T-24 "Köşebaşı + Gündem" -31 Ocak 2025-

Bu gidişin sonu İmamoğlu mu?-Tuğçe Tatari-

Ev hapisleri, ibretiâlem gözaltları, jet tutuklamalar, olmayacak suçlamalar, zorlama soruşturmalar. Bunların hepsi de sanki tek bir hazırlığı işaret etmekte. Hazırlandıkları şey İmamoğlu gibi görünüyor…

Son günlerin en sık sorulan sorusu, bu gidişin sonunda nereye varacağına, bizi neler beklediğine ilişkin.

Dibin dibi, kuyunun sonu bir türlü gelmedi. Ama işler öyle bir noktaya geldi ki, belki de Türkiye’nin faşizmin eşiğinde despotlukla yönetildiğinin de kayıtlara geçmesi açısından elle tutulur örnekler bırakıldı-bırakılıyor tarihe…

Ayşe Barım garabetine, sadece hukuk garabeti deyip geçebilir miyiz?

Müebbetle yargılayacaklar kadını ve ellerinde bunun için tek bir veri, ipucu, kanıt olmadığı gibi şüpheli bir durum dahi yok!

“Gık” diyenin kapısında bitiyorlar, en ufak ses çıkartan soluğu savcılıkta alıyor, sokak röportajında konuşan ‘teyzeleri’ tutukluyorlar. Hele biraz tanınan bilinen bir isimseniz üzerinizde tepiniyorlar!

Sosyal medyada troller buldukları her fırsatı fişleme, mimleme ve hedef gösterme tezgâhına dönüştürüyor.

Devlet tüm enstrümanlarıyla birden adeta haykırıyor “her kim olursan ol gözünün yaşına bakmayacağız…”

Ev hapisleri, ibretiâlem gözaltları, jet tutuklamalar, olmayacak suçlamalar, zorlama soruşturmalar.

Bunların hepsi de sanki tek bir hazırlığı işaret etmekte.

Hazırlandıkları şey İmamoğlu gibi görünüyor. Artık bir operasyon, bir yasaklama, bir tutuklama mı planlıyorlar, onu bilemiyoruz.

Çünkü bizlerin meslekte tüm varlığımızla yapmaktan kaçındığımız “niyet okuma” işinden başka enstrümanımız kalmadı olayları algılayabilmek adına elimizde.

Bu da tam bir niyet okumadır.

Verileri, geçmişi göz önünde bulundurarak, karşımızdakinin yapabileceklerini tahmin ederek, niyet okuyarak bir sonuca varıyoruz, varmaya çalışıyoruz.

Böyle önemli konularda kulis bilgisi almak da neredeyse imkânsızlaştı.

Adeta anlık, adeta tepkileri izleyerek kararlar alıyor ve uygulatıyorlar!

Anlık kararın kulisi mi olur?

Artık kulisler hep sızdırma, yemleme oldu!

Yaşananların, son dönem pompalanan siyasi havanın gözle görülür tek bir ortak hedefi var, ‘korkuyu yükseltmek…’

Korkun, korkalım ve susalım istiyorlar.

İnsanız, korkmak da doğal.

Fakat hep söylüyorum, korkunun üzerine bu kadar gidildiğinde bunun bir adım ötesi topyekûn korkulardan kurtulup, özgürleşmeye varır.

Baskıyı öyle bir hâle getirdiler ki herkes nefesini tutup anksiyetesine sahip çıkmaya çalışırken bir yandan da ellerinde sopa üzerimize üzerimize yürüyerek “ses çıkartırsan vururum” demeye getiriyorlar.

Bu işin sonunda gerçekten okuduğumuz niyet isabetli olursa ve İmamoğlu’na yönelik bir hamle gerçekleştirilirse, toplumda bunun büyük bir patlamaya neden olacağını düşünüyorum.

İşte belki ondandır Gezi’yi hortlatma ve bir “gözünüzün yaşına bakmayız” sopası olarak ortaya sürme çabaları.

Çünkü Türkiye’de ekonomik ve siyasi gerekçelerle buhran geçiren halkın İmamoğlu’na çekilecek bir hareketle korkudan kurtulup “ne olacaksa olsun” noktasına evrilmeme ihtimali düşük görünüyor.

                                                             /././

İmamoğlu, 'Akın Gürlek' ve 'bilirkişi' soruşturmalarından bugün ifade verecek

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı (İBB) Ekrem İmamoğlu, son sekiz günde İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek ile ilgili yaptığı açıklamalar ve CHP davalarında yer aldığını söylediği aynı bilirkişi ile ilgili sözleri sebebiyle hakkında başlatılan iki ayrı soruşturma kapsamında bugün Çağlayan Adliyesi'nde ifade verecek. (https://t24.com.tr/haber/imamoglu-akin-gurlek-ve-bilirkisi-sorusturmalarindan-bugun-ifade-verecek,1214615)

                                                               ***

Kartalkaya’da 12 günde ne oldu?-Tolga Şardan-

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy’un görevden alınmasını isteyen AKP’liler olduğu kadar kendileriyle ilgili durumların ortaya çıkmasını istemeyen AKP’lilerin, Erdoğan’ın tansiyonunu düşürmeye çalıştıkları bilgisi, Ankara’da en çok konuşulan siyasi kulislerden.

Grand Kartalkaya Oteli’nde yaşanan yangın faciasında her geçen gün yeni bilgiler ve belgeler gün ışığına çıkıyor, yavaş yavaş.

Üzerinden on gün geçmesiyle birlikte anlaşılıyor ki; olay, facia tanımının ötesinde tam bir katliam niteliğinde.

Siyasetin ve bürokrasinin çevrelediği, iktidar gücüyle harmanlanan sürecin sonunda oluşan tablo, Kartalkaya’da patlak verince, tam da “takke düştü, kel göründü” oluverdi bir anda.

TBMM Başkanı Numan Kurtuluş’un, gazeteci Ahmet Hakan’a verdiği söyleşide kullandığı, “Otel faciası yakın dönemlerde yaşadığımız en büyük facialardan birisi” cümlesini, ‘yakın geçmişte o kadar büyük facia yaşandı ki bu, onların en büyüklerinden bir tanesi’ şeklinde anlamak mümkün elbette.

Her yaşanan faciadan ders alınmadığını maalesef yenisi yaşandığında acılarla birlikte anlıyoruz toplumca.

İktidar başta olmak üzere siyasetin her kesimi Bolu’daki yangın katliamıyla bu kez daha farklı bir sınav veriyor.

Böylesi durumlarda her zaman tansiyonu düşürmek, kendi partisinden ya da yönetimindeki bürokrasiden adı gündeme taşanları kollayan yaklaşımda bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan bile “aç gözlü müptezellere tahammül yok” şeklinde çok farklı cümleler kurmaya, değerlendirmeler yapmaya başladı, ilk defa.

Erdoğan’ın bu çıkışından sadece otel sahibi ile yetkilileri mi etkilenecek? Yoksa söz konusu süreçle bağlantısı kurulan Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy ile bakanlık bürokrasisi ve Bolu İl Özel İdaresi yönetimi de kısmetlerine düşeni alacaklar mı? Yakın zamanda yaşayıp göreceğiz hep birlikte.

Yeri gelmişken, beklentinin aksine Erdoğan’ın, kabine değişikliği dönemini de kapsayacak şekilde yapacağı atamalarda Ersoy’u görevden alma olasılığının düşük olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ki, AKP kulislerinde bu durum kapalı kapılar ardında böyle seslendiriliyor.

Zira, Ersoy’un görevden alınması demek; sadece kendisi için değil, örneğin Bodrum’da yoğunlaşan AKP’li siyasetçilere tanınan imtiyazların da ortaya çıkmasının yolunu açacaktır.

Bu çerçevede, önceki dönemlerin belediye başkanı başta olmak üzere yerel yöneticilerinin durumları daha net biçimde kamuoyuna yansıyacak. Kuşkusuz, Erdoğan ve AKP yönetimi bu handikabı göz önünde bulunduracaktır.

Bu nedenle, Ersoy’un görevden alınmasını isteyen AKP’liler olduğu kadar kendileriyle ilgili durumların ortaya çıkmasını istemeyen AKP’lilerin, Erdoğan’ın tansiyonunu düşürmeye çalıştıkları bilgisi, Ankara’da en çok konuşulan siyasi kulislerden.

Sorgulanması gereken 12 gün

Bolu Adliyesi’nin el koyduğu ve jandarma üzerinden yürüttüğü adli soruşturma çerçevesinde alınan ifadeler, özellikle iktidar yanlısı yayın organlarında yayımlanıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yükselmesiyle birlikte söz konusu yayınlarda otel sahibi ile çalışanların ifadelerine yoğunlaşılması, geçmişteki örneklerine bakıldığında “tavşana bak” olayı ile karşı karşıya olduğumuz hissi yayılıyor, ister istemez.

Şimdi, Grand Kartalkaya Oteli’ndeki yangın katliamına neden olan bürokratik işlemler takvimine bakalım:

12 Aralık 2024: Otel yönetimi “yangın uygunluk raporu” için Bolu Belediyesi’ne başvurdu.

13 Aralık 2024: Kültür ve Turizm Bakanlığı (KTB), Grand Kartal Oteli’nde denetim yapılması için iç kontrolör görevlendirdi.

15 Aralık 2024: KTB kontrolörü, otelde inceleme yaptı.

16 Aralık 2024: Bolu Belediyesi’nin itfaiye raporu çıktı; otelde eksiklikler bulundu.

24 Aralık 2024: Otel yönetimi, belediyeye verdiği ikinci dilekçeyle, birinci dilekçeyi geri almak istediklerini bildirdi.

24 Aralık 2024: Otel yönetimi, otelin müştemilatında faaliyet göstermek amacıyla Bolu Belediyesi’ne iş yeri açma için dilekçe verdi.

25 Aralık 2024: Belediye Başkan Yardımcısı Sedat Gülener, gelen ikinci dilekçe ile ilk dilekçeyi iptal etti.

* 28 Aralık 2024: Otel, açılması istenilen kafeterya için itfaiyece denetlendi.

* 2 Ocak 2025: Bolu Belediyesi, kafeterya açılması için talep edilen itfaiye raporunu onayladı.

Bu takvime bakıldığında, ilk dikkat çeken gün aralığı 12 – 24 Aralık 2024 günlerinde yaşananlar.

Adliyenin ve idari soruşturma yürüten İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin üzerinde durması gereken takvim, işte bu 12 günlük süre.

Bu 12 gün içinde neler yaşandı da otel yönetimi önce dilekçe verdi, akabinde bakanlık iç kontrolör görevlendirdi? Peşinden, iç denetçi görevdeyken belediyenin itfaiye raporu kusurlu çıktı! Sonrasında Ankara-Bolu hattında neler yaşandı? Kim/kimler, kim/kimlerle görüştü? Bu temaslarda neler konuşuldu da otel yönetimi 24 Aralık’ta ikinci dilekçeyi belediye verdi?

Kültür ve Turizm Bakanlığı ile otel yönetimi ve İl Özel İdaresi arasındaki temasların sonucunda ortaya çıkan “eser”, 78 canın diri diri yaşamını yitirmesinin önünü açtı.

Kültür ve Turizm Bakanı ve aynı zamanda iş insanı Mehmet Ersoy, hem olay sonrasında, hem de gazeteci Ahmet Hakan’ın yayınında, tesisin 2021 ve 2024’te denetlendiğini açıkladı.

Şimdi Bakan Ersoy’a düşen görev, kamuoyunun doğru bilgilenmesi amacıyla söz konusu iki raporu tam metin halinde açıklamaktır.

Bilindiği üzere; iki denetim raporunun, devlet güvenliği, devletin güvenlik güçlerini zor duruma düşürmek gibi içeriği yok. Üstelik, “gizli”, “çok gizli” ve “kişiye özel” gibi gizlilik dereceli evrak sınıfından da değil bu raporlar. Bakan, iktidara yakın bir yayın kuruluşuna da açıklama yapabilir. Sakıncası yok. Ancak tek koşul, tam metin olması.

Yangın ve itfaiye raporlarını AFAD versin!

Otel katliamının ardından hükümet içinde, “dağdaki tesislere müdahale edilmesi amacıyla belediyeler veya AFAD bünyesinde güçlü itfaiye teşkilatları kurulması” görüşü ortaya atıldı.

Kuşkusuz makul bir görüş. Ancak, bundan daha önemli, olay olunca ya da olduktan sonra müdahale edecek güçlü bir organizasyon yerine, olayı/olayları önleyici tedbiri almak daha mühim kanımca.

Güçlü bir organizasyon kurulması için mali kaynak ve işletme sistemi olsun ancak güçlü bir önleyici sistem olması, sonucun daha az kayıpla veya eforla üstesinden gelinmesinin önünü açabilir.

Bu çerçevede, bu satırların yazarı olarak AFAD’ın yetkili hale getirilmesini önereyim ilgililere.

Ülke genelinde 81 kentte faaliyet gösteren AFAD’da konularında uzman personel mevcut. Bu bağlamda, oteller ve benzeri tesislere yönelik verilmesi gereken yangın/itfaiye raporları AFAD incelemesi sonrasında verilsin.

İster ücretli ister ücretsiz… Maddi bedel konusunu İçişleri Bakanlığı düzenlesin.

Kaldı ki, aynı zamanda İçişleri Bakanlığı bünyesinde faaliyet göstermesi nedeniyle illerde valilikler nezdinde etkin konumda olan AFAD’ın vereceği raporların daha güvenilir olacaktır. Tek elden yürütülecek yangın önleme denetimlerinden sonra hazırlanacak raporlarda yeknesaklık da sağlanmış olacak böylelikle.

Yaşanacak olumsuz bir tabloda sorumlu aramak yerine sorumluğun da tek yerde toplanması daha sağlıklı sonuç verecektir kanımca.

                                                             /././

Onur Özkan’ın ölümüyle ilgili İstinaf’a başvuran Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı: Beraat kararıyla hukuki garabet içine girildi!-Tolga Şardan-

Olayın yaşandığı dönemde gerek Onur Özkan, gerekse dosyada yer alan diğer isimlerin 18 yaşından küçük olmaları nedeniyle sürece katılan bakanlığın, “Huzurdaki dosyada toplanan deliler, alınan uzman raporları ve tanık beyanları dikkate alındığında suça sürüklenen çocuklar hakkında beraat kararı vermek hukuka ve vicdana aykırılık teşkil etmektedir” tespitini yapması dikkati çekti.

onur özkan                                                        Onur Özkan

Büyüteç’te, hak aramada adaletin yerini bulmasına katkı sağlayabilmek amacıyla gündemde tutmaya çalıştığım konular var, bildiğiniz üzere.

Tıpkı İzmir’de intihar ettiği ifade edilmesine karşın aslında cinayete kurban gittiği ortaya çıkan Dorukhan Büyükışık, tıpkı Kırklareli’ndeki Sisli Vadi ve İstanbul Gayrettepe’deki Masquerade adlı gece kulübünde yaşanan facialar bunlardan bazıları.

Ankara’da 16 Nisan 2016’da Onur Özkan’ın ölümüyle sonuçlanan yargı dosyasını hatırlayacaksınız.

Eğitim gördüğü özel okuldaki arkadaşlarıyla, aynı grup içindeki bir arkadaşlarının evindeki buluşma ve eğlenme sırasında balkondan düşerek yaşamını yitiren 16 yaşındaki gencin dosyasıydı bu.

Büyüteç’te 19 Kasım’da ve 20 Kasım’da iki ayrı yazıyla duyurdum Özkan Ailesi’nin yaşadıkları dramı.

Ankara Adliyesi’nde olayın hemen ardından başlatılan adli soruşturma ve kovuşturma 2024’e kadar sürdü.

Özkan Ailesi’nin evlatları Onur Özkan’ın öldürüldüğü yönündeki ısrarına, kimi bilirkişi raporları, ifadeler ve tespitlere rağmen yargılamayı yürüten mahkeme, dosyada adı geçen sanıklar hakkında beraat kararı verdi.

Bu arada soruşturmayı yürüten savcılık ile kovuşturmayı yöneten ağır ceza mahkemesindeki “tuhaflıkları” unutmamak gerekiyor. Sürecin detayları yukarıda linklerini bıraktığım yazılarda mevcut.

Onur Özkan’ın ölümüyle ilgili yerel mahkemedeki yargılamada her ne kadar beraat kararı çıksa da Özkan Ailesi dosyayı İstinaf’a taşıdı.

Yerel mahkemedeki yargılamada ortaya çıkan çelişkiler, aile tarafından İstinaf’a yapılan başvuruda dile getirildi.

Onur Özkan’ın yaşamını yitirdiği bu olayla ilgili ailenin yanı sıra bir devlet kurumu da İstinaf’a başvuru yaptı.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Ankara Bölge Adliye Mahkemesi’ne yaptığı başvuru ile Onur Özkan dosyasında yerel mahkemenin verdiği karara itiraz etti.

Bakanlık, İstinaf’a üç sayfalık bir metinle yaptığı başvuruda sanıklara verilen beraat kararının sanıklar aleyhine bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını talep etti.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın dosyayı inceleyen avukatları, dilekçede “Atılı çocuğun kasten öldürülmesi suçu, sanıklar tarafından işlendiği halde beraat kararı verilmiştir. Dosya kapsamında mevcut olan bütün delillerin birlikte değerlendirilmesi sonucunda suçların işlendiği sabittir” görüşüne yer verildi.

Dilekçede; “Mahkemece delillerin takdirinde sanıklar lehine yanılgıya düşülerek beraat hükmü kurulmuştur. Toplanan deliller suçların sübutuna yeter nitelikte olduğu halde delillerin takdirinde hata yapılmıştır. Sanığın suçtan kurtulmaya yönelik beyanlarına itibar edilmemelidir. Bu nedenle sanığın atılı suçlardan mahkumiyeti yerine beraatine karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır” denildi.

Olayın yaşandığı dönemde gerek Onur Özkan, gerekse dosyada yer alan diğer isimlerin 18 yaşından küçük olmaları nedeniyle sürece katılan bakanlığın, “Huzurdaki dosyada toplanan deliler, alınan uzman raporları ve tanık beyanları dikkate alındığında suça sürüklenen çocuklar hakkında beraat kararı vermek hukuka ve vicdana aykırılık teşkil etmektedir” tespitini yapması dikkati çekti.

Özkan Ailesi’nin yaşananların ortaya çıkarılması yönündeki çabaları arasında dosya üzerinde takvimsel gecikmeleri gündeme getirildi. Özellikle, 2016’da yaşanan olayla ilgili keşif çalışmasının geciktirilmesi dikkat çekilen konuların başında geldi.

“Beraat kararıyla hukuki garabet içine girildi”

Bakanlık avukatları, bu konuda ailenin görüşüyle örtüşen değerlendirmeye dilekçede şöyle yer verdi:

“Tüm dosya birlikte değerlendirildiğinde olay tarihi olan 2016 yılı ve karar tarihi olan 2024 yılı arasında 8 sene bulunmaktadır. 8 yıllık sürede dosyada talep edilmesine rağmen keşif geciktirilmiş, alınan yanlı raporlara göre hüküm kurulmuş en sonunda da beraat kararı verilerek bir hukuk garabeti içine girilmiştir.

Olayın meydana geldiği tarih olan 2016 yılında henüz soruşturma aşamasındayken dahi delillerin gizlenmeye çalıştığı görülmektedir. Olayın hemen akabinde suça sürüklenen çocuklara ait telefonlar adli emanete alınmamış, o süre zarfında telefonda bulunan bütün bilgi ve belgeler zaten çoktan silinmiştir.

Soruşturma aşamasında dahi birtakım hukuki eksiklikler yaşanılan bu dosyada, henüz 16 yaşında olan müteveffanın ölümünün araştırılması için kovuşturma aşamasına geçilmesi seneler almıştır. Henüz 16 yaşında olan bir lise öğrencisinin şaibeli ölümü ne soruşturma makamları ne de yerel mahkemece yeteri kadar araştırılmamış bir anlamda adil yargılanma hakkı ihlal edilmiştir.”

Onur Özkan

“Telefon görüşmeleri mahkemece değerlendirilmeye alınmadı”

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı avukatları, İstinaf’a yaptıkları başvuruda mahkemenin kovuşturma sırasında olay tarihinde yapıldığı belirlenen telefon görüşmelerinin dikkate alınmamasını eleştirdi.

Dilekçede şöyle denildi:

“Ankara 1. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nce değerlendirilmeye alınmayan, olay tarihinde var olan telefon konuşmalarının göz önünde bulundurularak kadar verilmesi gerekmektedir.

Dosya kapsamında bulunan telefon konuşmalarında suça sürüklenen çocukların “ölecek atalım”, “kim yaptı?”, “sen başına mı vurdun?” gibi ses kayıtları dosyaya kazandırılmışsa da dosyada karar verilirken bu kayıtlar hiç göz önünde bulundurulmamıştır.

Şayet ceza hukukunun asıl amacı maddi gerçekliğe ulaşmak ise, neden dosyada bulunan suça sürüklenen çocuklar aleyhine olan deliller karara esas alınmamıştır. Sözüm ona, ‘şüpheden sanık yararlanır’ ilkesinin kötüye kullanımı söz konusudur. Dosya kapsamında şüpheye yer bırakmayacak kadar açık deliller mevcuttur.

Yukarıda değinilen ses kayıtlarında, müteveffa ve suça sürüklenen çocuklar arasında bir arbede yaşandığı son derece açıktır. 3 kişi olan suça sürüklenen çocuklara, tek gibi olarak müteveffanın, tabiri caizse baş edebilmesi hayatın olağan akışına aykırıdır.

Kaldı ki, kabul anlamına gelmemek kaydıyla, verilen ifadelerde geçtiği gibi müteveffa Onur’un ayakta duramayacak kadar alkollü olduğu var sayarsak, suça sürüklenen çocukların Onur'a karşı şiddet uygulaması ve bu aşamada Onur’un kendisini savunabilmesi mümkün değildir.”

Otopside bulunan izler

Bakanlık avukatları, Bölge Adliye Mahkemesi’ne gönderilen başvuruda, Onur Özkan’ın cansız bedeni üzerinde yapılan otopsi işleminde bulunan iz ve emarelerin olayda darp yaşandığını ortaya koyduğuna dikkati çekti.

Otopsi raporu merkezindeki tespitler dilekçede şöyle dile getirildi:

“Bir diğer değinilmesi gereken husus ise, olayın gerçekleştiği evin son derece dağınık olmasıdır. Söz konusu elim olay gerçekleşmeden önce, evde bir arbede yaşandığı, kırılan çerçeveden bozulan halıdan ve oda düzeninden de bellidir. Aynı zamanda olayın gerçekleşmesinden sonra alınan otopsi raporunda, Onur’un vücudunda sadece düşmeye bağlı olmayan ekimozların bulunmasıdır.

Yapılan otopside, müteveffanın kafasında ve vücudunda sadece düşmeye bağlı olmayan darptan kaynaklanan izlerin bulunduğu da görülmüştür. Görülmektedir ki, söz konusu hadise gerçekleşmeden önce müteveffaya karşı suça sürüklenen çocuklar tarafından darp uygulanmıştır.

Müteveffanın düşme açısı, düştüğü yer ve düşüş şekli gözlemlendiğinde aslında bu durumun açık bir şekilde “atılma” olduğu görülecektir. Dosya kapsamında alınan uzman raporları ve bilirkişi raporları incelendiğinde görülecektir ki, müteveffanın bütün düşme açıları ayrı ayrı değerlendirilmiş ve maktul Onur’un kendi rızası ile bu açıda ve pozisyonda düşmesinin imkânsız olduğu değerlendirilmiştir.

Bilirkişi raporunda ve gerçekleşen hadise sonrası yapılan otopsi raporunda yer alan fotoğraflarda, müteveffanın bacaklarında morluk ve tırnak izin bulunduğu aynı zamanda kafasında yara izinin de düşmeye bağlı olmadığı düzenlenmiştir. Otopsi raporunda başındaki yaranın bir cisimle vurularak oluştuğu, düşmeye bağlı olmadığı açıkça düzenlenmişken, bacaklarında bulunan tırnak izlerinin de aslında suça sürüklenen çocuklar tarafından balkondan atılırken oluştuğu da açıktır.”

“Bilinci kapalıyken balkondan atıldı”

İstinaf başvurusunda, dosya kapsamında bulunan bilirkişi raporunda kamera kayıtlarının incelendiği ve Onur Özkan’ın bilincinin kapalı bir vaziyette suça sürüklenen çocuklar tarafından balkondan atılmış olduğunun düzenlendiği vurgulandı.

Başvuruda bu konu bakanlık avukatlarınca şöyle aktarıldı:

“Söz konusu bilinç kapanıklığından kasıt, alkolün verdiği bir sarhoşluk etkisi değildir. Darptan kaynaklanan bir bilinç kapanıklığından bahsedilmektedir. Henüz 16 yaşında olan müteveffanın kabul anlamına gelmemek kaydıyla, bilincinin kapanacağı şekilde alkol alabilmesi mümkün değildir.

Şayet öyle olduğu varsayılsa dahi alkol komasına girecek cinsten bir alkol alınımında hayatın olağan akışına göre, hipomani tarzı hareketler sergilenmez. Aksine, sinir hücreleri uyuşan kişi olduğu yerden hareket edecek gücü kendinde bulamaz. Şu halde, suça sürüklenen çocukların iddia ettiği gibi alkol alımından sonra müteveffanın koşarak balkondan atlaması hayatın olağan akışına aykırıdır.

Şayet kabul anlamına gelmemek kaydıyla, kendisini balkondan bıraktığını varsayacak olsak dahi bu durumda da fizik kuralları gereği düşme açısı ve biçiminin bu şekilde olması mümkün değildir.

Dosya kapsamında bulunan bilirkişi raporları ve fizikçi uzmandan alınan uzman görüşleri aynı zamanda ses kayıt çözümlemeleri dikkate alınmadan yerel mahkemece hüküm kurulmuştur. Geç gelen adaletin adalet olmadığı gibi aynı zamanda adaleti sağlayacak bir karar verilmemiştir. Detaylı izahatı da yapıldığı üzere, söz konusu hukuka ve vicdana aykırı kararın tarafımızca istinaf edilmesi zarureti hasıl olmuştur.”

Bakanlık avukatları, dilekçenin “netice ve talep” bölümünde ise şöyle dedi:

“Yukarıda açıklanan ve tetkik esnasında ortaya çıkabilecek sair sebeplerle, hukuka, yasaya, yüksek mahkeme kararlarına ve hakkaniyete uygun olmayan yerel mahkeme kararının istinaf incelemesi neticesinde kaldırılarak davanın istinaf mahkemesinde yeniden görülmesine, davanın yeniden görülmesi mümkün değilse, hükmün sanık aleyhine bozulmasına, dosyanın yeniden karar verilmek üzere yerel mahkemeye gönderilmesine karar verilmesi.”

***

Bu coğrafyada nefes almak her geçen gün zorlaşıyor.

Adaletin mağdurlara yönelik tecellisi de en az nefes almak kadar güç, maalesef.

                                                             /././

Umut fakirin ekmeği!-Asena Özkan-

Aklıselim Beşiktaşlılar sonucun bu olacağını gayet iyi biliyorlardı, bir yandan da ‘belki’ umudu taşıyorlardı. Umut fakirin ekmeği ye, ye bitmiyor…

Net; kim gelirse gelsin Beşiktaş’taki mevcut oyuncu topluluğuna istenilen, arzu edilen ve de özlem duyulan futbolu oynatamaz. Zira Beşiktaş’ın sorunu 2 - 3 transferle çözülecek gibi değil. Yarım asra yakın süredir Beşiktaş’ı izliyorum, yazıyorum, çiziyorum, ne böyle istemsiz ve hedefsiz futbolcu topluluğu gördüm ne de bu kadar beceri yoksunun bir arada oynadığını. Siyah-beyazlı kulüpte yaşanan sahadaki kaos ortamından, ‘dostlar alıverişte görsün’ enleminde transfer yapacak her kulüp ders çıkarmalı. Geriye dönüp bu niye alındı, şu neden transfer edildi yaygarası yapmak hem gereksiz hem de anlamsız, olan oldu. Eldekilerden nasıl yararlanılır? Oldukça açık, bir kaçı dışında hiç birinden bir şey olmaz. Bit pazında bile alıcı bulmak zor onlara…   

Beşiktaş için en büyük şans İtalyan futbolcu Ciro Immobile’nin sakatlanıp yerini Semih Kılıçsoy’a bırakması oldu. ‘Golcü’ olarak transfer edilen ancak genelde penaltıdan gol atabilen Immobile görev yaptığı ilk yarı boyunca topa bir kez kafayla vurdu onda da çerçeveyi tutturamadı. Takım arkadaşları onun koşu yoluna topu yolladılar ama İtalyan futbolcu hiç birisini ayağına alamadı alsa da ayağında tutamadı. Biri ya da ikisi bilemedin üçü kötü oynasa iyi oynayanlar onların açığı kapayacak, gel gör ki Beşiktaş’ta iyi oynayan da yok, sahada lider futbolcu da yok.

İster istemez hepsinin hatası göze batıyor. Savunma güven vermiyor, orta alan üretemediği gibi ileri oynayamıyor, ileri uç da doğal olarak uyuyor. Rafa Silva’nın yerini Salih Uçan, Ernest Muçi’nin yerini de Joao Mario aldı. Daha kötüsü nasıl olurdu kestiremedim! Birbirlerinden kopuk oynayan, sahada yardımlaşmayan Beşiktaşlı futbolcular öylesini kayıtsız oynadılar ki, Hollanda deplasmanında maçın başlarında Van Wolfswinkel’in kafa vuruşunda boş kaleyi tutturamaması, ikinci yarıda Sem Steijn’in direktör dönen topu kendilerine gelmelerini sağlamadı. Ardından da Daan Rost, attığı golle Beşiktaş’ı kupanın dışına yollayıverdi.

Ev sahibi Twente’nin yıldız oyuncusu yok ama mücadele eden genç bir kadrosu var. 24 yaşındaki İsviçre doğumlu Tunuslu sol kanat oyuncusu Sayfallah Ltaief’in adını daha önce duyan oldu mu? Gösterişten uzak futboluyla kusursuza yakın oynadı, ayağına aldığı her topta Beşiktaş için potansiyel tehlike yarattı…

Keyfi olarak kadro dışı bırakılıp gönderilen Valentine Rosier ile Rachid Ghezzal geldi aklıma. Hiç kimse Beşiktaş’a bundan daha büyük kötülük yapamazdı! Bu sonucun ardından ne başkan Serdal Adalı eleştirilir ne de teknik direktör Ole Gunnar Solskjaer’e dil uzatılır. Aklıselim Beşiktaşlılar sonucun bu olacağını gayet iyi biliyorlardı, bir yandan da ‘belki’ umudu taşıyorlardı. Umut fakirin ekmeği ye, ye bitmiyor…
                                                              /././
Sinema tarihinin belki en uzun filmi, bir iddialar zirvesi -Atilla Dorsay-

'Brutalist', bence tam olarak doyurmuyor. Bunca iddia, doluluk ve özgün olma çabası yer yer geri tepiyor. Kendi adıma, yine de sinefillere tavsiye edeceğim bir film. Hele Oscar’ların eşiğinde... Ama bir başyapıt değil...

The Brutalist


(The Brutalist)

Yönetmen: Brady Corbet
Senaryo: Brady Corbet, Mona Fstvold
Görüntü: Lol Crowley
Müzik: Daniel Blumberg
Oyuncular: Adrian Brody, Felicity Jones, Guy Pearce, Joe Alvyn, Raffey Cassidy, Stacy Martin,  Alessandro Nivola, İsaach De Bankole, Ariane Labed

Universal (ABD)-İngiliz-Macar yapımı, 2024

İşte beni her açıdan ilgilendirecek bir film. Her şeyi bir yana bırakın... Ama iki nokta önemli... Bir kez kahramanlardan birinin adı Attila. Gerçi benimki Atilla ama olsun! İkincisiyse hikâyenin ana kişisinin bir mimar olması. Yani benim tüm üniversite eğitimimi hasrettiğim asıl mesleğim! Ama sonradan sinema sevdamın ağır bastığı ve kendimi tümüyle 7. Sanat’a adadığım asıl yaşamım ağır bastı... Ne yapalım, kader!

Bu uzun, hatta çok uzun film (3 saat 40 dakika!) bu çabayı hak ediyor mu? Birçok kaynağa göre evet; hatta bol bol... Ben aynı kanıda değilim, ama erdemlerini yadsıyacak da değilim.

Film 1947 yılında açılıyor. Ve ilk bölümü 1952’ye dek hızla uzanıyor. İkinci Dünya Savaşı’nı Avrupa’da, asıl vatanı olan Budapeşte- Macaristan’da geçirmiş ve o menhus toplama kamplarında da yaşamış olan Laszlo Toth, 1947 yılında eşi Elizabeth (aslı Erzsebet) ile birlikte ABD’ye uçuyor. Modern bir ülkenin büyümesine mesleğiyle katkıda bulunmak ve böylece kendi hayatlarını yeni baştan kurmak için... Seçtikleri yöre Philadelphia’dır ve orada sanatını istediği gibi icra edebilecektir.  

Kader orada Toth ailesini Van Buren ailesiyle tanıştırıyor. ABD’nin son üç başkanının döneminde kendi ailesini iyice zengin etmiş, burnu havada bir iş adamı... Karşılaşmaları önce çok tatsız geçiyor. Ama mimarlıktan anlayan Harrison Van Buran, Toth’un eserlerine layık oldukları önemi veriyor ve ona imkanlar sunuyor. Van Buran özellikle annesine bir jest yapmak için Laszlo Toth’a yeni eserler yaptırıyor. Böylece aslında hep karşıt olmuş iki karakter, sanatçı ve ona imkân tanıyan kişi yeniden bir araya geliyor. Ama sonunda tam anlamıyla birbirlerine girmek ve sanki o sınıfsal ayrımın asla giderilemeyeceğini göstermek için... Bir kez daha...

Böylece bu uzun filmdeki temalar giderek zenginleşiyor. Bunların başında belki Sionizm, yani Yahudilik geliyor. İsrail sayesinde yeniden güncellik kazanan inanç... Ki zaten İsrail devleti filmin açılışından bir yıl sonra, 1948’de kurulacaktır. Filmde ayrıca kilisede bir Musevi dua sahnesi var. Ama o kadar çok tema daha var ki... Sınıfsal ayrım, göç ve sorunları, şiddet, mimarlık... Ve de Batı için kaçınılmaz olan uyuşturucu tutkusu...

Asıl önümüzdeki filme bakarsanız, uzun bir filmin özellik ve itinayla inşası. Böylece VistaVision ve 70 mm’lik kameralarla yapılmış çekim; başta bir Uvertür- Açılış; tam ortasında -uzunluğu gidermek için gereken- bir ara: 15 dakikalık... Böylece, bir yabancı eleştirmenin yazdığı gibi, sanki ‘Tipik ve büyük bir Amerikan hikayesi’ ortaya çıkmış...

Öte yandan filmin bir başka ana teması da kapitalizm ve sanatın ilişkisi. Hep tartışılmış olay bu filmde de önümüze geliyor. Baştaki bölümde gösterilen New York’un ünlü Özgürlük Anıtı görüntü yönetmeni Lol Crawley tarafından öylesine ustalıklı kullanılmış ki… Yine Crawley’in tüm Philadelphia görüntüleri, sonrasındaki Roma sahneleri de ilginç...

Sonuç olarak film devasa bir belgesel gibi duruyorKabul etmek lazım ki 220 dakikalık uzunluğu bir belgesel için aşırı... Birçok yerinde de ikna etmiyor. Örneğin Laszlo Toth’un onca övülen o mimarlık eserleri... Hiç inandırıcı değil ve estetiği yok; benim naçizane zevkime göre... Üstelik öylesine garip açılardan sunulmuş ki... Ayrıca o koyulaşan haliyle sakalı da bence hiç güzel değil! Gerçi sonra Roma’da sergi açıyor ama acaba kimler gitmiş!

Filmin bir avantajı elbette oyuncuları. Adrien Brody 1973 doğumlu. Sanatçı 2003 yılında en iyi filmi olan Piyanist’le Oscar aldı. Bu yıl da bu filmle aday. Bakalım alacak mı! Kabul etmek gerekir ki o eşsiz burnu onu artık bir komedi oyuncusuna dönüştürebilir! Harrison rolünde Guy Pearce çok iyi denebilir. Erszsebet- Elizabeth’i Felicity Jones oynarken, Van Buren’lerin genç oğlu Harry’de Joe Alwyn ve Gordon’daysa İsaac de Bankole görevlerini yapmışlar. Ama adaşımı unutmayayım: Attila’da çok sevdiğim Alessandro Nivola da mükemmel.

Ayrıca filme müzik kulağımla bakınca, az ama öz iyi kullanılmış müziğin yanı sıra kimi klasik şarkılar da var. Buttons and Bows, You Are My Destiny, bir-iki tane daha... Filmin bir yerinde ekrana yansıyan o sessiz sinemadan kalma seks filmi de az sürpriz değildi! Ama, dediğim gibi, film bence tam olarak doyurmuyor. Bunca iddia, doluluk ve özgün olma çabası yer yer geri tepiyor. Kendi adıma, yine de sinefillere tavsiye edeceğim bir film. Hele Oscar’ların eşiğinde... Ama bir başyapıt değil...

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.

Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te, "Unutulmaz İnsanlarımızla Konuşmalar" ve "Benim Sevgili ‘6 Silahşörler’im" 2024'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!.."

                                                             /././

Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nden hedef 16: Barış, adalet, güçlü kurumlar -Binhan Elif Yılmaz-

Demokrasi ve seçilmiş yetkililerinizi sorumlu tutma, bilgi özgürlüğü ve görüşlerinizi seçilmiş temsilcilerinizle paylaşma haklarınızı kullanın. Farklı etnik kökenlere, dinlere, cinsiyetlere, farklı görüşlere sahip insanlara karşı kapsayıcılığı ve saygıyı teşvik edin

birleşmiş milletler bm Sürdürülebilir Kalkınma Hedefler

Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri toplam 17 hedeften oluşuyor ve 2030 yılına kadar ulaşılmasını öngörüyor. Bu hedefler; herkes için yoksulluğun, açlığın sona erdirilmesi, sağlıklı bir yaşam, kapsayıcı, kaliteli eğitim sağlanması, erişilebilir, güvenli, sürdürülebilir modern enerjiye ulaşılması, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması, üretken istihdamın teşvik edilmesi, eşitsizliğin azaltılması, güvenli şehirlerin kurulması, ekosistemin korunması, barışçıl ve kapsayıcı toplumların teşvik edilmesi, herkes için adalete erişimin sağlanması, etkili, hesap verebilir, kapsayıcı kurumların oluşturulması ve benzerlerinden oluşuyor.

Yeri geldikçe bu köşede hedeflerden Türkiye gündeminde öne çıkanları ele alacağım: Bugünlerde 16. Hedef olan “Barış, Adalet ve Güçlü Kurumlar” hedefini konuşmak yerinde olur.

Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nden 16’ncısı; “barışçıl ve kapsayıcı toplumları teşvik etmek, herkes için adalete erişimi sağlamak ve her düzeyde etkili, hesap verebilir ve kapsayıcı kurumlar inşa etmek” olarak ifade ediliyor. Barış, adalet ve onu sağlayacak güçlü kurumlar iç içe, ancak adaleti biraz daha ön plana çıkarmak istiyorum.

Zaten son üç yıldır dünya genelinde devam eden şiddetli çatışmalar, küresel barış ve Hedef 16'nın gerçekleştirilmesini zora soktu.

Güvensizlik, bir ülkenin kalkınmasını olumsuz etkiliyor ve hukukun üstünlüğünün olmadığı yerlerde şiddet, suç ve istismar yaygınlaşıyor. Bu durumda ülkedeki adalet sistemi de en çok risk altındakileri korumak için önlemler almak durumunda.

Birleşmiş Milletler böyle durumlarda hükümetleri, STK’ları çatışma ve güvensizliğe kalıcı çözümler bulmak için birlikte çalışmaya çağırıyor. Hukukun üstünlüğünü güçlendirmek, insan haklarını ön planda tutmak, yolsuzluğa geçit vermemek ve her zaman kapsayıcı katılımı sağlamak da bu sürecin anahtarı oluyor.

Birleşmiş Milletler bireysel haklara, mahremiyet hakkına, ifade özgürlüğüne ve bilgiye erişim hakkına saygı duyan ve bunları savunan toplumlar ile daha geniş insan hakları çerçevesiyle uyumluluğu teşvik ediyor.

O nedenle bu hedefin kilidini açacak anahtarın elimizden gitmemesi için adalete eşit erişimin, yasalar önünde eşitliğin sağlanması gerek. Aksi halde toplumsal ve ekonomik kalkınma sağlanamaz ve çatışma, şiddet ve istikrarsızlıkla boğuşuruz.

Çünkü adaletsizlik, öncelikle güvensizlik yaratır. Sadece bugünkü neslin değil gelecek nesillerin de refahını ve gelişme olanaklarını olumsuz etkiler.

Son günlerde politikacılara, bürokratlara, sade vatandaşa, gazetecilere açılan soruşturmalar giderek artıyor. Adalet arayışındaki izdüşümü, Hedef 16’nın alt hedeflerinde görebilirsiniz. Bunlar:  

- Ulusal ve uluslararası düzeyde hukukun üstünlüğünü teşvik etmek ve herkesin adalete eşit erişimini sağlamak

- Her düzeyde etkili, hesap verebilir ve şeffaf kurumlar geliştirmek

- Her düzeyde duyarlı, kapsayıcı, katılımcı ve temsili karar alma süreçlerini sağlamak

- Ulusal mevzuat ve uluslararası anlaşmalara uygun olarak, kamuoyunun bilgiye erişimini sağlamak ve temel özgürlükleri korumak

Bu hedeflerin ne ifade ettiğini görebilmek için söz konusu alt hedeflerin göstergelerine ilişkin istatistikleri derledim:

Alt hedeflerden biri: “ulusal ve uluslararası düzeyde hukukun üstünlüğünü teşvik etmek ve herkesin adalete eşit erişimini sağlamak.

Bu alt hedefin göstergesi de “hüküm giymemiş tutukluların toplam cezaevi nüfusuna oranı”.

Adalete erişim temel insan haklarından biri ise hüküm giymemiş tutukluların sayısını azaltmaya yönelik neler yapıldığını görmek gerekiyor. Cezaevlerindeki nüfus 2015'ten 2019'a kadar istikrarlı bir şekilde artmış ve günümüzde toplam 11,2 milyon mahkûma ulaşmış. Ancak dünyadaki her üç tutukludan biri hüküm giymemiş durumda.

Dolayısıyla küresel cezaevi nüfusunun yaklaşık üçte biri duruşma öncesi gözaltında tutulmakta. Çeşitli alt bölgeler arasında Orta- Güney Asya, hüküm giymemiş tutukluların en yüksek yüzdesine (yüzde 60) ve Batı Asya ve Kuzey Afrika da en düşük yüzdesine (yüzde 21) sahip.

Hatta hüküm giymemiş tutukluların yüksek hacmini barındıracak ek alana ihtiyaç duyulması nedeniyle, dünya çapındaki cezaevi kapasitesi 2015 ile 2021 yılları arasında yüzde 19 oranında artış göstermiş.

Türkiye’de hüküm giymemiş tutukluların cezaevi nüfusuna oranı 2021’de yüzde 12,8 iken 2022’de yüzde 12,4 olmuş. Bize en yakın ülke oran Bulgaristan’da bu oranlar sırasıyla yüzde 9,3 ve yüzde 8,5. Dünya ortalaması ise 2021’de yüzde 29 iken 2022’de yüzde 28,7 olmuş.

Bir başka alt hedef, “ulusal mevzuat ve uluslararası anlaşmalara uygun olarak, kamuoyunun bilgiye erişimini sağlamak ve temel özgürlükleri korumak”.

Bu alt hedefin göstergelerinden biri “son 12 ayda gazetecilerin, ilişkili medya personelinin, sendika üyelerinin ve insan hakları savunucularının öldürülmesi, kaçırılması, keyfi gözaltına alınması ve işkence görmesiyle ilgili doğrulanmış vakaların sayısı”.

Dünyada keyfi gözaltına alınan, öldürülen, kaçırılan gazeteci, medya personeli, sendika üyesi ya da insan hakları savunucusu sayısı 2015 yılında 349 iken 2021 yılında 320’ye inmiş. Ancak Latin Amerika’da 2015’te 166’dan 2021’de 216’ya ve Orta-Güney Asya’da da 29’dan 51’e yükselmiş. Avrupa ve Kuzey Amerika’da yok denecek kadar az (1 ya da 2 kişi). Türkiye için ise açık bir bilgi yok. 

Diğer gösterge; “kamuoyunun bilgiye erişimi için anayasal, yasal ve/veya politika garantilerini benimseyen ve uygulayan ülke sayısı.

Dünyada toplamda 127 ülke kamuoyunun bilgiye erişimi için anayasal, yasal ve/veya politika garantilerini benimsemiş ve uyguluyor. Anlaşılan dünya genelinde pek çok ülke bu garantileri benimsememiş/uygulamıyor. Bu göstergede bölgeler arasında eşitsizlik de çok büyük. Bu garantileri benimseyen/uygulayan ülkelerin 44’ü Avrupa ve Kuzey Amerika kıtalarındaki ülkeler. Orta ve Güney Asya’da ise sadece 9 ülke bu politika garantilerini benimsemiş/uyguluyor.

Hedef 16’ya ulaşmada Birleşmiş Milletler’in önerileriyle yazımı tamamlıyorum. Demokrasi ve seçilmiş yetkililerinizi sorumlu tutma, bilgi özgürlüğü ve görüşlerinizi seçilmiş temsilcilerinizle paylaşma haklarınızı kullanın. Farklı etnik kökenlere, dinlere, cinsiyetlere, farklı görüşlere sahip insanlara karşı kapsayıcılığı ve saygıyı teşvik edin.

Türkiye, 80 yıldır Birleşmiş Milletler’e üye, dolayısıyla öneriler bizim için de geçerli.

                                                                /././

Suç nedir, suçlu kimdir?-Mine Söğüt-

Bu ülke nasıl kurtulacak diye soruyoruz ya birbirimize; bu ülke suça suç, suçluya suçlu diyebildiği gün kurtulacak. Bir de bunu “Allah’ın izniyle” değil evrensel hukukun ve adaletin iradesiyle demeyi becerdiğinde…

adalet hukuk

Suçun ve suçlunun tanımını mevcut evrensel hukuka ve laik düzene değer veren hukukçular   değil de iktidarın şahsi taleplerine değer veren hukukçular yorumladığı zaman yaşananlara, eskiden faşizm denilirdi şimdilerde sadece “güçlünün zaferi” deniliyor.

Ve gücü ele geçirenin güçsüzü alaşağı etmesi herkes tarafından bir başarı olarak kabul ediliyor. Hayat, şikenin resmen serbest olduğu bir iktidar oyununun elinde her yerinden yaralar ala ala dayanılmaz bir hale geliyor.  

Oysa insanlık tarihi, bir arada yaşamanın kurallarının güç üzerinden belirlendiği tüm ilişkilerin adaletten yoksun kalmaya mahkûm olduğunu anlayacak kadar çok deneyime sahip.

Hem güce tapıp hem de adil olunamayacağı artık çok iyi biliniyor.

Ama insan hâlâ o iki değerden birini net olarak seçmesi gerektiğinin idrakında değil.

Gücün adaleti, adaletin de gücü hiçe sayması kafasını karıştırıyor.

Hayalinde hep güçlü ve adil bir egemen var. Güce hiç ihtiyaç duymayan sadece adil olan bir düzeni tahayyül bile edemiyor.

Güce güvenip adalete güvenmeyen insan, adaletin gücüne güvenmek yerine, güçlü olandan adalet ummayı yeğliyor. Ve her seferinde, varlığını canı gönülden kötülüğün gücüne kurban vermiş halk yığınları olarak tarihe geçiyor.

Bu ülkede bugün biz de adaleti değil gücü seçmiş olmanın ağır sancısını yaşıyoruz.

Bu yüzden kendi anayasasını tanımayan bir muktedirle başımız dertte.

Uluslararası hukuku hiçe sayan, üst mahkemelerin kararlarını uygulamayan bir sistemin işkencesini çekiyoruz.

Cadı avına çıkıp, mahkemeleri engizisyonlara, hapishaneleri orta çağ zindanlarına çevirmelerini “Sıra bize ne zaman gelecek acaba?” tedirginliğiyle izliyoruz.

İnsanların sokağa çıkma ve gösteri yapma hakkını gasp eden, işine gelmeyen her eylemi “terör” diye damgalayan bir iradenin tahakkümüne katlanmaktan başka çaremiz yok sanıyoruz.

Nicedir tehdit, şantaj ve gözdağı ile biçimlendirilen hukuksuz değil, hukuküstü bir sistemin esiriyiz.

Tepemizdeki iktidarın dur durak tanımamasına alıştık. Vitesi yükselttikçe yükseltmesine, gaza bastıkça basmasına şaşırmıyoruz.

Adalete güvenmeyen ve güce tapan kalabalıkların değişmez kaderini yaşıyoruz.

Korkuyoruz.

Korkudan, suça suç, suçluya suçlu diyemiyoruz. Dilimiz ancak hukuksuzluk demeye dönüyor. İktidar da her seferinde bu lafa kahkahalarla gülerek bildiğini okumaya devam ediyor.

Gerçek şu;

İktidar aslında bir hukuksuzluk yapmıyor, evrensel ve laik hukuku cebren ve hile ile alaşağı edip kendi bireysel hukukunu inşa ederek hukuka meydan okuyor ve evrensel hukuk nezdinde suç işliyor.

Bu iktidar;

Adalet istemeyi suç sayıyor.

Oysa adalet istemek suç değildir ama adaleti sağlamamak suçtur.

Sokaklarda “Açız” diye bağırmayı suç sayıyor.

Oysa halkın “Açız” diye bağırması suç değildir ama halkı aç bırakmak suçtur.

Muhalif gazetecileri susturmak için dava üzerine dava açıyor.

Oysa gazetecilik suç değildir ama gazeteciliğin yapılmasını önlemek suçtur.

Gezi eylemlerini kriminalize etmek için elinden geleni ardına koymuyor.

Oysa halkın sokağa çıkıp eylem yapması suç değildir ama bu anayasal hakkı suç, anayasal hakkını kullanan insanları da suçlu olarak tanımlamak suçtur.

Ülkeyi kötü yönettiğini söyleyen herkesi anında tutuklatıyor.

Oysa iktidarı kötülemek suç değildir ama iktidarı kötüye kullanmak suçtur, hem de en büyük suçtur.

* * *

Bu ülke nasıl kurtulacak diye soruyoruz ya birbirimize;

Bu ülke suça suç, suçluya suçlu diyebildiği gün kurtulacak.

Bir de bunu “Allah’ın izniyle” değil evrensel hukukun ve adaletin iradesiyle demeyi becerdiğinde…

                                                                  /././

72 ilde değerli konut vergisi tahsilatı yok (mu?) -Murat Batı-

Gayrimenkul alım-satımları çoğu zaman gerçek bedeli üzerinden gösterilmemekte, belediyede kayıtlı bedel üzerinden yapılmakta ki bu da hem gelir, kurumlar, KDV, harç hem de değerli konut vergisi kaybına neden olabilmektedir.

Ülkemizde kaynağı servet olan dördüncü vergimiz değerli konut vergisidir. Değerli konut vergisi 7194 sayılı Kanunla 7 Aralık 2019 yılında davul zurnayla getirildi ama hararetli tartışmaların ardından uygulamasına ancak 1 Ocak 2021’de başlanabildi.  

Bu vergi, Emlak Vergisi Kanunu’nun içine monte edildi yani kendine ait ayrı bir kanunu yok. Şayet değerli konut vergisi nerede diye soran olursa Emlak Vergisi Kanunu 42 ve devam maddelerinde bulunmaktadır şeklinde cevap verebilirsiniz. 

Değerli konut vergisi, sadece konutlardan alınan bir vergidir ve değeri 2024 yılı için 12 milyon 880 bin lirayı; 2025 yılı içinse 15 milyon 709 bin lirayı aşan konutlar değerli konut vergisine tabidir. Bu tutarı aşmazsa değerli konut vergisine tabi olmayacaktır. Sadece konutlar bu verginin konusuna gireceğinden, iş yerleri, arsa ve araziler bu vergiye tabi değildir.

Ayrıca tek konutu olanlar da bu vergiye tabi değiller hatta aynı kişiye ait birden fazla konut varsa değeri en düşük olan konut bu vergiye tabi olmayacak, diğerleri tabi olacak. Değerli konut vergisine tabi konut(lar) her yıl şubat ayının 20’nci günü sonuna kadar beyan edilir, hesaplanan vergi de şubat ve ağustos ayında iki eşit taksitte ödenir.

Yukarıda söylediğim 2025 yılı için meskenin değeri 15 milyon 709 bin lirayı aşıyorsa bu vergiye tabi olur cümlemdeki değeri ifadesi konutun piyasadaki değeri değildir. Belediyede kayıtlı olan değeridir ki buna vergi değeri denilir. Vergi değeri Emlak Vergisi Kanunu m.29’da yer alan değerdir. Yani belediyedeki kayıtlı değerdir. Daha basit bir ifadeyle üzerinden emlak vergisini ödediğiniz değerdir. Halk arasında hatta bazı resmî kurumlarda bile vergi değerine rayiç bedel denilmektedir. Ancak bu, hatalı bir kullanımdır; doğrusu vergi değeridir.

Oranı kaçtır?

Değerli konut vergisine tabi mesken nitelikli taşınmazlardan oranı değerine göre değişmektedir. Binde 3’ten başlayıp binde 10’a kadar bir oran uygulanmaktadır. Dilim usulü dediğimiz bir yöntemle vergisi hesaplanmaktadır.

2025 yılı için;

15.709.000 TL ile 23.564.000 TL arasında olanlar (Binde 3)

23.564.001 TL ile 31.421.000 TL arasında olanlar (Binde 6)

31.421.001 TL ve aşanlar (Binde 10oranında vergilendirilir.

Örneğin 2025 yılında vergi değeri 25 milyon lira olan bir meskenin değerli konut vergisi

0 TL ile 15.709.000 TL arasındaki kısım için binde 0 oranında sıfır lira,

15.709.000 TL ile 23.564.000 TL arasındaki kısım için (7 milyon 855 bin lira için) binde 3 oranında (23 bin 565 lira),

23.564.000 TL ile 25.000.000 TL arasındaki kısım için (1 milyon 436 bin lira için) binde 6 oranında (8 bin 616 lira) olmak üzere;

2025 yılı için toplam 32 bin 181 bin lira değerli konut vergisi hesaplanmıştır.

Dikkat edilmesi gereken husus 2024 yılı için 12 milyon 880 bin lirasına; 2025 yılı içinse 15 milyon 709 bin lirasına kadar vergi oranı sıfır, bu tutarı aşarsa aşan kısmından vergi alınmaktadır. Örneğin 2025 yılında vergi değeri 16 milyon lira olan bir meskenden 291 bin lira üzerinden (16.000.000 – 15.709.000) binde 3 oranında 873 lira değerli konut vergisi alınacaktır.

Tahsilat tutarı çok mu?

Şu ana kadar her şey gayet normal ancak değerli konut vergisinden ne kadar tahsilat yapıldı? sorusuna cevap bulmak gerekiyor. Çünkü ev fiyatları özellikle İstanbul, Ankara, Antalya, İzmir ve daha birçok kentte el yakıyor. 2024 yılında 12 milyon 880 bin lirayı aşan evler üzerinden binde 3’ten başlayan oranda değerli konut vergisi tahsil edilmesi gerekmekteydi,

Aşağıdaki tabloda da görüldüğü üzere son dört yılda değerli konutlardan sadece 221 milyon lira tahsil edilmiş. 2024 yılında ise sadece 83 milyon lira. İstanbul’da bazı lüks semtlerdeki tek bir konut fiyatı kadar. 2025 yılı Bütçe Kanunu’nda ise 2025 yılında 165 milyon lira tahsilat hedeflenmiş.

Vergi değeri 2024 yılı için 12 milyon 880 bin lirayı; 2025 yılı içinse 15 milyon 709 bin lirayı aşan konutlar hangi illerimizde daha çok var acaba? Bu sorunun cevabı için de Maliye Bakanlığı’nın paylaştığı verileri tek tek bulup aşağıdaki tabloyu oluşturdum. Buyurun önce tabloya bakalım sonra değerlendirmeye geçelim.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 81 ilin sadece 9’u değerli konut vergisi tahsilatı pozitif, kalan 72 ilde yok. Hatta bazı illerde eksi de görünüyor. Bu verginin hemen hemen tamamı İstanbul’dan tahsil edilmiş, 3 milyon 436 bin lira ile Ankara ikinci sırada, 1 milyon 121 bin lira ile de Gaziantep üçüncü sırada.  Isparta’da sadece bin lira tahsil edilmiş.

Afyon, Diyarbakır, Elazığ, Hatay, Balıkesir ve Tekirdağ’da tahakkuk etmiş ama hiç ödenmemiş toplamda 4 milyon 645 bin lira bulunmaktadır. İzmir’de 3 milyon 209 bin lira tahakkuk etmiş ama 593 bin lira tahsil edilmiş. İstanbul’da ise 118 milyon 795 bin lira tahakkuk etmiş ama 93 milyon 580 bin lira tahsil edilmiş.

Neden tahsilat bu kadar düşük?

İlki sadece konutların bu vergiye tabi olmasıdır. Arsa, arazi ve iş yerleri bu vergiye tabi değildir. Bu konu Anayasa'nın başta eşitlik olmak üzere diğer ilkeleri kapsamında çokça tartışıldı.

İkincisi muafiyetle alakalıdır. Kamuya ait bazı meskenler ile tek konut bu vergi dışındadır. Örneğin tek konutunuz var ve değeri 100 milyon dahi olsa bu vergiye tabi olmuyorsunuz.

Üçüncüsü ise değerli konut vergisi emlak vergisi ile aynı matrah üzerinden alınmasıyla alakalıdır.

Şöyle ki değerli konut vergisi Emlak Vergisi Kanunu m.29’da yer alan vergi değeri üzerinden hesaplanmaktadır. Halk arasında hatta bazı resmî kurumlarda bile vergi değerine rayiç bedel denilmektedir ki bu, hatalı bir kullanımdır; doğrusu vergi değeridir.

Ve bildiğiniz üzere gayrimenkul alım-satımları çoğu zaman gerçek bedeli üzerinden gösterilmemekte, belediyede kayıtlı bedel üzerinden yapılmakta ki bu da hem gelir, kurumlar, KDV, harç hem de değerli konut vergisi kaybına neden olabilmektedir.

7194 sayılı Kanunla getirilen düzenlemenin ilk halinde Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünce yapılan veya yaptırılan değerleme sonucunda belirlenen değer üzerinden bu vergi hesaplanacaktı ki sonradan değiştirip ve vergi değeri olarak revize ettik.

Bu nedenle belediyelerde kayıtlı bedeller de çoğu zaman gerçek bedellerini yansıtmadığından bu şekilde bir sonuç doğması da kaçınılmaz olmaktadır.

                                                                  /././

(T-24)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -31 Ocak 2025-

Demokrasinin cilveleri -Mesut Odman- Demokrasinin erdemleri üzerine ne zaman söylevler çekilse, onun sadece yokluğunun değil şu ya da bu ölç...