TKP’den Bakan Mehmet Nuri Ersoy hakkında suç duyurusu
Bolu’da 78 yurttaşımızın hayatını kaybettiği olayın ardından dün Ankara ve İstanbul’da eylem düzenleyen TKP’den Bakan Mehmet Nuri Ersoy hakkında suç duyurusu adımı geldi.
Bolu’da 78 kişinin yaşamını yitirdiği Grand Kartal Hotel’deki yangın sonrası sorumluların suçu birbirine atması ve hiçbir asıl sorumlu hakkında işlem yapılmaması tepki çekmeye devam ediyor.
Dün Ankara’da Kültür ve Turizm Bakanlığı önünde ve İstanbul Taksim’de bir eylem düzenleyen ve sorumlulara işaret eden TKP, hesap verme çağrısında bulunmuştu.
TKP tarafından katliamın baş sorumlularından olarak tarif edilen Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ve diğer sorumlular hakkında 78 yurttaşın ölümü ve çok sayıda kişinin yaralanmasına neden oldukları gerekçesiyle suç duyurusunda bulunulacağı öğrenildi. Suç duyurusunda ilgili sorumluların ihmallerinin ayrıntılı olarak yer alacağı bilgisi edinildi.
Suç duyurusu hakkında soL’a açıklamada bulunan TKP MK Üyesi Senem Doruk İnam, “Katliamın üzerinden üç gün geçti ve sorumluların bir tanesi bile halkın karşısına çıkıp suçunu itiraf etmedi. Oysa her şey ortada. Bu sorumsuzluğun hesabını sormak için dün sokaktaydık, yarın da sokaklarda, meydanlarda olmaya devam edeceğiz. Öte yandan bu katliamın sorumlularının tarihe not düşülmesi, peşlerinin hiçbir alanda bırakılmaması gerektiğini de biliyoruz. Bu suç duyurusunun böyle bir anlamı da var. Sürecin her anlamıyla takipçisi olacağız” ifadesini kullandı.
***
Menajer Ayşe Barım gözaltına alındı: Gerekçe Gezi eylemleri
ID Danışmanlık şirketinin kurucusu ve ortağı menajer Ayşe Barım, oyuncularını Gezi Direnişi'ne katılmaya yönlendirdiği gerekçesiyle gözaltına alındı. Barım'ın evinde ve işyerinde arama yapıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/menajer-ayse-barim-gozaltina-alindi-gerekce-gezi-eylemleri-395743)
***
Yalanlar, bahaneler ve öfke: Kartalkaya'dan geriye ne kaldı?-Aslı İnanmışık/Özkan Öztaş-
Otel çalışanları da, arama kurtarmacılar da, Bolu halkı da patronun kâr hırsıyla otelde nasıl tedbirsizlik yaptığının farkında. Ama patron, "ilişkili". Hükümet, "unutulsa da devam etsek" havasında.
21 Ocak sabahına Bolu'da Köroğlu Dağları'nın eteğindeki Kartalkaya Kayak Merkezi'nde bir otelde çıkan yangınla uyandık. Bölgenin ilk işletmelerinden Grand Kartal Otel'de saat 03.00 sularında başladığı düşünülen yangının boyutları önce anlaşılamadı.
Facianın ilk anlarına ilişkin videoların kamuoyuna yansımasıyla, camlardan yardım çığlıkları atan insanların çaresizliği ortaya çıktı. Yangın saatlerce söndürülemedi. 49 dakika uzaklıktaki itfaiye teşkilatının araçları yetmedi, gelenler yamaca bakan otele 2 cepheden müdahale edebildi. Arama çalışmaları uzun süre başlatılamadı.
İlk dakikalarda kurtulanlar, ya kapısı çalınan ve kendi imkanlarıyla çıkanlar, binanın bazı eklentilerine çarşaf ve battaniyelerle atlayanlar ya da otel personelinin çıkışlarına yardımcı oldukları kişilerdi. Çünkü kurtulanların anlattığına göre yangın alarmları çalmadı.
Kaç kişinin içeride olduğu saatlerce saklandı, yangından kurtulan çalışan sayısı hâlâ belirsiz
"Kimlik Bildirme Kanunu" çerçevesinde özel ya da resmi her türlü konaklama tesisinde misafir kabul edildiğinde kolluk kuvvetlerine anlık bildirim yapılıyor. Yani kalan misafirlerin kimliği, kaç kişi olduğu aslında belliydi.
Sabah saatlerinde ilk açıklama validen geldi. Bolu Valisi Abdülaziz Aydın, önce 3 kişinin hayatını kaybettiğini duyurdu. Sonra sayı 10 kişiye çıktı. Ardından bakanların bölgeye gittiği duyuruldu ve saatlerce açıklama yapılmadı.
Tablonun vahim olduğu biliyordu. Durum, uzun süre gizlendi.
Yangının başlamasından yaklaşık 12 saat sonra İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, 66 kişinin öldüğünü, otelde 238 misafir bulunduğunu söyledi. Otel çalışanı kaç kişiydi, yangın anında içeride kaç kişi vardı, bilgi vermedi.
Aynı saatlerde AKP'nin Ankara'da il kongresi vardı, Cumhurbaşkanı Erdoğan da katılıyordu. Keyifler kaçsın istenmedi, resmi açıklama Erdoğan kürsüden inince yapıldı.
Otelde yakınları olanlar saatlerce ailelerinden haber alamadı.
Paylaşılan son açıklamaya göre 78 kişi yaşamını yitirdi. Hâlâ hastanede tedavi görenler var.
Bildiğimiz kadarıyla ölenlerden 4'ü otelde işçiydi. 3'ü işe başlayalı çok olmamıştı.
'Oteller hazır' diyen patronla Turizm Bakanı aynı masada
Bu sırada facianın yaşandığı Grand Kartal Otel'in nasıl kurulduğu, kim tarafından işletildiği gün yüzüne çıktı. Otel, aynı zamanda 1974'te Kartalkaya'daki kayak merkezini de kuran Mazhar Murtezaoğlu tarafından kurulmuştu.
Otelin internet sitesinde verilen bilgilere göre, Murtezaoğlu 1960 yılında Bolu’ya giderek Bolu Dağı Kantini’ni kurdu. Murtezaoğlu, önce bölgedeki ilk otel olan Kartal Oteli'ni ardından da Grand Kartal Otel’i inşa etti. 1998 yılında hizmete giren otelin kurucusu olan ve Bolu Ticaret ve Sanayi Odası tarafından özel ödül verilen Murtezaoğlu, 2019 yılında hayatını kaybetti.
Murtezaoğlu'nun ölümünün ardından damadı Halit Ergül otelin sorumluluğunu üstlendi. Aynı zamanda Bolu’daki Gazelle Resort & SPA otelinin de sahibi olan Ergül, turizm camiasında bilinen bir isim.
Halit Ergül'ün işlettiği otelleri sık sık ziyaret edenler arasında MHP İl Teşkilatı üyeleri, Ülkü Ocakları üyeleri ve MHP'li bazı isimler bulunuyor. (En sağda MHP Bolu Milletvekili İsmail Akgül, ortada Halit Ergül)Halit Ergül aynı zamanda 2013'ten bu yana Batı Karadeniz Otelciler Derneği Başkanı ve Bolu Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı. Ergül, Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı Turizm Tanıtım ve Geliştirme Ajansı'nın (TGA) da 2022'den beri yönetim kurulu üyesi ve Karadeniz Bölge Temsilcisi.
Türkiye Otelciler Federasyonu'nun (TÜROFED) da yönetim kurulu üyesi olan Ergül, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'la da aynı masada birden çok kez buluşup toplantı yaptı.
Patron, yangından 2 gün önce açıklama yapmış ve "Oteller hazır" demişti.
Halit Ergül ile Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy TGA ve TÜROFED toplantısında.11 kişi gözaltında, aralarında bakanlık bağlantılı kimse yok
Otelde arama-kurtarma, delil toplama çalışmaları bitirildi. Otel mühürlendi. Binaya "ağır hasarlı" raporu verildi. Buna göre binanın yıkılması gibi bir seçenek var. Ancak soruşturma henüz tamamlanmadı ve delillerin ortadan kaybolması endişesi mevcut.
Şimdiye kadar Bolu Belediyesi İtfaiyeden Sorumlu Başkan Yardımcısı, Bolu Belediyesi İtfaiye Müdürü, işletme sahibi, şirket genel müdürü ve otel müdürünün de aralarında bulunduğu 11 kişi gözaltına alındı.
İçişleri Bakanı "Sorumluluğun kimde olduğunu tespit etmek 10 gün sürecek" dedi.
Günlerdir yetkililer topu birbirine atıyor. Adeta yetkisizlik yarışına girildi. Hükümet suçu belediyeye attı, belediye bölgenin turizm bölgesi olduğunu duyurdu, "yetki bakanlıkta" dedi. Ortalıkta bir sürü belge dolaşıyor. Çeşitli kurumların, özel şirketlerin verdiği yeterlilik ve denetim belgeleri bunlar.
Ancak kesin olan bir şey var ki, AKP yıllardır yaptığı kanun ve yönetmelik değişiklikleriyle denetimleri tavsattı, yetki alanlarını belirsizleştirdi ve sorumluluğu patronların insafına teslim etti.
Otelin en çok zarar gören alanı, itfaiyenin müdahale edemediği yamaca bakan cephe ve üst katlar. Fotoğraf: Özkan ÖztaşArama kurtarmaya katılan görevli: Söndürme sistemi yoktu, duman tahliye edilememişti
Herkesin aklında olan konulardan biri, ihmal iddiaları.
Yangının restorandan çıktığı söylense de tam olarak nerede ve nasıl başladığını bilmek henüz mümkün değil. Belirlenebilecek mi, orası da muamma. Ancak yangının çıkış yeri ve şeklinden bağımsız olarak daha fazla insanın kurtulması mümkün müydü anlayabilmek için eksiklere yakından bakmak gerekiyor.
Alarmların çalmaması, yangın söndürme sisteminin yetersiz olması, yangın merdivenleriyle ilgili soru işaretleri, bu eksiklerden bazıları.
soL, ihmalleri yerinde görmek ve yaşananlara tanıklık edenlerle konuşmak için Kartalkaya'ya gitti.
Görüştüğümüz bir otel çalışanı ve otelde çalışma yapan arama kurtarma ekibinden görevliler öncelikle yangın sistemiyle ilgili yetersizlik iddialarını doğruladı. Arama kurtarma görevlileri Bolulu, kenti de, oteli de tanıyorlar.
"Yangını görünce devreye giren bir söndürme sistemi, yağmurlama sistemi olmadığı için bu yangın bu kadar büyüdü" diyen arama kurtarma görevlisi, alarm sisteminin de çalışmadığını ifade etti. Binanın dekoruyla dış kaplamasının ahşap olmasının ve otelin duman tahliyesini sağlayacak bir yapıda olmamasının yangının hızla yayılmasına neden olduğuna işaret etti ve şunları söyledi:
"Patronun iki oteli var. Biri şehir merkezine yakın olan Gazelle. Orası daha çok ziyaret edilen bir yer olduğundan bildiğimiz kadarıyla yangın sistemleri var. Odasında sigara içen kişileri bile tespit edebiliyorlar isterlerse. Ancak burası sezonluk olduğu için pek önemsenmemiş."
Yangında yaşamını yitiren Ceren Yaman Doğan ve kızı Lalin Doğan'ın cenaze töreni.'2 adet yangın merdiveni var' diyen bakan yalan mı söylüyor?
Böyle bir facia anında her yerden ulaşılabilen ve tahliyeyi sağlayan yangın merdivenleri, gerekliliğinin dışında aslında bir zorunluluk. Kartalkaya'daki diğer tüm otellerde üstelik dışarıda bulunan yangın merdiveni olduğu basına yansımıştı.
Çalışmalara katılan ekiplere otelin yangın merdiveniyle ilgili de soru sorduk.
Otelde 2 merdiven olduğunu söyleyen görevlilerden biri "yangın merdiveni" denilen yerden birçok cesedi dışarı çıkardığını söyledi, "Ben alışkınım, Hatay'da da görev almıştım. Başka yerlerde de böyle sorunlarla karşılaştık" dedi.
Arama kurtarma ekibindeki diğer görevli arkadaşının lafını keserek, "yangın merdiveni" denilen yerler için şöyle konuştu:
"Buralar yangın merdiveni değil ki, biri personel diğeri müşteri merdiveni. Bir tanesini müşteriler kullanıyor. Asansöre binmeyi tercih etmeyen müşterilerin kullandığı bir yer. Diğer merdiven de zaten personelin kullandığı merdiven. Servis ve hizmet personeli asansörde yoğunluk oluşturmasın diye bu merdivenleri kullanıyordu. Yangından sonra haberlerde bu iki merdiveni 'yangın merdiveni' diye duyuruyorlar ama hiç alakası yok. Zaten buralar yangın merdiveni olmak için uygun değil, alevler oraya kadar yayılmış. O merdivenlerde can vermiş bir sürü insan çıkardık."
Oysa Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ilk gün yaptığı açıklamada soru üzerine tesiste iki adet yangın merdiveni olduğunu dile getirmişti.
En vahimi, bakanın söylediği merdivenlerin baca görevi görerek otelden kaçmaya çalışan ve merdivenlerde sıkışanların ölümüne neden olduğu iddiası.
'Projede olmayan eklentiler yapıldı, kaçak kat çıkıldı'
Otelle ilgili bir diğer önemli iddia, usulsüz şekilde yapılan eklentilerdi.
Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan'ın da ifade ettiği üzere, binanın son katı tamamen kaçak.
Hem arama kurtarma ekibinde olan hem de otelde çalışan bir görevli, binanın en üst katını, bina kenarındaki çıkıntıları işaret ederek bu alanların tamamının sonradan yapıldığını ifade etti. "Normalde projesinde bunlar yoktu" diyen görevli, binanın statik projesiyle ilgili de önemli bilgiler verdi. Yapılaşmanın zamana yayılarak değiştiğini ve balkonunu kapatma, çeşitli uzatmaların üstüne kat çıkma gibi kaçak eklentiler yapıldığını belirtti.
"Statik projesi sonuçta yıllar önce yapıldı ve hâlâ duruyordur. O proje ile şu anki fotoğraf kıyaslandığında sonradan yapılan ilaveler fark edilecektir. Ancak projedeki haliyle yanan bina arasındaki açıyı muhtemelen görmezden gelecekler."
soL'un edindiği bilgiye göre binanın statik projesini çizen kişi Haluk İnceler. İnceler, inşaat mühendisi ve AKP'nin de Bolu'daki kurucularından.
Otelin en üst katının kaçak inşa edildiği söyleniyor.Kartalkaya, AKP iktidarında patronların para hırsı ve yetkililerin umursamazlığı nedeniyle onlarca vatandaşımızın öldüğü facialar listesine eklenen son olay oldu.
O uzun facialar listesinde şimdiye dek hiçbir yetkili sorumluluk kabul edip istifa etmedi.
Facialar, beraberinde önlemleri değil, bahaneleri getirdi.
Yurttaşlar öfkeli. Herkes öfkesini kendi kendine dile getiriyor. Birlikte öfkesini haykıran ve hesap soranların sayısı, yavaş yavaş artıyor.
/././
TKP: Sorumluluğu birbirinize atmayı bırakın 78 yurttaşımızın katili sizsiniz
Kartalkaya'daki yangın faciasında sorumluluk kabul etmeyenlere seslenen TKP "Katili sizsiniz. Derhal istifa edeceksiniz" açıklamasında bulundu. Okuyan'sa "Kapitalizmi benimseyen herkes suçludur" dedi.
78 kişinin öldüğü Grand Kartal Otel yangının ardından, otel ve işletmelerde yangın denetimlerine ait sorumluluğun hangi kurumlarda olduğu tartışılıyor.
Birbirini suçlayan Kültür ve Turizm Bakanlığı ve CHP'li Bolu Belediyesi sorumluluk kabul etmiyor.
Tarafların sızdırdığı belgelerden belediyenin otelin yangın önlemlerindeki eksikleri belirlediği ama ötesine geçmediği, otel sahibinin daha fazla kâr uğruna eksikleri gidermediği, oteli pazarlayan ETS Tur'un da ortağı olan Bakan Ersoy'un sorumluluk alanındaki yeterli denetimleri yapmadığı anlaşılıyor.
Yaşanan facianın üzerini örten "sorumluluk" tartışmasına itiraz Türkiye Komünist Partisi'nden geldi.
TKP'den yapılan açıklamada sorumlular, ihmaller ve suçlar şöyle sıralandı:
- 78 yurttaşımızın ölümünün baş sorumlularından biri, kendisi de otel patronu olan Bakan Mehmet Ersoy’dur.
- Otele ilişkin bunca eksik ve açık ihmale rağmen tek bir etkili denetime dahi müsaade edilmemesinin nedeni, Bakan Ersoy’un da parçası olduğu patron düzenidir. Katil otel patronlarına verilen teşvikler de bunun en açık sağlamasıdır.
- Üç gündür tek uğraşı, “Burası benim denetim alanım değil” demek olan Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan, 78 yurttaşımızın ölümünün bir diğer sorumlusudur.
- Ortaya çıkan belediye denetim raporlarına ve tespit edilen eksiklere rağmen adım atılmamasının tek gerekçesi olarak belediyenin denetim alanında olmadığı ileri sürülmektedir, bunun kabul edilebilir hiçbir tarafı bulunmamaktadır.
- Bolu Belediyesi yetkililerinin “Binaların Yangından Korunması Hakkında Yönetmelik’e uygundur” ruhsatı verdikleri restorana ilişkin yaptığı savunma, Bakan Ersoy’un otelin denetlenmemesine ilişkin yaptığı savunmadan hiçbir farklılık taşımamaktadır.
- Otel patronu olan Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, utanç verici kendini aklama çabalarına derhal son vermeli, görevinden bir an önce istifa etmelidir. Aynı şekilde Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan, AKP iktidarının karakteristik özelliği olan sorumluluktan kaçma ve “canlı yayın şovları” çağrısı yerine, görevini yerine getirmeli, derhal istifa etmelidir.
- Bu katliam özelleştirmenin her alanda ölüm anlamına geldiğini bir kez daha ve üstelik çok acı şekilde göstermiştir. Denetimi dahi kamunun elinden alıp özelleştiren bu düzen, kamu adına denetim sorumluluğu olan tüm kurumları da Bolu’da görüldüğü üzere, özel sektörün hizmetkârı haline getirmiştir.
Yangında payı olanlara "Sorumluluğu birbirinize atmayı bırakın 78 yurttaşımızın katili sizsiniz. Derhal istifa edeceksiniz" sözleriyle seslenen açıklamada "Yeter bu ülkeyi öldürdüğünüz! Ölmediğimiz, yaşadığımız bir düzen için örgütleneceğiz" denildi.
Okuyan: Kapitalist düzeni benimseyen, ondan nemalanan, onu savunan herkes suçludur
Bakanlık ve belediye arasındaki "sorumluluk" tartışmasını değerlendiren TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, "düzgün kapitalizm" arayışının sonuç getirmeyeceğini vurguladı.
Piyasa ekonomisinin sınırları içerisinde doğru denetimin mümkün olamayacağını kaydeden Okuyan, "Kapitalist düzeni benimseyen, ondan nemalanan, onu savunan herkes suçludur" dedi.
Kemal Okuyan'ın X hesabından paylaştığı değerlendirme şöyle:
"Ülke yangın yeri. Belli aralıklarla enkaz altında kalıyor, boğuluyor, yanıyor. Gündem değişiyor ve aslında değişmiyor.
Ülke her daim yoksullukla sınanıyor.
Her defasında tartışıyor.
Ama asıl tartışılması gerekenden bir yolunu bulup uzak duran ülke!
Turizm Bakanı’nın otelleri, seyahat acentesi konuşuluyor şimdi. Sağlık bakanlarının özel hastaneleri, eğitim bakanlarının özel okulları gibi…
'Normal'de kimsenin umurunda olmuyordu. Tarikatlar boca edilince eğitime, bebekler ölünce/öldürülünce sağlık sisteminde, oteller kül olunca içindekilerle, gündeme geliyor. 'Böyle şey olur mu, bakanın oteli, okulu, hastanesi olur mu?'
Peki 'normal' neydi acaba?
Muhalif televizyonlarda otel sahibinden bakan olur mu sorusunu soranlar, 'kabinede Mehmet Şimşek olmasa ekonomi de batmıştı, bereket Şimşek direndi' yorumları yapıyor.
Hâlâ iyi işleyen, 'dürüst' piyasa ekonomisi peşinde herkes. Yok kardeşim, yok! Düzgün kapitalizm yok!
Olamaz. Türkiye’ye özgü değil bu.
Sömürüyü anlatmayalım bir kez daha. Şu çok basit 'denetimsizliği' anlatalım. Varsayalım ki bakanın kendisi iş insanı değil. Bilmiyor musunuz, yıldızlı otellerin açılışına bakan gelir, vali gelir, kaymakam gelir, belediye başkanı gelir, banka müdürleri gelir, yenilir içilir. Bazen gece konaklaması yapılır.
Burada denetim olabilir mi?
Bunun gevşeklikle, sorumsuzlukla bir ilgisi yok. Piyasa ekonomisine, kapitalizme hizmet için yanıp tutuşan bir zihniyetin kadrolarının içine düştüğü bir çarktır bu. Dışına çıkmak için çok ama çok aykırı olmak gerek. Bürokraside yok mu bunlardan? Var, çok az diyoruz geçiyoruz.
Büyük teşvikler alan, arazisi en tepeden talimatla tahsis edilen, basında 'gurur tablosu' haberlere konu olan, bir koruma ordusu ile dolaşan, onca kişiye 'ekmek veren' patronların işine taş koymak kimin haddine!
Şimdi tartışıp dursunlar 'sorumlu kim' diye!
Kapitalist düzeni benimseyen, ondan nemalanan, onu savunan herkes suçludur."
***
Patronları koruma telaşına düştüler: ‘Paylaşım yapmayın, otelin ortağı da bizim velimiz’
Işık Okulları’nda müdürden öğretmenlere Kartalkaya’daki yangınla ilgili paylaşım yapmamaları mesajı gitti: “Unutmayalım otel ortağı da bizim velimiz, kayıp da bizim velimiz.”(https://haber.sol.org.tr/haber/patronlari-koruma-telasina-dustuler-paylasim-yapmayin-otelin-ortagi-da-bizim-velimiz-397594)
***
Narin cinayeti davasında gerekçeli karar: 'Üç sanık iştirak halinde öldürdü'
Diyarbakır’da Narin Güran’ın öldürülmesine dair üç sanığa verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının gerekçeli kararı açıklandı. Sanıkların cinayeti iştirak halinde işlediklerini belirtildi.
Diyarbakır’da öldürülen Narin Güran cinayeti davasına ilişkin yargılamanın yapıldığı 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 929 sayfalık gerekçeli kararı açıklandı.
Kararda, sanıklar Enes, Salim ve Yüksel Güran’ın olay zamanında ev, ahır veya eklentilerinde bulunduğunun kesin olarak tespit edildiği ve bu tespitin Ulusal Kriminal raporları, daraltılmış baz verileri ve kamera kayıtlarıyla desteklendiği aktarıldı.
Sanıkların fikir ve eylem birliği içinde hareket ettikleri, Narin Güran’ı kurtarma imkanı varken bunu yapmadıklarını ve olayın başından sonuna kadar zaman ve mekan birlikteliği içinde oldukları bildirildi.
Gerekçeli karar açıklandı
Diyarbakır'ın Bağlar ilçesine bağlı kırsal Tavşantepe Mahallesi’nde 21 Ağustos günü kaybolmasının ardından, 19 gün sonra 8 Eylül'de Eğertutmaz Deresi’nde cesedi bulunan 8 yaşındaki Narin Güran'ın öldürülmesine ilişkin Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nca başlatılan soruşturma kapsamında açılan dava tamamlanmıştı.
Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi, 28 Aralık 2024’teki karar duruşmasında, "iştirak halinde çocuğa karşı kasten öldürme'' suçundan Narin’in annesi Yüksel Güran, amcası Salim Güran ve ağabeyi Enes Güran'a ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası, Narin’in cansız bedenini dereye taşıyan komşuları Nevzat Bahtiyar'a da "suç delillerini yok etme" suçundan 4 yıl 6 ay hapis cezası vermişti.
Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi, Narin Güran cinayetine ilişkin açılan davanın gerekçeli kararını tamamladı. 929 sayfadan oluşan gerekçeli kararda, Narin’in kim tarafından öldürüldüğü belirtilmezken, sanıklar hakkında verilen cezaların gerekçesinin ayrıntısı açıklandı.
'Narin'in ölmesine rıza gösterdikleri belirlendi'
Kararda, sanıklar Enes, Salim ve Yüksel Güran'ın Narin'in öldürüldüğü zaman diliminde ev, ahır veya eklentilerinde bulundukları belirtilerek, şöyle devam edildi:
"Bu hususun Ulusal Kriminal, daraltılmış baz verileri, kamera kayıtları, analiz raporu ve diğer tüm deliller ile sabit olduğu, mahkememizce net olarak tespit edilemeyen sanık veya sanıklar tarafından ev, ahır veya eklentilerinde Narin'in öldürülme eylemine başlandığı, ardından Narin'in bedeninin eve taşındığı, burada sanıklar Enes, Yüksel ve Salim tarafından öldürülme eyleminin tamamlanmasının beklenildiği, her 3 sanığın da ev, ahır veya eklentilerinde yapılacak bir tıbbi müdahale ile Narin'i ölümden kurtarma ihtimali varken bu müdahalenin yapılmayarak Narin'in ölmesine rıza gösterdikleri kaldı ki Yüksel'in maktulün annesi, Salim'in amcası ve Enes'in de ağabeyi olduğu, sanıkların maktule gelecek saldırı, kötülük ya da başkaca olumsuz eylemleri defetme, engelleme gibi yasal görevleri varken bunları yerine getirmedikleri gibi öldürme eylemini başlatan kişiye de engel olmayarak Narin'in ölmesine iştiraken katıldıkları belirlendi."
'İştirak halinde ölüme sebebiyet verdiler'
Sanıkların Narin'in bedeninin eve getirilmesi ve ölüm eyleminin gerçekleşmesi sonrasında eylem, davranış ve söylemler konusunda fikir ve eylem birliği içerisinde hareket ederek ne yapacaklarını kararlaştırdıkları belirtildi.
Kararda, Narin'in cansız bedenini olay yeri yakınlarında bulunan Nevzat Bahtiyar'a verip dereye gömmesini isteyerek cesedi saklama, yok etme gibi konusunda ortak hareket ettikleri bildirildi.
Sanıkların ölüm olayına ilişkin bilgi sahibi olmadıkları yönünde hal ve hareketlerde bulundukları belirtilen kararda, şu değerlendirmelerde bulunuldu:
"Yine Narin'in cansız bedeninin Nevzat'a verildiğinde ev içerisinde sadece Salim'in olması ve diğer kapıların kapalı olması karşısında evde olan Yüksel ve Enes'in bu konuda Salim ile anlaşarak kapalı kapılar arkasında bekledikleri, sanık Salim'in, öldürme eyleminin asıl maksadının gizlenmesi için Nevzat'a, Yüksel ile ilişkisini gördüğü için Narin'i öldürdüğü şeklindeki söylemlerin de diğer sanıklar tarafından birlikte kararlaştırıldığı ve bu şekilde asıl maksadı gizlemeye çalıştıkları, Narin'in cansız bedeninin Nevzat tarafından alınıp olay yerinden ayrılırken Yüksel'i gördüğünü ve ağladığını belirttiği, dolayısıyla sanık Salim tarafından sanık Nevzat'a Narin'in cansız bedeni verilirken diğer sanıkların olaydan haberdar oldukları, her 3 sanığın suçun işlenmesinde üstlendikleri rol ve kendi eylemleri ile diğer sanıkların eylemlerini tamamlayarak suçun işlenmesi üzerinde diğer sanıklar ile birlikte ortak hakimiyet kurduğu, bu bağlamda sanıkların olayın sonuna kadar zaman ve mekan birlikteliği içerisinde oldukları ve iştirak halinde hareket ederek sanıklar Salim, Enes ve Yüksel Güran'ın fikir ve eylem birlikteliği içerisinde Narin Güran'ı iştirak halinde ölümüne sebebiyet verdikleri mahkememizce kabul edilmiştir. Tüm bu anlatımlar karşısında Narin'in öldürülme olayının her 3 sanık tarafından birlikte gerçekleştirilerek tamamlandığı anlaşılmıştır."
'Anne Yüksel Güran, Narin'in ölümünden haberdardı'
“İştirak halinde çocuğa karşı kasten öldürme'' hapis cezası alan anne Yüksel Güran’a ilişkin yapılan değerlendirmede, sanığın maktulün annesi olması hasebiyle ona gelecek kötülükleri, saldırıları engelleme yükümlülüğü varken bu yükümlülüğüne aykırı hareket ettiği belirtildi.
Yüksel Güran’ın gerçekleri gizlemeye çalıştığı ve Narin'in ölümünden haberdar olduğu kararda şu ifadelerle belirtildi:
“Sanık Yüksel aşamalardaki savunmasında ısrarla olay saatinde evde olduğunu ve hiç bir şey görmediğini, yine Maktul Narin'in Cansız bedeninin evden alınması hususunun doğru olmadığını ve eve Hediye hariç kimsenin gelmediğini söylemiş ise de bu hususun dosya arasında bulunan daraltılmış baz verilerine göre gerçeği yansıtmadığı, çünkü Arif Güran'ın evine hem sanık Salim, hem de sanık Nevzat'ın geldiği, dolayısıyla sanığın doğru söylemeyerek gerçekleri gizlemeye çalıştığı, sanık Nevzat'ın maktul Narin'in cansız bedenini alırken sanık Yüksel'i gördüğünü ve ağladığını belirtmesi karşısında sanığın Maktul Narin'in ölümünden haberdar olduğu, sanığın maktul Narin'e ilk öldürme hareketinin ahırda yapılması ve ardından eve getirilerek öldürme eyleminin tamamlanması aşamasında söz konusu suça iştirak etmediğini gösterir herhangi bir somut eylemde bulunmadığı, sanığın maktulün annesi olması hasebiyle ona gelecek kötülükleri, saldırıları engelleme yükümlülüğü varken bu yükümlülüğüne aykırı hareket ettiği, bir an sanığın beyanlarına itibar edilerek maktul Narin'i bizzat öldürmediği kabul edilse bile gerekli yerlere haber vermeyerek ölüm neticesinin ortaya çıkmasını engellememesi bile öldürme eylemine iştirak ettiği anlamına geldiği, yine sanığın diğer sanıklar ile birlikte fikir ve eylem birlikteliği içerisinde hareket ederek sanık Salim'in kendi namusu konusunda sanık Nevzat'a beyanda bulunmasına rıza gösterdiği dolayısıyla sanığın maktul Narin'in öldürülme eylemine diğer sanıklar Salim ve Enes ile birlikte iştirak ettiği mahkememizce sabit görülmüştür.”
'Nevzat'ın Narin'i öldürmesini gerektirecek bir husumet bulunmadı'
Narin’in cansız bedenini dereye taşıyan ve hakkında, "delilleri yok etme'', "gizleme veya değiştirme" suçundan 4 yıl 6 ay hapis cezası alan Nevzat Bahtihar ile ilgili yapılan değerlendirmede ise, Salim Güran’ın yönlendirmesiyle Narin’in cansız bedenini dereye taşıdığı bildirildi. Kararda, Salim Güran’ın tutuklanmasının ardından Nevzat Bahtiyar’ın itirafta bulunduğuna dikkat çekildi.
Narin'in Bahtiyar tarafından öldürüldüğüne dair iddialara itibar edilmediğini, çünkü Bahtiyar'ın Narin'i öldürmesini gerektirecek bir husumet veya nedenin bulunmadığı ifade edildi. Kararın ilgili kısmında "Ayrıca İstanbul Adli Tıp Kurumu tarafından yapılan Narin'in elinde ve kıyafeti üzerinde çıkan kıl örneklerinin makroskobik ve mikroskobik incelemesine ilişkin raporda da sanık Nevzat'a ilişkin her hangi bir bulgu veya DNA’ya ilişkin bir tespitin yapılmadığının özellikle belirtildiği, bu durumun sanığın maktul Narin'in öldürme olayına iştirak etmediği anlamına geldiği, yine daha önce alınan diğer raporlarda da sanık Nevzat'a dair herhangi bir tespitin olmadığının belirtildiği nazara alındığında mahkememizce diğer sanıklar ile diğer sanıklar müdafilerinin iddialarına itibar edilmemiştir" denildi.
Kararda, Bahtiyar'ın Narin'i aldığında henüz ölüm olayının tıbben sabit olmadığı için sanığın da diğer sanıklar ile birlikte iştiraken sorumlu olduğuna dair talepler ise şu gerekçelerle kabul edilmedi:
"Katılan kurum vekilleri tarafından sanık Nevzat'ın maktul Narin'i aldığında henüz ölüm olayının tıbben sabit olmadığı için sanığın da diğer sanıklar ile birlikte iştiraken sorumlu olduğunu iddia etmiş iseler de, sanığın mahkememizce itibar edilen beyanlarında eve geldiğinde maktul Narin'in Cansız bedeninin yerde olduğunu ve ağzından sıvıların aktığını söylediği, sanığın bu beyanlarının aksini gösterir dosya arasında somut bir delilin olmadığı, bu nedenle sanığın eve geldiğinden ölüm olayının tamamlanmış olduğu, yine yukarıda ayrıntılarıyla anlatıldığı üzere ölüm olayını diğer sanıkların iştiraken tamamlamalarından sonra ne yapacaklarını kararlaştırıp ardından sanık Nevzat'ı çağırmaları ve gerçek olmayan bir şeyi (sanık Salim ile Yüksel'in ilişki durumu) sanığa söyleyerek gerçekleri gizlemeye çalışmaları karşısında katılan kurum vekillerinin talepleri ve iddia makamının mütalaasına mahkememizce kabul edilmemiştir.”
***
'Tarikatlardan kurtulmak bir günlük iştir': Menzil'de paylaşılamayan ne?-Emre Alım-
Menzil Cemaati içerisindeki kavga öyle büyüdü ki "Devlet içine yansır mı" sorusu gündeme geldi. THTM'nin Aydınlanma ve Laiklik Komisyonu üyesi Gökdemir'e göre panzehir laiklik ve sınıf mücadelesinde.
Menzil Cemaati liderlerinden Abdulbaki Erol'un öleli 1,5 yıl oluyor ama oğulları arasındaki "miras kavgası" bitmediği gibi giderek büyüyor.
Pay kavgasının yer yer taşlı sopalı çatışmalara dönüşmesi üzerine "şeriat mahkemesi" kuruldu ama sorun yine çözülemedi.
Kavgayı kamuoyu önüne taşıyan isim büyük kardeş Muhammed Saki Erol. Ona bağlı ekip "Serhendi Grubu" olarak da biliniyor. Günlerdir Serhendi Grubu müritleri Semerkand Vakfı merkezleri önünde miras konulu eylemler düzenliyor. AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a sorunu çözmesi üzerine çağrılar yapıyor.
Kavganın sebebi büyük miras
Saki Erol, tarikattaki bölünmenin ardından en büyük mürit kitlesine sahip olan halife olarak öne çıkıyor. Diğer kardeşler Mübarek ve Fettah Erol ise birlikte hareket ediyor.
İki kardeş sağlıktan turizme, gıdadan basım yayına kadar pek çok sektörden şirketi içinde barından Semerkand Şirketler Grubu’nu elinde tutuyor. Saki Erol, Serhendi Grubu ile gruba bağlı Dehlevi yayınlarını kurdu fakat Semerkand’dan da vazgeçmediğini her fırsatta belli etti.
Türkiye’de ve yurtdışında tarikata bağlı çoğu dergah ve medrese de Semerkand’a ait.
Menzil tarikatı, Fethullah Gülen cemaatinin devlet içerisinden tasfiye edilmesinin ardından ortaya çıkan boşluğu doldurdu, hem siyasi hem de ekonomik olarak güçlü bir konuma ulaştı. Devletin çeşitli kademelerinde örgütlenen tarikat yıllar içerisinde kamu ihalelerinden yararlandı, vakıf, dernek ve şirketleri eliyle büyük bir güç kazandı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Menzil tarikatının liderinin ölümü sonrası taziye mesajı göndermesi ve cenaze törenine devlet yetkililerinin katılması, tarikatın meşrulaşmasını ve devletle olan ilişkisini gösteren başka önemli bir gösterge. Bu durum, Menzil'in artık legal bir yapı haline geldiğini ve devletin önemli bir parçası olarak kabul edildiğini de ortaya koyuyor.
'Ya tarikatlar kalacak ya halk'
Devlet kurumlarıyla iç içe geçen bir tarikattaki bölünmenin olası yansımalarını Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'ne (THTM) sorduk.
THTM'nin Aydınlanma ve Laiklik Komisyonu'nda yer alan soL yazarı Orhan Gökdemir, tarikatların biriktirdikleri sermayeye, sermayenin dinselleşmeye duyduğu ihtiyaca ve iktidarın cumhuriyet ilkelerine duyduğu kine dikkat çekti.
Menzil’de paylaşılamayan ne?
Tabii ki sermaye. Din veya Allah değil. Öteki dünya nimetleri de değil. Ülkede tarikatlar daha dünyevi yaşayan başka bir organizasyon yok. Belki bu alanda Diyanet’le yarışırlar. Din satıyorlar ve sermaye kusuyorlar.
Menzil, adını duyduğunuz diğer devletlü tarikatlar gibi Nakşibendiliğin Halidiye kolundan. Osmanlı'da da Cumhuriyet’te de devlet desteğiyle ve kamu kaynaklarıyla büyüdüler. Bu tarikatların tamamı halkın sırtından geçinen asalaklar. Sülük gibi yapıştılar halka, halkımızın kanını emerek semiriyorlar.
Şöyle özetleyelim nasıl bir sermaye gücünden söz edildiğini; Menzil'in İstanbul’da kurduğu Tüm Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜMSİAD), küçük ve orta büyüklükteki işletmelerden oluşuyordu. TÜMSİAD’ın 2018 faaliyet raporuna göre, 12 bin 35 üyesi ve 50 şubesi vardı. Bu üyelerin şirketlerinde 650 bin işçi çalıştırılıyordu. Üç milyar dolarlık bir ihracat gücünü elinde tutuyordu dernek. Gavsları ölünce geriye kalan serveti ile ilgili tahminler milyar dolarlar ifade ediliyor. Nasıl bir soygun düzeni kurduklarını buradan tahmin edebilirsiniz.
Hoş ülkedeki büyük sermaye de tarikatlarla aynı yoldan ilerleyerek semirdi. Koçlar, Sabancılar da kamu kaynaklarıyla, halkın kanını emerek beslendi. Gericilikte, cumhuriyet ve laiklik düşmanlığında, vampirlikte birleşmeleri sermayenin doğası gereği.
Paylaşılacak sermaye büyük olunca kavga da büyük oluyor. O kavga nedeniyle bölündüler. Menzil’in içinden birkaç menzil çıktı. Menzil dedikleri ne? Yine dönüp dolaşıp halkı soymak. "Mülk Allah’ın" falan diye kandırdıkları halka yalan söylüyorlardı. Mülk sahibi Allah olur mu? Dinin ve sermayenin en yalın, en çıplak hali bunlar. “Din halkın afyonudur” diyen Marx’ın büyük kehanetidir bu. Fakat yoksulluk ve yolsuzluk hızla artıyor. Dinin halkın acılarını dindirecek afyon rolünü oynayacak hali kalmadı. Bu tarikatlar kapatılacak ve ülkeye laiklik yeniden gelecek. Ya tarikatlar kalacak ya halk. O noktadayız.
'Tarikatlardan kurtulmak bir günlük iştir'
En küçük hak arayışına şiddetle yanıt veren devlet, Menzil’de yer yer kavgaya dönüşen tartışma karşısında neden sessiz?
Çünkü devlet Osmanlı'nın tarikatlara yaslanarak yönetme geleneğine geri döndü. Devlet dediğimiz şey artık doğrudan sermayedar sınıfın sopası. Büyük kalabalıkları yönetmek için elinde iki enstrüman var; çıplak zor ve din. Bir yandan ordusuyla, polisiyle, yargısıyla halka sopa gösteriyor öte yandan tarikatlar ve Diyanet’e yol veriyor. Sopayla uslanmayanı dinle tepeliyorlar. İkisi ile olmazsa kaçanları tarikat torbasına dolduruyorlar. Bu büyük sermayenin de tercihi. Onlar da artık ellerinden bunlardan başka yönetme aracı olmadığını biliyor görüyor.
Haliyle tarikat devlet veya devlet bir tarikattır artık. Tarikatları kapatmayı talep etmek bu devleti de yeniden halk için bir devlet yapmayı talep etmektir. Ülke sadeleşiyor, pratik teorik bir hal alıyor. Biliyoruz bunlar devrime yakın olduğumuzun işaretleri.
Menzil devletin hemen her yanına sızmış bir tarikat. Yani tarikattaki kavga devlette krize yol açabilir. Türkiye tarikatların elinden nasıl kurtulabilir?
Menzil dahil tarikatların devlete sızdığından söz edemeyiz. Sızma falan yok. Çünkü artık tarikatların dışında bir devlet yok. Belki devletin tarikatlara sızdığından söz edebiliriz. Bu, gerçeğe daha yakındır.
Bu durumda devlette tarikat kaynaklı bir kriz olmaz. Ama bu kadar açık bir sınıf devleti sürekli bir kriz halindedir. Şiddet ve din ile halkı ancak belli bir süre için yönetebilirsiniz. Sonra şiddet de din de elinizde patlar. Patlıyor.
Türkiye’de ilk defa cumhuriyetin ve laikliğin siyasi-sosyolojik bir temeli var. Bir aydın fantezisi değil artık bunlar. Yoksulların, işçi sınıfının, halkın somut yakıcı ihtiyacı. Çünkü laik cumhuriyet yoksa halk da sınıf da yoktur. Din bunları siler, hepsini ümmet yapar.
Bir sadeleştirme daha; sanki ülkede onlarca tarikat varmış, her yanı sarmış gibi bir hava estiriliyor. Tek bir tarikat ve kolları ile mücadele ediyoruz halbuki. Tarikat dediğimiz Nakşi-Halidi tarikatıdır. Laik cumhuriyet tekke ve tarikatları kapattım derken, kastettiği sadece bu tarikattır, Nakşi-Halidilerdir. Tarikatlardan kurtulmak, haliyle bir günlük iştir. Devrim kelebeği kanat çırpmaya başladığında, gericiliğin eşiğinde büyük bir fırtınaya yol açacaktır. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
/././
Yusuf Tekin’in 2025 yılı bütçe konuşması (II) -Rıfat Okçabol-
Bu bütçeye onay verenler içinde, Y. Tekin’in konuşması üzerine içten içe “Atma birader, din kardeşiyiz” diyenlerin olup olmadığı da merak ediliyor.
Eğitim bakanı Y. Tekin bütçe konuşmasında, Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinden de söz edip beklendiği gibi yaşadığımız gerçeklerle bağdaşmayan güzellemeler yapıyor. Bu modelin geliştirilmesi sürecinde, “… 260 akademisyen ve 700’ün üzerinde öğretmen tam zamanlı” görev aldığını açıklıyor. Ancak bu modele karşı dile getirilen eleştirilerin yoğunluğuna bakıldığında, modeli geliştirme sürecinde görev alan kişilerin yüzde 100’nün yandaş kişiler olduğu ya da süreçte görev alan tarafsız/muhalif kişiler varsa bunların önerilerinin dikkate alınmadığı anlaşılıyor.
Y. Tekin, Türkiye Yüzyılı vizyonundan söz ederken, mesleki eğitimde öğrencilerin geleceklerinin ve becerilerinin tek bir alanla sınırlandırıldığını, emeklerinin sömürüldüğünü ve de mesleki eğitim merkezlerinde haftada bir gün ders yapılarak lise diploması verildiğini unutup, “insanımızın bireysel becerilerini geliştiren, onları üretken ve yenilikçi bir toplumun üyesine dönüştüren güçlü bir mesleki eğitim anlayışını da beraberinde getirmektedir. Bu vizyonla hareket ederek, mesleki eğitimi yeniden ihya ve inşa ediyor, gençlerimizin istihdama güçlü bir şekilde katılmasını sağlamak için tüm paydaşlarımızla el ele veriyoruz” diyebiliyor.
Y. Tekin konuşmasında 2024 bütçesinin kullanılmasıyla ilgili açıklama yapmak yerine, ağırlıklı olarak 2022 ve 2023 PİSA/TIMSS/OECD raporlarından alıntılar yapıyor ve AKP iktidarında 2002-2024 yılları arasında eğitim alanındaki gelişmeleri özetliyor. Bütçe konuşması, 2025 yılında hangi alanda kaç liraya neler yapılacağıyla ilgili olacağına, geçmişteki gelişmelere ağırlık veriyor. Eğitim bakanlarının daha önceki yıllara ait bütçe konuşmalarında da benzer durum görülüyor.
Y. Tekin, yabancı kaynaklı raporlardan Türkiye lehine görünen alıntılara yer verirken, örneğin OECD 2024 raporuna göre, OECD ülkelerinde ‘Cinsiyet Eşitsizliği’ ile yaşam memnuniyeti açısından Türkiye’nin 41 ülke arasında son sıraya yerleştiğine değinmiyor. “Türkiye’de eğitim harcamaları tüm kamu harcamalarının %10,7’sini oluştururken, OECD ortalaması %10” olduğunu açıklıyor da, aç açına okula gidenlerden söz etmiyor. Y. Tekin konuşmasında, “Yükseköğretimde 2002 yılında %14 olan net okullaşma oranını yüzde 50 seviyesine çıkararak, OECD ortalamasının 8 puan üzerine taşıdık” diyor. Ancak bu okullaşma oranının, genelde açık ya da uzaktan öğretim, ikinci öğretim ve ön lisans programlarından kaynaklandığına değinmiyor. İlk ve ortaöğretim yaşında olup da okula gitmeyen öğrenci sayısının artmasından da söz etmiyor.
Y. Tekin, “Bugün, 2 bin 499 resmi mesleki ve teknik Anadolu lisemizde 1 milyon 27 bin 14 öğrencimiz eğitim görmektedir. Mesleki eğitim merkezi programlarına kayıtlı öğrenci sayısı ise 453 bin 469’a ulaşmıştır” açıklamasını yapıyor. Sonra resmi ve özel meslek liselerinde okuyan öğrenci sayısını vermeden “Geçtiğimiz yıl, organize sanayi bölgeleri içinde ve dışında bulunan özel meslek liselerinde öğrenim gören 129 bin 956 öğrencimize toplam 2,9 milyar TL destek sağladık” diyor! Bu açıklamaya göre özel meslek lisesinde okuyan öğrenci başına (2.900.000.000÷ 129.956=) 22.325 lira destek verildiği anlaşılıyor; genel özel liselerde okuyanlara ne kadar destek verildiğini açıklamıyor.
Y. Tekin konuşmasında “Bakanlığımıza 2023 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu ile 435 milyar 351 milyon 82 bin TL ödenek tahsis edilmiştir. 2023 yılsonu itibarıyla; …. toplam 584 milyar 230 milyon 762 bin 86 TL harcama yapılmıştır” açıklamasını yapıyor. Ancak nedense 2024 bütçesiyle ilgili bir şey söylemiyor. 6 Şubat depreminde 1295 okulun kullanılmaz hale geldiğini ve bunlardan sadece 501’nin yenilenmiş olmasıyla övünüyor.
Y. Tekin, bakanlık bütçesinin “2025 yılında 1 trilyon 451 milyar 715 milyon 540 bin TL” olduğunu belirtiyor. Ardından “Hayat boyu öğrenme programına 35 milyar 737 milyon 840 bin TL; Ortaöğretim programına 426 milyar 177 milyon 76 bin TL; Temel eğitim programına 758 milyar 815 milyon 499 bin TL” gibi programlara ayrılan bütçe rakamlarını açıklıyor. Ancak örneğin ortaöğretimde, imam hatiplerde, fen liselerinde, sosyal liselerde, özel liselerde, … kaç öğrencinin okuduğunu, bütçeden bu okullarda okuyan öğrenci başına kaç lira harcanacağını, özel okula gidenlere kaç lira destek verileceğini, yatılı bölge okullarına ne kadar yatırım yapılacağını, … açıklamıyor. Bu tür ayrıntılı bilgiler Resmi Gazete’de yayınlanan 2025 Bütçe Kanunu’nda da yer almıyor.
Konuşmasının bir yerinde Y. Tekin, “Eğitim ile demokratik değerler arasında karşılıklı etkileşime dayalı olarak cereyan eden çok yönlü bir ilişki bulunmaktadır. Eğitim, bir taraftan demokratik değerlerin özümsenmesine ve gelişmesine katkı sunarken, diğer taraftan demokratik kültürden etkilenmekte, içerik ve metodoloji açısından daha çoğulcu ve kapsayıcı bir mahiyet kazanmaktadır. İleri demokrasiler, bir yanıyla da vatandaşlarının özgür düşünme becerilerinin gelişmesi için ihtiyaç duydukları her türlü tedbiri alan yönetim biçimleridir” diyor. Bu sözleriyle iktidarlarında ileri demokrasiye geçildiğini söyleyip güzelleme mi yapıyor; “ey vatandaş bir içinde bulunduğun koşulları düşün bir de bu söylediklerimi; aklını başına topla” mı diyor, tam anlaşılamıyor.
AKP milletvekillerinin hamasi sözleri ve de geçmişte yapılanları dinleyip, 2024’te neler yapıldığını ve 2025’te neler yapılacağını bilmeden bütçeyi nasıl kabul ettikleri merak ediliyor. Bu bütçeye onay verenler içinde, Y. Tekin’in konuşması üzerine içten içe “Atma birader, din kardeşiyiz” diyenlerin olup olmadığı da merak ediliyor.
Y. Tekin'in 2025 yılı bütçe konuşması (I) (https://haber.sol.org.tr/yazar/y-tekinin-2025-yili-butce-konusmasi-397469)
/././
HTŞ Davos Zirvesi’nde boy gösterdi: Zirve öncesi fabrika ve limanları satışa çıkaracağını duyurdu
Davos'a gitmeden önce Financial Times’a konuşan Dışişleri Bakanı Şeybani limanları ve fabrikaları özelleştireceklerini duyurdu. Türkiye ile “özel ilişkileri” olduğunu söyledi.
Suriye’de Beşar Esad yönetimini devirerek ülkenin kontrolünü ele geçiren Heyet Tahrir’uş Şam yönetimi, ülkede devlete ait liman ve fabrikaları satışa çıkarmaya hazırlanıyor.
HTŞ yönetiminin Dışişleri Bakanı Esad Şeybani İsviçre’de düzenlenen Davos Zirvesi’ne katıldı.
Şeybani eski İngiltere Başbakanı Tony Blair’in moderatörlüğünü yaptığı bir oturumda da konuştu.
Batı'ya Suriye’ye yönelik yaptırımları kaldırma çağrısında bulunan Şeybani ülkenin yabancı yatırımlara açık olacağını, enerji konusunda da bölge ülkeleriyle işbirliğine gitmek istediklerini anlattı.
Davos öncesi FT'ye konuştu: 'Özelleştirmeye odaklanacağız'
Şeybani Davos’a gitmeden önce başkent Şam’da uluslararası basın kuruluşlarının temsilcileriyle bir araya geldi. İngiliz ekonomi gazetesi Financial Times’a konuşan Şeybani, Suriye’de devletin elindeki fabrikaların ve limanların özelleştirilmesi için bir komite kuracaklarını açıkladı.
FT, Suriye’nin yeni yönetiminin devlete ait limanları ve fabrikaları özelleştirmeyi, yabancı yatırımları ülkeye davet etmeyi ve uluslararası ticareti artırmayı planladığını aktardı.
Şeybani “(Esad’ın) vizyonu bir güvenlik devleti vizyonuydu. Bizimkisi ise ekonomik kalkınma” dedi.
Yabancı yatırımcıları ülkeye çekmek ve Suriyeli yatırımcıların ülkeye dönüşünü sağlamak için yasal düzenlemelere ihtiyaç olduğunu savunan Şeybani, ülke ekonomisinin içinde bulunduğu kötü duruma “kapalı sosyalist ekonomi”nin yol açtığını öne sürdü.
Yönetime geldiklerinden bu yana teknokratların ve Esad döneminin eski memurlarının “eski rejimin ülkeye ve ülke kasasına verdiği zararı” ortaya çıkarmaya çalıştıklarını söyledi.
Ulaşımda 'kamu-özel ortaklığı'
Suriye'nin ekonomik durumunu ve altyapısını incelemek için bir komite oluşturacaklarını dile getiren Şeybani, komitenin yağ, pamuk ve mobilya fabrikaları da dahil olmak üzere özelleştirmelere odaklanacağını belirtti.
Şeybani ayrıca havalimanları, demiryolları ve karayollarına yatırımı teşvik etmek için kamu-özel ortaklıklarını da araştıracaklarını söyledi.
İngiliz ekonomi gazetesi FT’nin Şeybani’nin bu sözlerini aktardıktan sonra “Ancak asıl zorluk, yabancı yatırımları kesilmiş ve dağılmış bir ülkede yıllardır çürüyen bu kuruluşlara alıcı bulmak olacak” yorumunu yapması dikkat çekti.
Önceliğin halkın yeterli ekmek, su, elektrik, yakıt ihtiyaçlarını karşılayacak bir ekonomik iyileşme olduğunu savunan Şeybani “İnsani yardımla geçinmek istemiyoruz, ülkelerin de yatırımları denize atıyormuş gibi bize para vermesini istemiyoruz” diye konuştu.
ABD ve AB'ye yaptırımları kaldırma çağrısı: 'Kapıları açın'
Önemli olanın ABD ve Avrupa’nın Esad iktidarına karşı başlattığı yaptırımları HTŞ yönetiminde artık sürdürmemesi olduğu mesajını veren Şeybani “Çalışmaya başlamak için kapıları açın” ifadesini kullandı.
Şeybani ayrıca HTŞ yönetiminin Körfez Arap ülkeleri ve Batı ülkelerinin yetkililerine Suriye’nin kendileri için bir tehdit oluşturmadığı güvencesini vermek için çalıştığını da söyledi.
FT haberinde, özellikle Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’ın Suriye’de Müslüman Kardeşler gibi grupların yeniden canlanmasından ve bazı Arap ülkelerinin de Suriye’deki “isyancıların” başarısının kendi ülkelerine yansımasından endişe ettiklerini hatırlattı.
Şeybani HTŞ yönetiminin “devrim ihraç etme ya da başka ülkelerin iç işlerine karışma” planı olmadığını, bölgesel ittifaklar kurmayı planladıklarını söyledi.
Türkiye ile 'özel ilişki'
Türkiye ile ilişkilere dair de konuşan Şeybani, Türkiye ile “özel ilişki”leri olduğunu ve bunun Türkiye'nin teknolojisinden, bölgesel ağırlığından ve Avrupa’yla ilişkilerinden faydalanmalarını sağlayacağını kaydetti.
Şeybani bu “özel ilişki"nin Türkiye’nin bölgede “aşırı nüfuzu” ve “Türk yayılmacılığı” pahasına olduğuna yönelik endişeleri ise reddetti. Şeybani böyle bir tabiyetin ne şimdi olduğunu ne de gelecekte olacağını savundu.
SDG ile görüşmeler sürüyor
Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile görüşmelerin devam ettiğini belirten Şeybani, Şam yönetiminin IŞİD’lilerin tutulduğu SDG kontrolündeki hapishaneleri devralmaya hazır olduğunu yineledi. “SDG’nin varlığının artık bir meşruiyeti yok” ifadesini kullanan Şeybani, Şam yetkililerinin Kürtlerin haklarını yeni anayasada garantiye alma ve yeni hükümette temsil edilmelerini sağlama sözü verdiğini dile getirdi.
Davos'ta 'yatırım potansiyellerini' anlattı
Suriye Dışişleri Bakanı Şeybani FT’ye yaptığı bu açıklamaların ardından dün İsviçre'nin Davos kasabasında düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu'nun (WEF) 55. Yıllık Toplantıları’na katıldı.
Zirve kapsamında dün düzenlenen bir oturumda konuşan Şeybani, Suriye’de yatırım açısından büyük potansiyel olduğunu anlattı. Suriye'nin turizm ve insan kaynakları gibi birçok ekonomik kaynağı olduğunu söyledi. Şeybani Suriye’nin konumunun önemli olduğunu ve ekonomisinin yabancı yatırımlara açık olacağını vurguladı. Ülkenin "komşuları ve dünya ile büyük ortaklıklar kurması gerektiğini” kaydetti.
Şeybani Davos'ta Ortadoğu konulu oturuma katıldı.HTŞ yönetiminin enerji sektörüne de odaklandığını anlatan Şeybani, Suriye'deki elektrik sıkıntılarını çözmek için komşu ülkelerle işbirliği içinde olduklarını aktardı.
"Esad rejiminin bizim imajımıza yerleştirdiği tüm algıyı değiştireceğiz" diyen Şeybani yaptırımların kaldırılmasını istedi ve “Bu yaptırımların bir nedeni yok. Eğer onu (Esad’ı) cezalandırmak istiyorlarsa, o şu an Moskova'da" dedi.
Tartus Limanı'nda Rus şirketin anlaşması iptal edildi
Öte yandan limanları özelleştireceğini açıklayan HTŞ yönetimi Esad iktidarı döneminde Rus şirketine verilen Tartus limanının yönetim hakkını sonlandırdı.
El Vatan gazetesi Suriye geçici hükümetinin Rus şirketi Stroytransgaz’ın Tartus limanındaki 49 yıllık yönetim hakkını sonlandırdığını duyurdu.
Habere göre Tartus Gümrük Müdürü Riyad Judi, “Tartus Limanı için bir Rus şirketiyle imzalanan yatırım anlaşması iptal edildi. Limandan elde edilecek tüm gelirler Suriye devletinin çıkarları doğrultusunda kullanılacaktır” ifadelerini kullandı.
Judi, şu anda limanın yeniden yapılandırıldığını ve tam olarak faaliyete geçmesi için girişimlerde bulunulduğunu da sözlerine ekledi.
***
18 yıl sonra Dink cinayetine bakarken -Fatih Yaşlı-
Dink cinayetinin hakikatini anlatmak da hafızaları diri tutmak da yine bize, bu ülkeyi, bu toprakları Dink’in sevdiği gibi seven, “buradayız” diyen bizlere düşüyor.
19 Ocak 1978 günü Ankara Ticaret ve Turizm Yüksekokulu öğrencisi Levent Özyörük ülkücüler tarafından öldürüldü. Savcı Doğan Öz, cinayetin hemen ardından ülkücülerin kontrolünde bulunan ve zanlıların sığındığı Site Yurdu’na bir baskın düzenledi. 6 Mart’ta ise 70 ülkücü öğrenci hakkında Özyörük cinayetine karıştıkları gerekçesiyle bir soruşturma başlattı.
Bu hadise kısa süre sonra onun da hayatına mal olacak, yürüttüğü soruşturmalarla yıllardır Türk sağının ve derin güçlerin nefretini kazanan Öz, MHP milletvekilleri tarafından Meclis’te yapılan konuşmalarda hedef gösterilmesi sonrasında 24 Mart 1978’de ülkücü İbrahim Çiftçi tarafından evinin önünde katledilecekti.
Doğan Öz öldürüldüğünde dönemin başbakanı Ecevit’e sunulmak üzere bir kontrgerilla raporu hazırlıyordu ve kontrgerilla o sene Türkiye’yi kana bulayacak, ilk büyük katliam Öz öldürülmeden yaklaşık bir hafta önce, yani 16 Mart günü gerçekleşecekti. O gün İstanbul Üniversitesi’nde solcu öğrencilere yönelik bombalı bir saldırı düzenlenmiş ve 7 öğrenci yaşamını yitirmişti.
Sonradan NATO menşeili olduğu açığa çıkan bombalarla düzenlenen saldırının yapıldığı gün, normalde öğrencilerin giriş çıkışlarında civarda mutlaka polis ekipleri bulunurken, bu ekipler ortadan kaybolmuş, saldırganların peşinden giden polislere de durma talimatı verilmişti. Bunu yapan kişi ise kayıtlara komiser Reşat Altay olarak geçmişti.
Yıllar sonra, yine bir 19 Ocak günü, 19 Ocak 2007’de Türkiye’de bir siyasi cinayet daha işlendi ve Ogün Samast adlı bir tetikçi Hrant Dink’i öldürdü. Samast Trabzon’da yaşıyordu ve cinayeti işlemek için Trabzon’dan İstanbul’a gitmişti, o da milliyetçi bir çevredendi ama MHP’li değil BBP’liydi. Samast’ı cinayete BBP’li Yasin Hayal teşvik etmişti, Hayal’in arkasında ise yine BBP’li Erhan Tuncel vardı ve Tuncel aynı zamanda Trabzon Emniyeti’ne çalışan bir polis muhbiriydi.
Peki emniyet güçleriyle bu kadar içli dışlı olan ve hepsinin daha önceden poliste dosyasının olduğunu bildiğimiz bu kişiler cinayet planlarını yaparken Trabzon emniyet müdürü kimdi? O polisin ismi Reşat Altay’dı. Evet, 12 Eylül öncesinin en önemli katliamlarından birinde adı geçen Altay, seneler sonra Trabzon Emniyet Müdürü olarak Dink cinayetinde de karşımıza çıkacaktı.
Yıllar süren yargılamaların sonunda Altay “ihmal nedeniyle adam öldürmek" ve "resmi belgeyi yok etme" suçlarından beraat edecek, "görevi ihmal"den ise zaman aşımı nedeniyle dosyası düşecekti. Cinayetle Fethullahçı çete arasındaki bağlantılar açık olmakla birlikte, Reşat Altay’ın Fethullahçılarla bir bağlantısı olup olmadığı tespit edilemeyecek, ancak kendisi gibi polis olan eşi Filiz Altay’ın telefonunda 15 Temmuz darbe girişimi sonrası bylock programı bulunacak ve Altay üç ay tutuklu kaldıktan sonra etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanıp itirafçı olacak, sonra da tahliye edilecekti.
Reşat Altay’ın Fethullah bağlantıları tespit edilememişti ya da edilmemişti ama başka iki polis, Ali Fuat Yılmazer ve Ramazan Akyürek’in cemaatçi olduğu kesindi. İstanbul’da görev yaptığı dönemde İstanbul Valisi Erol Çakır, Akyürek’in siciline “emniyetteki hizipleşme içinde irticai akımlara (Fethullah) yakın. Dikkat edilmelidir” notunu düşmüştü. Akyürek 2004-2006 yılları arasında Trabzon’da Emniyet Müdürü olarak görev yapmış ve Rahip Santoro cinayeti onun döneminde işlenmişti. Dink öldürüldüğünde ise Akyürek Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı görevini yürütüyordu.
Diğer polis Ali Fuat Yılmazer ise Dink öldürüldüğünde Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı C Şubesinde müdür olarak görev yapıyordu. Kamuoyu Yılmazer’in adını daha sonraları Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davaların ve Oda TV operasyonunun arkasındaki kişi olarak duyacaktı. Akyürek Dink cinayetiyle ilgili olarak yargılandığı davada, “Trabzon Jandarma’da Dink’in öldürüleceği bilgisine sahip olmayan yoktur” demiş, İstanbul Emniyeti’nin ihmali olmasa cinayetin önlenebileceğini söylemiş ve kendi sorumluluğunu reddetmişti.
Peki Hrant Dink neden öldürülmüştü, bir siyasi cinayet olarak Dink cinayeti 2007 Türkiye’sinin siyasal atmosferinde neye ve nereye denk düşüyordu?
Bu soruları daha önce de çok kereler yanıtladık ama hem hafızası nisyan ile malul bir toplum olduğumuz için hem 18 yıl sonra halen siyasal bir arsızlık ve yüzsüzlükle karşı karşıya olduğumuz için hem de bugünlere nasıl geldiğimizi daha iyi anlayabilmemiz için yeniden ve yeniden hatırlatmamız gerekiyor olan biteni.
Dink cinayetinin gerçekleştiği konjonktür, AKP’nin o dönemki ortağı Gülen Cemaati’yle birlikte hükümet olmaktan devlet olmaya geçmeye, yani rejim inşa eden bir parti olarak hareket etmeye karar vermesine tekabül ediyordu. Bunun için kullanılacak olan argüman ise “demokratikleşme” olarak belirlenmişti. AKP-Cemaat ikilisinin devletleşme projesi topluma vesayetle, derin devletle, darbecilerle hesaplaşma olarak sunuldu, dönemin meczup ulusalcıları hedef tahtasına yerleştirildi, operasyon sürecinde çuvalın içine beş benzemez doldurulurken aralarına mafya liderleri ve derin devlet artıkları yerleştirildi, projenin toplumsal desteği de bunlar üzerinden ve sağlı sollu liberaller aracılığıyla sağlandı.
Rahip Santoro, Zirve Yayınevi ve Dink cinayeti… Tüm bunlar demokrasinin önünü kesmek isteyen derin güçlerin operasyonları olarak sunuldu ve Ergenekon, Balyoz, KCK, Oda TV, Devrimci Karargâh gibi operasyon ve duruşmalarla Türkiye’nin rejimi mahkeme salonlarında değiştirildi. Bu davaların hepsi siyasetin dizaynı için kullanıldı, bir toplumsal mühendislik projesi olarak hayata geçirildi. Dink cinayetinden “yetmez ama evet”e uzanan bir yol vardı ve o yol başarıyla kat edildi, 2010 referandumuyla rejim inşasında bir eşik daha aşıldı.
İşte Dink cinayetinin böylesi bir konjonktüre denk düşürülmesi, yakın çevresindeki sol liberal aydınların Dink’e yönelik büyük ihanetini de beraberinde getirdi. Kendilerine “Hrant’ın Arkadaşları” diyenlerin de aralarında olduğu büyük bir yalan şebekesi, sözde ve kıymeti kendinden menkul bir “demokratikleşme” adına, Dink cinayetinin AKP-Cemaat ikilisinin rejim inşası adına gerçekleştiği gerçeğini ya görmezden geldiler ya da bile isteye cinayetin üzerini örttüler.
Hemen hatırlayalım… Cinayet sonrası Dink’in anısını yaşatmak için verilecek olan ödülü belirleyecek komitenin başına AKP-Cemaat ikilisinin organik aydınlarından Ali Bayramoğlu geçirildi. Komite her ikisi de Gülen Cemaati tarafından finanse edilen yayınlarda kumpas davaların kamuoyundaki zeminini hazırlamış, propagandasını yapmış Ahmet Altan ve Alper Görmüş’e Hrant Dink ödülü verdi, onlarda hiç utanmadan, arlanmadan bu ödülü aldılar.
Altan’ın başında bulunduğu Taraf gazetesine o dönemde “bavulla” belge geliyor, Mehmet Baransu haber üstüne haber yapıyordu. Gazetede muvazzaf olduğu halde iki Fethullahçı istihbarat elemanı polis, Emre Uslu ve Önder Aytaç uzun süre köşe yazarlığı yapacak, Dink cinayetini karartmak için her türlü çabayı göstereceklerdi. Gazetede ne Ramazan Akyürek’in ne de Ali Fuat Yılmazer’in Dink cinayetindeki rolünden bahsedildi, Samast’ın BBP bağlantılarına hiç işaret edilmediği gibi BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin Ergenekon tarafından ve NTV stüdyolarından gönderilen sinyallerle düşürüldüğü söylendi.
Dink’in yerine Agos gazetesinin başına getirilen Etyen Mahçupyan da yıllarca Fethullahçı çetenin Zaman gazetesinde köşe yazarlığı ve STV’de televizyon programları yapmıştı. 2012 yılında, o Agos’un başındayken, Fethullahçı çeteye bağlı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı dalga geçercesine “Birlikte Yaşama Ödülleri”nden birini Agos’a verecekti. “Hrant’ın arkadaşları”ndan Hayko Bağdat da başta Taraf gazetesi olmak üzere Cemaat’le hep organik bağlantılar içerisinde bulunmuş, çeteyle birlikte “yetmez ama evet” kampanyasının başını çekmişti.
Etyen ve Hayko… Her ikisi de arkadaşlarının anısını ayaklar altına almaktan hiç çekinmediler ve onun katilleriyle, yani Fethullahçı çeteyle bağlantılarını cinayetten sonra da devam ettirdiler, ta ki 15 Temmuz’a doğru gidişin ayak sesleri duyulana ve sonrasında mecburen ve elbette ki korktukları için çekilene kadar.
Dink cinayetinin üzerinden tam 18 yıl geçti, Dink’in uğruna katledildiği rejim bugün yoluna devam ediyor, Dink’in katili Ogün Samast da sokakta elini kolunu sallayarak rahat rahat geziyor. Bu esnada ise Dink anmalarında “hakikat”ten ve “hafıza”dan bahsediliyor ama Türkiye entelijansiyasını örümcek ağı gibi sarmış liberal network kendisine “Hrant’ın arkadaşları” deyip hem hakikatin üstünü örtmeye hem de hafızaları bulandırmaya devam ediyor. Tam da bu nedenle Dink cinayetinin hakikatini anlatmak da hafızaları diri tutmak da yine bize, bu ülkeyi, bu toprakları Dink’in sevdiği gibi seven, “buradayız” diyen bizlere düşüyor.
/././
'Ne olur olağan demeyin'-Ali Rıza Aydın-
Ve demeyin sakın düzeni hizaya sokarsak, denetim düzeneklerini çalıştırırsak adalet gelir. Gelen, eşitsizliği yaratan sömürü düzeninin sahiplerinin adaleti olur.
Seyahat, dinlenme, spor, kültür ve turizm… Sağlıklı bir çevrede nefes alıp insanların ve toplumun yaşamlarını beden ve ruh sağlığı, refah, huzur ve mutluluk içinde sürdürmesinin hak ve koşulları arasında. Hepsi insanın ve toplumun yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının olmazsa olmazları.
Bu olmazsa olmazlar anayasal güvenceye sahip ve devletin temel amaç ve görevleri olarak anayasal hüküm altında. Anayasanın bağlayıcı ve üstünlüğü kanun, KHK, CBK, yönetmelik, genelge gibi hukuk belgeleriyle, düzenleyici ve denetleyici kural, buyruk ve yaptırımlarla devrede. Yine bu Anayasa ve hukukun biçimlendirdiği devasa bir kamusal yetkilendirme, görevlendirme, örgütlenme, kadrolaştırma, çalışma, sorumluluk, kaynak, teftiş ve denetim organizasyonu var. Bu organizasyonun yasama, yürütme, yargı organları ve diğer anayasal kurumlarıyla bütünleşen eşgüdümü var. Bu organizasyonun hedefi doğa ve insan olarak anlatılıyor.
Sağlıktan eğitim ve öğretime, iç işlerinden dış işlerine, tarımdan sanayiye, ormandan toprak ve suya, imar-iskandan afete, doğumdan ölüme, beslenmeden barınmaya, tüm canlılardan doğaya, insandan topluma bütünsel bir yaşam insan aklının ortaklığıyla düzenleniyor. Doğal olayların afete dönüşmemesi insan aklının ortaklığıyla sağlanıyor. Aynı ortak aklın geniş bir bölümü insanlık için, eşit ve özgür yaşam için, barış için çabalarken, savaşım verirken, azınlık olan sömürücüler var ve onlar yakmayı, yıkmayı, öldürmeyi, göçe zorlamayı, yoksullaştırmayı, yoksunlaştırmayı, talanı, yağmayı, uyuşturmayı, uyutmayı, cezalandırmayı hiç mi hiç kaygı etmeden sömürdükçe sömürüyor, yok ettikçe ediyor.
Kartalkaya Kayak Merkezi, anayasal güvence altında olması gereken yaşam ve doğa alanı. 12 Eylül 1980 Darbesinin ürünü Turizmi Teşvik Kanunu, Çevre Kanunu, Orman Kanunu, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı, diğer bakanlık ve kurumlarla, yerel yönetimlerle ilişkiler ve tabii ki tüm bu kurum ve kuruluşlarla, birlikte bütünsel olarak yürütme görev ve yetkisini yerine getiren Cumhurbaşkanlığı bu merkezin kamusal/hukuksal görev, yetki ve sorumluları.
Turizm merkezlerinin saptanması, turizm sektörünün düzenlenmesi ve geliştirilmesi, dinamik bir yapıya kavuşturulması, orman alanları dahil her türlü tahsisler, kiralamalar, irtifak hakları tesisi, krediler, teşvikler, istisna ve muafiyetler, yatırım ve işletme belgeleri, cezalar, düzenleme ve denetimler… Hepsi hukukla düzenlenmiş. Ama bunların yanında da çok yıldızlı işletmelerin emekçi halkın gidemeyeceği fiyatlar var. İnsanların haklarını gasp ederek kârına kâr katan patronlar var. Sorumluluğu taşıyan bakanlıklardan biri olan Kültür ve Turizm Bakanlığının bakanı da bir patron.
Bir yanda liberalleşen hukukla sermaye sınıfının çıkarına hizmet, bir yanda liberalleştirilen sömürü hukukuna “üstün” denmesini dayatan burjuva düzeni… Ve en temel haklarını yüksek paralar ödeyerek kullanmaya çalışanların yanarak yaşamdan koparılmaları…
Bu bataklıktan sorumlu mu aranacak? Ruhsatlar ya da hukuksuzluklar üzerinden, denetim ya da denetimsizlik üzerinden sorumlu bürokrat mı aranacak? Merkezi ya da yerel yönetimlerin arasında görev, yetki ve sorumluluk tartışması mı yapılacak? Sermaye sınıfının egemenliği sürerken patronlardan biri sorumlu mu ilan edilecek? Hukuk ve cezalandırma bunların adını koysa da yetecek mi? Yasaları çıkaranların, diğer hukuksal düzenlemeleri yapanların, uygulayıcıların, teftiş veya denetim yapanların, herhangi bir yargı denetiminde karar verenlerin bütününde devletin sorumluluğu sorunları çözecek mi?
Hukuku ekonomik, siyasal ve toplumsal ilişkilerle birlikte okuduğumuzda, o ilişkilere uyarlanan, o ilişkileri düzenleyen hukukla karşılaşırız. Yetmediği yerde o hukukla sürekli oynayan düzenlemelerle karşılaşırız. Yetmediği yerde o ilişkilerin çıkarı için göz yumulan, ihmal edilen hukukla karşılaşırız. Yetmediği yerde hak arama yerleri olan mahkemelerde düzenin onay kararlarıyla karşılaşırız. Bu ilişkiler değerlendirildiğinde hem hukukun ve yargının hem de hukuksuzlukların sömürü ve baskı aracı olarak kullanılmasının analizi karşımıza çıkar.
Kapitalizm ve üst aşaması emperyalizm hem kendilerini korumaya alması ve sömürünün sürdürülebilirliği için yasamayı, hukuku ve yargıyı siyasal iktidarının bütünleyicisi yapmayı hem de sömürülenlerin daha fazla yoksulluğa, etnik ve dinsel uyuşturulmaya itilmesini, susmasını ister.
Hukuk ve yargının, bütünsel olarak devletin sınıfsallığı, egemen sermaye sınıfının ve siyasal iktidarının aracı oldukları görülmedikçe hak ve özgürlüklerin sömürülenlerin yararına kullanılmasının sahte bir umut olacağı da görülemez.
Kafka’nın “Ceza Sömürgesi”nde cezalara karşı ilgisizliğin egemen olması gibi bir gün afetlerle, başka bir gün sömürücülerin kâr ve rant doymazlığıyla gelen, hukukuyla ve yargısıyla devletin de sorumlu olduğu katliam ve yıkımlara ilgisizlik ancak ve ancak sömürücülere yarar; sömürücülere ilgisizliği getirir.
Denetimsizliğe yıkılan yük gerçek sahibi saklar. Kimsenin sınıfsal sorumluluk yüklenmediği yerde sömürünün gerçek sahibi de görülmez.
Boyun eğmeden itiraz etmek için Bertolt Brecht’i dinleyelim:
“Ne olur olağan demeyin hemen / Her gün olup bitene / Kargaşanın egemen olduğu / Düzensizliğin düzen sayıldığı / Keyfiliğin yasalaştığı / İnsanın insanlıktan çıktığı bu kanlı çağda / Demeyin sakın 'bunlar olağandır'”.
Ve demeyin sakın düzeni hizaya sokarsak, denetim düzeneklerini çalıştırırsak adalet gelir. Gelen, eşitsizliği yaratan sömürü düzeninin sahiplerinin adaleti olur.
/././
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder