Demokrasinin cilveleri -Mesut Odman-
Demokrasinin erdemleri üzerine ne zaman söylevler çekilse, onun sadece yokluğunun değil şu ya da bu ölçüde eksikliğinin bile ne büyük bir felaket olduğu söyleniyor. Hâlâ da söyleniyor, bu gidişle söylenmediği bir zaman gelir mi, bilinmez.
Önce şu “cilve” sözcüğünün anlamıyla ilgili birkaç satır yazmak gerekiyor. Neden derseniz, sözcüğün en çok bilinen ve kullanılan anlamı, “hoşa gitme amaçlı davranış, kırıtma, naz” oluyor. Yazının başlığına yerleştirilmesini uygun bulduğum ikincil anlamı içinse sözlükler “görünme, ortaya çıkma, tecelli” karşılıklarını veriyor. Demek, başlığa yazdığımızla, demokrasinin ortaya çıkma, görünme, tecelli etme biçimlerinden söz etmiş oluyoruz. Daha doğrusu, bir çokluğun, bolluğun, haydi biraz da iltimas geçip sömürüye dayanmayan zenginliğin diyelim, sadece varlığıdır söz edebileceğimiz. Yoksa, onları, o cilveleri anlatmak bir yana, yalnız neler olduklarını sıralamak bile yazıyı doldurur da gelecek haftaya taşar.
Böyle deyince de say say, anlat anlat, neden ayıp olsun o eylemi de ekleyelim, söv söv bitmez tükenmez bir bollukla karşı karşıya bulunduğumuzu anlıyoruz. Öyle bir bolluk ki, temizleyip kurutmak için ne kadar uğraşırsan uğraş, ummanda, hadi bir demeyelim, birkaç damladan öteye gitmiyor başarabildiğin. Bu görünme biçimlerinin çokluğuna akıl sır ermez mübareğin ele avuca sığmazlığı buradan geliyor galiba. Tam anladım, hedefledim, ha vardım ha varıyorum diyorsun, bir de bakıyorsun, elinden kayıp gidivermiş. Kayıp gitmesin diye çıplak ellerini değil birtakım hünerli araçları kullanıyorsun, bu kez de, geriye kalanın o hedeflediğin her ne idiyse ona pek benzemediğini, benzemek ne söz, onun nerdeyse karşıtı olduğunu fark ediyorsun.
Fark edebilenler belli bir niceliğe ulaşıyorsa, ne iyi! Ama bir de o nicelik pek cılız kalıyorsa, bizim çok eski zamanlarımızdaki “nicelik değil, nitelik önemli” avuntusuna yol açan bir düzeyi aşamıyorsa, bir kez daha “yandı gülüm keten helva” demek çok mu avam kaçar?
Demokrasinin erdemleri üzerine ne zaman söylevler çekilse, onun sadece yokluğunun değil şu ya da bu ölçüde eksikliğinin bile ne büyük bir felaket olduğu, bu tür durumlarda elimizde, aklımızda ne varsa bir yana bırakıp o yokluğu ya da eksikliği ortadan kaldırmak gerektiği hep söylenmiştir. Hâlâ da söyleniyor, bu gidişle söylenmediği bir zaman gelir mi, bilinmez.
Oysa, zamanımızda ve bizimkinden çok önceki zamanlarda da demokrasi hep bir sınıfın ya da çıkarları ortaklaşan birden çok sınıfın yönetimi yahut iktidarı olmuştur. Bugünkü demokrasi de öyledir, bizde de hemen hemen her yerde de… Şu basit nedenle ki, oradaki “demos” halk demektir ve halk da çıkarları birbiriyle çatışan sınıflardan oluşur. Bu yüzden öyle karmakarışık, her sınıftan insanın içinde yer aldığı “amorf” bir kütle olarak halktan farklı bir büyük topluluktan söz etmek istediğimizde, örneğin, emekçi halk deriz.
Şöyle bir genelleme yapmak mümkün görünüyor: Yaşadığımız çağda demokrasi, en saf ya da rafine yahut gelişkin olanından en az gelişmiş, en ilkel, en kaba olanına kadar kapitalist sınıf ile onun ittifak yapmayı mümkün ve uygun gördüğü sınıfların egemenliğindeki iktidarı akla getirir. Kapitalizm çok uzatılmış ömrü boyunca, demokrasinin içeriğini kimi zaman karşısındaki sınıfların gücü ve mücadelesi ile genişletmiş kimi zaman da öyle bir direncin gevşeyip kırılmasına da bağlı olarak çeşitli yöntem ve araçlarla değişik ölçülerde daraltmıştır.
Kapitalizmin nerdeyse kendi ömrü kadar uzun bu süreçten bir tür “yan ürün” de ortaya çıkmış bulunuyor, diyebiliriz. En az kapitalizmin kendi çabası kadar, belki ondan da çok karşısındaki sınıflarla onların ideolojik/siyasal temsilcilerinin katkılarıyla ortaya çıkan bu yan ürün, biraz önce değindiğimiz demokrasinin içeriğindeki genişlemeler ile daralmalardır. Böylece, demokrasi, her zaman ilerletilmesi mümkün, ama geriletilmesi de hiçbir zaman engellenemez olmayan bir “şey” durumuna gelmekte ve bu durum, onun her türlü toplumsal mücadelenin hem yakın hem uzak hedefi olarak sunuluşunu kolaylaştırmaktadır. Bunun olumsuz sonuçlarını bütün coğrafyalarda görebiliyoruz. Tek ve gerçek kurtuluşları demek olan sosyalizmi unutacak noktaya getirilmiş geniş emekçi yığınlara günde beş vakit demokrasinin erdemleri vaaz edilebiliyor.
Buradan içinde demokrasi, demokratik, antidemokratik ve benzeri sözlerin geçtiği her şeyin çöpe atılması anlamı çıkmaz, umarım. Gerçi çıksa da çok fazla dert edeceğimi sanmam. Buna karşılık, toplumsal hak ve özgürlükler için, onların genişletilip olabildiğince güvence altına alınması için mücadelenin önemi besbellidir. Bu cümleyi yazarken bile “olabildiğince güvence altına almak”tan söz edişim ise kapitalizm ömrünü sürdürdükçe, toplumsal hak ve özgürlüklerin güvence altına alınamayacağını öğrenmemin mucize sayılmayacağı bir yaşa gelmiş olmamla ilgilidir.
Demokrasinin cilveleri başlığı atılmış bir yazıda, üstelik onun göründüğü ya da tecelli ettiği biçimlerden pek alışkın olduğumuz bazıları ölümlerle acılarla baskılarla birlikte bir haftaya sığabilmişken, herhangi bir somut örneğe hiç değinmemek olmaz.
İktidarın kendi adamları dışındaki gazetecilerin yaptıkları işi gazetecilikten saymama ve bin bir türlü muzır faaliyet arasına sokup cezalandırma eğiliminin son ürünü olarak ortaya çıkan “basın özgürlüğü”nün kısıtlanması konusu, çok eski, dolayısıyla çok bilinen ve çok kullanılmış bir tezi akla getiriyor. Pek de dost sayılamayacak okurlardan gelebilecek “Hâlâ mı o bayatlamış sözler!” biçimindeki itirazlara aldırmadan, geçmişte yapılmış olma anlamında eski, ama geçerliliğini koruma anlamında yeni ya da güncel bu saptamayı hatırlayabiliriz. Tez deyişim, 2-6 Mart 1919 tarihlerinde yapılan Enternasyonal Kongresi’ne tezler olarak sunulmuş ve kabul edilmiş olmasından geliyor. Sahibi, iktidarı alışlarının üzerinden iki yıl bile geçmemiş olan Rusya emekçilerinin önderi Lenin. Biraz kısaltarak ve Şubat 1968’de Payel Yayınevi tarafından basılan çevirinin dilini günümüzün diline1 yakınlaştırarak aktarıyorum:
“ 'Basın özgürlüğü’, saf demokrasinin belli başlı sloganlarından biridir. İşçiler bilirler ki, bütün ülkelerin sosyalistleri yüzlerce, binlerce kez görüp anlamışlardır ki, bu özgürlük bir yalandır. Çünkü, en iyi basımevleri ve en önemli kâğıt depoları kapitalistlerin elinde bulundukça, sermayenin basın üstündeki egemenliği bütün dünyada, hatta demokrasinin ve cumhuriyet rejiminin, örnek olsun, en çok geliştiği Amerika’da bile en göze batacak, en haşin, en hayasız biçimde kendini gösteren bu egemenlik sürüp gittikçe , basın özgürlüğü olamaz. Emekçi halka, işçilere ve köylülere gerçek eşitliği ve gerçek demokrasiyi kazandırabilmek için, ilk önce, yazarları ücretle tutup çalıştırmak, yayınevlerini satın almak ve gazetelerin ahlakını bozmak imkânının sermayenin elinden alınması gerekir. Bunun için de sermayenin egemenliğini yıkmak, sömürücüleri devirmek, bunların direnişlerini kırmak şarttır. Zenginlerin zengin olma özgürlüğüne, işçilerin açlıktan ölme özgürlüğüne kapitalistler her zaman “özgürlük” adını vermişlerdir. Basının zenginler tarafından para ile satın alınması özgürlüğüne, zenginliği kamuoyu denilen şeye istenilen biçimi vermekte ve bu şeyi bozmakta kullanma özgürlüğüne kapitalistler (ve onların sözcüleri ile çeşitli görevlerdeki temsilcileri-M.O.) basın özgürlüğü derler.”
Yüz yıldan da daha eski oluşunu falan bir yana bırakalım, bugün dünyamızın herhangi bir yerinde yaşayan bir emekçi, emekçi olması da gerekmez, az çok aydınlanmış bir insan, bu tezleri okuduktan sonra “Az bile söylemiş!” demez mi?demez mi?
- 1
Lenin’in yazdıklarından Jean Freville tarafından seçilip derlenmiş metinler Şerif Hulûsi’nin çevirisiyle Sanat ve Edebiyat başlığı altında yayımlanmıştı. Kitabevi raflarında görür görmez aldığım bu kitap, zamanın acımasızlığının mı kullanıcısının hoyratlığının mı eseri olduğunu bilemediğim sararmış yaprakları, altı çizili satırları ile hâlâ kitaplığımda durur. Yukarıdaki alıntı o kaynağın 193. sayfasındandır.
/././
Böyle mi devam edecek?-Rıfat Okçabol-
“Kader”cilikten vazgeçip olayları sorgulamadıkça, piyasacı anlayışlardan uzaklaşılmadıkça ve bilime önem verilmedikçe, bu tür felaketleri önlemek kolay olmayacak.
Bolu Kartalkaya’da 21 Ocak 2025 sabahının erken saatlerinde başlayan ve 100’den fazla insanın canını zor kurtardığı, 51 kişinin yaralandığı, 78 kişinin de yaşamını yitirdiği bir yangın faciasını yaşadık. Bu facianın büyüklüğü, herhalde otelin adındaki "Grand" sözcüğünden kaynaklanmadı. Facianın büyüklüğünün, otelle ve kayak bölgesi ile ilgili bir dizi ihmalin, sorumsuzluğun ve vurdumduymazlığın sonucu olarak ortaya çıktığı belli oldu.
- En yakın itfaiye 1 saat uzaklıkta olduğu halde bin küsur kişinin kalacağı otellerin bulunduğu bölgede bir yangın söndürme ekibi oluşturulmamış.
- Otel yapılırken bina dışında yangın merdivenleri yapılmamış.
- Otelin çevresinde yasa gereği bırakılması gereken boş alan ayrılmamış.
- Yanan otelin neredeyse yarısı kaçak olarak ilave edilmiş.
- Otelin yangın alarmları, yangın söndürme ve yağmurlama sistemi yetersizmiş, katlarda yangın tüpleri yokmuş ya da çalışmamış.
- Otel personeli yangın olasılığında neler yapılması gerektiği konusunda bir eğitimden geçmemiş.
- Gerekli denetimler yapılmamış.
- Otellerdeki yangın önlemleriyle ilgili belgeler en yakın belediyeden alınırken, 2012’de yapılan yönetmelik değişikliği sonrasında, ilgili belgelerin belediyeden alınması koşulu kaldırılmış.
Bu ve benzeri nedenlerle yangın ihbarı ilk kez 03.21’de yapılsa da, ilk müdahale 1 saat 15 dakika sonra gerçekleşiyor ve yangın ancak 11 saatte söndürülebiliyor! Ne yazık ki bu olayla ilgili ihmaller, yangının faciaya dönüşmesiyle sınırlı kalmıyor.
Resmi makamlar otelle ilgili ihmalleri ve sorumluları toplumdan saklamaya çalıştığı gibi, olay sonrası gelişmeler de toplumdan saklanıyor. Bolu valisi yangın sabahı önce 3 kişinin sonra da 10 kişinin hayatını kaybettiğini açıklıyor. Yangın ve kurtarma çabaları devam ederken, AKP’nin Ankara’daki il kongresine ara verilmiyor. Hayatını kaybedenlerin sayısı, bilindiği halde AKP kongresi devam ettiği sürece yeni bir açıklama yapılmıyor. Sonra İçişleri Bakanı yaşamını yitirenlerin sayısını 66 olarak açıklıyor. Hayatını kaybedenlerin sayısı, Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı’na göre akşam 79’a çıkıyor, Adalet Bakanlığı’na göre ertesi sabah nasıl oluyorsa 78’e düşüyor.
Yıllarca kaymakamlık ve valilik yaptığı için bu tür olaylarda sorumluluğun kimde olduğunu gayet iyi bilen İçişleri Bakanı bile “Sorumluluğun kimde olduğunu tespit etmek 10 gün sürecek” diyebiliyor!
RTÜK bu tür olaylardaki ihmallerin genelde iktidarla ilişkili olduğunu bildiğinden, önce olaya haber yasağı getiriyor. Sonra Anadolu Ajansı ve TRT, Bolu Belediyesi’nin yanan binaya ek olarak yapılan bir yere verdiği ruhsatı yangının çıktığı mutfağa verilmiş gösterince, olaydaki ihmalin belediyeye ait olduğunu düşünen RTÜK haber yasağını kaldırıyor.
Bu faciayla ilgili olan yetkililerin gerçekleri saklama ya da çarpıtma çabası sınır tanımıyor. Bolu Savcılığı’nın görevlendirdiği bilirkişi raporunda belediyenin bir suçu olmadığını belirtince, Adalet Bakanı bu rapor için “Korsan metin” diyebiliyor. Yeni bir bilirkişi oluşturuluyor ve savcılığın belediyeyi suçlu göstermesi için bilirkişiye baskı yaptığı haberleri ayyuka çıkıyor.
İktidarın bu faciadaki tutumu insanların içini karartırken, başka iç karartıcı olaylar da yaşanıyor.
- Grand Kartal Otel’in müşterilerine, “Grand Kartal olarak tatilinizin güzel ve unutulmaz anılar ile dolduğunu umuyoruz. Sizleri aramızda tekrar görmekten büyük memnuniyet duyarız” şeklinde mesaj gönderdiği (!) anlaşılıyor.
- Kartalkaya’daki bazı otellerin, bu facia üzerine rezervasyon iptaline yanaşmadığı ve ücret iadesi yapmayacağı söyleniyor!
- Kartalkaya grand otelde can pazarı yaşanırken, kimileri kaymaya devam ediyor!
- Kartalkaya’da bitap düşen AFAD mensupları istirahat etmek için bir yer istediklerinde, onlardan para talep edildiği söyleniyor!
- Bazı özel cenaze nakil araç sahipleri, yaşamını kaybedenlerin ailelerinden 100 bin TL’ye kadar varan ücretler istiyor!
- Bir kendini bilmez, faciada ölenler için "Zenginlere ağlamıyorum, 38 bin TL para ver, havanı at, herkes kaderini yaşar" diyebiliyor!
Bu tür olumsuzluklar yaşanınca;
- TÜİK mensupları gibi pek çok bürokratın toplum geneline değil iktidara hizmet ettiği,
- Yenidoğan bebek çetesi,
- Birilerinin insanların öleceğini bile bile kaçak içki üretip sattığı,
- Uyuşturucu kullananların yaşı giderek küçülürken uyuşturucu satışının da arttığı,
- Hemen her gün, kırmızıbibere, peynire, köfteye, … sağlığa zararlı yabancı madde karıştırıldığı,
- Gazze’nin/Suriye’nin yeniden inşa edilmesinde “Bize de pay düşer” deyip ellerini ovuşturduğu,
- Geçmiş yıllarda yaşanan “Pamukova tren katliamı (2004), Soma maden faciası (2014), Aladağ yurt yangını (2016), Çorlu tren katliamı (2018), Batı Karadeniz sel felaketi ve Antalya’daki orman yangınları (2021), Amasra maden faciası (2022), Kahramanmaraş depremi (2023), İliç maden faciası ve Beşiktaş’ta gece Kulübü yangını (2024)” gibi facialar ile
- bu faciaların da gerekli önlemlerin alınmamış ve denetimlerin yapılmamış olmasından kaynaklandığı, olayların üstünün örtüldüğü ve gerçek sorumluların orta çıkarılmadığı
akla geliyor.
Yukarıda özetlenen ve benzeri olaylar, yozlaşma, vicdansızlaşma, vurdumduymazlık, aymazlık, duygudaşlık yoksunluğu, … gibi sözcüklerle de açıklanabiliyor; piyasalaşma ve gericileşmeyle de ilişkili oluyor.
Piyasacı anlayış, insanların bencilleşmesini, insanların kandırılmasını, kazancın artırılması için her yolun denemesini ve kazancı kısıtlayacağı için gerekli güvenlik önlemlerinin alınmamasını kolaylaştırıyor. Bürokratları, toplum yararına değil de iktidar yararına davranmaya yönlendirebiliyor. İktidarlar da asgari ücretin belirlenmesinde olduğu gibi, genelde işverenlerin isteklerine önem veriyor. İşverenin kazancını artırması için elinden geleni yapıyor. Zaman zaman onlara vergi affı getiriyor. İşverenin çalışanların can güvenliğini artıracak önlemleri alıp almadığına aldırmıyor.
İhmaller nedeniyle, yeterli önlemlerin alınmamasından ve de bile bile yapılan yanlışlardan kaynaklanan faciaları “kader”e bağlayanların varlığı da, iktidarlarla işverenin işini kolaylaştırıyor; yeterli önlemlerin alınmasını ve sorumluların ortaya çıkarılmasını engelliyor.
“Kader”cilikten vazgeçip olayları sorgulamadıkça, piyasacı anlayışlardan uzaklaşılmadıkça ve bilime önem verilmedikçe, bu tür felaketleri önlemek kolay olmayacak.
/././
Kaçak maden açığa çıkmasın diye işçiyi yakmışlardı: Ödül gibi ceza talep edildi
Zonguldak'ta yakılmış cesedi bulunan göçmen madenciye ilişkin savcı mütalaasını sundu. Sanıkların, "Bilinçli taksirle ölüme neden olma" suçundan cezalandırılmaları talep edildi.
Nourtani'nin henüz nefes alırken üzerine benzin dökülüp yakılarak öldürülmesi ve sonra da cesedinin ormana atılmasına ilişkin davada savcı, 3 sayfalık mütalaasını sundu.
Ölümün 'iş kazası' nedeniyle olduğunun değerlendirildiği mütalaada, ocak sahipleri Hakan Körnöş ve Enver Gideroğlu ile vinç operatörü S.K. hakkında 'Bilinçli taksirle ölüme neden olma' ile 'Suç delillerini yok etme' suçlarından 14'er yıla kadar hapis cezası talep edildi.
Nourtani ailesinin avukatı, sanıkların "Bilinçli taksirle ölüme neden olma" suçundan cezalandırılmalarının hayatın olağan akışına, mantığa, fiziğe ve bilim kurallarına aykırı olduğunu söyledi. Avukat, sanıkların bahse konu suç ile cezalandırılmaları halinde 2 yıl hapis cezasının ardından tahliye olacaklarını aktardı.
Yanmış ceset ormanda bulundu
Zonguldak'ta 10 Kasım 2023'te Kırat Mahallesi Koca Osman Sokak'ta yoldan geçenler, yandaki ormanda yanmış bir ceset fark edip, ihbarda bulundu.
Benzin dökülüp yakıldığı belirlenen cesedin, kaçak olarak işletilen maden ocağında çalışan üç çocuk babası Afganistan uyruklu Vezir Mohammad Nourtani'ye ait olduğu belirlendi.
Otopside Nourtani'nin 9 Kasım'da öldüğü tespit edilirken, ailesinin 10 Kasım sabahı kayıp başvurusunda bulunduğu öğrenildi.
'İştirak halinde kasten öldürme' suçu
Nourtani'nin çalıştığı kaçak maden ocağının sahipleri Hakan Körnöş, Enver Gideroğlu ve Körnöş'ün kuzeni Ahmet Aydın (52) tutuklandı. Ocak çalışanları S.K, E.D. ve kömür ticareti yapan A.Ç. adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.
Olaya ilişkin hazırlanan iddianamede, Nourtani'nin kaçak ocakta vagon arasına sıkışıp "iş kazası" geçirdiği iddia edildi, ocak sahiplerinin ise "Olay ortaya çıkarsa ocak kapanır" korkusuyla hareket ettikleri belirtildi.
"İştirak halinde kasten öldürme" suçundan müebbet hapis cezası istemiyle açılan, 3'ü tutuklu 6 sanığın yargılandığı dava, Zonguldak 1'inci Ağır Ceza Mahkemesi'nde sürüyor.
Savcı mütalaasını sundu
DHA'nın aktardığına göre Zonguldak 1'inci Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki davada savcı, 3 sayfalık mütalaasını sundu.
Mütalaada, Vezir Mohammad Nourtani'ye vücudundaki kırıklardan dolayı vagon çarptığı değerlendirmesi yapılırken, sanıkların adli işlem kayıtları ve ocağın kaçak olmasından dolayı yetkililere haber vermediklerinin tespit edildiği belirtildi. Mütalaada, "iş kazasının" bilirkişi raporlarından da anlaşıldığı ifade edildi ve Nourtani'nin kalp krizi geçirip ray üzerine yatmasının hayatın olağan akışının dışında olduğu ifade edildi.
Ölümün "iş kazası" nedeniyle olduğunun değerlendirildiği mütalaada; bilirkişi raporlarına göre ocak sahibi Hakan Körnöş ve Enver Gideroğlu'nun asli kusurlu, vinç operatörü S.K. ile hayatını kaybeden Nourtani'nin tali kusurlu olduğu ifade edildi.
İstenen cezalar belli oldu
Mütalaada, sanıklardan Hakan Körnöş, Enver Gideroğlu ve S.K.'nin "Bilinçli taksirle ölüme neden olma" suçundan 9 yıla kadar, "Suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirm" suçlarından 5 yıla kadar ayrı ayrı cezalandırılmaları istendi.
Nourtani'nin yaralanmasını yetkili kurumlara bildirmeyen, kameralarla oynayıp Nourtani'ye ait kıyafetleri yaktığı için E.D. ile cesede çakmak çaktığını itiraf eden tutuklu sanık Ahmet Aydın hakkında "Yardım ve bildirim yükümlülüğünü yerine getirilmemesi" suçundan 3'er ve 'Suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirme' suçundan 5'er yıla kadar hapis ile cezalandırılmaları talep eden savcı, tutuklu sanıkların tutukluluk hallerinin devamını istedi.
A.Ç. hakkında "Yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi" suçundan 3 yıla kadar hapis cezası mütalaa edildi.
Sanıklardan Hakan Körnöş, Enver Gideroğlu ve S.K. hakkında toplamda 14'er yıla kadar hapis cezası istenirken, Ahmet Aydın ve E.D. hakkında 8, A.Ç. hakkında 3 yıla kadar hapis cezası talep edildi.
'Hayatın olağan akışına ters, kesinlikle kabul edilebilir değil'
19 Şubat'ta görülecek duruşmada karar beklenirken, Vezir Mohammad Nourtani'nin ailesinin avukatı Kerim Bahadır Şeker, mütalaaya ilişkin konuştu.
Şeker, "Mütalaayı kesinlikle kabul ediyor olmamızın mümkünatı yok. Bu zamana kadar sunmuş olduğumuz bütün talepleri taraflı olarak reddeden mahkeme heyeti ve Zonguldak Cumhuriyet Başsavcılığı'nın bu mütalaası bizi şahsi olarak şaşırtmadı. Ancak dosya çerçevesinde, 'Bilinçli taksirle' cezalandırılmalarını istemeleri hayatın olağan akışına, mantık, fizik, bilim kurallarına aykırıdır. Bir kişinin bilerek ve isteyerek yakılması, bir kişinin bilerek isteyerek yakıldıktan sonra cesedinin gizlenmesi, bundan önce alkol alınarak, cesedi gizlemek için çaba gösterilmesi ve buna rağmen sanki bir iş kazasıymış gibi lanse edilmeye çalışılması Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından kesinlikle kabul edilebilir değil. Çünkü sanıklar mahkemede birbirini sürekli yalanlıyorlar" dedi.
'İki yıl hapis cezasının ardından tahliye olacakları anlamına geliyor'
Kerim Bahadır Şeker, "Yalanladıkları sırada da şunu söylüyorlar. 'Eğer asıl meseleyi ortaya çıkarırsan seni öldürürüm' diye birbirini tehdit ediyorlar. Mahkemenin sınırları içerisinde sanık yakınları bizlere dahi sözlü ve fiziki müdahale girişiminde bulunuyorlar. Ancak buna rağmen sanki iş kazasıymış da kaza olduktan sonra hastaneye, ambulansla bildirim yapılmışçasına 'Bilinçli taksir' isteniyor.
Şeker, sanıkların 6 ila 8 yıl arasında cezalandırma isteminin, İnfaz Kanunu'na göre 2 yıl hapis cezasının ardından sanıkların tahliye olacakları anlamına geldiğini vurguladı.
Şeker, sözlerini "Kesinlikle kabul etmediğimiz ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almaları için bu kişiyi diri diri yaktıklarına ilişkin emareleri sunduk. Bu kişiye 20 bin dolar böbrek teklifi yapılmasına ilişkin tanık ifadelerini, aynı madende çalışan ve sınır dışı edilen Afgan maden işçilerinin beyanlarını sunduk dosyaya. Bizim isteğimiz, fikir ve eylem birliği içerisinde yaptıkları eylemlerden dolayı ağırlaştırılmış müebbet almalarını istiyoruz" ifadeleriyle noktaladı.
TKP: Hesabı sorulmaz sananlar yanılıyorlar
Türkiye Komünist Partisi de konuya ilişkin açıklamada bulundu.
"İşçiyi yakıp öldürmek de serbestmiş! Hesabı sorulmaz sananlar yanılıyorlar" başlıklı açıklamada, Nourtani ailesinin avukatının yaptığı açıklamaya işaret edilerek şu ifadelere yer verildi:
"Bir işçinin kaçak işletilen maden ocağı kapatılmasın diye bilerek ve isteyerek yakılmasının, ardından da cesedinin ormana atılmasının cezası, sadece iki yıl hapiste yatmak.
Bu olayda ortaya çıkan her bir detay, bu düzenin emekçilere verdiği gerçek değeri gösteriyor. Ve sadece bir göçmen işçiye değil, ülkemizdeki bütün emekçilere bir mesaj anlamı taşıyor.
Bir göçmen işçinin hakkı aranmaz, emekçilerin hesabını kimse sormaz diye düşünenler yanılıyorlar. Bu caniliğin hesabını emekçi düşmanı bu vahşi düzenden soracağız. Bu davanın da sonuna kadar takipçisi olacağız."
/././
Yalova'da 'kimyasal madde' şüphesi nedeniyle sular kesildi: 4 kişi gözaltına alındı
Yalova'da içme suyu arıtma tesisinde oluşan köpük nedeniyle il genelinde sular kesildi. Kimyasal madde atıldığı iddiasıyla inceleme başlatılırken, Yalova Valiliği de dört kişinin gözaltına alındığını duyurdu.(https://haber.sol.org.tr/haber/yalovada-kimyasal-madde-suphesi-nedeniyle-sular-kesildi-4-kisi-gozaltina-alindi-395872)
Bilim karşıtlığı bebeği yoğun bakımlık etti, haberi yapan muhabir hedef gösterildi
Yenidoğan bir bebeğe K vitamini enjekte edilmemesi bebeğin beyin kanaması geçirmesine yol açtı. Bilim karşıtları haberi yapan muhabiri hedef gösterdi.
Ankara’da bir çift yeni doğan bebeklerine K vitamini enjeksiyonunu ve topuk kanı taramasını yaptırmadı. Doğum evde olmuştu, o yüzden takibi de yapılmadı.
NTV’den Melike Şahin’in haberine göre iki aylık bebek, beyin kanaması nedeniyle entübe edildi.
İddiaya göre aile, bebeğe ilk müdahale esnasında dahi ilaç verilmesine itiraz etti, daha sonra geri adım attı.
Bebeğin kanamasının K vitamini eksikliğinden kaynaklandığı düşünülüyor.
Bilim ve aşı karşıtlığının bebeğin hayatına mal olma riski var.
K vitamini neden önemli? |
Yeni doğan bebekler vücutlarında K vitamini depoları büyük ölçüde boş olarak dünyaya gelir.O yüzden ülkemizde de, dünyanın bütün ülkelerinde de doğumdan hemen sonra bebeklere bir doz K vitamini enjeksiyonu yapılır.Böylece K vitamini eksikliğinin yol açtığı “yenidoğan kanamalı hastalığı” adı verilen hastalıklar önlenir. Aksi halde bu hastalıklar beyin, mide-bağırsak sistemi, deri altı ya da kas içi kanamalara neden olabiliyor, ağır sonuçlara ya da ölüme yol açabiliyor.Sağlık Bakanlığı’nın sitesinde yer alan bilgilere göre K vitamini eksikliğiyle gelen en önemli risk beyin kanamaları.Bebekler için hayati riskin yanında, atlatılsa bile beyin hasarı sonucu zeka geriliği ve felç gibi önemli sorunlara yol açabilmesi tehlikesi var.Çoğu vaka yaşamın ilk iki haftasında meydana geliyor, ancak K vitamini enjeksiyonu yapılmayan bebekler altı aya kadar risk altında olabiliyor. Doğumdan kısa bir süre sonra tek doz K vitamini ile tüm bu risklerin önüne geçiliyor. |
Meclis 10 yıldır sessiz
Bebeklerde aşı ve topuk kanı reddi hastaneler tarafından İl Sağlık Müdürlükleri'ne bildiriliyor.
Önceki yıllarda böyle değildi. Sağlık Bakanlığı o aileye dava açıyor, mahkeme kısa sürede karar veriyor ve aşı yapılıyordu.
Ancak Anayasa Mahkemesi 2015’te Hale Sare Aysal adlı kişinin bireysel başvurusu üzerine bir karar aldı ve mahkemelerin ebeveynlerin izin vermediği bebeklik ve çocukluk aşılarının yapılmasına karar veremeyeceğini söyledi.
Anayasa Mahkemesi’ne göre Meclis zorunlu aşılar konusunda yasa çıkarmadıkça mahkeme kararıyla aşı uygulaması yapılamazdı.
Bu büyük eksikliği giderip yasa çıkarması gereken Meclis 10 yıldır hiçbir adım atmadı.
Bilim karşıtları basına saldırdı
Olayın basına ve kamuoyuna yansıması bilim karşıtlarını harekete geçirdi.
Aynı anda yüzlerce hesaptan yapılan paylaşımlarla 2 aylık bebeğin başına gelenleri aktaran gazeteci Melike Şahin’in tutuklanması istendi.
Karalama kampanyasını yürütenler bebeğin başka bir nedenle kanama geçirmiş olabileceğini iddia ederek, yenidoğan bebeklere hiçbir aşı ve ilacın verilmemesini savundu.
Gazeteci Melike Şahin ile dayanışma mesajı paylaşan hekimler ve akademisyenlerse yenidoğan bebeklere K vitamini enjeksiyonunun ve aşıların yaşamsal öneme sahip olduğunu vurguladı.
Aşı karşıtlarına göre suçlu Türk Tabipleri Birliği
Ankara'daki bebek yaşam mücadelesi verirken benzer bir örnek Adana'da yaşandı.
Murat ve Seda Çakmak çiftinin 2,5 ay önce bebekleri dünyaya geldi. Ancak aile çocuklarından topuk kanı aldırmadı, aşılarını da yaptırmadı.
Aile hakkında Sağlık Bakanlığı şikayetçi oldu ve Adana 6. Sulh Hukuk Mahkemesi’nde dava açıldı.
Açılan davada mahkeme, ailenin de ifadesine başvurduktan sonra 2,5 aylık bebeğin velayetini anne ve babadan aldı.
Aile bebeğin devlet gözetimine alınmaması için amcasını vasi olarak gösterdi. Davanın ilk duruşmasının önümüzdeki günlerde görülmesi bekleniyor.
İHA’ya konuşan baba Murat Çakmak, topuk kanı uygulamasına karşı olduğunu yineleyerek, Türk Tabipleri Birliği’ni hedef aldı:
“Benim bir evladım daha var. 4 sene önce o dünyaya geldiğinde de topuk kanı aldırmadım ama hiçbir sorun yaşamadım. Ben araştırdım ve topuk kanının alınmasının hiçbir mantığını bulamadım. Kars’ta da böyle bir durum bir ailenin başına gelmişti ve Türk Tabipler Birliği ortalığı karıştırmıştı. Mahkemeler üzerinde baskı kurmaya çalışıyorlar ve bizim gibi aileleri mağdur ediyorlar. Türk Tabipler Birliği kapatılsın.”
Kars örneğinde ne olmuştu? |
Bebeklerine aşı ve topuk kanı taraması yaptırmayan baba Murat Çakmak, 6 ay önce Kars’ta verilen bir yargı kararına işaret ediyor.Bu örnekte Kars İl Sağlık Müdürlüğü, bebeklerinden topuk kanı aldırmayan aileye yönelik "çocuğun sağlık tedbirlerinin alınması" için başvurmuş, Kars Aile Mahkemesi de bu başvuruyu skandal bir kararla reddetmişti.Topuk kanı uygulaması çocukların hastalıklarını erken teşhis ederek tedavilerini başlatmak amacıyla yapılıyor.Ancak mahkeme, doğum sonrası yapılan uygulamanın doğuştan gelen bir nörogelişimsel bozukluk olan otizme yol açtığını savundu. Türkiye’nin üyesi olduğu Dünya Sağlık Örgütü’nün de bebeklerin otizmli doğması için bu uygulamayı desteklediği öne sürüldü.Tüm bu tezlere gerekçelere olarak Aidin Salih isimli Özbek asıllı bir modern tıp düşmanı, ilaç karşıtı ve "İslam tıbbı" araştırmaları yürüten şahsın çalışmaları gerekçe gösterildi.Aidin Salih'in AKP iktidarıyla da bağı var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan Bayraktar, “Annem uzun yıllar mustarip olduğu bel fıtığından hekim Aidin Salih’in açlık tedavileri ve sağlık kürleriyle şifa buldu” demişti.Buna karşın Aidin Salih'in yönlendirmesi nedeniyle hayatını kaybeden birçok kişi var.Onlardan biri 2017 yılında meme kanseri teşhisi konulan Merve Gülşah Şahin. İkinci evre kanser hastası Şahin, tedaviyi reddedip Aidin Salih'in kitabında yer alan açlık oruçları ve sadece bitkilerle tedavi yöntemlerini uygulayan bir hekime gitti. Bu sürecin sonunda tümörünün büyüdüğü ve kanserin dördüncü evreye geldiği ortaya çıktı ve Gülşah 34 yaşında hayatını kaybetti. |
***
Gazetecilere operasyonu yandaşlar nasıl gördü: Yeni Şafak haberini unuttu, Akit olmayan suçu buldu
Gazetecilerin gözaltına alınmasını ve tutuklanmasını pek çok yandaş gazete haberleştirmedi. Yeni Şafak kendi bilirkişi haberini unuttu, Akit ise olmayan "etki ajanlığı" suçlamasını yöneltti.
İmamoğlu henüz kürsüde olduğu sırada İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, hakkında soruşturma başlattı. Bilirkişinin hedef gösterildiği savunularak İmamoğlu'nun "yargı görevi yapanı etkilemeye teşebbüs ettiği" kaydedildi.
Ardından bilirkişi ile röportajın yayınladığı Halk TV'den üç gazeteci, gazetecilik faaliyeti nedeniyle gözaltına alındı. Barış pehlivan, Serhan Asker ve Seda Selek geceyi nezarethanede geçirdi. Sonra Halk TV'nin açıklamasında sorumluluğun kanalın Genel Yayın Yönetmeni Suat Toktaş ve Programlar Müdürü Kürşad Oğuz'da olduğunun işaret edilmesi üzerine bu isimler de ifade verdi. Dört gazeteci adli kontrolle serbest bırakılırken, Suat Toktaş tutuklandı.
Gazetecilerin gözaltına alınmasına siyasetçiler, meslek örgütleri, sanatçılar ve yurttaşlar tepki gösterdi. Sabah'tan MHP'nin yayın organı Türkgün'e kadar yandaş medya ise dün gözaltıları ve bugün Toktaş'ın tutuklanmasını manşetlerine almadı.
Yeni Şafak da bilirkişiyle görüşmüştü
Halk TV binasının önünden gözaltına alınan Barış Pehlivan, emniyetteki ilk ifadesinde suçlamaları reddederken, Yeni Şafak gazetesinin de söz konusu bilirkişiyle görüşüp haber yaptığını vurgulamış, "Yeni Şafağa suç olmayan röportaj yapma faaliyeti Halk TV’den Barış Pehlivan'a nasıl suç olabilir?" diye sormuştu.
İddiaların odağındaki bilirkişi Satılmış Büyükcanayakın, Yeni Şafak’a konuşmuş, söz konusu isimle ilgili haber gazetenin hem basılı halinde hem de internet sitesinde yer almıştı. Haberde bilirkişinin adı ve soyadı açıkça yazıldı, "Hukukun gereği neyse onu yaparım" dediğine yer verildi.
Haberde Büyükcanayakın, belediye başkanlarının yetkilerini dağıtsa bile sorumluktan kurtulamayacağını söyledi, “Yarası olan gocunuyor. 2010’da AK Parti ve MHP belediyeleri hakkında da olumsuz raporlarım oldu. Ancak kimse ses çıkarmadı. Bunların yarası büyük. Aba altından sopa gösteriyorlar” diye konuştu. İmamoğlu’nun iddialarının doğru olmadığını öne sürdü.
'Bilirkişi ifşa edildi' dediler, kendi haberlerini unuttular
Yandaş basının aksine gözaltı ve tutuklamaları haberleştiren ancak kendi yaptığı haberi unutan Yeni Şafak ise Barış Pehlivan, Suat Toktaş ve Kürşad Oğuz'u "bilirkişiyi ifşa eden gazeteciler" olarak nitelendirdi.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan yapılan açıklamada "bilirkişiyi etkilemeye teşebbüs" ve "kişiler arasındaki konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınması" suçlarından soruşturma başlatıldığı ifade edilmişti.
Bilirkişinin ismi ilk kez İmamoğlu'nun basın toplantısında açıklanmış, toplantı pek çok kanal ve platformda da yayınlanmıştı.
Akit'ten olmayan 'etki ajanlığı' göndermesi
Türk Ceza Kanunu'ndaki (TCK) casusluk suçlarının kapsamını genişleten ve kamuoyunda "etki ajanlığı" olarak bilinen düzenleme kamuoyunun eleştirileri üzerine geri çekilmişti.
Ancak "etki ajanlığı" hukukta henüz yeri olmamasına rağmen kullanılıyor.
Tutuklanan Ayşe Barım'ın savcılık yazısında kendi şirketine bağlı olan ve toplumda tanınan oyuncuları Gezi Direnişine yönlendirerek "etki gücü"nü kullandığı iddia edilmiş, olmayan suça atıfta bulunulmuştu.
Akit gazetesi de bugünkü sayısında gazetecilerin gözaltına alınmasını "Gazetecilik değil, etki ajanlığı" başlığıyla haberleştirdi. Gazetecilerin "devleti karaladığı ve milli güvenliği tahdit ettiği" iddia edildi.
***Grand Kartal Otel çalışanları anlattı: 'Yangın tüpü yoktu, müdür kimseyi uyandırmayın dedi'
Otel sahibi Halit Ergül savunmasında facianın sorumluluğunu otel çalışanlarına yıkmaya çalışmıştı. Olay anında mutfakta görev yapan personelin ifadeleri ortaya çıktı.(https://haber.sol.org.tr/haber/grand-kartal-otel-calisanlari-anlatti-yangin-tupu-yoktu-mudur-kimseyi-uyandirmayin-dedi)
Aliağa'da TOKİ şantiyesinde patlama: 1 işçi yaşamını yitirdi, 10 işçi yaralandı
İzmir Aliağa'daki TOKİ konutları inşaatında ısıtma kazanı patladı, Ekrem Bilir adlı işçi yaşamını yitirdi. 10 işçi yaralandı.(https://haber.sol.org.tr/haber/aliagada-toki-santiyesinde-patlama-1-isci-yasamini-yitirdi-10-isci-yaralandi-395862)
Petlas'ta işten çıkarmalar: 'Kış günü işten atıldık, hepimizin borcu var'-Özkan Öztaş-
Kırşehir'deki Petlas lastik fabrikasında işten çıkarmalar başladı. soL'a konuşan işçiler, "Kış günü işten atıldık. Hepimizin kredi borcu var" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/petlasta-isten-cikarmalar-kis-gunu-isten-atildik-hepimizin-borcu-var-395848)
Herkes İskandinav liderlerin 'mütevazı' yemeğini konuşurken: Masada ne ele alındı?
Türk basını, İskandinav liderlerinin yemek masasının "mütevazılığına" odaklandı. Ancak masada konuşulanların içeriğiyle kimse ilgilenmedi. Norveç liderinin söyledikleri, masada Grönland yerine Ukrayna'nın konuşulduğuna işaret ediyor.
İskandinavya ülkeleri liderlerinin pazar günü akşam yemeğinde bir araya gelmesi dünya basınında çok konuşuldu.
Masada Danimarka Başbakanı Mette Fredriksen, Norveç Başbakanı Jonas Gahr Støre, İsveç Başbakanı Ulf Kristersson ve Finlandiya Cumhurbaşkanı Alexander Stubb vardı.
Türk basın kuruluşlarının neredeyse tamamı, liderlerin kurduğu sofranın "ne kadar mütevazı" olduğundan bahsetti. Ancak sofrada konuşulanların içeriği basının ilgisini çekmemiş gözüküyor.
Fotoğrafı görünce ilk akla gelen şüphesiz ABD'nin yeni başkanı Donald Trump'ın Grönland'ı satın alma arzusunu bölge liderlerinin değerlendirmesi ihtimaliydi. Ancak Norveç Başbakanı Jonas Gahr Støre'un açıklamalarına bakılırsa, yemek sırasında Grönland gündemi dışında her şey konuşulmuş.
Støre, X'te yaptığı paylaşımda, diğer üç liderle birlikte, akşam yemeğinde Baltık Denizi'ndeki kablo kopması, İskandinav savunma iş birliğinin güçlendirilmesi ve Ukrayna'ya destek dahil olmak üzere bölgesel güvenliği görüştüklerini aktardı.
Støre, paylaşımında şöyle devam etti: "Norveç, İsveç, Danimarka ve Finlandiya komşu ve yakın müttefiklerdır. Bu, hepimiz için bir güçtür."
İskandinav basını güvenlik endişelerini dile getiriyor
İskandinav basınındaysa Trump'ın Grönland tehditlerine dair hâlâ bir endişe hakim.
Danimarkalı TV 2 kanalının siyasi editörü Hans Redder, dört liderin Trump, Grönland ve tüm yeni dünya düzeni hakkında da ayrıca konuşmasını umduğunu dile getirdi ve dört ülkenin bu konuda birlikte hareket etmesinin önemli olduğunu vurguladı.
Norveçli Dagbladet gazetesinde de, liderlerin akşam yemeği buluşmasının ardından bir değerlendirme yazısı kaleme alındı.
Trump'ın, yemekten saatler önce Grönland'ı ABD toprağı yapmak istediğini yinelediği hatırlatılan yazıda, Trump'ın bu davasının yalnızca güvenlik politikasıyla ilgili olmadığına işaret ediliyor.
Gazetenin aktardığına göre, Norveçli bir güvenlik uzmanı olan Svein Melby, konuyla ilgili şunları söylüyor:
"Bunlar Trump'ın ABD'yi toprak olarak genişletme konusundaki görkemli emperyalist hayalleri. Prensipte, Putin'in Ukrayna'ya karşı davranış biçiminden tamamen farklı değil, diğer devletlere ve uluslararası kurallara karşı aynı saygısızlıkla hareket ediyor."
'ABD'ye olan güvenlik bağımlılığının bir bedeli olacaktır'
Melby'ye göre, ittifaklar ve akşam yemekleri olsun ya da olmasın, İskandinav liderlerinin sunabileceği çok az şey var.
Melby, devamında şu soruyu soruyor: "Dünyanın en güçlü askeri gücüne sahip bir başkan var, uluslararası kuralları görmezden gelme geçmişi var ve bunu önceliği haline getiriyor. Danimarka, AB, İskandinav ülkeleri veya uluslararası sistem ne yapabilir?"
Avrupa'nın Trump tarafından geride bırakıldığı için büyük ölçüde kendisine teşekkür etmesi gerektiğini sözlerine ekleyen Melby, özellikle İskandinav ülkelerinin onlarca yıldır güvenlik için kendilerini tamamen Amerika Birleşik Devletleri'ne bağımlı hale getirdiklerini vurguluyor: "Elbette Trump bunu biliyor. Elinde büyük siyasi kozlar var ve bunları kullanmaya istekli."
Norveçli güvenlik uzmanı, ayrıca "ABD'ye daha az bağımlı olsaydık daha güçlü olurduk" görüşünü paylaşıyor: "Ancak bir Amerikan yönetimi, ittifaklar ve kurum oluşturma yoluyla dış politika yürütme geleneğini 80 yıldır bozduğunda, kendimizi koyduğumuz bağımlılığın bir bedelini ödememiz gerekiyor."
'NATO çatlayacak'
Melby, Trump'ın Danimarka'nın iradesine karşı gelip Grönland sorununu zorla kabul ettirmesi durumunda sonuçların ne olacağını kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu söylese de, bunun NATO'ya zarar verme potansiyeli olduğuna da ikna olmuş durumda: "Bence NATO, bildiğimiz ittifak olarak, çatlayacak. Trump bunu çok ciddiye almıyor çünkü kolektif güvenliği pek umursamıyor."
Melby, ülkenin güvenliğine dair endişelerini de şu soruyla dile getiriyor:
"Kendi hükümetimiz, durumun gerçekte ne kadar ciddi olduğunu insanlara anlatmak için çok az şey yapıyor gibi görünüyor. Son derece zorlu ve tehlikeli bir zamanda yaşıyoruz. Ülkelerimiz stratejik olarak Rusya'ya oldukça yakın bir konumda ve tamamen Amerikan garantilerine bağımlı, ancak müttefiklerini umursamayan büyük bir güce güvenebilir misiniz?"
***
’Bu nasıl bir meydan okuma!’: 78 ölümün ardından AKP’den ‘denetimi özele devredelim’ önerisi
AKP MKYK’de otel denetimlerinin özele devredilmesinin önerildiği belirtildi. TKP Genel Sekreteri Okuyan “Bu nasıl bir meydan okumadır!” diyerek tepki gösterdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/bu-nasil-bir-meydan-okuma-78-olumun-ardindan-akpden-denetimi-ozele-devredelim-onerisi-395846)
Halka sallanan yargı sopası -Fatih Yaşlı-
"İktidar arka arkaya yaptığı hamlelerle karşısındaki bütün kesimleri paralize etmeyi, sindirmeyi ve parçalamayı hedeflemekte, bunda da hayli yol almakta, mevcut muhalefet de bunun karşısında herhangi bir ciddi direnç geliştirememektedir."
AKP’nin devletleşmesini sağlayan kumpas davalardan sonra bugün bir kez daha siyasetin yargı eliyle dizayn edildiği yeni bir sürece girmiş gibi görünüyoruz. O davalarla devletleşen iktidar, şimdi de devleti elinde tutabilmek, rejim inşasına devam edebilmek ve elbette ki rejimin tuğlası niteliğindeki Erdoğan’ın o koltukta oturmaya devam edebilmesini sağlamak adına yargı sopasını yeniden eline almış durumda.
Bu sefer herkesin içerisine doldurulabileceği “Ergenekon” isimli bir çuval yok, herkesin aynı örgütün üyesi olduğu iddia edilmiyor belki ama iktidarın bekasına tehdit oluşturduğu düşünülen herkes yine o sopayla karşı karşıya.
Bu yeni konjonktürün açılışını yapan hadisenin 1 Ekim günü TBMM’nin açılışında Bahçeli’nin DEM Parti’li milletvekilleriyle tokalaşması olması şaşırtıcı değil; çünkü Öcalan üzerinden PKK’ya silah bıraktırılması projesi de aynı sürecin, yani AKP-MHP ikilisinin devletin sahibi olarak kalmaya dair niyetlerinin bir parçası.
Siyasetin yargı eliyle biçimlendirilmesine dair bu yeni süreçte, Esenyurt Belediye Başkanı CHP’li Ahmet Özer’in tutuklanmasına DEM’li Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine kayyum atanmasının, Beşiktaş Belediye Başkanı CHP’li Rıza Akpolat’ın tutuklanmasına da DEM’li Akdeniz Belediyesi eş başkanlarının tutuklanmasının eşlik etmesi şaşırtıcı değil. Çünkü bu eş zamanlı hamlelerdeki asıl niyet hem CHP’yi terörle işbirliği içerisinde göstermek hem de CHP’nin kayyım atamalarına vereceği tepkinin yetersizliği üzerinden CHP-DEM Parti ilişkisini baltalamak.
Bu yolun Esenyurt ve Beşiktaş üzerinden İmamoğlu’na gideceğini kestirmek ise güç değil. Erdoğan’ın “heybedeki asıl turp” diye işaret ettiği kişi çok açık bir şekilde İmamoğlu ve arka arkaya başlatılan soruşturmalara bakılırsa İmamoğlu’na yönelik bir siyasi yasak ihtimali giderek artıyor. “Yolsuzluk” ve “terör” söylemi ise bu yasağın ana eksenini oluşturacak şekilde devreye sokuluyor.
Ancak mesele bununla da sınırlı değil; Özel-İmamoğlu ikilisinin DEM Parti’ye yönelik desteğine ve hatta yeni “çözüm süreci”ne herhangi bir itirazları olmamasına mukabil, Mansur Yavaş ve etrafındaki milliyetçi ekip söz konusu ikiliden açık bir şekilde ayrılıyor ve doğrudan milliyetçi hassasiyetlere oynuyor. Dolayısıyla hem “çözüm süreci” hem de bu bağlamda gerçekleşen operasyonel hamleler CHP’deki klik ve hizipler arası ayrılığı derinleştirmeyi hedefliyor.
Eğer Öcalan’ın “umut hakkı” karşılığında kamuoyuna “silah bırakma” olarak pazarlanacak bir durum ortaya çıkarsa, o noktada iktidarın uzunca bir süredir diline doladığı yeni anayasa girişimleri de ete kemiğe bürünebilir. Kürt sorununun çözümüne dair kimi ifadelerin yer alacağı yeni bir anayasaya DEM’in destek vereceği açıktır ama bu yeni anayasa esas olarak Erdoğan’ı ömrü vefa edene kadar o koltukta oturtmayı hedefleyecektir. Bunun aynı zamanda DEM Parti’nin doğrudan Erdoğan’ı desteklemese bile kendi cumhurbaşkanı adayını çıkartması noktasına varması da bir ihtimal olarak not edilmelidir.
Bu sürece kayıtsız kalacak bir CHP’nin Kürtler nezdinde itibar kaybetmesi, desteklemesi durumunda ise CHP adayına oy verebilecek milliyetçi kesimlerin yeni bir aday arayışına girmeleri yüksek ihtimaldir. Bu noktada MHP dışı milliyetçiliğin biraz da olsa parlaması ve Mansur Yavaş ya da başka bir ismin “üçüncü yol”un adayı olarak sahneye çıkması iktidar açısından gayet arzu edilebilir bir nitelik taşımaktadır.
Bu nedenle de Ümit Özdağ’ın tutuklanmasına dair projeksiyonlar yapılırken, Özdağ’ın Öcalan’a karşılık rehine tutulduğu iddiasından ziyade bu tutuklama üzerinden az önce sözünü ettiğim şekilde MHP dışı milliyetçiliğin parlatılması ve böylece İYİP ve Zafer Partisi’nin öncülük ettiği bir milliyetçi bloğun, kendi adayını da çıkaracak şekilde sahnede yer alması arayışına odaklanılması daha isabetli olacaktır.
Dizi sektöründeki tekelleşme iddialarıyla başlatılan tartışmanın menajer Ayşe Barım’ın Gezi direnişine katıldığı için tutuklanmasına uzanması, yargı sopasının bir dizayn aracı olarak kullanılmasının boyutlarını göstermesi bakımından önemlidir.
Barım tutuklanırken Gezi’ye katılan kimi oyuncular da ifadeye çağrılmış, böylece bu sopa hem sektörün rantına hem de kültürel hegemonya inşasına dair mücadelenin etkin bir aracı olarak kullanılmış, ama esas olarak üzerinden 12 yıl geçen Gezi bir kere daha gündeme getirilerek toplumun muhalif kesimlerine ciddi bir gözdağı verilmiştir. Bahçeli’nin dünkü grup konuşmasındaki tehdit dolu cümleleri de iktidarın toplumsal muhalefetteki herhangi bir hareketlenmeye karşı ön alma girişimi olarak okunabilir.
Tüm bu söylediklerim iktidarın masa başında yazdığı senaryoyu birebir ve sorunsuz bir şekilde uygulayabileceği anlamına gelmez, ancak karşısındaki muhalefetin basiretsizliği, öngörüsüzlüğü ve herhangi bir gerçekçi stratejiye sahip olmaması iktidarın işini kolaylaştırmaktadır.
Öyle ki daha bir hafta önce Kartalkaya’da çıkan otel yangınında çoğu çocuk 78 kişi hayatını kaybetmişken ve buna dair sorumluluk doğrudan Turizm Bakanlığı ve hükümetteyken, iktidar cenahından tek bir kişiye dahi herhangi bir fatura kesilmemiştir. Son 22 yılda buna benzer sayısız olayda olduğu gibi burada da muhalefet iktidara hesap soramamış, tek bir yetkiliyi bile istifa ettirmemiştir. Dolayısıyla sadece bu örnek bile tabloyu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Önümüzdeki günlerde yargı sopasının daha geniş kesimlere doğru uzanma ihtimali yüksektir; iktidar arka arkaya yaptığı hamlelerle karşısındaki bütün kesimleri paralize etmeyi, sindirmeyi ve parçalamayı hedeflemekte, bunda da hayli yol almakta, mevcut muhalefet de bunun karşısında herhangi bir ciddi direnç geliştirememektedir.
Bu gidişata yönelik etkili bir karşı duruşun sosyalist soldan gelmesi mümkün müdür peki? Yangın katliamına hızlıca verilen reaksiyonun ve ekmeği merkeze alan eylemlerin halkta yarattığı etki göz önüne alındığında, bu sorunun yanıtının olumlu olabilmesi için ne yapılması gerektiği de ortaya çıkmaktadır.
Sol, reflekslerini güçlendirmeli, ses getiren, dikkat çeken, halka “sahipsiz değilsiniz” mesajını verecek ve onu siyaset sahnesine özgüvenle taşıyabilecek yaratıcı eylemlerde somutlaşan, ekmek ve emek merkezli bir stratejiyi, sabırlı, azimli, sebatkâr bir şekilde hayata geçirmeli, bir “umut siyaseti”ni var etmeli, kendisini ciddiye alınan bir güç olarak ortaya koyabilmelidir.
Türkiye’de halkın bir umut arayışı olduğu açıktır ve bu arayış ancak tam da böyle bir iradenin “buradayım” demesiyle ete kemiğe bürünebilecektir.
/././
Auschwitz’in kurtuluşu: Yalanlar ve gerçekler -Ogün Eratalay-
Nazi Almanyası'nın en önemli toplama ve imha kamplarından birisi olan Auschwitz Birkenau Kampı bundan tam 80 yıl önce Sovyet askerleri tarafından özgürleştirildi. Yıldönümü törenlerinde ise ne Sovyetler Birliği'nden bahsediliyordu ne de Nazizmin nasıl olup da böyle bir kıyıma girişebildiğinden.
Auschwitz kampının uydu görüntüsü
Naziler planlarını uygulamaya başlıyor
19 Mayıs 1944 tarihli bu fotoğrafta kampa yeni sevk edilmiş Macar yahudileri gaz odalarında derhal imha edilecekler ve toplama kampında çalışacaklar olarak ayrılıyor
Kampın bilançosu ve özgürlük
Kampta engelli Almanlar, Yahudiler, çingeneler, savaş esirleri, Sovyet vatandaşları ve direnişçiler toplu şekilde gaz odalarında veya türlü işkencelerle katledildi. Kampta gardiyanlık yapmak üzere Alman cezaevlerinde ne kadar ağır hükümlü ve katil varsa hepsi salıverildi, sorumluluk verilerek yetkili kılındı. Bunun da ötesinde Josef Mengele örneğinde olduğu gibi mahkumları türlü işkencelerle öldüren “doktorlara” mutlak özgürlük tanındı. Kampta açlıktan, salgın hastalıktan veya özel olarak infaz edilerek öldürülenler ise şanslı sayılıyordu.
Kampın varlığının savaşın erken dönemlerinde Müttefik Devletlere çeşitli kaynaklardan bilgi olarak iletilmesine rağmen o dönem Almanya’yı bombalayan ABD ve İngiliz hava kuvvetlerinin neden kampa giden tren yollarını bombalamadığı hala yanıtlanmamış sorulardan.
Polonya’nın ancak dört hafta, Fransa’nın ise altı hafta direnebildiği Nazi savaş makinasını önce yavaşlatan, sonra Moskova ve Stalingrad önlerinde durduran sonra da gerisin geri topraklarından atmayı başaran Sovyet Kızıl Ordusu ve partizanları Ocak 1945 başlarında neredeyse Almanya sınırlarına dayanmış durumdaydı. Ancak savaşın özellikle ilk başlarında en önemli ve deneyimli kadrolarını kaybetmiş olan Sovyet birlikleri ağır zayiatlara rağmen sürekli olarak ilerliyor, düşmana toparlanma fırsatı vermiyordu. İşte bu koşullarda yorgun, üzgün ama kararlı Sovyet askeri daha önce hiç karşılaşmadığı bir durumla karşılaştı.Hitler’den bizzat gelen talimatlara rağmen ortadan kaldırılamamış, alelacele terk edilmiş bir imha ve toplama kampı yerleşkesi. Kampa ilk girenlerden olan ve o dönem savaş muhabirliği yapan ünlü Sovyet yazar Boris Polevoy bu anları şöyle aktarmıştır okurlarına:
"Bizi Nazi cehenneminin bu köşesine getiren bu çizgili üniformalı insanlar, bu ismi dehşet ve tiksintiyle telaffuz ettiler. 'Çingene Bölümü' denen yere vardığımızda akşam olmuştu. Burada, bir kaloriferin yanında beton zemin üzerinde ünlü Belçikalı sanat tarihçisi 60 yaşındaki Jean Pernas ölüyordu. Yoldaşları biz Kızıl Ordu subaylarından ve Sovyet gazetecilerinden onun son sözlerini duymamız için yaklaşmamızı istediler. Bu koyu tenli insan iskeleti aramızdan ayrılıyordu ve tercümanımız olarak hareket eden adam son sözlerini duymak için eğilmek zorunda kaldı. Hafızamıza kazımak için ezberlediğim son sözleri şöyleydi: "İntikamımızı alın! Onları bulun ve intikamımızı alın. İnsanlığın güneşini karartmak için Auschwitz'de çıkardıkları dumanı dağıtın. İsimlerini sakın unutmayın ve intikamımızı alın."
2025 anması ve İsrail vurgusu
Yahudi soykırımına ait yapılan anmalarda İsrail vurgusu yapılmasını artık yadırgamıyoruz. İsrail devletinin emperyalizmle kopmaz bağlarının ne kadar sıkı olduğu düşünüldüğünde, zaten Batılı emperyalist merkezler tarafından düzenlenen etkinlerde bu gayet normal. Ancak bu yıl yapılan anmalar ve beraberinde yapılan açıklamalar muazzam bir tahrifata sahne oldu. İmha kampında öldürülen Yahudilerin anılması sırasında Avrupa’da artmakta olan Yahudi karşıtlığına dikkat çekilirken, bunun 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı Harekâtıyla eş zamanlı olmasına dikkat çekildi.
Nazilerle gerçekte sadece Sovyetler Birliği ve komünistlerin savaştığı, savaşın hemen ardından Nazi kılıç artıklarıyla NATO bünyesinde yapılan işbirliğinden ortada. Bunun dışında kuruluş sürecinde sürekli olarak yaşadıkları trajediye vurgu yapan İsrail devleti yöneticilerinin, daha bağımsızlıklarını ilan eder etmez başta Filistinliler olmak üzere bölge halklarına nasıl saldırdıkları da kayıt altında. Nesiller boyunca çağımızın toplama kampı sayılabilecek insanlık dışı koşullarda kalmaya mahkum bırakılan insanların son bir can havliyle düşmana karşı başlattığı 7 Ekim saldırılarını ve buna verilen desteği de antisemitizm saymak herhalde yalanların en büyüğü olsa gerek.
Nazileri yenip Auschwitz gibi büyük bir insanlık suçunu ortaya çıkartan, ölüme mahkum edilenleri kurtaran Kızıl Ordu askerlerinin anısına…/././
ÇEVİRİ | 'Auschwitz'teki dumanları anımsadım'
https://haber.sol.org.tr/haber/ceviri-auschwitzteki-dumanlari-animsadim-369850
/././
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder