soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -4 Ocak 2025-

Bocchi’nin Türkiye'deki firması Sanikey Seramik işçilere maaş vermiyor

Sanikey Seramik çalışanları iki aydır hiç maaş alamıyor. Daha önce aldıkları maaşlar da düzensiz. İşçiler molasız çalışıp çaylarını dahi makina başında içtiklerini anlatıyor.

İtalyan markası olan Bocchi’nin Türkiye’deki firması Sanikey Seramik işçilerin ücretlerini ödemiyor, insanca çalışma koşulu sağlamıyor ve ücretsiz izne çıkarıyor.

Peki Sanikey Seramik'te ne oluyor? Yakından bakalım.

Şirketin yönetim kurulunda üç isim var: Ahmet Şadi Burat, İbrahim Kemalettin Fırat, Nihat Yıldırım. Yönetim Kurulu Başkanı Burat, Yıldırım ise Yönetim Kurulu Başkan Vekili.

Ticaret Sicil Gazetesi'ne göre şirketin sermayesi 50 milyon Türk lirası. 

Kocaeli’nin Dilovası ilçesinde yer alan firma banyo ve mutfak armatürleri, banyo mobilyaları, banyo aksesuarları, küvet ve duş kabini, gömme rezervuar sistemleri ve mutfak eviyeleri üretiyor. Şirketin satışlarının yüzde 87’si yurtdışına.

Bocchi Yönetim Ekibi: Şadi Burat (Yönetim Kurulu Başkanı & Ortak), Nihat Yıldırım (Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı & Ortak), Serkan Ak (Bocchi CEO & Ortak), Akgün Seçkiner (Bocchi ABD Genel Müdürü & Ortak) ve Andrea Grünewald (Bocchi Almanya Genel Müdürü).28.06.2023

Eczacıbaşı'ndan bugüne Şadi Burat

Şirketi kurarken gazetelere demeçler veren bu patronlar eski patronlarının karşılarına rakip olarak çıkmalarıyla ünlü. Eczacıbaşı Holding’te üst düzey yöneticilik yapan üç isim banyo ürünleri sektöründe faaliyet gösteren 68 yıllık İtalyan markası Bocchi’yi satın alıp Türkiye’de üretime başlıyor.

Bugün işçilerin ücretini ödemeyen, ücretsiz izne çıkaran Ahmet Şadi Burat, 2018’de firmanın başarılarını sıraladığında gelirlerinin yüzde 87’sinin döviz cinsinden olduğunu söylüyor. Burat’ın cümleleri aynen şöyle:

“Türkiye’de 660 kişiye istihdam sağlıyoruz. Gebze’deki fabrikamızda 1 milyon adet üretim kapasitesine sahibiz.”

4 kıtada 57 ülkeye 30 milyon dolarlık ihracat yapan firma, Gebze ve Tuzla organize sanayi bölgelerinde kiralanan fabrikalarda üretime başlamış. Daha önce yöneticisi olduğu Vitra’nın Kartal fabrikasının o dönemde kapanması yetişmiş işçi bulmalarını kolaylaştırmış.

Gazetelerde girişimcilik dersleri vermekten pek keyif alan Burat bir başka yerde konuşurken şirketlerin başarılı olması için gerek 9 kriteri açıklamış. En önemlisi “liderlik”miş. Listenin devamı şöyle: “İkincisi politika ve strateji. Üçüncü önemli kriter çalışanların yönetimi”.

Key Teknik ismiyle rezervuar üreticisi de olan şirket, bu işini Amerika’nın alanındaki en büyük şirketi Fluidmaster’a 60 milyon TL’ye sattı.

Burat 2017'de Sözcü'ye verdiği söyleşide “Sattığımız şirketin cirosuyla beraber 2017’de 190 milyon TL hedefliyoruz” diyor.

Aynı söyleşide yine kendisiyle övünürken şunları söylüyor, “Sacmi ile dünyanın her yerine kalıp yapıyoruz şu anda, İsrail’den tutun Hindistan’a... 2-3 milyon Euro’luk bir iş”

Burat, Milliyet’e 31 Ocak 1999’da verdiği röportajda o dönem genel müdürü olduğu Vitra için “Vitra devrimci bir kuruluştur” demişliği var.

Maaş vermedi, işten çıkardı: İşçi mahkemede kazandı

2019 yılında Gebze’deki 480 işçiye bir yıl boyunca maaşların düzenli verilmemesiyle gündeme gelmişti şirket. O dönem Patronların Ensesindeyiz Mücadele ve Dayanışma Ağı’na ulaşan işçiler, Burat’ın işçilere düzenli maaş ödemediğini, mavi yakalı işçilerin iki-üç maaş, beyaz yakalı işçilerin ise üç-dört maaş geriden geldiklerini söylemişti.

Durumun düzelmesi için Çalışma Bakanlığı’na defalarca dilekçe yazılmış, noterden ihtar çekilmiş ancak kısmi düzelmeler sorunu çözmemişti.

İş bırakma eylemleri yapan sendikalı 40 işçi işten çıkarılmıştı. 

2022 yılında işçiler mahkeme tarafından haklı bulundu. Mahkeme işçilerin işten atılmalarının haksız olduğu ve işçilerin işe iadesi yönünde karar verdi. Yaşanan olayların ardından işe dönme kararı alan işçileri ayrıca Türkiye Çimento Seramik Toprak ve Cam Sanayii İşçileri Sendikası’ndan da istifa ederek başka bir sendikaya üye oldu.

Uzun süredir düzensiz olan maaşlar 2 aydır hiç yok

2024 yılının son aylarında benzer bir süreç yeniden başladı. Sanikey Seramik, bir süredir işçilerin ücretini ödemiyor hem de hammadde yoksunluğu bahane edilerek işçileri ücretsiz izne çıkarıyor. 

İşçiler maaşlarının zamanında yatırılmasını ve koşulların iyileştirilmesini talep ediyor. 

Patronların Ensesindeyiz Ağı’na konuşan işçiler Kocaeli ilinin Dilovası ilçesindeki fabrikada çalışıyor.

Lavabo ve klozet üretimi yapılıyor hali hazırda.

İşçiler en temel ihtiyaçtan yoksun bırakılıyor patron tarafından: mola. Ne öğle molaları ne  çay ne de ihtiyaç molaları var. Peki bunu nasıl çözüyorlar? “İşlerini daha hızlandırarak kendimiz yaratıyoruz” diyor çalışanlar.

Böyle mola mı olur? Çay molası makina başında

Örneğin dökümde çalışıyorsa işçi, çay molası makina başında oluyor. Şöyle anlatıyorlar durumu: “Makina hiç durmadığı için çayı da orada içiyoruz. Yani çay içerken bir yandan da çalışıyoruz. Mola alanımız mevcut değil.”

Çay molası olmayan, çay alabilmek için daha da sıkı çalışılmasını mecbur kılan bir sistem kurmuş gazetelerde pek övülen Burat.

İşçilerin temel bir diğer sorunu tabii ki maaş. Şu an iki aydır maaşsız çalışıyorlar:

“Ücretler 2024 Mart ayından bu yana her ay demesek de çoğunluk ile zamanında yatmıyor. Son iki ay ise hiç ücret alamadık. Bu konuda muhatap bulmak istediğimizde ise bulamıyoruz. Normalde iş zamanı karşımıza çıkan patron ve müdürleri konu maaşımızı sormaya gelince ortadan yok oluyorlar.”

İşçiler ara ara iş durdurarak maaşlarının yatmamasını protesto ediyor, öyle olunca da fabrikayı 3-5 iş günü için kapatıyor patronlar. 

Sendika ortada yok

İşçiler devam ediyor anlatmaya:

“Kapanan süreç boyunca maaşımızdan kesiyorlar ve bizi ücretsiz olarak izne çıkarıyorlar. Sendikada bu süreçte sessiz kalıyor.”

Sendika da sessiz sedasız, tepkisiz. Daha önceki süreçte de hareketsiz kaldıkları için işçiler tepkiliydi. 

Talepleri çok net, her çalışan gibi maaşlarımız zamanında ödensin, çalışma koşullarımız insanca olsun diyorlar.

Çağrıları da talepleri gibi net: “Biz buradan tüm arkadaşlarımıza da çağrı yapıyoruz. Bize kendimizden başka kimse yardım etmeyecek, yan yana gelmek zorundayız. Türkiye’nin bu koşullarında maaşımızın ödenmemesi kabul edilebilecek durum değil. Herkesi Patronların Ensesindeyiz Ağı ile başlattığımız mücadeleye katılmaya davet ediyoruz.”

Spor kanalı iflas etti

Burat aynı zamanda Nut Yapım’ın da sahibi. Yönetim Kurulu Başkanlığını yürüten Şadi Burat, bu görevi oğlu Mehmet Bora Burat’a bıraktı.

Nut Yapım’a bağlı Nut Spor’un akıbeti de belirsiz, kanal 2 aydır yayın yapmıyor. Kurulduğu dönem televizyonda futbol yorumculuğu yapan pek çok büyük ismi kadrosuna taşıyan kanalla bir bir herkes yollarını ayırdığını açıkladı.

Spor muhabiri Mustafa Çevik’in iddiasına göre Burat, Nut Spor’un iflas ettiğini açıkladı, çoğu yorumcununsa parası ödenmedi. 

Yorumcular mahkeme yoluna başvurdu.

Kanalın kadrosu ilk açıldığında şöyleydi: Bizim Çocuklar: Evren Göz, Berkay Tokgöz / Futbol Lab: Erman Özgür, Evren Göz, Berkay Tokgöz / Gol Makinası: Nihat Kahveci, Serkan Korkmaz / Güzel Bir Kamp Dönemi: Boğaç Soydemir (Educatedear), Ufuk Kaan Karacan, Nihato (Nihat Güven) / Ateş Arabaları: Ercan Taner, Mert Aydın / Maç Maç Bakıyoruz: Evren Göz, Berkay Tokgöz / 5'te 5: Ercan Taner

                                                                              ***
ABD emperyalist bir devlet olmaya ne kadar devam edecek?-Erhan Nalçacı-
Bu koşullarda ABD emperyalizmi geriye çekilecek mi? Hiç öyle gözükmüyor, aksine tükenene kadar daha da hırçınlaşma eğilimi Trump’ın açıklamaları ile dışa vuruldu.

Trump’ın yeniden seçilmesi ABD için bir yön değişikliği anlamına geliyor.

Ana hatlarıyla şöyle özetlenebilir:

Ukrayna’da Rusya’ya karşı sürdürülen vekâlet savaşı bir anlaşmayla sonlandırılacak.

ABD’nin tekrar ekonomik gücünü kazanması için iç piyasa yabancı sanayi ürünlerine karşı yüksek vergi duvarları ile korunacak.

ABD’nin yeniden sanayi üretimine yönelmesi ile üretim gücü artırılacak.

Bu politikalar nasıl ve ne kadar uygulanabilir, tam olarak kestirmek mümkün değil. Ancak bu yönelimle birlikte ABD’nin emperyalist hiyerarşi içindeki yerini kısaca tartışalım.

ABD emperyalist piramidin tepesinde olmasına karşılık uzun bir süredir dış ticaret açığı veriyor. 2023 yılında ABD’nin ihracatıyla ithalatı arasındaki fark 773 milyar dolar civarındaydı.

Aşağıdaki grafik sadece Çin ile ticaretteki açığın nasıl seyrettiğini bize gösteriyor:

Grafik 1: Grafik 1985 ve 2023 yılları arasında ABD’nin Çin ile ticaretinde verdiği açığın yıllara bağlı olarak nasıl değiştiğini gösteriyor. Özellikle Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne katıldığı 2001 yılından bu yana açığın hızla arttığı görülüyor. 2024’te söz konusu açık biraz azalarak 245 milyar dolar civarında gerçekleşti.

ABD açığı çok önemsemiyordu, çünkü doların dünyadaki egemenliği sayesinde tasarruf eden uluslar ABD’ye çoğu borç olmak üzere yatırım yapıyorlar ve açığı finanse ediyorlardı. Böylece ABD giderek az üretirken ABD halkı yüksek tüketim standartlarını koruyordu.

Ancak dünya üretimine yapılan katkı tek değilse de emperyalist hegemonyanın başlıca unsurudur. ABD’nin üretim kapasitesindeki azalış hegemonyasını tehdit edecek düzeye ulaştı.

Bunun birçok nedeni var. ABD sermayesi ucuz emek gücünün sunulduğu coğrafyalara doğru kaydı zaman içinde ve ABD sanayi gücünde bir gerileme yaşandı. Ayrıca kapitalizmin yapısal krizi nedeniyle de üretken emekten kaçış rol oynadı. Aşağıdaki grafik ABD emek gücünün sanayide çalışan kesiminin nasıl azaldığını bize gösteriyor. 

Grafik 2: ABD’de 1940’larda emek gücünün %40 kadarı sanayide çalışırken bu oranın %8’lere gerilediği görülüyor. Tarımdaki emeğin oranı da azalırken emek gücü hizmet sektörüne yığılıyor.

Emek gücünün üretimden çıkıp hizmet sektöründe yoğunlaşması kapitalizmin yapısal bir sorunu olarak alınabilir. Emek gücü tüketime dayalı veya üretimle dolaylı olarak ilişkili sektörlerde toplanıyor. Sermaye kâr oranlarını yüksek tutabilmek adına üretken sektörlerden kaçma eğilimi taşıyor. Bir dünya fabrikası olarak tanımlanan Çin’de bile benzer bir eğilim görülüyor.

Kapitalizmin bütün yapısal sorunlarının sosyalizmle aşılabileceğini daha önce belirtmiştik. Sosyalizm bunu hizmet ve üretim sektörünü bütünleştirerek ve piyasa dışına taşıyarak gerçekleştirecek. Ancak konuyu dağıtmadan tekrar ABD’ye dönelim.

Sonuçta ABD’deki hegemonya erozyonunun temel unsuru olan üretimde gerilemeyi aşağıdaki grafikten izleyebiliriz. 

Grafik 3: 2000’li yıllarda ABD’nin dünya üretimine yaptığı katkının nasıl azaldığı izleniyor. Günümüzde ABD’nin katkısı %16’nın altına inerken, Çin’in katkısı neredeyse dünya üretiminin üçte birine yaklaşıyor.

Sorun sadece ABD iç pazarının yabancı sanayi ürünleri ile istilası değil, ABD dünya pazarlarından da çekilmek zorunda kalıyor. 

Ayrıca ABD’deki işçi sınıfının son dönemde kazandığı hareketlilik emek gücünün ucuzlatılmasını engelliyor. Bu da ABD mallarının dünya pazarlarına girişinde rekabet gücünü azaltıyor.

Dolar egemenliği ise aşağı doğru gidişe rağmen halen sürüyor. ABD mali hegemonyasını dünya halklarına karşı aşağılık bir şekilde kullanabiliyor. Örneğin, Suriye’de Cumhuriyetin çöküşünde ABD’nin 10 yıldır uyguladığı ambargonun etkisi büyük oldu.

Öte yandan dolar hegemonyasındaki gerileme gözle görülür hale geldi. 2000’lerin başında dünya ticaretinin %70 kadarı dolar kullanılarak yapılırken, bu oran %40’lara düştü. Rusya ve Çin, Brezilya ve Çin, İran ve Rusya, Suudi Arabistan ve Çin gibi ikili ticari ilişkiler yerel paralarla yapılmaya başlandı. 

Alternatif uluslararası para ve dolaşım sistemleri oluşturmak için ciddi bir arayış var. Bu ABD’nin ticaret açığının bir süre sonra finanse edilemeyeceği anlamına da geliyor. 

Trump bu nedenle dolardan kaçmaya çalışan BRICS ülkelerini çok yüksek gümrük duvarları oluşturarak ABD’ye ihracatlarını engellemekle tehdit etti.

Ancak burada başka bir yapısal sorun doğuyor. Tedarik zincirleri artık dünyayı bütünleştiriyor. Sosyalist bir dünya tedarik zincirlerinin planlanmasına dayanarak en akılcı şekilde tasarlanmasını sağlayacak, yoksa her ülkenin her şeyi üretmesine odaklanmayacak.

ABD’nin yüksek gümrük duvarları ile iç pazarını koruması bu koşullarda hemen hemen imkânsız gözüküyor. Bu durum ABD’ye diğer ülke pazarlarında rekabet şansı vermediği gibi geçen hafta konu ettiğimiz Almanya gibi ihracata dayalı ekonomilerin krizini de derinleştirecek gibi duruyor.

Bu koşullarda ABD emperyalizmi geriye çekilecek mi? Hiç öyle gözükmüyor, aksine tükenene kadar daha da hırçınlaşma eğilimi Trump’ın açıklamaları ile dışa vuruldu. Trump hem 1999’da devrettiği Panama Kanalı’nı geri istedi ve bir halkın egemenlik hakkını doğrudan tehdit etti. Hem de buzulların erimesi nedeniyle ekonomik değeri çok artan Grönland’a sahip olmak istediğini açıkça söyledi. Ne de olsa halen dünyanın en büyük askeri gücü olarak gözüküyor.

Ocak sonunda başlayacak Trump döneminde dünya halklarının giderek gerileyen ABD emperyalizminin hırçın, ırkçı, haksız ve saldırgan eylemlerine maruz kalacağını gözleyeceğiz.

Öte yandan ABD’yi daha kırılgan hale getiren kendi sermaye sınıfı içinde de bir yarılma olduğu görülüyor. Geçtiğimiz hafta içinde ABD’de gerçekleşen terör saldırılarına bir kez bakın. 

Bu saldırıların uyanan IŞİD hücreleri tarafından yapıldığına inanmamızı istiyorlar. Bu saldırıların neye hizmet ettiğini anlamak için belki beklememiz gerekecek. Ancak muhtemelen Trump’a suikast girişimi, Ukrayna’ya Rusya içlerini vuracak menzilde füze kullanmasına izin verilmesi, Trump dönemine iki hafta kala Ukrayna’ya 1,5 milyar dolar tutarında yardım edilmesi ve terörist saldırılar birbirinden ayrı olaylar değildi, sermaye sınıfı içindeki çıkar kavgasının ürünleriydi.

Dünyada böylesine bir altüst oluş dönemini hem üzerimize yıkılmasını engellemek hem bu dönemi kazanmak için örgütlü karşılamaya ne dersiniz?

                                                               /././

Giresun'da Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü'ne ait olimpik havuzda 60 kişi zehirlendi

Giresun’da Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü’ne ait olimpik yüzme havuzunda meydana gelen zehirlenme nedeniyle 54'ü çocuk 60 kişi rahatsızlanarak hastaneye kaldırıldı.

Giresun'un merkez Seldeğirmeni Mahallesi'ndeki Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü’ne ait Olimpik Yüzme Havuzu'na giden bazı vatandaşlar, bulantı ve kusma gibi şikayetlerle rahatsızlanmaya başladı. 

Sabah saatlerinde yapılan ihbar üzerine olay yerine, 112 Acil Sağlık ve polis ekipleri sevk edildi.

Ekipler, baygınlık geçiren ve çeşitli şikayetleri bulunan 17'si çocuk 21 kişiyi kentteki hastanelere nakletti.

Olay yerine giden Vali Mehmet Fatih Serdengeçti, rahatsızlananlar için "Durumları son derece iyi, bilinci kapalı olan evladımız ya da insanımız yok" dedi.

Havuzda oluşan sıkıntının kaynağıyla ilgili doğalgaz firması ve AFAD'ın gerekli incelemeleri yaptığını söyleyen Serdengeçti, "Henüz o manada belirsiz bir durum var, sadece karbonmonoksit biraz yüksek çıktı, onunla ilgili tetkikler yapılıyor" diye konuştu.

Serdengeçti, havuzun kapatıldığını, incelemeler sonrası gerekli açıklamanın yapılacağını sözlerine ekledi.

Ancak açıklamaların ardından kendi imkanlarıyla sağlık kuruluşlarına giden vatandaşlarla birlikte zehirlenen sayısı 60'a yükseldi. Valiliğin açıklamasına göre 60 kişinin 54'ü çocuk.

                                                             ***

Bakanın eşi ve MHP'li vekilin oğlu istifa etmişti: Yunus Emre Enstitüsü'ndeki yolsuzlukla ilgili 8 tutuklama

Yunus Emre Vakfı’ndaki “naylon fatura” soruşturması kapsamında gözaltına alınan 11 vakıf çalışanından 8'i gece yarısı biten sorgularının ardından tutuklandı. Hem iktidar hem muhalefetten isimler var.

Türkçe'yi yaygınlaştırmak amacıyla faaliyet gösterdiğini söyleyen Yunus Emre Enstitüsü yolsuzluk iddialarıyla gündemde. Görevden alınan Enstitü Başkanı Şeref Ateş yurtdışına kaçarken, gözaltına alınan 11 şüpheliden 8'i tutuklandı.

Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü, dünyanın farklı ülkelerinde faaliyet gösteren Yunus Emre Enstitüsü'nde beş ay boyunca sürdürdüğü incelemede tespit ettiği usulsüzlükleri savcılığa taşıdı. 

Yunus Emre Enstitüsü'nden yapılan konuyla ilgili açıklamada, 2024 yılı Haziran ayında başta eski Enstitü Başkanı Şeref Ateş olmak üzere ilgili vakıf personelinin görevden alındığı ve ardından Temmuz 2024 itibarıyla teftiş süreci başlatıldığı belirtildi.

Enstitü, elde edilen bulgular doğrultusunda da 23 Aralık 2024 tarihinde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunulduğunu kaydetti. 

Savcılık, yolsuzluk iddialarını soruşturmaya devam ederken suçlamaların baş sorumlusu Başkan Ateş'in ise nerede olduğu bilinmiyor. Ateş'in yurtdışına kaçtığı tahmin ediliyor.

Soruşturma nasıl başladı?

Kamu kaynakları ile finanse edilen Yunus Emre Vakfı'na bağlı Yunus Emre Enstitüsü'nün görevden alınan başkanı Prof. Dr. Şeref Ateş'in geçen Haziran ayında neden görevden alındığına ilişkin ayrıntılı bir açıklama yapılmamıştı. Ancak kurumun sahte faturalar ile dolandırıldığı iddiaları konuşuluyordu. 

Bakanlık talimatı ile Vakıflar Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu, Temmuz ayında iddialarla ilgili inceleme başlattı. İnceleme sonrası şüpheli çok sayıda işlem nedeniyle de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunuldu. 

DW Türkçe'den Kıvanç El'in edindiği bilgiye göre, suç duyurusu sonrası savcılık bazı personelin mal varlığına tedbir koydu ve Mali Suçları Araştırma Kurulu'ndan (MASAK) da detaylı bir rapor istedi.

Savcılık 1 Ocak'ta da zanlılara yönelik operasyon başlattı. Operasyon kapsamında 11 kişi gözaltına alındı. Firari durumdaki eski başkan Şeref Ateş ile birlikte M.D, M.Ç, S.Y, İ.K, F.G.E, S.İ ve F.Y "zimmet, hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma, edimin ifasına fesat karıştırma, sahtecilik, nitelikli dolandırıcılık ve suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama" suçlarıyla itham ediliyor. 

Bu suçlara katıldıkları düşünülen şirket yetkilileri A.F, E.E, E.T.E, F.K, H.K, M.K ve Y.E şüpheli olarak soruşturma kapsamına alındı.

Eski başkan Şeref Ateş nerede?

Pazartesi günü eski Başkan Şeref Ateş'in görevden alındıktan üç gün sonra Almanya'ya gittiğini ve bir daha dönmediğini duyuran DW Türkçe, savcılık operasyonu sonrası evine giden emniyet yetkililerinin Şeref Ateş'i bulamadığını yazdı. Ateş'in yurtdışına çıkış yaptığı tespit edildi. Şeref Ateş'in yakın çevresine "Tedavi için yurtdışına gidiyorum" dediği öğrenildi.

Almanya, Şeref Ateş için yabancı bir ülke değil. Malatya doğumlu olan Ateş, gençlik yıllarını Almanya'da geçirdi. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Türkiye'de tamamlayan Şeref Ateş, doktorasını ise Almanya'da yaptı.

Suçlamalar neler?

Enstitünün 2016 yılından bu yana başkanlığını yapan Ateş'in 2020 ve 2023 arasını kapsayan dönemdeki işlemleri şüpheli olarak değerlendiriliyor.

Yurtdışında çok sayıda alım yapan Enstitünün sahte faturalar ile bazı malları almış gibi gösterdiği ancak gerçekte bu malların alınmadığı öne sürülüyor. Ayrıca yapılan yardımların da kağıt üzerinde olduğu ve sahte faturalar ile milyonlarca liranın kaybolduğu tahmin ediliyor.

İlk belirlemelere göre sahte faturaların toplamda 16-17 milyon dolar civarında. Ancak soruşturma ve MASAK raporu kapsamında bu rakamın artabileceği kaydediliyor.

Şeref Ateş'in ihaleleri yaparken yasal mevzuatı delmek için çeşitli formüller kullandığı da belirlendi. Örneğin 10 milyon TL'lik bir ihale yapılacağında bu ihalenin yasal mevzuata göre duyurusu yapılması gerekirken Başkan imzası ile 500, 550 bin TL'lik 20 farklı "doğrudan alım" yapılmış gibi gösterildi.

Yasal mevzuata göre 2024 yılı için 622 bin TL'nin altında doğrudan alım yapma yetkisi kurumun yönetiminde bulunuyor. Doğrudan alım kararlarında ihale açılmasına gerek duyulmuyor. Yardım ya da farklı işlere dair bu alımlar yapılsa da incelemelerde birçok alımın kağıt üzerinde olduğu tespit edildi.

Aile Bakanı’nın eşi niye istifa etti?

Aile Bakanı Mahinur Göktaş'ın eşi Rahmi Göktaş ile MHP'li Semih Yalçın'ın oğlu Abdullah Yalçın da enstitüde başkan yardımcısı olarak görev yapıyordu. Ancak hem Göktaş hem de Yalçın soruşturma sürecinde kurumdan istifa etti. Kurum kaynakları her iki ismin de kendi isteği ile istifa ettiğini ve "yolsuzluk iddiaları ile ilgilerinin olmadığını" öne sürdü.

Aile Bakanı Göktaş da kadın milletvekilleri ile olan WhatsApp grubuna "Eşim YEE'de başkan yardımcısı olarak Ekim 2023'de göreve başladı. Bahse konu olay eşimin göreve gelmesinden önce gelişen dönemi kapsıyor. Eşim teklif edilen farklı bir görev nedeniyle kurumdan ayrıldı" paylaşımını yaptı. Göktaş'ın AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı da bilgilendirdiği kaydedildi.

Her iki ismin soruşturmaya şu aşamada dahil edilmedikleri öğrenildi.

Yunus Emre Enstitüsü'nden yapılan yazılı açıklamada da "Vakıf Mütevelli Heyeti tarafından 2024 yılının Haziran ayında başta eski Enstitü Başkanı Şeref Ateş olmak üzere ilgili vakıf personelleri görevden alınmış ardından da 2024 yılı Temmuz ayı içerisinde teftiş süreci başlatılmıştır. Teftiş aşamalarının ardından sürecin şeffaf ve sağlıklı yürütülebilmesine katkı sağlanması adına başkan yardımcıları kendi istekleri ile kurumumuz bünyesindeki görevinden ayrılmıştır" denildi.

Enstitü ne yapıyor?

Faaliyetlerine 2009 yılında başlayan Yunus Emre Enstitüsü, 66 ülkede 92 ofisle hizmet veriyor. Türkçe öğrenmek isteyenlere kurslar düzenlediğini belirten Enstitü, Türkiye'nin tarihini, dilini, kültürünü de bu ülkelerde tanıttığını söylüyor. Türkiye ve Türkçe dili üzerine yapılan çalışmaları da desteklediğini öne süren Enstitü, "Çok sayıda konser, etkinlik, yapım ve yardımı örgütlüyoruz" diyor.

Kurumun 2023 Faaliyet Raporu'na göre Enstitü'nün 2023 yılı bütçesi 1,3 milyar TL idi. 

Bakan Ersoy, CHP'li Özgündüz ve bürokratlar mütevelli heyetinde

BirGün'de yer alan habere göre, Yunus Emre Vakfı’nın Mütevelli Heyeti Başkanlığını  Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy yapıyor.

Heyetin üyeleri arasında Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Serdar Çam, Dışişleri Bakan Yardımcısı Nuh Yılmaz, Millî Eğitim Bakan Yardımcısı Ömer Faruk Yelkenci, Hazine ve Maliye Bakan Yardımcısı İsmail İlhan Hatipoğlu, Türkiye Maarif Vakfı Başkanı Birol Akgün ile birçok rektör ve bürokrat yer alıyor.

İsmail Arı imzalı habere göre Yunus Emre Vakfı’nın Denetim Kurulu’nda da muhalefetin temsilcisi yer alıyor. 5653 Sayılı Yunus Emre Vakfı Kanunu’nda Denetleme Kurulu’na dair “Bakanlık, Dışişleri Bakanlığı ve Maliye Bakanlığı tarafından görevlendirilecek birer üye ile iktidar ve ana muhalefet partisi tarafından üç yıl süreyle seçilecek birer üyeden oluşur. Maliye Bakanlığı temsilcisi Denetleme Kurulunun başkanıdır” ifadeleri yer alıyor.

Muhalefet partisi CHP’nin vakıftaki temsilcisi 24. Dönem İstanbul Milletvekili Ali Özgündüz. Vakfın sosyal medya hesaplarında yer alan bilgilere göre de CHP’li Özgündüz, firari olduğu belirtilen eski Başkan Şeref Ateş ile Yunus Emre Vakfı’nı temsilen birçok ülkeye gitti.

Kimler tutuklandı?

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığının Yunus Emre Vakfı'nın tabela şirketlerinden alınan naylon faturalar ile zarara uğratıldığı yönündeki suç duyurusu üzerine başlayan soruşturma kapsamında gözaltına alınan şüphelilerin emniyetteki işlemleri tamamlandı.

"Zimmet", "hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma", "edimin ifasına fesat karıştırma", "sahtecilik", "nitelikli dolandırıcılık" ve "suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama" suçlarından soruşturma başlatan savcılık, aralarında eski kurum çalışanlarının da olduğu 15 kişi hakkında gözaltı kararı vermiş, 11'i yakalanmıştı.

Sağlık kontrolünün ardından Ankara Adliyesi'ne getirilen şüpheliler, soruşturmayı yürüten savcıya ifade verdikten sonra tutuklama talebiyle nöbetçi sulh ceza hakimliğine sevk edildi.

Zanlılardan M.D, M.Ç, S.Y, E.E, E.T.E, F.K, H.K ve M.K "hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma" ve "suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama" suçlarından tutuklandı, İ.K, F.G.E ve S.İ. adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.

                                                              ***

İsrail saldırıları Lübnan’ın kültürel mirasını yok ediyor

İsrail saldırıları Baalbek ve Sur’daki antik Roma kalıntılarına büyük zarar verdi. Kültürel miras onarılamaz şekilde tehdit altında.

İsrail’in Lübnan’a yönelik son saldırıları, ülkenin zengin kültürel mirasına ağır hasar verdi.

Biladi adlı Lübnanlı kültürel koruma örgütünün yayımladığı rapora göre, Eylül-Kasım 2024 arasında gerçekleşen yoğun saldırılarda 9 miras alanı tamamen yok olurken, 15 alan ciddi ya da kısmi hasar gördü.

Yok olan ve zarar gören alanlar

Saldırılarda zarar gören yapılar arasında üç cami, bir türbe, tarihi üç ev, bir pazar yeri ve bir Roma duvarı bulunuyor. Özellikle UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki Baalbek’teki Roma kalıntıları ile Sur’daki geniş Roma kompleksi, saldırılardan doğrudan etkilendi. Arkeologlar, patlamaların antik taş yapıların bozulmasını hızlandırarak temellerini zayıflatabileceği konusunda uyarılarda bulunuyor.

                                                 Baalbek antik kentinden bir görünüm.

Görünmez hasar tehlikesi ve savaş suçu

Lübnan'daki İsrail saldırıları neticesinde zarar gören arkeolojik alanlar hakkında açıklamalar yapan, Bristol’daki Batı İngiltere Üniversitesi’nden Prof. Lisa Mol, patlama basıncının taş aşınmasını hızlandırarak “görünmez hasara” yol açabileceğini belirtiyor. Prof. Mol, benzer durumların Libya ve Yemen’de gözlemlendiğini belirterek, “Yakın isabetlerden sonraki on yıl içinde daha fazla yapısal çöküş görüyoruz” diyor.

UNESCO Beyrut Bölge Ofisi, Sur’daki Dünya Mirası Alanı’nda yer alan modern bir binanın İsrail hava saldırıları sonucu tamamen yok edildiğini açıkladı. Lübnan Kültür Bakanı Visam el-Murteza, Sur’daki arkeolojik alanlara yönelik saldırıları “savaş suçu” olarak nitelendiriyor. UNESCO yetkilisi Krista Pikkat, Baalbek gibi bölgelerdeki kültürel varlıkların kasıtlı hedef alınmasının savaş suçu teşkil edebileceğini belirtiyor.

Antik kent şehrin merkezinde yer alıyor. Özellikle Sur bölgesinin saldırılarda zarar gördüğü ifade ediliyor.

Kültürel miras tehlikede

İsrail saldırıları, Lübnan’ın tarihi zenginliklerini ciddi bir tehdit altına sokuyor. Bu durum, Ortadoğu’daki kültürel mirasın karşı karşıya olduğu tahribatın bir parçası. Uzmanlar, uluslararası toplumun Lübnan’ın kültürel mirasının korunması için acil önlemler alması gerektiğini ve saldırıların durdurulması için kamuoyu baskına ihtiyaç olduğunu belirtiyor.

İsrail saldırılarından dolayı şehirde meydana gelen patlamalarda tarihi surların görünmeyen zararlar gördüğü ve böylesi örneklerde kısa bir süre sonra yapıların kendiliğinden yıkıldığı ifade ediliyor.

Baalbek ve Sur: Tarihi Roma kalıntıları neden önemli

Lübnan'daki Baalbek ve Surlar, arkeoloji tarihinde önemli bir yer tutuyor. 

Baalbek, Roma döneminde Heliopolis adıyla biliniyordu ve MÖ 1. yüzyıldan MS 3. yüzyıla kadar inşa edilen devasa tapınak kompleksiyle bilinen bir yer. Bu alan, Roma İmparatorluğu’nun en büyük ve en iyi korunmuş tapınaklarından bazılarına ev sahipliği yapıyor. En dikkat çekici yapılar arasında Jüpiter TapınağıBacchus Tapınağı ve Venüs Tapınağı yer alıyor.

Roma döneminde önemli bir dini ve ticari merkezi olan Baalbek ve buradaki tapınaklar, imparatorluğun gücünü ve zenginliğini sergilemek amacıyla inşa edilen bir yer. Bu tapınak kompleksi, Roma mimarisinin büyüklüğünü ve mühendislik becerilerini sergileyen eşsiz bir örnek olarak kabul ediliyor. Yapı, UNESCO tarafından 1984 yılında Dünya Mirası Listesi’ne alınmıştır.

Baalbek'teki Jüpiter Tapınağı'nın kalan sütunları. Şehrin merkezinde özellikle sanatsal etkinliklerde önemli bir mekan olarak kullanılan antik kentte konserler ve etkinlikler düzenleniyor. Lübnan'ın efsanevi sanatçısı Feyruz'un Jüpiter Tapınağı önünde verdiği konserden dolayı kendisine "Jüpiter'in yedinci sütunu" adı verildiği ifade ediliyor.

Baalbek kadar önemli sayılan bir diğer yapı ise Sur.

Sur (Tyre), Fenike uygarlığının en önemli liman kentlerinden biri olarak biliniyor. Roma döneminde şehir genişletilmiş ve MS 1. yüzyıldan itibaren tiyatrolar, hipodromlar ve yollar gibi önemli yapılar inşa edilmiştir. Sur’daki Roma hipodromu, dünyadaki en büyük ve en iyi korunmuş antik hipodromlardan biri olarak kabul ediliyor. 

Sur, Akdeniz ticaretinin merkezi olması nedeniyle hem Roma İmparatorluğu’nun hem de daha önceki Fenike uygarlığının ekonomik ve kültürel hayatında kilit bir rol oynar. Sur, Roma dönemine ait kent planlamasının ve mimarinin eşsiz örneklerini barındırıyor. UNESCO, 1984 yılında Sur’u Dünya Mirası Listesi’ne dahil etti.

Hem Baalbek hem de Sur, Roma İmparatorluğu’nun mühendislik ve mimarlıkta ulaştığı zirveyi temsil ediyor. Bu alanlar, Roma dönemine ek olarak Fenike, Yunan ve Bizans gibi farklı kültürlerin izlerini taşıyor. Her iki yer de Akdeniz’in doğusundaki kültürler arasında bir köprü görevi gördüğü için önemli sayılıyor. 

İnsanlık tarihine ve medeniyetin gelişimine ışık tutan bu yapılar, sadece bir bölgenin değil, tüm insanlığın ortak mirası olarak kabul ediliyor.

                                                                    ***

Siyasal Alevilik mi, Aleviliğin siyasallaşma eksiği mi?-Aydemir Güler-

Varsın Suriye’nin “fethinden” gaza gelenler halkı korkutup sindirebileceklerini sansınlar. Dedik ya, her şey politik mücadelenin konusudur ve o mücadelede biz de varız. Niye umutsuz olacakmışız! 

2024’te onlarca yoldaşımızı yitirdik. Yeni yıldaki bu ilk köşe yazımda sizlerle paylaşacağım dileğimi, bütün kayıplarımızı temsilen aralarından üçünü anarak iletmek istiyorum. 2025’te dostum, yoldaşım Mehmet Altan’ın örgütçülüğüne, komünizme inancın ve parti inadının simgesi Yalçın Cerit’in enerjisine, hasta geçirdiği günlerde en fazla artık üretemeyişine yanan Kadir Sev’in çalışkanlığına layık olabilmeyi diliyorum…

Siyasal Alevilik veya Alevicilik “Ak-Troller” aracılığıyla 2024’ün son haftası açılan bir tartışma. İçerik yok, Baas’ın Alevi zulmü anlamına geldiği uydurması var. Hakaret var, aşağılama var, tehdit var. İddiaya göre Aleviler, militan sol siyasetin güdümündeler, Türkiye’ye düşmanlar ve dolayısıyla “katli vacip” oluyorlar. 

Keşke bu gerici saldırganlığı Alevilerin ve solun mücadelesi aktive ediyor olsaydı.  

Bugün sayısız dernekleri olan, cem evlerinde buluşan, deyişlerini yaşatan Aleviler, bir toplumsal hareket oluşturmuyorlar. Alevi toplumu, Türkiye laisizminin organik toplumsal karşılığıdır ve bugün ülkemiz laik değildir. Alevi kültürü yüzlerce yılın derinliğinden eşitliği ve adaleti seslendirir ve bugün ülkemiz benzersiz bir yağmanın, kuralsızlığın, liyakatsizliğin sahnesidir.

Gericilerin Alevilik düşmanlığı ne yeni ne şaşırtıcı. Ama 2024 sonu itibariyle güncellenmesinin açıklanması gerekiyor. Bu açıklamaya laik ve eşitlikçi bir devinimin iktidar tarafından risk olarak dikkate alınmasını yazabilecek durumda değiliz.

“Siyasal Alevilik” deniyor ya; aslında Alevilerimizin zaafı siyasallaşma eksiği. 

*    *    *

Gündemi açanlarsa cüretlerini Suriye’de yaşananlardan aldıklarını gizlemiyorlar. Biz de adını koyalım; yanı başımızda, Suriye’de bir karşıdevrim yaşandı. Baas rejiminin parçalanarak HTŞ karşısında yenilgiye uğramasının başka adı yoktur. Karşıdevrimcilerin, ne yapıp etseler “devrim” kavramının itibarını yok edememiş olmaları ve son icraatlarını aklamak için yine bu kavrama başvurmaları başka konu... 

Bir de, utangaçlar var dünyanın her tarafında. Olayın karşıdevrim olduğunu ilan etmek yerine, devrim’in uyup uymadığını konuşuyorlar! Geçelim…

Önemli olan şu: Herhalde bütün okurlar, devrim yapanın nasıl bir enerjiyle buluşacağını, kendi dünyasında itibar, evrensel olarak da güç kazanacağını gözlerinin önüne getirebilirler. Ne yazık ki, bunun benzeri, karşıdevrim için de geçerli. 

Ancak HTŞ için yapılması gereken ek, Şam’a el koyan bu hareketin, nazik bir tabirle “vekil” bir aktör olmasıdır. HTŞ, Türkiye-İsrail-ABD üçgeni olmadan bir hiçtir. Bu durumda ortaya çıkan enerjiyi, itibarı ve gücü bu üçlüye paylaştırmak kaçınılmaz olmuştur. HTŞ lideriyse değişimi göstermek için kravat takmış bulunuyor. Sakalını keserse şaşırmayın…

Hızla üçlüye göz atalım o halde. 

ABD için bu süreç egemen güçler arasındaki rekabete de oturuyor. Bu ay iktidarı devralacak olan Trump, henüz “seçilmiş-başkan”ken önüne konan tabloyu stratejisinde anlamlandıracaktır. Trump kanadının Rusya ile yumuşamaya dönme, Rus-Çin-İran yakınlığını torpilleme ve Çin-Amerikan rekabetine odaklanma yönelimi ile Suriye karşıdevrimi bağdaşmaz şeyler değil. Bu stratejik hesaplar Atlantik ötesinin verdiği resmi karışık hale getirmektedir. Her durumda, zaten İsrail’in ileri harekâtı ABD’nin kâr hanesine çoktan yazılmış bulunuyor.

Hatırlayalım, İsrail’in Gazze’yi imhası ve Filistin soykırımı, önce karşıt bir dinamiği açığa çıkarttı. Siyonizm, destekçi ve müttefikleri tarafından kolay kolay savunulamayacak ölçüde meşruiyet yitiriyordu. Batı dünyasında devletler ve halklar arasındaki bölünme görünür hale gelmişti. Öyle ki, bir dizi hükümet, toplumsal hareketlenmeyi gözeterek İsrail liderliğine karşı yaptırım kararları almak durumunda kaldı. Devam eden soykırım ise Filistin Davası’nı tüketmeye yetmeyecek gibi görünüyordu; tersine Filistin siyasetinin farklı kollarının yeni birleşimler yaratmaları mümkün olabilirdi… Pervasız saldırganlığını sürdürdüğünde, İsrail’in askeri kazanımlarıyla çelişen bir politik sonuçla karşılaşması ve bir devlet olarak varoluşunun sorgulanır olması, yani çözülme olasılığı masaya geliyordu…

İsrail’in bu karmaşık soruna yanıtı kavgayı Filistin’den bölgeye taşımak oldu. Ancak kesin sonuç Suriye’de alınmıştır. 
Suriye’de yaşanan basit bir rejim değişikliği değildir. “Dejenere bir burjuva iktidarı çökmüş, yerine dinci bir başkası almıştır” demek olayı açıklamaya yetmez. Türkiye yaşananların boyutunu kavramak için en elverişli ülke olduğu gibi, kavramayanların çok ağır bir faturayla karşılaşacakları yerdir de. Az yukarıda devrim ve karşıdevrimin yaratacağı enerjiden söz etmiştik. Süreçten en büyük yararı Ankara’daki gerici iktidar sağlamıştır.

*    *    *

Ak-Trol kampanyası bu değişimin aynasıdır. 1970’lerde sermaye düzeninin, kurtuluşu bir faşist darbede aramaya başladığında Aleviliğe yüklenmesi rastlantı değildi. Dinci gerici hareketin 1990’lardaki iktidar yürüyüşünün Sivas katliamı dönemecinden geçmesi de öyle. Şimdi ise bizim egemen güçlerin buluştuğu yüksek politik enerji, yeni bir gerici atılımın yakıtı kılınmak istenecektir. 

Nasıl bir atılım, peki? Bu soru yanıtlanmak zorunda. Öyle ya, 1970’ler faşist 12 Eylül darbesine, 1990’lar da AKP iktidarına varmıştı. Ya şimdi gündemde ne olabilir?

Bu sorunun önceden hazır bir yanıtının olduğu ve tasarlanmış bir komplonun adım adım hayata geçirileceğini düşünmeyelim. Böyle bir yaklaşım yalnızca korkuyu büyütmeye hizmet eder. Oysa her şey politik mücadelelerin konusudur. O mücadelede biz de varız. Madem öyle umutsuzluğa yer yoktur.

İlk önce düzen cephesinde bir “proje yarıştırma masası” kurulduğu görülüyor. Örneğin bir DEM Parti sözcüsünün İran Kürtlerinin molla rejiminin karşısına dikileceği öngörüsüne birkaç hafta önce tanık olduk. AKP medyası çoktan Lübnan ve Suriye’de işgalci ilan ettiği İran’ın bölgeden tasfiyesini kutluyor. “Sırada İran var” sözü İsrail için söyleniyordu. Bizimkiler rol kapmaya kararlı görünüyorlar.

Bu savaş planının ön koşullarından biri kesinlikle içeridedir. Türkiye’de sol, emekçiler, cumhuriyetçiler ve Alevilik sindirilmek durumundadır. Gericiler, Alevilerle Şiilik arasında bir gri alan tarif etmeyi severler. İşe oradan başladılar. 

Sindirmek için uygulanacak şiddetin dozajı yolda kararlaştırılacaktır; bunun ilkesi olmaz. Ama bilelim ki, bu yola giren bir Türkiye’de kimseye İncirlik’e bağımsızlık yürüyüşü yaptırılmamalıdır. Atatürk’ün “yurtta sulh cihanda sulh” sözüyle serbestçe dalga geçilmeli ve buna ses çıkartan kovuşturulmalıdır. Savaşın her zaman emekçi çocuklarının ölüme yollanması ve emeğin daha da baskılanması anlamına geldiği dile getirilememelidir… 

Haliyle tersi de doğrudur. Halkın büyük çoğunluğu ABD emperyalizmine karşıtken, kendini bu tür senaryoların mağduru olarak hissederken, Mustafa Kemal’in dokunulmazlığı sürerken ve emekçiler maruz kaldıkları yoksullaştırma saldırısına karşı ayağa kalkma işareti verirken savaş planının, yazarlarının elinde patlaması beklenir. 

Ve Türkiye’de İran’a karşı bir duygunun mezhepçi kaynaklara oturtulmaması düşünülemez. Siyasal Alevicilik zırvalığı bu bağlamda anlam kazanmaktadır. Ancak Alevi toplumumuz bugün 1970’ler ve 1990’larla bir benzerlik göstermemektedir. 

*    *    *

Sanayileşme 1950’lerde iç göçü körüklemiş, Anadolu’nun “dağ köylüsü” toplumuna kentlileşme yolunu açılmıştı. Eşitlikçi Alevi-Bektaşi kültürü zaten toplumun her noktasında tarihsel derinliğiyle etki sahibiydi. 1960’larda Türkiye sola açıldığında, solculuğun toplumla yaygın bir temas alanı bulmasında bunun payı büyüktür. Faşist trollerin söylediği doğrudur. Bu toprakların eşitlik, özgürlük, adalet arayışının dayanaklarından biri söz konusu kadim kültürdür. Yüzlerce yıl öncesinin deyişlerinin bugünkü egemen sınıfı, iktidar sahiplerini betimleme gücü göz kamaştırıcı değil midir? 

Gericiler tümden haksız değiller; doğrudur, bu bağlantı bir kültürel esin olarak kalmamış, ilerici hareketlerin kadro kaynaklarında Alevilik önem kazanmış, sosyalizm mücadelesiyle geçmiş bir gelenek arasında bütünlük kurulmuştur. Alevi mahallerini devrimciler korumuş, Alevilerin uğradığı katliamlar solu yaralamıştır. 1970’lerde faşizm tam da bu bütünlüğe saldırdı.

12 Eylül 1980 darbesi Aleviliğin birlikte devindiği, modernize olduğu “sol-emekçi” bağlamını yıkıma uğrattı. Ama devrimci örgütlenmenin dağıtılıp geriletilmesi doğrudan Alevi kimliğinin çöküşüne neden olamazdı. Çünkü kentlileşme sürüyordu. Modern sınıfsal doku Aleviliğin içinde de şekilleniyordu. Kültürün önde gelen unsuru müzikte bağlamanın yanına orkestralar ekleniyordu. Kendi ayakları üstüne basan Alevilik kaçınılmaz ve kendiliğinden biçimde yine parçası olacağı bir sol bütünlük aradı. 1990’larda dinci gericiliğin iktidar yürüyüşüne kritik istasyon olarak bir Alevi katliamının yerleştirilmesinin nedeni budur. 

2025’e girerken karşıdevrimin yeni hamle yapacak enerjisi var. Ancak Aleviliğin, bu enerjiyi üstüne çekmek için anlamlı bir “tehdit” oluşturduğunu söyleyemeyiz. Bugün Alevilikte eksik olan “mücadele bağlamı”dır. 

Bu bağlam eski dönemlerde “Türkiye ilericiliği” tarafından, yani devrimci hareket, cumhuriyet aydınlanması, emek mücadelesi ve sosyalizm tarafından şekillendiriliyordu. Şimdi elde kanıksanmış bir kimlik var, ama toplumsal hareket yok. Alevi örgütlenmeleri aktif değil kurumsal. Olası bir mücadele bağlamının önü ise çeşitli düzen partilerince kesiliyor. AKP’nin çitle çevirdiği alanda bir dinsel kimlik olarak Alevi mezhepçiliği türedi. CHP Alevi sermayesiyle organik ilişkiler kurdu. Kürt siyasi hareketi açık biçimde Alevi kimliğini ve kurumlarını kendi düzen içi konumlanışına dayanak haline getirdi… 2013 Haziran Direnişi bu sürece karşı bir işaret fişeği atsa da, sonrasında bir sindirilmiş durumu yaşandı. AKP’liler unutmuyor; hep Alevi çocukların öldürülmesi rastlantı değildir.

Bugün Türkiye’de bir Alevi hareketi veya mücadelesinin bulunmadığını saptamak durumundayız. Kadim Alevi kültürünün dinci, kimlikçi bağlamlardan kurtarılması, eşitlikçi ütopyasının yeniden özgürleşmesi gerekiyor. Bu yalnızca solun güç kazanmasının yan ürünü olabilecektir. Tartışmasız, Alevi inancıyla en kolay rezonansa girebilecek olan modern ideoloji, sınıfsız toplum ütopyasıyla sosyalizmdir. 

*    *    *

Bu tabloda sağ, Alevilerin “korkutulması” kartını masaya sürerek, kendi payına yerinde bir adım atmış oluyor. Ancak bunun yanlarına kâr kalacağını ancak bir trol kafası düşünebilir. Kültür hafife alınmamalıdır. Emekçilerin yoksulluğa karşı örgütlenmeleri, savaşla açlık arasındaki bağı kurmaları mümkündür. Siyasal İslam’a bir türlü boyun eğmeyen laik direnç yükselişe geçebilir. Halkımız iktidarın yayılmacılığına kanmak yerine mazlumluğunu ve barışseverliğini öne çıkarabilir. Bütün bu direnç dinamikleri örgütlenebilir ve oyun bozulabilir. 

Varsın Suriye’nin “fethinden” gaza gelenler halkı korkutup sindirebileceklerini sansınlar. Dedik ya, her şey politik mücadelenin konusudur ve o mücadelede biz de varız. Niye umutsuz olacakmışız! 

                                                           /././ 

Sanat eleştirisi de yasak: RTÜK'ten Musa Özuğurlu'nun Ferdi Tayfur yorumuna inceleme

RTÜK, TELE1 sunucusu Musa Özuğurlu'nun Ferdi Tayfur'un müziğine dair eleştirileri hakkında inceleme başlattı. Genel Yayın Yönetmeni Yanardağ, programda düzenlemeye gidileceğini açıkladı.

TELE1'de sabah programı yapan gazeteci Musa Özuğurlu'nun dün akşam hayatını kaybeden Ferdi Tayfur'un müzik tarzı hakkındaki eleştirilerine RTÜK inceleme başlattı.

RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, şu ifadeleri kullandı:

"Müzik dünyamızın acı kaybı Ferdi Tayfur sanatçımız hakkında Tele 1 ekranlarında yapılan ahlaki olmayan yorumlar dikkatimizdedir. Yayında topluma mâl olmuş, kitlelerin gönlünü kazanmış merhum sanatçımıza yapılan terbiye dışı davranış Üst Kurul Uzmanlarımız tarafından incelenmektedir. Acı kaybıyla hayranlarını üzüntüye gark eden Ferdi Tayfur, aziz milletimizin gönlündeki yerini her daim koruyacaktır. Manevi şahsına, ailesine ve sevenlerine yapılan saygısızlığı kabul etmemiz mümkün değildir. Gerek Yasadaki gerekse medya tarafından kabul gören yayıncılık etik kuralları gereği başlatılan inceleme sonrasında hazırlanacak uzman raporu kısa sürede RTÜK gündemine gelecektir."

Yanardağ'dan 'programla ilgili yeni düzenleme' açıklaması

Özuğurlu'nun programdaki sözlerinin ardından kanalın genel yayın yönetmeni Merdan Yanardağ'dan açıklama geldi.

Yanardağ, Özuğurlu'nun eleştirileri için "maksadını aşan sözler" dedi ve "kurum adına Ferdi Tayfur'un sevenlerinden" özür diledi.

Yanardağ, programla ilgili yeni bir düzenlemeye gidileceğini de söyledi.

Özuğurlu: Kendisine değil, müziğine yönelik eleştiriydi

Musa Özuğurlu da sözlerine ilişkin açıklama yaptı. Özuğurlu, sözlerinin çarpıtılarak linç kampanyası haline getirildiğini, eleştirilerinin Ferdi Tayfur'un kendisine değil müziğine yönelik olduğunu vurgulayarak özür diledi.

Musa Özuğurlu, sosyal medyada sıkça paylaşılan videoda Ferdi Tayfur'un müziği hakkında şunları söylemişti:

"Ferdi Tayfur'u herkes övüyor, Devlet Bahçeli de video klipler çekiyordu bi ara o da çok üzüldüğünü açıklamış. İnsani açıdan nasıl biriydi bizi ilgilendirmez ama sanatsal açıdan baktığımızda berbattı. Ağır, ağlak bir arabesk yapıyordu. Müzikal açıdan bakıldığında berbattı."

Ferdi Tayfur: Ülkede baskı var da biz mi görmüyoruz... 

https://haber.sol.org.tr/toplum/ferdi-tayfur-ulkede-baski-var-da-biz-mi-gormuyoruz-234990

                                                                   ***

Ukrayna'da ordudan kaçanların sayısı zirve yaptı: Toplu firar bir tugayı dağıttı -Can Kuyumcuoğlu-

Fransa'da eğitilen Ukraynalı tugaydan yaklaşık 1700 asker firar etti. Cephede bozguna uğrayan tugay dağıtılmak zorunda kaldı. Ülkedeki askeri firar sayısı geçtiğimiz yıl zirve yaptı.

İki yılı aşkın süredir Rusya'yla savaşan Ukrayna, bir yandan da orduda gittikçe artan firar vakalarıyla boğuşuyor.

Ukraynalı birliklerden firar eden asker sayısı, 2024 yılında zirve yaptı. Bu, Ukrayna ordusu içerisinde savaş yorgunluğuna ve moral eksikliğine işaret ediyor.

Bir yandan da, artan firarlardan Zelenskiy'in savaş yönetimini sorumlu tutanların sayısı, küçümsenmeyecek seviyede.

Son kapsamlı firar vakası: Fransa'da eğitilen 1700 asker kaçtı 

Batı tarafından donatılan ve Fransa'da eğitilen Ukrayna birliğinden yaklaşık 1700 asker, cepheye dahil olmadan firar etti.

İngiliz The Telegraph gazetesi, Leopard 2 savaş tankını kullanan az sayıdaki birliklerden biri olan yeni 155. mekanize tugayının en az 50 üyesinin, birliğin bazı unsurları Fransa'da talim yaparken ortadan kaybolduğunu yazdı.

Birlik ilk kez savaşa girdiğinde, en az 1700 mensubu birçok noktada izinsiz olarak kayıplara karıştı. Yaklaşık 500 askerin hala kayıp olduğu, en son Kasım ayında bildirilmişti.

Firar, tugayın Donetsk bölgesinin doğusundaki Rus ilerlemelerine karşı Ukrayna savunmasını destekleyen kilit lojistik merkezi olan Pokrovsk'a konuşlandırılmasından önce gerçekleşti.

Tugay ağır kayıplar verdi

Son günlerde savaşa giren tugay, bildirildiğine göre bazı tankları ve zırhlı araçları da dahil olmak üzere ağır kayıplar verdi.

Yaşananlar, Ukrayna Devlet Soruşturma Bürosu'nu 155. tugay hakkında inceleme başlatmaya yöneltti.

"Kievli Anne" olarak da bilinen tugayın 5 bin 800'den fazla askeri olması ve Leopard tankları ve Fransız Caesar 155mm obüsleri de dahil olmak üzere mevcut en iyi ekipmanlardan bazılarıyla donatılması gerekiyordu.

                         "Kievli Anne" tugayı, Batı Ukrayna, Polonya ve Fransa'da dokuz ay eğitim aldı.

Zelenskiy'le Macron coşkuyla duyurdu, fiyaskoyla sonuçlandı

Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, geçtiğimiz yılın Haziran ayında Normandiya Çıkarması'nın 80. yıl dönümünü anmak için düzenlenen bir etkinlikte yaptıkları gösterişli bir buluşmayla 900 milyar dolarlık projeyi duyurmuşlardı.

Volodimir Zelenskiy ve Emmanuel Macron, geçen haziran ayında 900 milyar dolarlık ortak askeri projeyi duyurdular

Tugay, Zelenskiy'in Batı tarafından donatılan ve hazırlanan 14 yeni tugay kurma çalışmaları kapsamında Batı Ukrayna, Polonya ve Fransa'da dokuz ay eğitim almıştı.

Ukraynalı savaş muhabiri Yuriy Butusov, firarlarla ilgili şu değerlendirmeleri yaptı: "Bu gerçekten bir suç, ancak askerlerin ve subayların suçu değil. Başkomutan, Savunma Bakanlığı ve genelkurmay başkanlarının suçu. Deneyimli ve savaşa hazır tugayları güçlendirmek yerine hayatlarını ve kamu fonlarını yeni projelere harcamaya devam ediyorlar."

155. Tugay'ın kuruluşuyla ilgili bir rapor da sunan Butusov, tugayın başından itibaren sorunlarla dolu olduğunu belirtti. 

'Acemi tugaylar neden kuruluyor' diye sorgulanıyor

Bununla birlikte, Kiev'in ülkenin mevcut, savaştan zarar görmüş güçlerini yenilemek yerine yeni asker alımları ve ekipman bağışlarını acemi tugayları kurmak için kullanma stratejisi de sorgulanıyor.

Tugay için asker alımı geçtiğimiz yılın Haziran ayında başlamıştı. Ancak eğitim başlamadan önce diğer birlikleri yenilemek için tugaya yaklaşık 2 bin 500 asker alımı engellenmişti. Geriye kalan 1924 gönüllü Fransa'ya gönderilmiş, ancak bunlardan sadece 51'inin bir yıldan fazla askeri deneyimi olduğu ortaya çıkmıştı.

Tugayın çoğunluğu (1414 kişi) Ukrayna ordusuna sadece yurtdışı eğitimleri için gönderilmelerinden önceki iki ayda kaydolmuştu. Tugay, Fransa'da eğitim alırken asker alımına devam etti. Bu askerlerin 700'den fazlası Ekim ve Kasım ayları arasında firar etti.

Gerekli ekipmanlar karşılanmadı

155. Tugay sonunda Pokrovsk'a konuşlandırıldığında, savaş alanı keşiflerinin ana yöntemi olan insansız hava araçları ve elektronik harp sinyal bozucuları devlet tarafından karşılanmadı. 

Ukraynalı bir sosyal medya fenomeni ve askeri bağış toplayıcı olan Serhii Sternenko, hükümet malzemelerinin olmaması nedeniyle tugaya yakın zamanda ekipman gönderdiğini kaydetti. Tugay, savaşa girdikten 10 gün sonra Kiev'den insansız hava araçları için sadece nakit para aldı.

Butusov, "Sonuç olarak, yepyeni Leopard 2A4 tankları ve VAB zırhlı araçları, düşman insansız hava araçlarının cephede ilk kullanım girişimleri sırasında kayıplara uğradı" diye yazdı. Butusov şunları ekledi: "Tugayın askerleri, yetkililerin yetkin bir şekilde uygulamak için hiçbir çaba göstermediği Zelensky'nin halkla ilişkiler projesinin rehineleri haline geldi."

Albay Dmitro Riyumşin, cepheye gönderilmesinden birkaç gün sonra tugayın komutanı olarak görevden alındı.

Ukrayna'nın Neo-Nazi Azov Tugayı'nın kurmay başkanı Bogdan Kroteviç, "Mevcut olanlar eksikken yeni tugaylar kurmak ve onları bu tür ekipmanlarla donatmak aptallık olabilir mi?" yorumu yaptı.

Tugay o zamandan beri etkili bir şekilde dağıtılırken, unsurları Pokrovsk muharebelerinde daha deneyimli olan tugaylara atandı.

Firarlar 2024'te zirve yaptı

Savaşın 2022'de başlamasından bu yana, 2024 yılında her zamankinden daha fazla Ukraynalı asker ordudan firar etti.

Ukrayna ordusundan firar için açılan davaların 2024'te en az 30 bine ulaştığı düşünülüyor. Bazı kaynaklara göre, bu sayı muhtemelen çok daha fazla. Ortalama tahminlere göre, mevcut firar sayısı, savaşın başladığı 2022 yılındakinin birkaç katı seviyesinde.

Kyiv Post'a göre, savaş başladığından beri görev yerlerinden kaçtıkları için yaklaşık 60 bin kişinin cezai suçlamalarla karşı karşıya olduğuna inanılıyor. Başsavcılığın belgelerine atıfta bulunan Ukraynalı gazete, bu davaların neredeyse yarısının bu yıl başlatıldığını belirtiyor.

Ancak, İngiliz gazetesi The Times da başsavcılığın rakamlarına atıfta bulundu ve bu rakamların bu yılın Ocak ve Eylül ayları arasında firar ve askeri birliğin terk edilmesi nedeniyle yaklaşık 51 bin ceza davası açıldığını gösterdiğini ifade etti. İspanyol El Pais gazetesi ise, bu yılın Ocak ve Ağustos ayları arasında 45 bin 543 firar olduğunu ve bunun Ukrayna basınına sızdırılan Başsavcılık Ofisi'nden gelen veriler olduğunu kaydetti.

Tüm bu rakamlar, 2023'te aynı suç için açılan 22 bin ceza davasından ve 2022'de açılan sadece 9 bin davadan çok daha fazla.

Ukrayna'da askeri firardan suçlu bulunanlara 5 ila 12 yıl arasında hapis cezası veriliyor. Bazı firarilerse, hapis cezasının "savaş alanında bitmeyen, belirsiz bir dönemle yüzleşmekten daha iyi bir seçenek" olduğunu düşünüyor.

Ülkede firar o kadar yaygınlaştı ki, Ukrayna Parlamentosu Verhovna Rada, 20 Ağustos 2024'te yakalananlar "göreve dönmeyi kabul ettikleri sürece" ordudan ilk firar girişimlerini suç olmaktan çıkarma gibi benzeri görülmemiş bir adım attı.

                                 
Ukrayna ordusunda bugün büyük bir firar krizi yaşanıyor.

Neden bu kadar çok asker firar ediyor?

Firarların başlıca nedeninin, askerler arasında bitkinlikten kaynaklanan düşük moral olduğu görülüyor.

Askerler, kendilerini rahatlatacak kimse olmadığı için günlerce yoğun ateş altında durmadan çalışmak zorunda kaldıklarından şikayet ediyorlar. Ön saflardakiler, medyaya Rusya'nın 2022'deki işgalinden bu yana çok az dinlenerek savaştan savaşa gittiklerini söylüyor.

Ukrayna'da askerlere yılda iki kez 10 gün izin hakkı veriliyor, ancak personel eksikliği bazen bu izinleri bile geciktiriyor. Askerler ve aileleri, bir aylık izin ile üç yıllık rotasyon arasında değişen izinlerden şikayetçi.

Firar nedeniyle soruşturma altına alınan bir asker, aynı zamanda bir gazeteci olan Serhi Hnezdilov, İngiliz The Times gazetesine şunları söyledi: "En azından hapiste ne zaman ayrılabileceğinizi biliyorsunuz." Hnezdilov, ordudaki koşullara karşı protesto amacıyla Facebook'ta ordudan ayrılma kararını yazdıktan sonra tutuklanmıştı.

Ukrayna ordusu ne durumda?

Ukrayna'nın savaşta kaç adam kaybettiği belli değil. Uzmanlar, kayıpların on binlerce olabileceğini düşünüyor. Batılı kaynaklar, 80 bin Ukraynalı askerin hayatını kaybettiğini tahmin ediyor. 

Uzmanlar, firar vakalarındaki artışın Ukrayna'nın savaş alanında asker sıkıntısı çekmesiyle birlikte geldiğini söylüyor. Ukrayna ordusu, bu sorunu, savaşçıları zorla seferber ederek çözmeye çalışıyor.

Birçok askerin cephede uzun süreler boyunca yaşadığı zihinsel ve fiziksel yorgunluğun yanı sıra, Ukrayna ordusu yetersiz silah ve mühimmatla da uğraşmak zorunda.

Ağustos ayında Rusya'nın Kursk bölgesine yapılan büyük bir saldırı da dahil olmak üzere bazı zaferlere rağmen, Ukrayna birlikleri kendilerini Rusya ile yaklaşık 32 aydır süren savaşta sık sık geri planda buldular.

CNN'in aktardığına göre, Ukraynalı askerler yetersiz silahlandıklarını ve düşmanın görüş alanında olduğunu, ilerlemelerini izlediğini ve mühimmatları olmadığı için ateş edemediklerini söylüyorlar. Askerlerin birçoğu piyade birliklerine yeterli koruma sağlayamadıkları için suçluluk duyduklarını ifade ediyor. Komutanlar ayrıca gazetecilere silah kıtlığı nedeniyle savaşta tüm birliklerden adamların ölmesini izlemek zorunda kaldıklarını belirtiyor.

Askerlik kanunları firarları mı körüklüyor?

Savaşın başında yürürlüğe giren Ukrayna'nın sıkıyönetimi, genç erkeklerin orduya katılmasını zorunlu kılıyor.

Zelenskiy'in hükümeti, ordunun hizmete uygun olan yaklaşık 3,7 milyon savaş çağındaki erkekten 500 binini askere alması gerektiğini belirtiyor.

Devlet Başkanı'nın Nisan 2024'te imzaladığı yeni seferberlik yasasına göre, 25 ila 60 yaş arasındaki erkekler artık askerliğe uygun olarak görülecek. Daha önce bu yaş aralığı 27 ila 60'tı.

Güncellenen yasa, savaşma çağındaki erkeklerin bilgilerini yetkililerle güncellemelerini zorunlu kılıyor. Yenilenmiş yasa, askerlikten kaçma cezalarını sıkılaştırıyor, para cezaları yaklaşık 13 dolardan 215 dolara çıkarılıyor ve ihlal edenler birkaç gün gözaltında tutuluyor.

Ukrayna'da askerlikten muaf olmanın bir yolu var mı?

Ukrayna'da askerlikten muafiyet resmi olarak yok. Sıkıyönetim kanunları, askerlik çağı grupları ve kategorilerindeki kişilerin ülkeyi terk etmesine izin vermiyor. Ancak, yüzlerce Ukraynalı genç, askerlikten korkarak komşu ülkelere kaçtı. Ukrayna sınır devriyesine göre, bazıları kaçmak için Romanya sınırındaki Tysa Nehri'nin dondurucu sularını göze aldı, hatta boğuldu. 

Ülkeyi terk etmeye çalışırken yakalananlar genellikle para cezasına çarptırılıyor ve ardından serbest bırakılıyor.

                                                             /././

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNCEL" -8 Ocak 2025-

  Arabesk mutabakatı -Fatih Yaşlı- "Halkın sanatçıları olmadan politik mücadele verilemez, bunların olmadığı yerde halka gidilemez, hal...