çıkmazsa. Bir nevi bir başka salgın daha yaşıyor olacağız.
Hazırlıklı mıyız peki?
Filmin sonunda kendini bakımevinin penceresinde bulan Anthony gibiyiz belki de. Dışarıya bakıyor ve tanımakta zorlandığımız, sık sık dumura uğradığımız bir dünya görüyoruz. Çoktan değişmiş ve de haberimizin bile olmadığı….
İnsanın Refik amca kuşağı olmak belki de daha iyiydi diyesi geliyor, sonunu bilmediğimiz ama kırışmış bir zihinle yaşamak zorunda kalmadığımız bir dünyayı düşününce.
Karışan bir dünyada yaşayıp göreceğiz. Hep birlikte.
/././
Vatandaşın hakkından Reis'in lütfuna: Sağlığa erişim nasıl sessiz sedasız paralı hale getirildi?-İrem Yıldırım-
GSS prim borcu olanların da sağlık hizmetlerinden yararlanmasını sağlayan süre uzatma düzenlemesi bu sene yapılmadı. Normalde 7 liraya olunan muayeneler artık 350 lira, tetkik fiyatları değişiyor.
32 yaşındaki Bağ-Kur'lu bir emekçi olan Talat Balkanlı hastaneye girdiğinde randevu saati yaklaşıyordu.
Her zaman olduğu gibi önce koşar adımlarla vezneye gitti, muayene ücretini ödeyecekti.
Kaydını yaptırdığı sırada veznedeki görevli “ödemeniz var” dedi. Normalde zaten ödediği muayene ücreti olan 7 lirayı ödeyecekti, biliyordu, ancak “bu her zaman ödediğiniz tutar değil artık” cümlesiyle karşı karşıya kaldı.
“İstisna kapsamında alınan ödemeler artık sona erdi. Normal muayene ücreti alacağız” deyince görevli, “Ne kadar?” diye sordu.
Devlet hastanesinde Kulak Burun Boğaz bölümü için devletin belirlediği 350 liralık ücretin alınacağını söylediler.
Neyin değiştiğini sorduğunda yanıttan Bağ-kur prim borcu çıktı. Genel Sağlık Sigortası (GSS) ve Bağ-kur prim borçlarının Cumhurbaşkanı imzasıyla ertelenmesine ilişkin bir karar veriliyordu her yıl. Bu yıl o karar verilmemişti.
Görevli, Sosyal Güvenlik Kurumu’na bağlı Çalışma Hayatı İletişim Merkezi yani “Alo 170” hattını aramasını önerdi.
Açtığı telefondaki görevliye hangi yönetmeliğe, yönergeye göre böyle bir karar alındığını sorduğunda Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle sürecin 3 Aralık 2023’te başladığını 31 Aralık 2024’te de sona erdiğini öğrendi.
GSS aldatmacası sağlığa erişimin önüne parayla engel oldu
Alo 170 hattındaki görevli, “Yeni bir Cumhurbaşkanlığı kararı çıkana kadar, 2 aydan fazla prim borcu olan herkes bu duruma maruz kalacak” dedi. 4A’lı yani maaşlı çalışanların işvereni ödemezse, prim borcunu ödemeyen Bağ-Kur’luysa ve işsizse de bu durumla yüz yüze kalınacak. Yani sağlık hizmetlerini alabilmek için olmazsa olmaz; para ödemek.
Ödeme tutarları her hastanede, her bölümde, her işlemde değişiyor.
Örneğin görüntüleme ücretleri 910 lira tutuyor. Kan tahlili, MR işlemi, test ve tetkiklerin hepsi paralı.
2025 yılında işsiz bir vatandaşın sağlık hizmetinden yararlanabilmesi için devlete her ay ödemesi gereken GSS sağlık sigortası ücreti 781,04 TL oldu.
Bağ-Kur’lular için de 2025 yılında en düşük prim ücreti 7 bin 735 TL oldu. İki ay üst üste ödeme yapmazsa bu sefer işlem başına ücret alınacak.
Tüm bu ödemeleri yapmama yolu olarak devletin tanıdığı tek hak gelir testinden geçmek. Onunsa şartları yoksulluk, açlık sınırı ötesinde. Örneğin işsizlik maaşı alıyorsan yine yararlanamadığın bir tablo çıkıyor ortaya.
Yapılan tüm ayrıntılı incelemelerin ardından aile içindeki bireylere düşen aylık gelir tutarı, güncel prime esas kazancın alt sınırının üçte birinden az olması hâlinde aile bireyleri ve bakmakla yükümlü oldukları kişiler Genel Sağlık Sigortası kapsamında değerlendirilebilir ancak.
Bunun dışındaki tüm şartlarda gereken ödemeler yapılmalı. Tabii bir istisna daha var: Cumhurbaşkanının kararıyla bu sene de ertelenmesi…
Tıpkı asgari ücret zammında ya da emekli maaşlarında yıllardır yapıldığı gibi… Doğalgaz zamlarına karşı tepkiler çok yükseldiğinde Erdoğan müdahale etmiş, birkaç ay indirimli faturalar gelmişti. Aslında zam yapılmış ama tepkiler Erdoğan’ın hamlesiyle sönümlenmişti. Kaybedilen haklar bakiydi.
GSS'nin başımıza ördüğü çorap
Türkiye emekçilerinde “Hak verilmez alınır” yaygın bir kanıydı, çünkü yıllarca mücadele sonucu pek çok hak edindiler. Ancak yeni Türkiye’de edinilen haklar da hak olmaktan çıktı.
Genel Sağlık Sigortası denilen şey aslında emekçilerden çalınan bir haktı.
“Herkes sigortalı oldu” aldatmacası olan GSS uygulanışının 16'ncı yılında yani 2024'te 8 milyondan fazla kişiye borç çıkardı.
AKP, büyük "reform" olarak sunduğu Genel Sağlık Sigortası'nı 2008'de gündeme getirdi. Kamuoyundaki tepkiler nedeniyle 3,5 yıl ertelemek zorunda kaldı, 1 Ocak 2012 günü devreye soktu.
Aile içinde kişi başına geliri asgari ücretin üçte birinin altında olduğu tespit edilenlerin GSS'si devlet tarafından ödeniyor. Üçte birine eşit veya üzerinde olduğu tespit edilenler prim ödemek zorunda kalıyor.
Güncel verilere göre primleri devlet tarafından ödenenlerin sayısı 6,1 milyon. Primlerini kendi ödeyen sigortalıların sayısıysa 2 milyon.
Örneğin son 10 yıldır asgari ücretin altında kazanan ya da kayıt dışı çalışan birine 18 bin lira GSS prim borcu çıkarılıyor.
Yani hem kayıt dışı çalışanlar, asgari ücretin altında çalışanlar, BAĞKUR’lular, işsizler sağlık hizmetinden bu sistemin bir sonucu olarak mahrum kalmaya mecbur.
Ayrıca muayene olan hastayı eczaneye gittiğinde kötü bir sürpriz bekliyor. İlaçlar ücretli. Ayrıca cebinizden 14 kalem katkı–katılım payı ve ilave ücret ödemek zorundasınız.
Halbuki GSS prim gelirleri, bu kapsamda sağlanan sağlık hizmetlerini karşılıyor hatta fazla veriyor.
Halen lise ve dengi öğrenim gören gençler 20 yaşına; üniversite öğrenimi görenler ise 25 yaşına kadar aileleri üzerinden sağlık hizmeti alabiliyorlar.
Okulu bitirdikleri ve bu yaş sınırlarını aştıkları andan itibaren ise işsiz olsalar bile ailelerinin ekonomik durumuna göre GSS primi ödemek zorunda kalıyorlar.
Ne kadar prim ödeyeceklerinin belirlenebilmesi için de gelir testine girmeleri gerekiyor. Gelir testi yaptırmamış olanlar ise otomatik olarak en yüksek rakamdan prim borçlusu durumuna düşüyor. Bu düzenleme dolayısıyla, tamamına yakını gençlerden oluşan 8 milyonu aşkın kişi borçlu durumunda.
Genel Sağlık Sigortası aslında 1976 yılından beri hayata geçirilmek istenen bir sistem. Dünyada sağlığın piyasalaştırıldığı ülkelerde uygulanıyor.
Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirildiği, koruyucu sağlık hizmetlerinin öne çıkarıldığı, yurttaşlarının hastalanmasını engelleyen ülkelerde ise yok. Yani vatandaşın hastalanmasını engellemek yerine, hasta olanların tedavisini parayla yapmayı hedefleyen bir sistem GSS.
Bu sistemle vatandaşlar önce hasta olacaklar sonra kamu ya da özel sektörde tedavi olacaklar. Böylelikle sağlık piyasalaşmış, para ve kazanç getiren bir iş olmuş olacak.
/././
Gazipaşa Selinus sahilindeki otel projesi iptal, Koru sahiline 3 ayrı otel kararı -Yusuf Yavuz-
AKP’nin logosu olan ampulün mucidi olduğunu öne süren turizmci Adil Üstündağ’ın Antalya Gazipaşa’da yapmak istediği 2508 yataklı otel projesinin ÇED süreci iptal edildi.Antalya’nın Gazipaşa ilçesinde turizmci Adil Üstündağ tarafından yapılması planlanan 2508 yatak kapasiteli 5 yıldızlı ‘The Green Park Gazipaşa’ adını taşıyan otel projesinin ÇED süreci Bakanlık tarafından sonlandırıldı. Korunan alan vasfındaki sahilde devasa bir beton kütle yaratacağı eleştirilerine neden olan otel projesiyle ilgili ÇED başvuru dosyasında flora ve fauna konusundaki eksikliklerin giderilmesi için 8 Ocak 2024 tarihinde firmaya bir yıl süre verilmişti. Ancak Gazipaşa Hepimizin Platformu’nun projeyle ilgili İDK toplantısında yaptığı itirazlar üzerine gündeme gelen eksikliklerin 1 yıllık süresi içinde giderilmediğini tespit eden Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, Selinus sahilinde yapılması planlanan ilçenin ilk 5 yıldızlı otel projesinin ÇED sürecinin sonlandırılarak iptal edildiğini açıkladı.Antalya’nın doğusunda bulunan Gazipaşa ilçesi, kentin betonlaşmadan büyük ölçüde korunabilmiş son kıyılarını barındırıyor. Bir turizm kenti olan Antalya’da İspanya’nın toplamından çok daha fazla 5 yıldızlı otel bulunuyor. Kitle turizminin yarattığı yıkımın göz ardı edildiği kentte, havaalanından giriş yapan yolcuların sayısına göre yapılan ‘rekor’ açıklamalarının turizmdeki sorunların üzerini örtmeye yönelik olduğu eleştirileri de gündemde.
Antalya’nın son kıyıları da betonlaşma tehdidi altında
Gazipaşa’nın bitişiğindeki Alanya ilçesinde sahillerde neredeyse betonlaşmamış bir alan kalmadı. Gazipaşa’da koruma altında bulunan ve batıdan doğuya doğru sıralanan Kâhyalar, Selinus (Kızılin) ve Koru adında toplam 3 ayrı sahil bulunuyor. Doğal sit olan bu sahillerin uzunluğu yaklaşık 2 kilometre civarında ve denizel ve karasal ekosistem için çok önemli habitatlar barındırıyor. Nesli tehlike altındaki Akdeniz fokları ile Caretta caretta türü deniz kaplumbağalarının yuvalama ve yaşam alanı olan bu bölgedeki sahillerin 5 yıldızlı otellere açılması için uzun süredir girişimler sürüyor.
Halktan parsel parsel arazi toplayıp imar planı yaptırıldı
Gazipaşa’da halkı tarım yaptığı sahilin gerisindeki araziler, parça parça toplanarak 50 bin metrekarenin üzerinde turizm parselleri oluşturuldu. Bu uygulamanın küçük ölçekli turizm faaliyeti yapmanın önünde engel olduğu eleştirileri gündeme gelse de, dışarıdan gelen büyük şirketler ilçe halkının arazilerinin yeni sahipleri oldular. Bu bölgedeki arazilerde İmar Kanunu gereği zorunlu olan 18 uygulaması sırasında ilçe ve büyükşehir belediyelerine çok sayıda itiraz geldi. Ancak planlama süreci yatırımcıların beklentisine uygun olarak sonuçlandı.
Türkiye depremle sarsılırken otel için ÇED toplantısı yapıldı
AKP’nin logosu olan ampulün mucidi olduğunu açıklamasıyla gündeme gelen iş insanı Adil Üstündağ, Gazipaşa sahilinde otel yapmak isteyen ilk büyük yatırımcı oldu. Üstündağ, Selinus sahilinde topladığı parsellerde 2508 yatak kapasiteli bir otel inşa etmek için kolları sıvadı. Türkiye 6 Şubat 2023 depreminin yarattığı yıkımla sarsılırken, ‘The Green Park Gazipaşa’ adıyla yapılması planlanan 5 yıldızlı otel projesi için, depremden iki gün sonra, 8 Şubat 2023 tarihinde ÇED toplantısı yapılması tepkiyle karşılanmıştı.
Platform üyeleri Ankara’ya giderek itirazlarını sundu
Otel projesiyle ilgili ÇED süreci devam ederken, Gazipaşa’da yaşayan vatandaşların oluşturduğu Gazipaşa Hepimizin Platformu, konuyla ilgili çekinceleri ve proje dosyasındaki hataları gündeme getirdi. Konuyla ilgili çelişkileri her fırsatta kamuoyu ile paylaşan Platform temsilcileri, 8 Ocak 2024 tarihinde Ankara’da Bakanlık’ta yapılan İDK toplantısında da itirazlarını sunmuştu.
Şirkete önce süre verildi, ardından iptal edildi
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, korunan alan niteliğindeki bölgede uygulanması planlanan proje için hazırlanan ÇED dosyasında flora ve fauna üzerinde projenin etkilerinin ne olacağı yönündeki değerlendirmelerin eksik olması ve yapılan diğer itirazları da göz ününe alarak ÇED sürecini durdurdu. Bakanlık, proje sahibi Yeşilyurt İnşaat ve Turizm A.Ş.’ne söz konsu eksikliklerin giderilmesi için 1 yıl süre tanıdı. Ancak bu süre içinde şirketin eksikleri gidermediği görülünce ÇED süreci tümüyle sonlandırılarak iptal edildi.
Proje sahibi şirket eksikleri giderip ek süre istemedi
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Çevresel Etki Değerlendirmesi, İzin ve Denetim Genel Müdürlüğünün 10 Ocak 2025 tarihli kararında, “Projenin danışman firması olan Adadem Çevre Mühendislik Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti. tarafından 08.01.2025 tarihine kadar Bakanlığımıza sunulması gereken ÇED Raporu sunulmamış ve herhangi ek süre talebinde de bulunulmamış olup ‘The Green Park Gazipaşa Otel’ projesinin ÇED süreci sonlandırılmıştır” ifadelerine yer verildi.
Bakanlık açıkladı: Gazipaşa’daki otel projesi iptal edildi
Bakanlığın iptal gerekçeleri arasında, “Kurum görüşlerinde belirtilen düzeltmelerin, IDK da dile gelen ek flora fauna çalışmalarının yapılması, Kümülatif Etki Değerlendirmesi Raporunun, Paydaş Katılım Planı Raporunun revize edilmesi, Hava Modelleme çalışmasının yapılması, Kültür ve Turizm Bakanlığının görüşleri kapsamında projedeki yatak kapasitesinin azalacak olması sebebi ile rapordaki tüm hesaplamaların bu kapsamda güncellenmesi” için verilen süre içerisinde şirket tarafından hiçbir düzeltme ve güncelleme yapılmaması yer alıyor. Bakanlığın iptal kararı bugün elektronik ÇED duyuru sistemi üzerinden de kamuoyuna duyurularak “The Green Park Gazipaşa Otel projesi iptal edilmiştir” denildi.
Gazipaşa sahilinde alınan son kararla kesin korunacak alan ilan edilen parsellerKorunan alan vasıflı sahilde kasaba büyüklüğünde otel
Korunan alanın gerisindeki 51.260,08 m2’lik alana yayılacak olan otel projesi kapsamında toplam 7 restoran, 2 pastane, 13 adet mağaza 1 ibadethane ile SPA merkezi, düğün salonu, konferans ve gösteri salonu, çocuk oyun parkı, açık ve kapalı yüzme havuzları gibi ünitelerin inşa edilmesi planlanan otel projesi kapsamında ayrıca spor salonları, eğlence merkezi, diskotek ve kapalı otopark yapılması planlanıyordu. Projenin bulunduğu mahalleden çok daha fazla bir nüfusu barındırması planlanan otel projesinin yaratacağı altyapı ve çevre sorunları sıklıkla gündeme gelirken, Gazipaşa Belediye Başkanı Mehmet Ali Yılmaz, bu çekinceleri dile getiren Platform üyeleriyle ilgili ayrıştırıcı bir üslupla ‘Platformcular’ ifadesini kullanmıştı.
Selinus’ta iptal, Koru sahilinde 3 ayrı otel kararı
Gazipaşa’daki Koru sahili de 3 ayrı otel projesiyle gündemde. Hazine ve TOKİ’ye ait parsellerin Rizeli iş insanı Süleyman Ekşi ve ailesine ait AHES GYO şirketine tahsis edilmesiyle Koru sahilinde toplam 2100 yatak kapasiteli 3 ayrı otel projesi gündeme geldi. Proje kapsamında Koru sahilinde 6 metrelik derin kazı yapılması planlanıyor. Korunan alan vasıfları göz ardı edilen sahilin yaklaşık yarısının otel projesiyle kaplanacak olması endişe yaratıyor. Türkiye’nin uluslararası sözleşmeler ve ulusal mevzuat kapsamında koruması gereken alanlar arasında yer alan Koru sahilindeki otel projeleri için ÇED süreci 25 Aralık 2024 tarihinde başladı. Yönetmelik gereği önümüzdeki günlerde projelerle ilgili ÇED toplantısı yapılması bekleniyor.
/././
TEİAŞ'ta özelleştirme ısrarı: 'Yalnızca fiyat artışı olmaz büyük bir kriz yaşanır'-Aslı İnanmışık-
Üretimle tüketim arasındaki bağı kuran, santral açma-kapatma yetkisine sahip TEİAŞ, elektrik sisteminin kalbi. Özelleştirilmesi, daha önce yaşamadığımız büyük ölçekli sıkıntılara yol açabilir.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'na bağlı Türkiye Elektrik İletim A.Ş. (TEİAŞ) 2021 yılında özelleştirme kapsamına alındı. İşlemlerin 1,5 yıl içerisinde de tamamlanacağı söylendi. 2022 sonunda Resmi Gazete’de yayınlanmadan kararın Cumhurbaşkanı inisiyatifiyle ertelendiği iddiaları ortaya atıldı.
Elektrik Mühendisleri Odası (EMO), iddialar üzerine konuyu Cumhurbaşkanlığına sordu. Gelen yanıtta kararın "2024 sonuna kadar ertelendiği" yazıyordu.
Geçtiğimiz haftalarda aynı şekilde özelleştirme kararının bir kez daha, bu kez 2026 sonuna kadar ertelendiği söylentisi yayıldı. EMO yine Cumhurbaşkanlığı'na resmi yazıyla durumu sormaya hazırlanırken, CHP milletvekili Deniz Yavuzyılmaz'ın paylaştığı bir yazı üzerinden konunun doğru olduğunu tespit etti.
'Özelleştirmenin tetikleyeceği zam dalgası bir tsunamiye dönüşür'
Öncelikle TEİAŞ'ın özelleştirme kararının ertelenmesinin Resmi Gazete’de yayımlanmamasını sorgulayan EMO, geçtiğimiz günlerde bir açıklama yaparak "TEİAŞ'ta özelleştirme ısrarını sürdürmeyin" dedi.
Özelleştirme sonrası TEİAŞ'ın "gelir ihtiyacı"nın yurttaşlar tarafından karşılanmasının mümkün olamayacağı ifade edildi, "Bu özelleştirmenin tetikleyeceği zam dalgası bir tsunamiye dönüşür" denildi. EMO şöyle uyarı yaptı:
"Enerjinin ucuz, kaliteli ve sürekli olarak sağlanmasını teminat altına almak için elektrik alanında üretimden dağıtıma kadar tüm süreçleri yönetecek dikey entegre bir kamu tekeli yeniden kurulmalıdır. Kamu kaynaklarının sonu belirsiz bir biçimde özel sektöre transfer edilmesine artık son verilmelidir."
'TEİAŞ belki de Türkiye'nin en önemli kurumu, elektrik sisteminin kalbi'
soL’a konuşan EMO Başkanı Mahir Ulutaş, bu durumun Resmi Gazete’de yayımlanmamasının usule aykırı olduğunu belirtirken, "TEİAŞ belki de Türkiye'nin en önemli kurumu, elektrik sisteminin kalbi. Bu kurumun özelleşmesi zaten başlı başına bir facia, enerji özelleşmesi bütünüyle siyasetten yanlış ve sermaye lehine" dedi.
TEİAŞ'ın özelleştirilmesinin ülkenin enerji sisteminin özel tekele devri anlamına geleceğini vurguladı.
TEİAŞ özelleşirse ne olur?
Peki halihazırda elektrik tüketimimiz için zaten dağıtıcı özel şirketlere para öderken TEİAŞ'ın özelleştirilmesinin nasıl sonuçları olur?
Enerji dağınık haldeki santraller üzerinden üretiliyor. Barajlar, kömür ve doğalgaz santralleri ile oranı giderek artan rüzgar ve güneş santralleri bunlardan bazıları. Buralardaki üretim sonucu oluşan enerji kentlere TEİAŞ tarafından dağıtılıyor. Yani TEİAŞ üretimle tüketim arasındaki bağı kuran bir kurum.
Kurum sadece alıp dağıtma işini de yapmıyor, üretildiği anda tüketilmesi gereken elektriğin anlık tüketimine bakarak santrallere ne kadar üretim yapması gerektiğini de söylüyor. Aslında enerji sisteminin dengesini de sağlıyor. Bu çok önemli bir görev ve bir koordinasyon gerektiriyor.
TEİAŞ santral açma-kapatma yetkisine de sahip.
Durum böyle olunca "TEİAŞ özelleştirilirse ne olur?" diye Mahir Ulutaş'a sorduk. Elektrik üretiminde özel sektörün payının yüzde 85 olduğunu hatırlatan Ulutaş, "Elektrikte sadece yüzde 15'lik pay kamu santrallerinin. Dolayısıyla şu anda elektrik fiyatları borsada belirleniyor. Üretim santrallerin anlık olarak borsada fiyat teklifi veriyor ve hedeflenen tüketime göre bu santrallerden fiyat alan kurum da yine TEİAŞ. Yani aslında borsayı işleten kurum da TEİAŞ" diye konuştu.
TEİAŞ'ın anlık olarak tüketimi bildiği için talep tahminini yaptığına ve ihtiyacı belirlediğine dikkat çeken Ulutaş, "Elektrik sistemi demek aslında TEİAŞ demek" diyerek durumu özetledi.
Elektrik dağıtımının özelleştirilmesinin yarattığı sorunları da hatırlattı: "Kazalar, pahalılık, İzmir'de kablo kaynaklı ölümler, Diyarbakır ve Mardin'de yaşanan orman yangınları sonucu ölümler..."
"Üretimi özelleştirirseniz fiyat pahalı hale gelir ama TEİAŞ'ı özelleştirirseniz tüm elektrik sisteminin kalbini özel sektöre devretmiş oluyorsunuz" diyen EMO Başkanı, bu kararın uygulanması durumunda arz-talep dengesinin tamamen özele devredileceğine işaret etti.
Çayırhan Termik Santralı, elektrikte sadece yüzde 15'lik paya katkıda bulunan kamu santrallerinden. Çayırhan'da bölgedeki kömür rezervleri değerlendirilerek elektrik üretiliyor. Santralin özelleştirilmesi kararı alınması sonrası geçtiğimiz haftalarda işçiler eylem yapmış, ihale ertelenmişti. Fotoğraf: soL'Uluslararası bir tekelle anlaşmadan yapılması zor görünüyor'
Ulutaş, "TEİAŞ'ın özelleştirilmesi elektrik sisteminin ölmesi demektir" derken, sürecin çok kolay olmadığına da vurgu yaptı. "Çok büyük bir sistemden bahsediyoruz. Özel sektöre devri için büyük bir mali kaynak gerekir" diye konuştu. "Bekleme" halinin bir sebebinin bu olabileceğini söyleyen Ulutaş, "Uluslararası bir tekelle anlaşmadan Türkiye'de sermaye sınıfının bu işi yapması zor görünüyor" dedi. Ciddi bir teknik hazırlık ihtiyacı olduğunu da ifade eden Mahir Ulutaş, sistemin bütünleşik olduğu için kamunun, karar vericilerin de TEİAŞ'ı nasıl özelleştireceğini bilmiyor olabileceğine dikkat çekti.
Kurumda çalışan mühendis ve yöneticilerin aslında bu işe taraftar olmadığını, enerji bürokrasisi içerisinde de bir direnç olduğunu belirten Ulutaş, "Şimdiye kadar yaşadığımız felaketlerin ötesinde çok daha büyük ölçekli sıkıntıların olabileceğinin farkındalar. TEİAŞ'ın özelleştirilmesi büyük bir kriz" ifadelerini kullandı.
'Asgari ücretlinin yeni sorunu enerji yoksunluğu'
Ulutaş enerji üretimiyle ilgili tablonun, özelleştirmelerin bu alanı yönetilemez kıldığını bir kez daha kanıtladığını, iddia edildiği üzere özelleştirmenin ucuzluk da getirmediğini belirtti. "Nüfusun yüzde 60'ının asgari ücret hane gelirine sahip olduğu ve bu ücretin insanca yaşamaya izin vermediği bir ülkede elektrik fiyatlarındaki artış enerji yoksunluğunu ciddi bir hale getirdi" dedi.
Mahir Ulutaş, Şubat ayında uygulamaya konulacak fatura düzenlemesine de açıklık getirdi. "5 bin kilowatt saati (kWh) aşan faturalarla ilgili kamu tamamen aradan çekiliyor, halkı serbest piyasayla, borsayla baş başa bırakıyor" diyen Ulutaş şunları söyledi:
"Elektrik faturaları emekçi nüfusun kaldıramayacağı kadar yüksek. Bu alanda çeşitli yardım mekanizmaları, teşvik ve sübvansiyonlarla emekçi halkı kendine muhtaç etmeye çalışıyorlar. Ancak toplumun büyük kesimi yüksek faturalar sorunuyla karşı karşıya. Dağıtım şirketleri gerekli yatırımları yapmıyor, iyi bir hizmet alınamıyor, şebekeler eski, özel sektör bakım yapmadığı için kazalar yaşanıyor.
Tablo buyken bir de Kasım ayında duyurusu yapılan ve 1 Şubat'ta faturalara yansıyacak olan yeni bir uygulama getirdiler. Buna göre yıllık tüketimi 5 bin kilowatt saati geçen tüketiciler için (hane, apartman, site gibi) bunların doğrudan borsada belirlenmiş fiyatla elektrik faturaları ödenecek. Bu daha önce de vardı ama sınır herhangi bir hanenin tüketemeyeceği kadar yüksekti, 1 milyon kilowatt saatti. 5 bin minimum tüketen hanenin hemen hemen biraz üzerinde demek.
'Şubat'la birlikte fiyatlar daha yüksek belirlenecek'
Bu uygulamayla fiyatlar daha yüksek belirlenecek. 'Piyasadaki fiyat ulusal tarifenin altına düşerse, sen düşme' deniliyor bir de üstelik şirketlere. Yani öyle bir serbest piyasa ki, aşağı doğru oluşursa geçerli olmaz diyor düzenleme ve bir sınır belirliyor. Ayrıca burada yıllık tüketime bakılacak, bu da kamu yararı taşımıyor. Bu düzenlemeye karşı bir hukuki girişimde bulunarak dava açtık."
https://www.youtube.com/watch?v=itTE83XXN9M
soL, elektrikteki sömürü çarkını tüm ayrıntılarıyla "Kesinti" belgeselinde ele almıştı.
/././
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder