Karadeniz’de talan afeti -Özlem Songül ABAYOĞLU-
Topraklarının yüzde 71’inin maden ruhsat alanı ilan edildiği ve genelinde toplam 41 tane maden işletmesi bulunan Artvin'de afet sayısı artıyor. Geçtiğimiz günlerde Artvin Valisi Turan Ergün, “Artvin’de sürekli afet yaşanıyor. Artvin, afetselliği gerçekten yüksek bir il. Son 5 yıl içinde 500 fazla sel, çığ düşmesi, toprak kayması ve benzeri şekilde doğal afetler yaşamışız” ifadelerini kullandı. Vali Turan Ergün’ün açıklamasını, Karadeniz genelinde ve Artvin’de bu afetlerin neden bu kadar sık yaşandığını Metalürji Yüksek Mühendisi Cemalettin Küçük ile konuştuk.
"BU AFETLER DOĞAL DEĞİL"
Öncelikle doğal afetin tanımını yaparak sözlerine başlayan Cemalettin Küçük “Doğanın kendisinde normal yaşanan olaylar neticesinde farkına varılmadan karşılaşılacak olaylardır. Bu yaşanan olaylar ise sistem kaynaklı doğaya müdahale edildiği için ortaya çıkan olaylardır. Afete dönüşme sebebi ise bilimsel verilerin göz ardı edilmesi, bu konudaki uyarıların dikkate alınmamasından dolayıdır” diyerek doğu Karadeniz başta olmak üzere yaşanan doğa felaketlerine doğal afet demenin doğru olmayacağını vurguladı.
"ARTVİN’DEKİ HEYELAN İLK DEĞİL SON DA OLMAYACAK"
Doğu Karadeniz’de art arda yaşanan afetlerin nedenine ilişkin konuşan Küçük, “Bu yüzyılın ilk çeyreğini ya da 20 yılı gündeme aldığımızda, Karadeniz Sahil Yolu ve HES projeleri başta olmak üzere Karadeniz’de neredeyse müdahale edilmedik vadi, kıyı kenar ya da dağ kalmadı” dedi. Kıyı kenara ilişkin bilgi veren Küçük, “Deniz sahilleri dolduruldu. Rize ve Trabzon’un sahilini düşünün, sahil kıvrımlı. Bu kıvrımlar düzlendiğinde ve bir yol yapıldığında denizin yüzeye vurduğunda vereceği etkiyi katlamasına neden oluyor. Sahilde yıkımlara, yapıların ve sahil şeridindeki balıkçı barınaklarının yerle bir olmasına neden oluyor” şeklinde konuştu. Yıkımın bir ayağının da dağlara müdahale edilmesi olduğunu söyleyen Küçük, “Bunu daha çok ‘tarımsal faaliyete’ yüklemeye çalışıyorlar. Etkisi vardır elbette ama esas olarak her yere yapılan yollar, geniş yolların bakımsızlığı, su yollarının doğru alınmaması, dağlardaki tabanın kesilmesi başta gelen nedenlerdir. Bir kayma başladığında birbirini destekleyecek olan ağaçlar, kayalar kaymış oluyor ve yoğun heyelanlar görüyoruz. Aralık ayında Artvin Arhavi ve Rize Fındıklı arasında yaşadığımız heyelan ilk değil ve son da olmayacak. Çünkü tabanı kesilmiş. Yani yukarıdan gelen kayaçların aşağıda dayandığı kayaçları ortadan kaldırdığımızda yukarıdan gelen hafif su, arazinin kirli bölgesine girip kaymaya sebebiyet veriyor. Ayrıca her yer maden sahası alanına dönüştürüldü. Artvin’den bir örnek vermek gerekirse, köy yasağı diye bir şey var. Geçmiş dönemlerde köylüler bir araya gelip bir dağ ve bir bölgeye dokunulmaması kararı aldı. Çünkü orada ağaç kesilirse, kum alınırsa heyelan basacağı söylendi. Bu karar devam ediyor aslında. Ancak kimse bilmiyor. Bu köy yasağı olan ormanların tamamı madencilik faaliyetlerine açıldı. Ağaçlar kesiliyor, toprak kazılıyor ve bunların tümü afetlere neden oluyor. Ayrıca dere yatakları tahrip edildi, suların yönleri değiştirildi. Derelere dere dolguları yapıldı. Dere yatakları daraltıldı, HES’ler yapıldı ve bunlar da yoğun yıkımlara sebebiyet verdi. Geçmiş dönemde de dereler taşardı ama derelerin taşkın alanları vardı. Şimdi yok, bu alanlar dolduruldu. Eskiden su olarak basardı şimdi ise çamurlu su ya da erozyon su olarak bastığını görüyoruz” diye anlattı.
"MADENCİLİK VE DENİZ DOLGUSU DURDURULMALI"
Tüm bunların önlenmesi için neler yapılması gerektiğine ilişkin de konuşan Küçük, “Karadeniz’de madencilik faaliyetlerinin durdurulması lazım. Şu an halk için bir kârlılığı yok ancak olsa bile durdurulması lazım. Çünkü daha büyük yıkımlara neden oluyor. Bir diğer önlem de deniz dolgusunun durdurulması lazım ve dere yataklarının acilen boşaltılması lazım. Radikal önlemler alınması gerekiyor. Ancak gelin görün ki Sürmene ilçesinde TOKİ yapmış olduğu konutları Küçükdere Havzası’nın dereden kazanılmış taşkın bölgesine yaptı. Taşkın bölgesinde yapılacak konut kamu idaresi eliyle yapıldığı zaman AVM’de otobüs ulaşımı da eklenecek ve sonucunda yeni binalar yapılacak, felaketler devam edecek. Örneğin Giresun’da neredeyse her derenin başında bir maden faaliyeti var. Karadeniz’de yapılan her bir madencilik faaliyeti büyük bir afet çünkü yer altı sularını, dereleri kirletiyor” uyarılarında bulundu.
***
Üretici köylünün çıkmazı gıda güvenliğini nasıl etkiliyor?-Sedat Başkavak-
Türkiye’nin tarım ürünleri, pestisit ve aflatoksin kalıntıları nedeniyle geri gönderiliyor. Denetim eksiklikleri, üretici köylüleri ve halk sağlığını tehdit ediyor.Birkaç haftadır yurt dışına ihraç edilen tarım ürünlerinde pestisit yani tarım ilacı kalıntısı, aflatoksin (zararlı küf) var diye tarım ürünlerinin geri gönderilmesine ilişkin haberler yapılıyor. Avrupa Komisyonuna bağlı gıda ve yem için hızlı alarm sistemi (RASFF) bildirimlerinde geri gönderme sebepleri arasında pestisit kalıntısı, yasaklı etken maddeler, beyan dışı içerik, mikrobiyolojik bulaş, yabancı madde, ambalaj ve etiketleme sorunları yer alıyor. Türkiye, Avrupa’ya tarım ürünleri ihracatında 489 geri bildirimle ilk sırada yer alan ülke. Tarım Bakanı İbrahim Yumaklı, son üç yılda kalıntı oranını yüzde 30 azalttıklarını aktarıyor ancak nereden nereye düştüğünü belirtmiyor.
Tarım Bakanlığının hasat öncesi tarlalardan numune alıp yasaklı etken madde kontrolü yapması, ruhsatlıysa ancak kalıntı oranı yüksekse ürün hasadının geciktirilerek kalıntının azalmasının ya da yok olmasının beklenilmesini sağlaması gerekir. Bakanlık personeli, “Eskiden ürün ve bayilerin kontrolünü bitki koruma şube müdürlüğü yaparken, bitki sağlığı ve üretim şubesi olunca görev kapsamı genişledi, ihraca giden kerestenin bile denetimi üzerimizde kaldı” diyor. Artan iş yükünün bu alanda denetimleri zayıflattığından şikayetçiler. Türkiye Ziraatçılar Derneği Başkanı Hüseyin Demirtaş, 700 bin gıda üreticisi firmayı 7 bin 245 teknik elemanın denetleyemeyeceğini belirterek yetersiz teknik personel nedeniyle durumun daha da kötüleştiğini belirtmektedir.
Pestisit kalıntısının önemli nedenlerinden biri olarak artan ilaç kullanımı ve sonrasında ilaç etkisinin azalmasını beklemeden yapılan erken hasat olduğu söylenerek üretici köylüler suçlanıyor. “Köyde yaşıyor diye herkes çiftçi olmamalı”dan tutalımda “Belli yaşın üzerindeki köylülerin tarım üretimini bilmediği”ne kadar pek çok şey konuşuldu. Zaten tarımsal üretim herkesin yapabileceği bir iş değildir. Olmadığını zamanında işi bilen yerine parası olana verilen hayvancılık destek ve kredileri batırıldığında gördük. Tarım üretimi nesiller boyu deney tecrübe aktarımıyla, bilgi ve birikimin nesiller boyu büyükten küçüğe aktarılarak devamlılığını sağlamıştır.
Bir yandan verimli tarım alanları tarım dışı kullanıma açılırken diğer yandan da kalan tarım alanlarında toprak sürekli ilaç ve gübreye maruz bırakıldığından yoruluyor. Toprakta azalan bitki besin elementleri yine ilaç ve gübre kullanımı ile sağlanıyor. Bu; tarım ve gıda tekellerinin verim baskısını ve azalan üretici köylü gelirlerini daha çok üretimle artırma çabasını beraberinde getirmektedir.
Üretici köylüler üretim, dağıtım ve pazarlamada köylüler lehine rol oynayan kurumlardan, piyasayı regüle edecek devlet desteğinden yoksun durumdadır. Tüccar ve ihracatçının pazarında, onların istediği zaman ve fiyattan ürün vermeye mecbur bırakılmaktadır. “Türkiye tarımsal görünümü” saha araştırmasına göre üretici köylülerin dörtte üçü ürününü tüccara vermektedir. Aynı zamanda üretim için ihtiyaç olan girdiler için tüccara borçlanan üretici köylüler geçinmek ve yaşamak için tüccarların dayatmalarını kabul etmek zorunda kalmaktadır. O nedenle de başta meyve olmak üzere pek çok tarım ürününün hasadı ya tüccar istediği zaman ya da tüccar eliyle yapılmaktadır. Endüstriyel üretimin gereği olarak daha çok verim ve uzun raf ömrü baskısıyla ilaç ve gübre kullanımına bağlı olarak artan kimyasal kullanımı, kalıntıyı da beraberinde getirmektedir.
Avrupa ülkeleri hatta büyük şirketler kalıntıyı kaçınılmaz görüyor ancak kalıntının kendi belirledikleri referans değerlerde olmasını istemektedir. Bu durumda -her zaman olmasa da- Türkiye tarafında kabul edilebilir değerde olan ürünün Avrupa tarafında referans değerin üzerinde olduğu belirtiliyor. İhracatçı giden ürünlerin yüzde 10’unun geri döneceğini kabul ederek ihracat yapıyor. Geri dönenlerin bir kısmı olduğu gibi ülke içinde satıldığı, bir kısmının ayıklandığı, bir kısmının ise mamule dönüştürülerek iç ve dış pazara sunulduğu bilinen bir gerçek. Hatta Avrupa’dan geri dönen kayısının referans değerinin daha yüksek olduğu Amerika ya da Kanada’ya gönderildiği de. Bu süreçte ihracatçılar fireyi de hesaplıyor. Köylüden alış fiyatını ve ihracat fiyatını belirlerken gümrükten geri dönüşler ürün fiyatlarını baskılamanın aracına dönüştürülmektedir. Olan yine üretici köylüye olmakta ve “Piyasa durgun”, “Mal gümrükten geri dönüyor” sözleriyle üretici köylüye düşük ürün fiyatı dayatılmaktadır.
Başta üzüm, incir olmak üzere tarım ürünlerindeki aflatoksinin nedeni de ekolojik yıkım pahasına yapılan enerji üretimidir. Barajlar, jeotermal santraller gibi enerji santralleri nedeniyle artan nem oranı, hasat edilen tarım ürünlerinin tam olarak kurumasını engellerlerken aflatoksine de neden olmaktadır. İncir ve üzümün yetiştirilip kurutulduğu İç Ege’de jeotermal santraller kaynaklı artan nem nedeniyle uzayan kurutma süreci aflatoksinin sebebidir.
İhraç edilen tarım ve gıda ürünlerinde pestisit, aflatoksin, Akdeniz meyve sineği vb. var da ülke içindekilerde yok mu? Başta enerji olmak üzere maden ve sanayi şirketlerinin daha çok kâr için yarattıkları ekolojik yıkımın faturası tarıma ve tarım üretimine, yine üretici köylüye çıkmaktadır. Tekellerin hakimiyetine giren gıda ve tarımda, artan girdi maliyetleri karşısında desteklemelerden yoksun bırakılan, borçlanarak üretim yapan, düşük fiyat dayatmasıyla ürününü satan üretici köylüler kaybetmektedir. Tüccarı, ihracatçısı ise kârından bile zarar etmeden ticaretini devam ettirmektedir. İade edilen de ülke içinde satılan da kimyasal kalıntılı, zehirli, aflatoksinli olan tarım ve gıda ürünleri halka yedirilirken “gıda güvenliği” hoş bir seda olarak kalmaktadır.
/././
Denetim eksik, gıdaya erişim zor -Özlem Songül ABAYOĞLU-
Türkiye'de derinleşen yoksulluk, yetersiz denetimlerle güvensiz gıdaların yaygınlaşmasına yol açıyor. Kansere ve gen değişimlerine neden olan mikotoksin ve pestisitler halk sağlığını tehdit ediyor.
Türkiye’de derinleşen yoksulluk ucuz gıdaya dair talebi artırıyor. Denetimlerin yetersiz ve niteliksiz olmasıyla bu talebin karşısında güvensiz ve zararlı gıdalar yaygınlaşıyor, gittikçe daha büyük bir sorun haline geliyor. Ülke içinde üretilen ve tüketilen besinlerin yanı sıra ihraç edilmek istenen besinlerin bir kısmı da Türkiye’de tüketiliyor. Örneğin Antep fıstığında mikrotoksin bulunması sorununun yaşanması ile pek çok yaygın markete sık sık çeşitli Antep fıstıklı ürünler geliyor. Böylece zaten artan yoksulluk dengeli ve düzenli beslenmeyi zorlaştırırken erişilebilen besinler de zararlı, sağlıksız hatta zehirli oluyor. Gıda Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Üyesi Uğur Toprak, Türkiye’de gıda güvenliği ve Tarım ve Orman Bakanlığının sorumluluklarına dair gazetemize konuştu.
KANSER VE GEN DEĞİŞİMİNE DAHİ NEDEN OLABİLİYOR
Pestisitlerin hem çevre kirliliğini hem de kromozom anormalliklerini arttırdığını, kardiyovasküler sistem ve üreme sistemi dahil birçok sistemi etkilediğini ifade eden Toprak, mikotoksinlerin ise bazı küfler tarafından üretilen toksik metabolizma ürünleri olduğunu aktardı. Bunların en bilinenlerinin aflatoksin ve okratoksin olduğunu söyleyen Toprak, mikotoksin türlerinin fazla tüketilmesinin kansere neden olduğunun kanıtlandığını hatırlattı. Bağışıklık sistemini güçsüzleştirme, hafıza kaybı, kas krampları ve gen değişimi gibi etkileri de olabileceğini söyleyen Toprak, ihraç edilen gıdaların bir kısmının iade edilmesine ilişkin ise, şöyle konuştu: “Gümrüğe geri dönen gıda ürünleri Tarım ve Orman Bakanlığı il müdürlükleri tarafından kontrol ediliyor. Fakat, ürünleri iade eden ülkeden resmi bir evrak talep edilmiyor. İade eden ülke sebebini söylerse bilebiliyoruz. Aksi durumda ihraç eden firmanın beyanı esas alınıyor. Bu da bir güvenlik zafiyetine ve kafalardaki o makul şüpheye neden oluyor.”
"İŞLETMELER YILDA 2 KEZ BİLE DENETLENMİYOR"
Hemen her gün bir gıda zehirlenmesi yaşandığı, yapılan denetimlerin yetersizliği göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’de gıda güvenliğinden bahsetmenin mümkün olmadığının altını çizen Toprak, denetimlere ilişkin çeşitli bilgiler aktardı: “Tarım ve Orman Bakanlığı 2023 faaliyet raporunu incelediğimizde bakanlıkta görevli gıda kontrolörü sayısının 7 bin 522 olduğunu, mevcut kadro ile ülke genelinde 1 milyon 302 bin 38 denetim yapıldığını ve sadece 255’i için savcılığa suç duyusunda bulunulduğunu görebiliriz.” 2023 sonu itibarıyla 719 bin 875 gıda işletmesinin 13 bin 175’inin adedinin onay, 706 bin 700’ünün kayıt kapsamında olduğunu aktaran Toprak, “Her işletmenin ortalama 2 kez bile denetlenmediği görülüyor. Şüphesiz ki, halk sağlığı ve gıda güvenliği, işletme başı yılda ortalama bir kez yapılan denetimle sağlanamaz. Aslında sorun sadece denetim sayısının yetersizliği de değil. Denetimlerin etkinliği de önemli. Denetimlerin daha sık ve güvenilir yapılabilmesi için daha çok gıda mühendisinin kamuda istihdam edilmesi gerekiyor. Gıda güvenliğinden tasarruf olmaz” diye konuştu.
YOKSULLUK BÜYÜYOR, TABAK KÜÇÜLÜYOR
Şubat ayında asgari ücretin açlık sınırının altında kalacağını, yoksulluk sınırının 68 bin 675 TL olduğunu ifade eden Toprak, TÜİK yoksulluk ve yaşam koşulları istatistikleri 2024 raporundan şu verileri paylaştı: Yoksulluk oranı bir önceki yıla göre 0.7 puan artarak yüzde 13.7 oldu, fertlerin yüzde 29.3’ü yoksulluk veya sosyal dışlanma riski altında, yüzde 39.3'ü iki günde bir et, tavuk ya da balık içeren yemek masrafını, yüzde 15.1'i evin ısınma ihtiyacını karşılayamıyor. Türkiye'de yoksulluk sayısı 17 milyon 821 bin kişi, yoksulluk oranı yüzde 21.2. Bu oran İstanbul'da yüzde 17.6, Ankara'da yüzde 19.7, İzmir’de yüzde 17.3.
Gıda enflasyonunun yüksek olmasının gıda harcamalarının toplam harcamasının büyük bir bölümünü oluşturan dar gelirli kesimleri çok daha fazla etkilediğinin altını çizen Toprak, küresel gıda güvenliği endeksi 2020 raporunda Türkiye’nin 113 ülke arasında 47'nci sırada olduğunu hatırlattı.
YURTTAŞ BESLENEMİYOR
Yaşamanın bir insan hakkı olduğu gibi sağlıklı, güvenli ve yeterli gıda ile temiz suya ulaşabilmenin de bir insan hakkı olduğunu vurgulayan Toprak, sözlerini şöyle bitirdi: “Bunu sağlamak kamunun en önemli görevlerinden biridir. Yinelemek gerekir ki, dar gelirli ailelerin elde ettiği gelir yeterli ve dengeli beslenme için gerekli harcamaları bile karşılayabilecek düzeyde değil. Bu durumda olan aileler, büyük bir olasılıkla beslenme dışı harcamalarının bir kısmını da beslenme harcamalarından kısarak elde edebilmekte. Gelir düzeyinin düşük ve yetersiz olması, dar gelirli kişi ve ailelerin sağlıksız, yetersiz ve dengesiz beslenmesine neden olmakta. Hicap duyarak söylüyoruz yurttaş ne yazık ki beslenemiyor. Sadece karın doyuruyor. Dengeli bir beslenme yerine tek tip ve özellikle karbonhidrat ağırlıklı beslenme ilerleyen yıllarda başta obezite olmak üzere diyabet ve diğer hastalıklara neden olacak.”
***
Yoksulluk, güvensiz gıda ve sağlık sorunlarını getiriyor -Dilan Temiz-
Yükselen gıda enflasyonu ve sağlıksız gıda tüketimi halk sağlığını tehdit ediyor. Bitkisel yağlar, et ve süt ürünlerindeki tehlikeli katkı maddeleri alarm veriyor!
Güvenli gıdaya ulaşımın zorlaşması, yaygın tüketilen gıdaların ciddi anlamda sağlık sorunlarına neden olması halk sağlığını da tehdit ediyor. Uzmanlar sorunun giderek daha yakıcı hale gelmesinin nedenleri arasında yükselen gıda enflasyonunu işaret ediyor. Gıda güvenliğinin halk sağlığı ile ilişkisine ilişkin Evrensel’e konuşan Halk Sağlığı Uzmanı Doç. Dr. Cavit Işık Yavuz “Yükselen gıda enflasyonu yeterli ve dengeli beslenme olanaklarının yoksul kesimlerde daha da kısıtlanmasına yol açtı. Bu bizim önümüzdeki yıllarda çeşitli beslenme bozuklukları ile kendini gösterecek bir toplum sağlığı sorunu olarak karşımızda duruyor. Özellikle ucuz gıdalara yönelimin artmasıyla birlikte gıdalarda fiziksel, kimyasal ve mikrobiyolojik yönden çeşitli sorunlar ortaya çıkartan ürünlerle karşılaşmaya başladık” dedi.
İLK SIRADA YAĞ, İKİNCİ SIRADA ET VAR
Tarım ve Orman Bakanlığının uzun bir aradan sonra gıdalarda taklit tağşiş ve sağlığa zararlı firma listelerini açıklamaya başladığını ifade eden Yavuz, “2 Ekim’den itibaren yayımlanmaya başlayan listelerde 849 taklit tağşiş ürününün ifşa edildiğini gördük. Bunların yüzde 48’i bitkisel yağlar. Özellikle zeytinyağı vs. gibi ürünlere farklı tohum yağlarının katılması ilk sırada karşımıza çıktı. İkinci sırada yüzde 22.23 ile et ve et ürünleri geliyor. Buralarda da etin içerisine olmaması gereken farklı hayvan türlerinin etlerinin katıldığını, bazen boya eklendiğini görüyoruz. Üçüncü sırada da yüzde 14.5 ile süt ve süt ürünleri geliyor. Buralarda da farklı maddelerin katıldığını görüyoruz” dedi.
Yavuz, eklenen bazı maddelerin farklı sağlık etkilerine yol açtığına da değindi: “Bazı maddeler daha toksik etkiler doğurabiliyor. Farklı alerjenler katılabiliyor. Örneğin zeytinyağına sindirimi zor ya da sindirilemeyen bir kolza yağının katılması toksik yağ sendromu dediğimiz bir tabloya yol açmış literatürde. Sütün protein içeriğinin arttırılması için melaminin katılması üç yüz bin kişiye varan bir grubu etkilemiş. Özellikle bebek mamalarına melamin katılmasıyla çok daha kötü sonuçlar söz konusu olmuş. Bazı boya cinslerinin kullanılması yine vücutta bazı ciddi zehirlenme bulgularına yol açarak ölümlere bile yol açmış. Gıdada kullanılmasına izin verilmeyen bazı boyalar vs. de kullanılıyor ve bunların bazıları farklı alerjik sorunlara yol açabiliyor. Veya bazı peynirlerde küf ve mantar önleme amacıyla kullanılan Natamisin yüksek miktarlarda bulantıya kusmaya, alerjik belirtilere, karaciğer hasarına neden olabiliyor.”
AVRUPA’DA EN SIK İFŞA EDİLEN GIDA ÜRETİCİSİ TÜRKİYE
Türkiye’den ihraç edilen bazı gıdaların Avrupa’da referans değerlerinin üstünde kimyasal içerdiği için geri gönderildiğini hatırlatan Yavuz, “İhraç edilen ürünlerin bir kısmının Avrupa Gıda Güvenliği Ajansına bağlı kuruluşlar tarafından ifşa edildiğini görüyoruz. 2024’te aralık ayının ortalarına kadar uyarı yayımlanan gıdalar içerisinde Türkiye ilk sıradaydı. Uyarı yayımlanan gıdaların yüzde 9’u Türkiye’den gitmişti. Pestisit ve aflatoksinin ön sırada olduğunu görüyoruz” dedi.
Aflatoksinin karaciğer için çok zararlı olduğunu ifade eden Yavuz, “Gıdanın saklama koşulları ile özellikle ilişkili olarak ortaya çıkabiliyor. Sıcak ve nemli ortamlarda saklandığında daha fazla ortaya çıkan bir toksin türü ve ciddi sağlık etkilerine yol açıyor. Pestisit kalıntıları da yine aynı şekilde farklı olumsuz sağlık etkilerine yol açabilme potansiyeline sahip.”
"GIDA ANALİZİ SONUÇLARI AÇIKLANMALI"
Tüm bu nedenlerle Türkiye’de gıda güvenliği sorununun her geçen gün büyüdüğünü söyleyen Yavuz, Bakanlığın iç pazardaki gıdalara ilişkin de bilgilendirme yapması gerektiğini söyledi: “Tarım ve Orman Bakanlığının ifşa ettiği sağlığa zararlı ve taklit-tağşiş ürünler dışında biz diğer gıda analizlerinin sonuçlarını bilmiyoruz. Türkiye’de iç pazarda satılan, analizi yapılan gıdalarda durum nedir? Bunu da bilmiyoruz. Avrupa’dan dönen gıdalar dolaylı da olsa bir gösterge oluşturuyor ama iç pazardaki durumu da bakanlığın şeffaf biçimde açıklama açıklaması lazım. Bizim iç pazarda tüketilen ürünlerdeki pestisit oranını, aflatoksin oranını ya da diğer kimyasalların ne kadarının uygun çıkıp çıkmadığını bilmemiz gerekir. Aksi halde ifşa listesi sadece hangi firmanın hangi kategoride sıkıntılı ürün sattığını gösteren bir liste haline geliyor.”
BAKANLIĞIN LİSTESİNDE 1025 ÜRÜN VAR
Bakanlığın internet sitesinde yayımlanan güncel listede 2 Ekim’den bu yana yayımlanan 849 taklit ve tağşiş ürün, 176 tane sağlığa zararlı olduğu tespit edilen ürün bulunuyor. Sağlığa zararlı gıdalar arasına giren bazı ürünler şu şekilde:
Arifoğlu Baharat’ın bazı ürünlerinde gıdada kullanımına izin verilmeyen boya, Pekmez Dünyası’nın bazı ürünlerinde ilaç etken maddesi, Destan Baharat’ın bazı ürünlerinde gıdada kullanımına izin verilmeyen boya, Çeşitli markaların süt ve süt ürünlerinde Natamisin tespiti
Taklit ve tağşiş ürünler listesinde yer alan ürünlerin bir kısmı ise şu şekilde:
Arifoğlu Baharat’ın bazı ürünlerinde gıdada kullanımına izin verilmeyen boya,
Pekmez Dünyası’nın bazı ürünlerinde ilaç etken maddesi,
Destan Baharat’ın bazı ürünlerinde gıdada kullanımına izin verilmeyen boya,
Çeşitli markaların süt ve süt ürünlerinde Natamisin tespiti
Taklit ve tağşiş ürünler listesinde yer alan ürünlerin bir kısmı ise şu şekilde:
Bahçem Egeden zeytinyağında çeşitli tohum yağları,
Anzer Balcısı süzme çiçek balında tağşiş,
Birlik Vakıf zeytinyağında çeşitli tohum yağları,
Balpetek süzme çiçek balında tağşiş,
Danacıoğlu marka ısıl işlem görmüş sucuklar,
Aydeniz Et sucuğunda sakatat (dil),
Natural marka sızma zeytinyağında çeşitli tohum yağları,
Kovancıoğlu süzme çiçek balında tağşiş.
***
Trump’ın ilk yenilgisi -Cihan Tuğal-
Neredeyse her senenin sonunda, bir tiyatro sahneye konur Amerika Birleşik Devletleri’nde. Bütçe müzakerelerinin tıkanması sonucu, federal hükümetin “kapanması” gündeme gelir. Halk korkutulur. Bazı pazarlıklar yapılır. Noel’den birkaç gün önce kapanma olmayacağı duyurulur.Tiyatro bazen hayatı aksatır. Hükümet gerçekten kapanır. Bazı devlet hizmetleri askıya alınır. Yine de Demokratlarla Cumhuriyetçiler bazen birkaç gün, bazen bir iki hafta sonra anlaşır. Hayat normale döner. Fakat 2024 sonundaki tiyatronun, daha derin bir anlamı vardı ve bu çoğunlukla gözden kaçtı. Mesele Demokratlarla Cumhuriyetçiler arası dengelerden ziyade, Trump’ın Cumhuriyetçi Partiyi kökten dönüştürüp dönüştüremeyeceğiyle ilgili. Dramanın rutin kısmı, iş “kapanma”ya varmadan halledildi. Bu görüntünün gölgesinde kalan, Trump’ın ilk yenilgisini almış olmasıydı.
Gelişmelerin özeti: Demokratlardan gelen ilk bütçe önerisi, Cumhuriyetçiler tarafından hemen reddedildi. Trump ve Musk, devlet harcamalarını ciddi şekilde kısan alternatif bir bütçe önerisini Kongreye dayattılar. Demokratlar itiraz etti. Bu işin rutin, beklenen kısmı. Daha ilginç olan, birçok Cumhuriyetçinin Demokratlara katılıp bu öneriye karşı oy kullanması oldu. İkinci bütçe önerisi de reddedildi böylece. Hemen sonrasında, aşağı yukarı aynı öneri, mühim bir farkla, Kongreden geçti. O mühim fark: Trump’ın, “borç tavanı”nın askıya alınmasına dair son anda eklettiği madde. Bu madde, üçüncü ve başarıyla sonuçlanan öneriden çıkarıldı.
Bu ne anlama geliyor? Trump, Musk-Trump alternatif bütçe önerisine neden böyle bir madde ekletti? Cumhuriyetçiler bu maddeye neden direndi?
Biliyorsunuz Trump, yedi ila on beş milyon arasında insanı ülkeden atma vaadiyle başa geldi. Ama milyonlarca insanı ülkeden atmak nutuk atmaya benzemez. Zor ve şiddet, pahalı işler. Trump’ın Amerikan toplumunda yaratmayı istediği depremi başlatabilmek için bile milyarlarca dolara ihtiyacı olacak. Bunun için de ya zenginlere yönelik daha yüksek vergiler ya da yeni gelir kaynakları gerekiyor.
Trump zenginleri vergilendirmeye karşı olduğuna göre, yeni kaynaklar yaratmaya yönelmesi beklenebilir. Bu kaynakları yaratacak, devletin aktif olarak üretimi yönlendirdiği bir “milli ekonomi” programı bazı düşünce kuruluşlarınca pişiriliyordu bir süredir. Bu kuruluşlar, kendilerini Trump’ın ideolojik erleri olarak görüyor. Ancak Trump onları önemsemiyor. Sadece gümrük vergilerini arttırarak, Amerikan zenginlerinden vergi almayarak üretimi arttıracağını savunuyor. Oysa bu imkansız. Devletin endüstriye müdahalesi, teknolojik atılım konusunda yönlendiriciliği olmadığı sürece, gümrük vergileri ne üretimin yapısını değiştirir ne de doğru düzgün kaynak yaratır.
O halde, milyonları sınır dışı etmek için gerekecek olan zor ve şiddet nasıl finanse edilecek? Geriye sadece borçlanma opsiyonu kalıyor. Bu da “bütçe açığı şahini” Cumhuriyetçilerin yerleşik ideolojisine aykırı. Dolayısıyla, Trump’ın “borç tavanı”nı askıya alan maddesini ihtiva eden ikinci bütçe önerisinin aleyhinde oy kullandılar (Hatta bütçe açığı konusunda parti ortalamasına nazaran daha “şahin” olan otuzu aşkın Cumhuriyetçi, üçüncü önerinin dahi karşısında durdu).
Kısacası, olup biten gayet teknik gözükse de Trump’ın büyük “temizlik” planları ilk darbesini aldı aslında.
Trump ve Musk, devletin harcamalarının olabildiğince kısılmasını istiyor. Ama Trump, güvenlik ve sınıra dair dayatacağı harcamaların önünde hiçbir engel olmamasını istiyor aynı zamanda. Üstelik, Musk ile devletin küçülmesi konusunda hemfikir görünse de “Sağlık harcamalarına dokundurtmam” diyor aklına estikçe. Çalışan kesimlerden aldığı desteği sürdürmek için böyle çıkışlara ihtiyaç duyduğu belli. Bu çelişkili duruş, önümüzdeki dört seneye damgasını vuracak tuhaflıklardan sadece bir tanesi.
Benzer dinamikler, Trump’ın ilk döneminin fiyaskoyla sonuçlanmasına yol açmıştı. Trump söz verdiği duvarı bitirememişti çünkü bizzat Cumhuriyetçiler gerekli harcamaların önünü tıkamıştı. “Kapanma” tiyatrosunun 2018’de beş hafta gibi bir süreye yayılması da bu fiyaskolardan biriydi. Amerikan tarihinin en uzun kapanması bile, Trump’ı amacına ulaştıramamıştı.
Demokratlar çürümüş bir ekonomik modeli sürdürmenin binbir yolunu arıyor. Trump ise yarattığı tüm umut ve korkuya rağmen, devleti parsellemenin ve (Bir sınıf olarak burjuvazinin değil) bir avuç zenginin hizmetine sokmanın gayretinde. 1980’lerde ve 1990’larda Demokratlarla Cumhuriyetçilerin el ele kurduğu işçi düşmanı “neoliberal” ekonomik modele düşman gözüküyor ama sermaye dostu bu modelle bir iki başlık dışında ciddi bir alıp veremediği yok aslında. Amerikan kapitalizmini, içinde bulunduğu yapısal krizden kurtarma şansı işte bu yüzden sıfır.
Trump’ın yerleşik kurumlara karşı yürütüyor gözüktüğü savaştan yıkım ve kaos çıkar. Ama Amerika’nın burjuvazisini kurtaracak ya da geniş yığınlara refah sağlayacak bir reçete asla.
/././
Kent hakkının sınıfsallığı -T.Gül Köksal-
Yeni yılın bu ilk yazısında, radikal kent hakkının sınıfsallığına değinmek istiyorum.
Son iki haftadır, imarın ve kültürel değerlerin sınıfsallığına yer vermiştim. Kentleşmeye ait bu iki olgunun vuku bulduğu kentin kendisinin de bir meta olduğu kapitalist sistemde, kentin kullanım ve değişim değerini tartışmaya açmak elzem. Aynı şekilde kapitalist sistemin kurucu dinamiklerinden olup sistemi besleyen patriyarka, türcülük, ırkçılık vd. söylemleri de kent hakkı bağlamında konuşmak gerekiyor.
D. Harvey’in ifadesiyle; “Kentleşme her zaman sınıfsaldır. Kapitalizmde kentleşme bir artı-ürünün harekete geçirilmesine dayalı olduğundan kapitalizmin gelişimi ile kentleşme arasında yakın bir bağlantı ortaya çıkar. Sürekli yeniden yatırımın sonucu kapitalizmde kentleşmenin büyüme çizgisiyle paralel olarak artı-üretimin bileşik oranda genişlemesidir.”
Kentleşme, sermaye birikiminin üst sınıflar için inşa edilen kentlere akıtılmasını sağlar. Kentlerde kimlerin yaşayabileceği veya yaşayamayacağı sermayenin yönlendirmesine tabii kılınır. Özellikle sanayinin çözüldüğü yerlerde, işçi sınıfının kentle kurduğu yaşam ilişkileri de dağılır. Yeniden bir çitleme başlar. Ve sınıf mücadelesi artan bir biçimde kentlerde vücut bulmaya başlar.
Yapılı çevreyi iyileştirme ve onarma ihtimallerinden önce yıkıp yeniden inşaya dayanan Türkiye gibi kentleşme pratiği olan ülkelerde, inşaat sektörünün kendisi de türlü biçimlerde can alır.
Bugün kent hakkını, sistem içinde hak talebine indirgeyen yaygın bir yaklaşım mevcuttur. İşçiler, emekçiler, kadınlar, LGBTİ+ bireyler, çocuklar, gençler, yaşlılar, hayvanlar vb. türlü toplumsal dilimler için kent hakkı talep ederek kentte bir yaşam dengesi kurulmaya çalışılmaktadır. Oysaki sistemin kendisi, krizleri yaratan, sorunun yerini değiştiren ve kök sorunu çözmek yerine, soruna tabii kılan bir yol izlemektedir. Bu bağlamda talep siyaseti de kapitalizmin kurucu dinamiğidir. Tıpkı sistemin ürettiği ayrımcılıklar gibi.
Henri Lefebvre, Sel Yayıncılık’tan çevirisi “Şehir Hakkı” olarak yayımlanan kitabının giriş kısmında bir “uyarı”da bulunur ve şöyle der; “Bu yazının saldırgan bir biçimi olacaktır (kimileri belki aşağılayıcı bulacaktır). Neden? Çünkü muhtemelen her okurun kafasında zaten sistematikleşmiş ya da sistematikleşme yolunda bir dizi fikir vardır. Muhtemelen her okur bir “sistem” arar ya da kendi “sistem”ini bulmuştur. Terminoloji ve dilde olduğu kadar düşüncede de bir sistem rüzgârı esmektedir. Oysa her sistem düşünümü sonlandırma, ufku kapatma eğilimindedir. Bu yazı sistemleri parçalamak istemektedir; onların yerine başka bir sistem koymak için değil, ufku ve yolu gösterip düşünceyi ve eylemi olasılıklara açmak için. Biçimciliğe yönelen bir düşünüm biçimine karşı, açıklığa yönelen bir düşünce bu mücadelede başı çekecektir. Şehircilik de neredeyse sistem kadar modadır. Şehircilikle ilgili soru ve düşünümler, avangard olma iddiasındaki teknisyen, uzman ve entelektüel çevrelerden çıkıyor…”.
Lefebvre’in işaret ettiği gibi, kentleşme adına da düşünce ve eylemi olasılıklara açmak için, sistemin sunduklarını iyileştirmek ya da bazı adil kırıntılar bahşedilmesini talep etmek aynı çukurun içinde debelenmeye neden olacaktır. Başka bir kentleşme tahayyülü için, önce bu çukura düşmemek gerekir.
Bu nedenle gündelik hayat praksisi içinden, yurttaşlık/tür/patriyarkal vd. yapısal sorunları ortadan kaldıracak şekilde güç ilişkilerini değiştirmeyi hedefleyerek, kenti ve kendimizi, başka bir dünya yolunda, yeniden kurmayı tahayyül etmek, radikal bir kentleşme politikasını zorunlu kılar. Ve hakkı bir yaratım olarak ele alıp mevcut paradigmadan çıkmak gerekir.
Geçen haftaların söylemini yenileyeceğim;
Kent hakkını inşa etmeye çalışan kentsel-toplumsal hareketler, aynı zamanda bir sınıf hareketidir. Kadın, LGBTİ+, hayvan, etnik, sistemin gücüne karşı çıkan biyopolitik düzlemdeki her türlü mücadele de sınıfsal karakter içerir. Zira kenti başka şekilde tahayyül etmek, halihazırdaki kapitalist kentleşmeye güç veren patriyarkayı, ırkçılığı, türcülüğü ve bunun gibi canlı sistemi parçalayan ayrışmaları da ortadan kaldırmayı mesele eder.
Yazının görselindeki eylem afişinde geçen; “gücümüz birliğimizden gelir” sözleri, kentsel mekândaki türlü mücadelelerin biricikliğini, çoğulluğunu ve ortaklığını gördükçe anlam kazanacaktır.
Öte yandan kentsel-toplumsal hareketler halihazırda ağırlıkla sermaye birikimine tepkiye dayalı ilerliyor. Ancak bunun ötesine geçerek, kentin tüm bileşenlerinin yarattığı öznelliklere odaklanarak, birliği kuracak güç ilişkilerini hedef aldığında; sınıfsız toplum yolunda, hareketin mekânı da özgürleşecektir…
/././
Akademisyen Dilşa Deniz : Cihatçılarla Alevileri eşitleyip katliamları görünmez kılmak istiyorlar -Elif Ekin SALTIK-
Akademisyen, Antropolog Dilşa Deniz, Suriye’de yaşanan gelişmelerle birlikte Alevi yurttaşlara yönelik ortaya atılan “Siyasal Alevilik” kavramını gazetemize değerlendirdi.
Gerici çevrelerin ve iktidara yakın medyanın Suriye’de yaşanan gelişmelerle birlikte Alevi yurttaşlara yönelik “siyasal Alevilik” kavramını ortaya atması bir süredir tartışma konusu. Alevi yurttaşları hedef gösterme haline gelen kavram şiddete kapı araladığı için kaygıya yol açıyor. Siyasal Alevilik kavramı üzerine Evrensel’e değerlendirmelerde bulunan Antropolog, Akademisyen Dilşa Deniz, siyasal İslam’ın bir iktidar anlayışı olduğunu söylerken Alevilerin bir iktidar iddiası olmadığını belirtti. Deniz, “Kavram, siyasal İslamcı zeka seviyesine göre kurgulanmış, kalemli cihatçıların, silahlı cihatçıların suçlarını örtme ve Alevileri tehdit etme biçimidir. Alevilerle cihatçıları eşitleyerek kendilerini aklamaya, Alevi katliamlarını görünmez kılmaya çalışmaktadırlar” dedi.
Siyasal İslam kavramının İslam’ın üzerine monte edilmiş bir ideoloji ve dolayısıyla bir iktidar arayışı olduğunu dile getiren Dilşa Deniz, “Bu ideolojinin temel amacı, yalnızca Müslümanların egemenliğini sağlamaktır. Bunu da ideal yönetim şekli şeriat olarak tanımlanır. Tanımlanan şeriat ise esasen iktidarı elinde bulunduran kişi veya grubun keyfiyetine dayanan, belli bir şekli olmayan, yoruma açık bir hukuksal ve/ya yönetsel çerçevedir. Bu çerçeve, genellikle 1400 yıl önceki yaşam şartlarına göre şekillendirilmiş ve bugünün modern dünyasıyla hiçbir şekilde uyumlu olmayan, çoğunlukla eğitim seviyesi düşük, orta yaş ve üzerindeki erkeklerin yorumlarına dayanan bir çerçevedir. Afganistan, İran, Arabistan ve Pakistan’daki şeriat uygulamaları buna dayanan örneklerdir” dedi.
“SİYASAL İSLAM BİR İKTİDAR ANLAYIŞI”
Kimi ülkelerdeki şeriat uygulamalarının görünürde farklı olsalar da karakteristik ortaklıkları olduğunu dile getiren Deniz, sözlerinin devamında “Örneğin kadınların değersizliği, kadın düşmanlığı (misogyny), keza Müslüman olmayanlara düşmanlık, sosyal hayata dair her şeyin -müzik, sanat, spor gibi- yaşamın temel unsurlarına düşmanlık, keyfiyete dayalı katı bir hiyerarşinin, insan hayatının kolayca sonlandırılabilmesi ve din adına katliam yapma hakkının iktidar sahiplerine tanınmış olarak idealize edildiği iktidar anlayışıdır” değerlendirmelerinde bulundu.
“KAVRAM, ALEVİLERİ TEHDİT ETME BİÇİMİDİR”
Deniz sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu ideolojik iktidar anlayışını, Alevilik gibi şefkat, sevgi, başkalarının rızasına saygı, kolektif ve şeffaf karar alma ilkeleri üzerine kurulu, hiyerarşiyi ve din adına öldürmeyi reddeden, cinayet işleyenleri dini ritüeline dahi almayan, hiçbir devletin resmi dini olmamış, iktidar talebinde bulunmamış, hatta din adamlarına devletten maaş verilmesini bile reddetmiş, dünyanın en insancıl inancına mensup kitlenin hayatta kalma ve eşit muamele görme mücadelesini ‘siyasal Alevicilik’ kavramıyla eşitleme bir zeka geriliği sorunu değildir. Tam tersine, siyasal İslamcı zeka seviyesine göre kurgulanmış, kalemli cihatçıların, silahlı cihatçıların suçlarını örtme ve Alevileri tehdit etme biçimidir. Bu yolla Suriye’de olduğu gibi sistematik pogromlara, soykırımlara tabi tutulmuş ve hakları gasbedilmiş bir kitlenin hak mücadelesi ile iktidarı ele geçirip kendisine benzemeyenlerin canlarına, mallarına, kadınlarına, çocuklarına çökmeyi hak gören cihatçılarla eşitleyerek kendilerini aklamaya, Alevileri susturmaya, orada planlanan Alevi katliamlarını görünmez kılmaya çalışmaktadırlar.”
/././
Benim adamımdan hoca -Arif Nacaroğlu-
Siz bakmayın meydanlara toplanıp hoplaya zıplaya yeni yıla girerken mutluymuşuz numarası yaptığımıza. 2024’e girerken de öyle yapmış, sonra 17 bin 2 lirayla 364 gün ağlamıştık. Önümüzde 364, elimizde 22 bin 104 lira. Değişen bir şey yok.
Yıl bitti, bitecek derken üniversiteler son bir hamle ile kadro ilanlarını açtılar. İnsanlar havai fişek seyrederken kadrolarını seçme hocalarla zenginleştirecekler. Bazı ilanlara bakıyorum, başvuru şartlarında doktora tez konusu yazıyor. Doktora bu, dünyada bu konuyu çalışan sadece bir kişi olmalı. Yoksa özgün olmaz ve jüriyi geçemez(?). Yani ilana ha adayın ismini yazmışsın ha doktora konusunu. Sanki adam ya da kadın ama çoğunlukla adam, üniversiteye hoca olunca öğrencisine sadece kendi doktora konusunu anlatacak. Diyelim Aziz Sancar “Ben de bu konuda uzmanım. Gelip 65 bin lira maaşla çalışmak istiyorum” dedi. Nafile. Şartları sağlamıyor diye dosyasını bile almazlar. Zaten o da en iyisi dünya sıralamasında üçüncü ligde olan, “tensip” ile atanan tek adam kayyım rektörlerle yönetilen hangi üniversitemize gelmek istesin ki?
Milletvekillerimiz Mecliste bakanlara, daha yukarılara soruyor, cevap yok. Atanan rektörlerin ilk demeci “tensip” edenlere teşekkür, artık cacık olmuş “üniversite sanayi iş birliği” sloganıyla, ismini yukarıya fısıldamış sermayeye, siyasete selam.
Bir tek üniversitelerde mi çivi çıktı?
Değil.
Ama en önemli çivi idi üniversitelerimiz.
İkinci dünya savaşı sonrası Almanya yerle bir olmuştur. Amerikalı general Alman generale “Artık siz bir daha sırtınızı doğrultamazsınız” deyince Alman general “Taş taş üstünde kalmadı, doğru ama üniversitelerimiz ayakta” der.
İşte bundandır iş birlikçilerin üniversiteye saldırısı, ilanda, alınacak adamın doktora konusunu ön şart koyması.
/././
Almanya ABD’nin arka bahçesi mi?-Yücel Özdemir-
Güney Afrika, Kanada ve ABD vatandaşı, 421 milyar dolar servetiyle dünyanın en zengin insanı Elon Musk’ın ırkçı, milliyetçi ve içinde faşistlerin de olduğu bilinen Almanya için Alternatif (AfD) partisine açıktan destek vermesinin Almanya’da yarattığı tartışma kolay dinmeyecek görünüyor.
Bunun birkaç nedeni var.
Bunların başında, AfD’nin bu durumu, Alman sermayesinin değişik kesimlerinden destek almak için kullanmak istemesi geliyor. Dünyanın en zengin insanının verdiği desteğin arkasındaki maddi çıkarların bir bölümü Alman sermayesinin bir kesimi için de geçerli. Sermayeye daha fazla sömürü için sonuna kadar özgürlüklerin tanınması, işletmelerden alınan vergilerin düşürülmesi, Rusya ile ilişkilerin normalleştirilerek ucuz enerji sağlanması sadece Musk’ın gündeminde değil...
X üzerinden yaptığı paylaşımlar ve Welt am Sonntag gazetesinde yayımlanan yazıyla AfD’ye verdiği tam destek nedeniyle Almanya’nın en önemli gündemi haline gelen Musk, şubat ayında yapılacak erken seçimler öncesinde kamuoyunun dikkatini daha fazla AfD’ye çekmek için yılbaşı gecesi Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’i “antidemokratik zorba” ilan etti. Steinmeier’in yeni yıl konuşmasında Musk’ı dış müdahale örneği olarak göstermesine aldığı yanıt bu oldu. Musk daha önce Başbakan Olaf Scholz’u da “aptal” olarak nitelendirmişti.
Bu aşağılamaların amacının kutuplaştırmayı artırarak AfD’yi güçlendirmek olduğu artık daha net olarak görülebiliyor. Musk’ın bu tarz çıkışları önümüzdeki günlerde daha da artacak gibi. Zira, burada söz konusu olan sadece Musk değil. Aşırı sağa, milliyetçiliğe, göçmen ve mülteci düşmanlığına yatırım yapan ABD burjuvazisinin bir bölümü, aynı eğilimin Avrupa’da güç olup iktidara gelmesini istiyor. Avrupa’nın en büyük ekonomik gücü olan Almanya’da aynı zihniyetin güç kazanmasının, Trump yönetimindeki ABD’nin de çıkarına olduğundan hareket ediliyor. Böylece, ABD ile Almanya arasında politik düzlemde ortaya çıkabilecek çelişkilerin de önü alınmak isteniyor.
Dolayısıyla, Trump’ın danışmanı olarak Musk’ın yaptığı çıkışın arkasında aşırı sağcılara karşı tutumları nedeniyle sosyal demokrat SPD ve Yeşiller’in hükümet ortağı olmadığı bir koalisyon hükümeti isteği var. Trump-Musk ikilisinin temsil ettiği ABD burjuvazi bu çıkışla AfD ile federal ve eyaletler düzeyinde koalisyon ortaklığına karşı çıkan muhafazakar Hristiyan Demokratlara (CDU/CSU) da mesaj veriyor. Musk’ın AfD’ye destek yazısının yayımlandığı Welt am Sonntag gazetesi, Axel Springer SE tekeline bağlı birçok yayın organından birisi. Ülkenin en çok satan gazetesi Bild de bu yayınevi bünyesinde.
Musk’ın, bildiri niteliğindeki AfD’ye destek çağrısının bu sermaye grubu tarafından yayımlanması ne tesadüf ne de gazetenin yayın yönetmeninin kendi başına verdiği bir karar. Maksat, geleceğe dair siyasi hesaplar. Alman burjuvazisi içinde Hitler’e verilen desteğin tarihsel utancının etkisiyle ırkçılara yönelik mesafeli yaklaşım, Musk gibi aktörler üzerinden aşılmak isteniyor. Bu bakımdan Musk aynı zamanda aşırı sağa açıktan destek veremeyen kesimler tarafından tercüman olarak kullanılıyor.
Nitekim Musk’ın sözlerinden sonra yapılan anketlere göre, AfD ülke genelinde oylarını ilk kez yüzde 20’ye çıkardı. Sosyal medya ve basında yer alan haberlere bakılırsa AfD’nin Başbakan Adayı Alice Weidel, 10 Ocak’ta ABD’de olacak ve X-Space üzerinden Musk ile bir canlı yayına katılacak. Weidel’in sözcüsü ziyareti doğruladı. Musk benzer bir yayını X üzerinden seçimler öncesinde Trump ile de yapmıştı.
Şimdi merakla beklenen Trump’ın 20 Ocak’ta yapılacak devir teslim törenine Weidel’in katılıp katılmayacağı. Scholz ve Steinmeier’in davet edilmediği törene, Weidel’in Musk aracılığıyla katılması durumunda yeni bir tartışma alevlenecek: “Almanya’yı Trump nezdinde Weidel mi temsil ediyor?” Böylece Musk ve AfD’nin gündemde kalmasının süresi uzayacak. Özellikle Die Welt ve Bild de buna kendi cephesinden katkı sunmaya devam edecek.
Alman sermayesinin açıktan destek vermekten imtina ettiği aşırı sağcı partinin Musk üzerinden normalleştirilmeye çalıştırılmasının değişik sonuçlara yol açacağı şimdiden söylenebilir. Bugüne kadar yapılan değerlendirmelerin çoğunda, aşırı sağcı partinin dışarıdan gelecek bir destekle daha da güçlenebileceği pek hesaba katılmamıştı. Şimdi dış destek de hesaba katılarak bir mücadele ekseni yaratılması gerekiyor.
Dışarıdan müdahaleye tutarlı şekilde karşı çıkan partiler hızla güç toplayabilir. Bu desteğin arkasında genel olarak ABD sermayesinin bir bölümünün, özel olarak da Musk’ın Tesla’nın Berlin yakınlarındaki Grünheide’de bulunan fabrikası nedeniyle ekonomik çıkarları olduğu anlatılabilir. Bu durum yine ABD’nin 2026’da Almanya’ya konuşlandırmayı planladığı uzun menzili füzeler ve ABD’nin Almanya’daki askeri üslerine karşı mücadeleyle birleştirilebilir. AfD’yi güçlendirmek için dışarıdan yapılan bu müdahale aynı zamanda bir fırsata da dönüşebilir.
Bu nedenle ülke tarihi açısından 23 Şubat’taki erken seçimlerin önemi çok daha artmıştır.
/././
Bize verilecek 6 bin 630 TL neye yetecek?-Deniz Kemeç-
MESEM’de çalışan çırakların payına yeni asgari ücretten 6 bin 630 TL, kalfalara 11 bin 50 TL düşecek. MESEM’liler cep harçlığı gibi olan yetersiz ücretlere tepkili.
Yeni asgari ücret geniş emekçi kesimlerinde olduğu gibi mesleki eğitim merkezi (MESEM) kapsamında çalıştırılan çocuk (öğrenci) işçiler için de hayal kırıklığı oldu. OSTİM’de çeşitli atölyelerde çalışan MESEM’li çocuk işçiler, 2025 yılı için 22 bin 104 TL olarak belirlenen asgari ücretin yetersiz olduğunu söylüyor. Yeni asgari ücretle birlikte çırak olan MESEM’liler 6 bin 630 TL, kalfa olan son sınıf öğrencilerinin ise aylık ellerine 11 bin 50 TL geçecek. MESEM’liler, yeni zamma tepki göstererek açlık ücretine çalışmalarının istenmesine tepki gösteriyorlar. Önceden aileleriyle birlikte yaşadıkları için aldıkları ücreti ‘Hiç yoktan iyidir’ diye niteleyen MESEM’liler artan pahalılık ve düşük zam nedeniyle artık bir işe yaramadığını söylüyor.
"CEP HARÇLIĞI BİLE DEĞİL"
OSTİM Mesleki Eğitim Merkezine kayıtlı çocuk ve genç işçilerle ücretlerini konuşuyoruz. Haftanın 1 günü geldiği okuldan çıkan MESEM’liye yeni asgari ücreti sorduğumuzda şu cevabı veriyor: “Kaşıkla verdiklerini kepçeyle geri alıyor abi. 22 bin 104 TL olan asgari ücret 22 bin 104 TL açlık sınırının bir tık üstünde yoksulluk sınırının ise yanına bile yaklaşmıyor. Bizim alacağımız ücret ise cep harçlığı bile değil.” Elektrik-elektronik bölümü 10. sınıf öğrencisi olan Muhammet, iş öğrendiği için paranın çok önemli olmadığını söylese de “Yeni zamla birlikte 7 bin TL alacağız. Bu neyimize yetecek?” diyerek aldığı ücretin düşüklüğüne işaret ediyor. Muhammet’i arkadaşı araya girerek düzeltiyor: “Ne 7 bini ay sonunda alacağımız para yeni zamla 6 bin 630 TL olacak.” Metal bölümü öğrencisi olan kaynak işinde çalışan Berat “Hadi biz neyse de ev geçindiren işçi çoluğuna çocuğuna nasıl baksın? Kölelikten farkı yok bunun”
"TAHAMMÜLÜM SIFIR ARTIK"
Makine bölümü 11. sınıf öğrencisi Samet, artık işe gitmek bile istemediğini bu yüzden bazen geç gittiğini söylüyor. Geçenlerde patronun ‘Niye geç geliyorsun?’ diye sorduğunda “Sebebi belli değil mi diyerek düşük ücrete işaret ettim. Bunu üzerine konuyu kapattı” dedi. Bu ay 17 bin TL ücret isteyeceğini verilmezse işten çıkacağını anlatan Samet “Tahammülüm sıfır artık. Babamla da tartışıyorum o da işten çıkmak istememe karşı çünkü” diye konuştu.
Muhammet ise Samet’in tersine çok kolay bir şekilde işten çıkarılabilmelerine tepkili: “Bir çırak gider, bir çırak gelir mantığı var. Bizi çok rahat gözden çıkarabiliyorlar.”
"İŞ YOĞUN ÜCRET DÜŞÜK"
Oto elektrik bölümünde okuyan 11. sınıf öğrencisi Ahmet, bundan önceki iş yerinde yoğun çalışmasına rağmen yeterli ücret alamadığını belirterek “Babamla da ustamla da bu durumu konuştum. İkisi de ‘Sen çalış, para ikinci planda olsun’ dedi. Babam karşı çıkmasına rağmen o iş yerini emeğimin hakkını alamadığım için bıraktım. Babam da bırakmama karşı çıktı. Aileden gelen bu baskıyı onlarla tartışarak kendim aştım. Genç işçiler olarak da bu baskıları aşıp birbirimize güvenip patronun karşısına kendi haklarımız için çıkabilmeliyiz.”
***
(Evrensel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder