T-24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -4 Ocak 2025-

 Prof. Dr. Naci Görür: İstanbul bizi çökertir beyler şaka etmiyorum, İstanbul Marmara Bölgesi çökerse bütün Türkiye diz üstü çöker 

Kanal İstanbul Süreci Bilgilendirme toplantısında konuşan Profesör Dr. Naci Görür, korkulan olası İstanbul depremine ilişkin uyarılarını tekrarladı ve "Kanal İstanbul'a 'evet' diyen yerbilimciler varmış, ben bu sorumluluğu alamam" ifadesini kullandı. Görür, Kanal İstanbul'un fay üzerinde olduğunu vurguladı ve "Duymayan duysun" serzenişinde bulunarak, “Türkiye'nin Marmara Bölgesi çökerse ekonomik bağımsızlığı kalmaz” dedi.

Kanal İstanbul Süreci Bilgilendirme toplantısına katılan yer bilimci Profesör Dr. Naci Görür, projeyi yerbili açısından değerlendireceğini ifade ettikten sonra "Kanal İstanbul'a evet diyen yerbilimci varmış, kimlerdir, tanımıyorum, ben bu sorumluluğu alamam, o arkadaşlarla aynı görüşte değilim" dedi. “Kanal İstanbul fay hattının üzerinde, canlı fayla cirit atıyor” uyarısında bulunan Görür, Marmara’dan geçen fay hatları hakkında bilgi vererek, İstanbul’da 7'nin üzerinde büyüklükte deprem olasılığını hatırlattı ve şunları söyledi:

“Bilim dünyasının da kabul ettiği bir depremde herhangi bir sorun görmüyoruz demek yani akıl işi değil”

"Ben burada yer bilimleri ve deprem açısında bu yapılmak istenilen yapıyı ya da projeyi değerlendirmek istiyorum. Az önce izlerken bütün bilirkişiler hayır demiş, bütün yer bilimciler evet demiş... ben bunun sorumluluğunu alamam. Buna evet diyenlerde kimdir hiç bilmiyorum. 45 senemi bu ülkede geçirmiş bir yer bilimci olarak, iyi kötü ulasal uluslararası niteliği olan burada tek bir yer bilimci bir kişi bilmiyorum. Oda tuhaf. Ama o arkadaşlarla aynı görüşte değilim. Sebebi çok basit. Marmara Denizi’nin içerisinden Kuzey Anadolu fayının kuzey kolu geçiyor.

Bunlardan bir tanesi adaların güneyinde biz ona adalar. Adalar Fayı diyoruz. Diğeri de Yeşilköy açıklarından Silivri açıklarına kadar uzanan Kumburgaz Fayı diyoruz. 10 sene o faylar üzerinde araştırma yaptık. Ben de araştırmanın başkanı olarak İtalyan, Fransız gemileriyle tam donanımlı Türkiye'de olmayan, dünyanın en donanımlı gelmeleri ve bilim adamlarıyla çalışmalar yaptık. Bu iki fayın kilitli olduğunu saptadık. Kilitli fay demek şu anda enerji biriktiriyor. Kırılmasını engel olan bir sürtünme kuvveti var.

O sürtünmeyi yendeği anda deprem üretecek. Yapılan çalışmalar Parsosns ve diğerleri Amerikalı bir bilim adamının çalışmasıyla 30 sene içerisinde her an olmak kaydıyla kırılma olasılığı yüzde 64 dedi ilk çalışmasında sonra revize ettiler. Geçen sene yüzde 47’ye düşürdüler. Şimdi bu kadar bariz, bu kadar yani her an olabilecek bütün dünyanın bilim dünyasının da kabul ettiği bir depremde herhangi bir sorun görmüyoruz demek yani akıl işi değil. Neyse onlar neye göre diyor onu bilmiyorum. Fakat ben size şunu şu kadarını söyleyeyim.

“İstanbul Marmara Bölgesi çökerse bütün Türkiye diz üstü çöker”

Bu Kumburgaz fayı kırılırsa kendi başına ilk başta kırılacak faydır. Yedi nokta iki minimum deprem üretir. Adalar fayı yalnız başına kırılırsa en fazla yedi mertebesinde deprem üretir. İkisi birden kırılırsa yedi buçuğa kadar gidebilir. İstanbul'u tehdit eden yedi buçukluğunda bir deprem vardır. Şimdi ben sizler de anlıyorsunuz falan ama ben inandığınıza da inanmıyorum depreme.

Eğer inanmış olsanız bu kadar söze gerek yoktur. Bir an önce iş yapılırdı. Ben gerçekten bizim siyasilerimizin depreme yeterince hakikaten inandıklarını zannetmiyorum. Evet biliyorlar söylüyorlar konuşuyorlar ama öyle değil. Çünkü Türkiye'nin gündemini görüyorum ben. Yok böyle bir şey yok. Şimdi İstanbul'da, Marmara Bölgesi'nde daha doğrusu deprem olursa çok büyük bir kayıp veririz, can kaybı, mal kaybı tasavvur bile edilemez.

İstanbul'da en yetkili insanlar yani kurumlar bile yüzde altmışından fazlasının deprem dirençli olmayan yapı stokundan meydana geldiğini söylüyor. Siz İstanbul'u bir düşünün, sokağını düşünün, evlerini düşünün yani böyle kullandıkları betonu düşünün, korozyona uğramış demirleri düşünün. Daha şu anda herhangi bir şey yokken çöken evleri düşünün, halkın bilinçsizliğini düşünün. Bir sürü daha nedenler yaparsınız?

İstanbul bizi çökertir beyler şaka etmiyorum. Yani İstanbul Marmara Bölgesi çökerse bütün Türkiye diz üstü çöker. Bunu duymayan duysun. Bu şaka değil ve buna inanmıyorsa da inandıklarına sorsun. Gerçekten bilim adamına sorsun. Yoksa böyle bilim adamı olup da titri çok olan var ya hani, siyasetin emrinde. Onları kastetmiyorum ben. Doğrudan doğruya, uluslararası nitelikte bilim adamına sorsun. Türkiye'nin Marmara Bölgesi çökerse ekonomik bağımsızlığı kalmaz.

“4 milyon insan ölümle burun burana”

Bizim ekonomistler, iş adamları, iş dünyası depreme hazırlanmayı bilmiyor. Onlar depreme hazırlanmak deyince sadece fabrikalarının sağlam olduğunu zannediyorlar bir de tahtaya vuruyorlar. Bana bir şey olmaz diyorlar. Emin olun ben bunu TÜSİAD'ın icra kurulunda da aynı konuşmayı yaptım orada gördüm. Bakın bu iş şaka değil.

İBB'nin sırf yaptığı 97 bin binanın çok ağır hasar alacağını düşünürsek ölümün en fazla oradan olacağı, yüzde doksan yedi. Bir milyon yüz bin yapı stoku var, bina var. 97 binin içinden çöküleceğini düşünürsek ağırlıklı olarak 97 bin bina, yüz bin bina deyin. Her birini beş katlı söyleyin şimdi beş katlı kalmadı. Beş yüz kat demektir iki daire koyun, bir milyon daire. Her daireye dört kişi koyun, dört milyon insan ölümle burun buruna ölecek demiyorum. Ama ölümle burun buruna. Şimdi sizin vicdanınıza, insafınıza sığınıyorum. Dört milyon insanın kaçı yaşasın ya? Ne kadar azaltabilirsiniz? Yani tehlike büyük.

“Kanal İstanbul fay hattının üzerinde, canlı fayla cirit atıyor”

Bu Kanal İstanbul'a şimdi geleyim. Kanal İstanbul tam fay hattının Üzerinde şaka değil üzerinde. Yani Sazlıdere Barajıyla Küçükçekmece'nin denize açıldığı yerde canlı faylar cirit atıyor. Bizim çalışmalarımızda biz bunları gördük. Yani doğrudan doğruya bu Küçükçekmece'nin altı, Büyükçekmece'nin altı, Büyükçekmece'nin batısı, orada gördüğümüz heyelanların hepsi dipten doğrudan doğruya Marmara’ya doğru gelen canlı faylara bağlı. O faylar da Kumburgaz fayına bağlı. Kumburgaz Fayı harekete geçerse bütün bu faylar harekete geçecek. Sizi hiçbir güç orada ayakta tutmaya mümkün değil. Hele böyle betonla metonla yani bir diyelim kanal yapacaksınız ayakta durmasını düşüneceksiniz bu mümkün değil.

Orada heyelanlar tamamen bu faylarla tetikleniyor. Orada şu anda bile hareket var. Bizim uzaydan yaptığımız çalışmalara göre şu anda yılda iki santimetreye varan hareket var hareket. Deprem meprem yok. Büyükçekmece kayıyor, batıya doğru kayıyor, güneye doğru kayıyor. Yani burada belediye başkanları var. O binalar şimdi güzel gözüküyor duruyor ya sahilde yapmışsınız. Bakın 20 sene sonra iddia ediyorum ben yaşar mıyım, yaşamam diyelim de ama o 20 sene sonra bunların hepsi şakülden kayacak. Çünkü alttan iki santim kayıyor. İki santim kayma 20 santim santim eder. Ancak şakülden kaydırır onu başlar çatlamaya. O büyük binaların hepsi çatlağın, patlağın kaymanın içinde kalacaklar ve oturmayacaklar.

Şaka değil ama şimdi orada bol bol binalar yapıyoruz, gökdelenler yapıyoruz marifetmiş gibi. Orada zemin kötü çimentolanma yok, suyu fazla orada ivme değeri çok fazla yani depremin ivme değeri çok fazla depremin hızı orada çok fazla sıvılaşma çok fazla. Yani her şeyiyle orası tam bir cehennemin içi o bölge. Siz oraya yapı yapıyorsunuz yapı yoğunluğunu artırıyorsunuz insan getiriyorsunuz, nüfusu artırıyorsunuz. Bir deprem bölgesinde yapılmaması gereken tek şey ne kadar yapı o kadar insan o kadar ölüm demektir ya. Ya bunu anlamak bu kadar zor mu.

“Bu işi sakın yapmayın, başınıza dert alırsınız, ve bu işi de çözemezsiniz”

Ama siz her şeyi bütün bunların söyledik kitaplar yazdık. İBB de bastı böyle cilt cilt kitaplar. Benim de en son kitabımız çıktı tekrar. Ben illa yapacağım diyor inat ediyorsunuz. Biz öyle çok yüksek adamların bileğini bükecek halimiz yok. Bilim adamı olarak bu yanlış diyoruz. Bilimsel verilere göre söylüyoruz. Yani onun dışında bir şey değil.

Daha iyi bir bilim adamı varsa o da çıkar der ki sayın Görür senin dediğin şu şu şu şu doğru değil. O zaman bilim doğruyu kabul etmek zorundadır. Ama bugün karşımıza öyle çıkılmıyor. Şimdi inatlaşıyorsanız o zaman illa yapacağım diye. 64 milyar dolara çıkıyor diyelim. Şimdi burası çok özel bir bölge. Neden özel bir bölge. Ana faydan ayrılmış fay kollarının içerisinden geçtiği ivmesi, hızı, kayması vesairesi yüksek bir yer bu özel bir bölgedir. Yani dünyada her yerde depremin dalgaları geldiği zaman en fazla ivmenin olduğu, en fazla hızın olduğu en fazla titreşimin olduğu yer değildir. Oralar deprem zonlarıdır.

Ben diyorsun ki inat ettim deprem sonunda kanal yapacağım. O zaman ben yenilgiyi kabul edeyim. O zaman diyeceğim yetkililere şu. Tamam yap yapacaksan yap. Ama burada yapacağın yapının fiyatını, maliyetini normal bir yerdeki yapı gibi asla düşünme. Yani bunu binaya örnek vereyim yani kanal yerine. Normal bir binanın metrekaresi 20 bin 30 bin lira ise sen buraya yüz bin harcamak zorundasın. O zaman bu Kanal İstanbul'un maliyeti 64 milyara mal olmaz 104 milyara da mal olmaz. Güneydoğu'daki gibi çok daha fazlaya mal olur. O zaman da benim bir hakkım var sormaya.

Milyonlarca insanın can güvenliği yokken hayatları tehlikedeyken bu ülke bu kadar fakir fukaralıktan ezilirken sen niye 200 milyarı buraya vereceksin? Sebep ne? Ne bekliyoruz buradan? Ve işte burada herkes de söyledi yani. Bir getirisi yok, bir şey getirisi olsa kabul ederim yani.

Getirisi olan bir projesi olsa bilim olarak kabul ederiz. Ne getiriyor bize Allah aşkına. Onun için aklı selim garip gelsin. Bütün yetkililere lütfen sesimi duyun rica ediyorum, yalvarıyorum. Benim hayatım bu yolla gitti, geçti. Bu işi sakın yapmayın. Başınıza dert alırsınız. Ve bu işi de çözemezsiniz. Yazıktır, günahtır" 

                                                               ***

Yeni süreçte istikamet Suriye’nin kuzeyi ve AKP’nin “bilmiyoruz” taktiği -Gökçer Tahincioğlu-

İktidar, asıl olarak PYD’den gelecek tepkiyi bekliyor, dikkatler Suriye’ye çevrili. Bu noktada bir heyetin de PYD ile görüşmek üzere Suriye’ye gitmesi sürpriz olmaz. Kulislere yansıyan bilgiler, DEM Parti’nin bu konuda da bir aracı rol oynayabileceği yönünde. PYD’den beklenti, HTŞ’nin kuracağı Suriye ordusuna belli oranda katılması…

Ardı ardına çıkan, AKP’ye yakın isimlerce gündeme getirilen, yazılan haberlere bakalım.

“Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Bahçeli’nin açıklamalarından haberi yok.”

“AKP’nin önde gelen isimleri bile açıklamayı bilmiyordu.”

“Bahçeli, AKP’yi de şaşırttı.”

İmralı’ya giden DEM Partili TBMM Başkanvekili Sırrı Süreyya Önder ile eski eş başkan Pervin Buldan, yerine kayyım atanan Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’le birlikte siyasi partileri ziyaret edeceklerini açıkladılar.

İlk ziyaretin TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’a, ardından da süreci açıklamalarıyla başlatan MHP lideri Devlet Bahçeli’ye yapılması manidardı.

Bahçeli’nin DEM Parti heyetini kapıda karşılaması da öyle…

“İşin sahibi” pozisyonunu alan Bahçeli, İmralı ziyaretinden sonra da “koşulsuz silah bırakma” çağrısını yineledi.

Yaşanılanların, “çözüm süreci” anlamına gelmediğini de vurgulayarak.

* * *

AKP’nin, iktidarının 15 yıllık döneminde, oylarının dip yaptığı iki dönem vardı.

Bunlardan ilki Habur’daki görüntülerle akıllara kazınan, Oslo’da, MİT yöneticilerinin, örgüt yöneticileriyle yaptıkları görüşmenin ses kayıtlarının sızdırılmasıyla sonlanan birinci çözüm süreci dönemiydi. Anketlerde, AKP’nin önemli oy kaybı yaşadığı görüldü.

İkincisi ise 7 Haziran seçimi ile sonlanan, İmralı heyetlerinin İmralı ile Kandil arasında gidip geldiği, akil insanlar adı verilen heyetlerin Türkiye’yi dolaştığı, yasal güvence konusunda çerçeve bir düzenlemenin bile çıkartıldığı, Dolmabahçe mutabakatına kadar ilerleyen ikinci çözüm süreciydi.

7 Haziran seçiminde ilk kez tek başına iktidar olabilecek oy oranına ulaşamayan AKP, 1 Kasım yenileme seçimine çözüm sürecini bitirerek girdi ve yeniden tek başına iktidar oldu.

* * *

AKP-MHP bloğu, 1 Kasım seçiminden kısa süre sonra kuruldu.

Bahçeli’nin başkanlık sistemi çağrısı, OHAL koşullarında yapılan başkanlık referandumu ve ilk başkanlık seçimi, bugünkü yeni rejimin oluşmasını sağladı.

AKP ve Erdoğan, 7 Haziran’dan bugüne kayyım politikalarına, güvenlikçi politikalara imza attı. Hem Irak hem Suriye’de uzun askeri operasyonlara imza atıldı.

Türkiye, güvenliği için Irak’ın kuzeyinden başlayan, Suriye’nin kuzeyinde devam eden, Akdeniz’e kadar uzanan bölgede güvenlik şeridi oluşturmayı, “olmazsa olmaz” bir strateji olarak ilan etti.

Erdoğan, şehit ailelerine de kamuoyuna da bir daha önceki gibi süreçlerin yaşanmayacağı sözü verdi.

Bu tablo içerisinde sürecin sahibi pozisyonunun Bahçeli’ye verilmesi, bütün sürecin belki de en stratejik adımı.

Bahçeli’nin “devlet aklıyla” konuştuğu, “iktidarın başka devletin başka” olduğu algısının yaratılması adımları, “haberi yoktu” haberleri kadar stratejik.

* * *

DEM Parti heyeti, önümüzdeki hafta CHP ve diğer muhalefet partileriyle ve AKP ile görüşecek. Ancak AKP adına Cumhurbaşkanı Erdoğan’la değil, AKP Grup Başkanı Abdullah Güler’le görüşmeleri bekleniyor.

Sürecin gidişatıyla paralel bir görüntü.

* * *

Bu görüşmelerin tamamlanmasının ardından DEM Parti’nin geniş bir açıklama yapması bekleniyor. Ve ardından yeniden İmralı ziyareti yapılması…

Bu noktada akıllara takılan bir soru var.

Kandil’deki PKK yönetimi ile Suriye’deki PYD yönetimi, tüm bu adımlar için ne düşünüyor?

İddia edildiği gibi Öcalan, şubat ayında bir açıklama yaparsa Kandil ve PYD bu çağrıya karşılık verecekler mi?

* * *

Belirtmek gerekir ki iktidar, asıl olarak PYD’den gelecek tepkiyi bekliyor.

Irak’ın kuzeyinde tam olarak istenilen sınırlara ulaşmasa da bir güvenli bölge oluşturuldu. Birçok noktada askeri üsler ve kontrol noktaları kuruldu.

PKK, Türkiye’ye yönelik organize, toplu bir silahlı saldırı eylemi çok uzun süredir yapamıyor.

Dikkatler asıl olarak Suriye’ye çevrili.

* * *

Bu noktada bir heyetin de PYD ile görüşmek üzere Suriye’ye gitmesi sürpriz olmaz. Kulislere yansıyan bilgiler, DEM Parti’nin bu konuda da bir aracı rol oynayabileceği yönünde.

İmralı’da yapılan görüşmelerin, TBMM’nin ve devletin tutumunun PYD’ye yansıtılması, PYD yönetiminin görüşlerinin alınarak yeniden İmralı’yla götürülmesi gibi bir trafik yaşanması gündemde.

Elbette olası bu trafiğin yaşanacağı dönemde, ABD’de başkan seçilen Trump’ın yemin ederek göreve başlayacağını unutmamak gerek…

ABD, şu ana kadar Suriye’de, PYD’ye verdiği desteği keseceğini gösteren bir adım atmış değil. ABD’de yaşanan son terör saldırılarından sonra, daha önce askerleri çekme yanlısı olan Trump’ın fikrini değiştirip değiştirmeyeceği ve nasıl bir adım atacağı da merak konusu…

* * *

PYD’den beklenti, HTŞ’nin kuracağı Suriye ordusuna belli oranda katılması… Federal taleplerden vazgeçerek, Suriye anayasası yapım sürecine katılması. Rojava’nın da Suriye’nin bir parçası olacağını ilan etmesi.

Bütün bunlar Öcalan’ın sadece çağrıda bulunmasıyla olur mu, Öcalan açıkça böyle bir çağrıda bulunur mu, belirsiz.

Kulislerdeki iddialar, iddia edildiği gibi şubat ayında bir çağrı yapsa bile bu çağrının, “Görüşünüzü oluşturun, silah bırakmayı tartışın, Türkiye’ye karşı eylemsizlik ilan edin” düzeyinde kalabileceği yönünde.

Yine Ankara’da da Öcalan’ın “süreç için hukuki güvence” diye özetlenebilecek, demokratikleşme ve anayasa değişikliği taleplerini de karşılayacak, çeşitli mekanizmalar kurulmasını da içeren görüşleriyle ilgili farklı çalışmalar yapıldığı da iddia ediliyor.

Bu çalışmalar birer taslak ve fikir jimnastiği aşamasında mı kalacak yoksa yaşama geçirilecek mi, bütün bunlar kavramların ortaklaşmasına, şeffaf bir süreç yürütülmesine ve gelecek mesajlara bağlı.

Zira, 7 Haziran’da biten sürecin iktidar bloğunda nasıl bir etkisi varsa, DEM Parti ve İmralı tarafında da bir etkisi var.

Muhalefetin sürece katılması ısrarı ve hukuki güvence talebinin nedeni de bu…

Ancak kesin olan, sürecin bu kez arzulandığı gibi bitip bitmeyeceğini Suriye’deki gelişmeler ve PYD’nin tavrının belirleyeceği.

                                                              /././

Tahir Elçi cinayeti davasında yargılanan polisler beraat etti.

Tahir Elçi

Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin katledilmesine dair sanık polisler hakkında verilen beraat kararına yapılan itiraz reddedildi. Mahkeme, Elçi Ailesi, Türkiye Barolar Birliği ve Diyarbakır Barosunun istinaf başvurusunu reddetti. MLSA'dan Deniz Tekin'in haberine göre, Diyarbakır 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen Diyarbakır Barosu eski Başkanı Tahir Elçi cinayeti davasında ‘bilinçli taksirle ölüme neden olma’ suçundan yargılanan sanık polisler Sinan TaburFuat Tan ve Mesut Sevgi hakkında 12 Haziran 2024’te beraat kararı verilmişti. Mahkeme gerekçeli kararında “Elçi’nin ölümüne sebebiyet veren ölümcül atışın kim tarafından gerçekleştirildiği hususunda tereddüttün hasıl olduğunu” savundu.(https://t24.com.tr/haber/tahir-elci-cinayeti-davasinda-yargilanan-polisler-beraat-etti,1207617)

                                                                 ***

Türkiye’nin 2024 suç istatistikleri ve IŞİD operasyonları -Tolga Şardan-

İktidara yakın medyada gündeme gelen kabine değişikliği haberlerine bakılırsa İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya görevden alınacak. Hatta AKP cenahında Yerlikaya’ya yönelik “yapılan yoğun operasyonlarla ülke suç cenneti gibi görülüyor, bize sıkıntı oluyor” anlamına gelen eleştiriler de bir süredir seslendiriliyor.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, 2024’ün suçla mücadele rakamlarını açıkladı, yılın son günü.

Çok detaylı olmamakla birlikte, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da kendi sosyal medya hesabında “2024’ye ne yaptık?” başlıklı paylaşımında söz konusu verilerin bir bölümüne yer verildi.

Yılbaşı telaşı içinde rakamlara pek dikkat edilemedi. Dolayısıyla Yerlikaya’nın paylaştığı verileri bir de sakin kafayla inceleyip değerlendirmek, ülkenin içinde bulunduğu kriminal tablonun daha net görülmesini sağlayacak, kuşkusuz.

Biliyorsunuz; bu coğrafyanın kamu güvenliğinin sağlanması, öncelikle sokaktaki suçlar, suçlular ve suç gruplarıyla mücadeledeki başarıdan geçiyor.

Sokağa hâkim olup denetim tam kurulamadığı müddetçe kamu güvenliğinin sağlandığını söylemek hayalden öteye geçmez.

Asayiş suçları, narkotik suçları, organize suçlar diye tanımlanan mafya suçları ve terör suçları kamu güvenliğinin sağlanmasında ön planda.

Yasadışı bahis ve internet suçlarıyla mücadeleyi de sokağa hâkim olma çerçevesinde unutmamak gerekir elbette.

Ruhsatsız silah patlaması!

Bu gözle İçişleri Bakanlığı verilerine birlikte göz atalım, şimdi.

Ülke genelinde 106 binin üzerinde ruhsatsız silah ele geçirildi güvenlik birimlerince.

5 bin, 10 bin ruhsatsız silah yakalama rakamının bile tartışılması gereken ülkede, yakalanan kaçak ve ruhsatsız silah sayısı 100 binin üzerinde! Bu rakam her kentte ortalama bin 300’den fazla yakalama demek. Diğer değişle; her gün 300’e yakın ruhsatsız ve kaçak silah yakalanmış yıl boyunca.

Ruhsatsız silahlarla işlenen suçları bakanlık açıklamamış henüz. Oysa, pek çok cinayet, gasp, silahlı saldırı ve yaralama ruhsatsız silahlarla gerçekleştiriliyor.

Ülkede adeta cirit atan mafya gruplarının, ruhsatsız silahlar kullandığı gerçeğini göz önüne alırsak, rakamın neden yükseldiğini anlamak mümkün.

Uyuşturucu operasyonları

Son yılların en çok dikkat çeken suçların başında uyuşturucu kaçakçılığı ve satışı var.

Bu konuda Türkiye’nin fazlasıyla kötü şöhreti var. Uyuşturucunun dağıtım üssü görüntüsü var. Tabii bu tablonun oluşmasında kimin katkısının olduğunu söylememe gerek yok sanırım.

İçişleri Bakanlığı çatısı altındaki güvenlik birimleri 2024 boyunca tam 47 bin 350 operasyon gerçekleştirdi! Bu operasyonlarda ele geçirilip imha edile uyuşturucu miktarını 86 ton olarak kamuoyuna duyurdu, Cumhurbaşkanı Erdoğan.

Yine basit bir hesapla tabloyu netleştirelim; hemen her gün ülke genelinde 130 uyuşturucu operasyonu yapılmış! Şehir bazında ise, her kentte yıl boyun ortalama 590’a yakın operasyon gerçekleştirilmiş.

Tabii ki; Bayburt’u İstanbul’la, Sinop’u Mersin’le, Uşak’ı Van’la karşılaştırmak bilimsel bakımdan doğru değil elbette. Ancak, tablo da bu maalesef!

Yine benzer biçimde 2024’te 32 binden fazla kaçakçılık operasyonu yapıldı bu coğrafyada.

Uyuşturucu madde ve türevleri dışında kalan sigara, içki ve akaryakıt başta olmak üzere her türlü malın yasa dışı olarak ülkeye sokulması ve satışını önlemek amacıyla gerçekleştirilen kaçakçılık operasyonlarının 30 bin rakamını aşması dikkat çekici.

Her kentte bir yılda ortalama 400 dolayında kaçakçılık operasyonu yapıldığını ortaya koyuyor bu rakam.

Terör örgütlerine operasyonlarında engellenen eylemler

Terör örgütlerine yönelik rakamlar da diğerlerinden farklı değil.

PKK’ya karşı 50 bine yakın operasyon yapıldığını Cumhurbaşkanı Erdoğan bizzat paylaştı. Keza FETÖ’ye yönelik 5 bin dolayında, IŞİD’e ise bin 400 operasyon yapıldı, bir yıl içinde.

Üç önemli terör örgütüne yönelik operasyon sayısı 56 bini geçti.

Yerlikaya, önceki İçişleri Bakanı’nın “ayakkabı numaralarına kadar biliyoruz. Bu ülkenin dağlarında 86 PKK’lı kaldı, 29 Ekim 2023’e kadar dağlarda PKK’lı kalmayacak” sözüne karşın bin 425 PKK’lının etkisiz hale getirildiğini duyurdu!

Yerlikaya’nın verdiği bilgiye göre, 95 PKK’lı öldürüldü, bin 100’ü sağ ve yaralı yakalandı. 230 PKK’lı ise teslim oldu!

Ayrıca kent merkezlerindeki savcılıklarca yürütülen adli soruşturmalar çerçevesinde 15 bin 310 PKK/KCK’lının tutuklandığını açıkladı, Yerlikaya.

Bu arada Yerlikaya’nın verilerine göre, FETÖ ile ilgili adli soruşturmalarda 2 bin 259 şüphelinin tutuklandı. IŞİD’e bağlantılı oldukları anlaşılan bin 279 şüpheli tutuklanıp cezaevine konuldu.

Yerlikaya, yıllık değerlendirmesinde son derece önemli bir bilgi daha verdi: Ülke genelinde 162’si bombalı eylem olmak üzere 214 terör eylemi de engellendiğini belirtti.

Bu veri, her kentte yıl boyunca ortalama 700 operasyon anlamına geliyor! Günlük olarak ise, 150’den fazla.

Mafya operasyonlarındaki vahim tablo!

Ve geldik, organize suç örgütü yani mafya operasyonlarına.

Türkiye’nin OECD’nin gri listesine girmesinin en büyük gerekçelerinden birisi ülkede, deyim yerindeyse at koşturan mafya gruplarına yönelik operasyonlarla ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan, bin 414 operasyon yapıldığını ve 572 suç örgütünün deşifre edildiğini vurguladı.

Operasyon sayısında İçişleri Bakanı Yerlikaya, katıldığı bir televizyon programında göreve başladığından bu yana 830 organize suç örgütünün ortaya çıkartıldığını açıkladı.

Mafya operasyonlarında 6 bin 438 şüphelinin tutuklandığını, 3 bin 352 şüpheli hakkında adli kontrol kararı bulunduğunu söyledi. Yerlikaya mafyanın 106 milyar lirayı bulan mal varlığına el konulduğuna dikkati çekti.

Resmi veriler alt alta konulduğunda ortaya vahim bir tablo çıkıyor.

Şu veriler, başka gelişmiş veya gelişmekte olan bir ülkede ortaya çıksa acaba sonuç nasıl olur?

Elbette bu tablo bir anda oluşmadı. İktidarın görev verdiği siyasiler ve bürokratların payı fazlasıyla var. Hele son yıllarda yaşananları hatırladığımızda, bu tabloda payı olanların “hiçbir şey olmamış gibi sokakta dolaşabilmeleri” de işin cabası.

Yerlikaya; tamam mı devam mı?

Ülkenin içinde bulunduğu kriminal sarmala mücadeledeki en tepedeki isim İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya.

Yerlikaya ile ilgili siyasi kulislerde özellikle AKP içinde bazı değerlendirmeler yapılıyor.

İktidara yakın medyada gündeme gelen kabine değişikliği haberlerine bakılırsa Yerlikaya görevden alınacak.

Hatta Yerlikaya’ya yönelik “yapılan yoğun operasyonlarla ülke suç cenneti gibi görülüyor, bize sıkıntı oluyor” anlamına gelen eleştiriler de bir süredir seslendiriliyor AKP cenahında.

Ancak bu eleştirileri yapanların; 15 Temmuz’dan sonra göreve gelenleri mercek altına almasında yetmezse kimi sosyal medya hesaplarından yapılan fotoğraf paylaşımlarını dikkate almalarında fayda var.

Eleştirileri yapanlara karşı Yerlikaya’nın işinde başarılı olduğunu değerlendiren AKP’liler de yok değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yerlikaya’yla devam etmesi büyük olasılık.

Kaldı ki, bu ülke suç cennetine bir gecede dönüşmedi!

                                                         /././

TÜİK ‘küçük’ sürprizler yapmayı sever!-Mustafa Durmuş-

Düşük faizlerle birlikte başta inşaat, emlak, bankacılık olmak üzere 22 yıllık iktidarın göz bebeği konumundaki sektörlerde ekonomik canlılık yaratılacak. Böylece eldeki konut stoklarının düşük faizli konut kredileri ile eritilmesi de sağlanacak. Hem müteahhitler hem de bankalar kazanacak.

Evet, TÜİK bizi şaşırtmaya devam ediyor.

Geçen hafta yayınladığı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması (2024)’nda Gini Katsayısını düşürerek gelir bölüşümünün artık iyileşmeye başladığını açıkladı.

Oysa gelir gruplarının gelirlerindeki nispi artış yerine mutlak artışları esas alsaydı sonuç farklı çıkacaktı.  Çünkü son bir yılda (2024) işveren (sermaye) kesiminin gelirindeki ortalama artış 396,708 TL iken ücretli, maaşlı ve yevmiyelilerin gelirlerindeki bir yıllık ortalama artış sadece 79,661 TL oldu. İki gelir grubu arasındaki fark böylece daha da açılmış oldu, gelir adaletsizliği daha da arttı.

Veriler arasında 2 kat fark var!

TÜİK 3 Ocak’ta açıkladığı aralık ayı enflasyon verisini (TÜFE) kendisi dışındaki tüm enflasyon tahmincilerinin açıkladıklarından çok daha düşük gösterdi. Aylık enflasyon yüzde 1,03 ve yıllık yüzde 43,58 olarak açıklandı.

Diğer yandan enflasyon araştırması yapan diğer önde gelen iki kuruluştan ENAG aylık enflasyonu yüzde 2,34 ve yıllık enflasyonu yüzde 83,40 olarak açıkladı. Böylece iki kuruluş arasındaki fark aylıkta 2,3 kat ve yıllıkta neredeyse 2 kat oldu.

İstanbul Ticaret Odası’nın (İTO) verileri de TÜİK verilerinin çok üstünde. Aylık enflasyon yüzde 1,74 ve yıllık yüzde 55,27. Yani iki kuruluşun enflasyon verileri arasındaki fark aylıkta yüzde 70 ve yıllıkta yüzde 27 oldu.

Üretici Fiyat Endeksinin (ÜFE), TÜFE’nin çok altında çıkarak aylık yüzde 0,40 ve yıllık yüzde 28,52 olarak açıklanması ise enflasyonun asıl kaynağını gösteriyor: Yüksek kâr marjlarını içeren aşırı fiyatlar.

Düşük gösterilen enflasyon asıl iktidar ve sermaye için iyi

Aralık ayı enflasyonun bu denli düşük tutulmasının iktidar bloku lehine pratik iki sonucu olabilir. Enflasyon verisine buradan da bakmakta fayda var.

İlki, aralık ayı enflasyonu ne kadar düşük çıkarsa SSK ve Bağkur emeklilerine, memur ve memur emeklilerine verilecek olan enflasyon farkı da o denli düşük belirleniyor. Nitekim daha önce ilk iki gruba verilecek fark yüzde 16,50 olarak tahmin edilirken şimdi bu oran yüzde 15,75’e geriledi. Benzer bir biçimde memur ve emeklilerin enflasyon farkı da yüzde 11,54 ile sınırlı tutulacak. Yani memurlara ve memur emeklilerine resmi enflasyon kadar bile fark verilmeyecek.

Enflasyonla mücadelenin bedelinin 70 milyon ödüyor!

Böylece iktidar bloku asgari ücretlilerden sonra diğer emekçi ve emekli kesimlere de düşük ücret zammı uygulayarak enflasyonla mücadelenin bedelini bu kesimlere ödettirecek gibi görünüyor. Maalesef 40 milyon asgari ücretli işçi ve ailesi ve 30 milyonu aşan emekli ve ailesi ile birlikte en az 70 milyonluk bir nüfus açlık ücretine bir yıl daha mahkûm ediliyor.

Enflasyon her ne kadar asıl olarak emekçiyi vursa da finansal kârlar (banka kârları) ve borsadan elde edilen gelirlerden oluşan finansal servetler yüksek enflasyon altında eridiğinden, büyük servet zenginleri yüksek enflasyondan hoşnut değiller.

İkinci olarak, düşük enflasyon geçen ay başlatılan faiz indirimi politikasının sürdürülmesini, böylece gevşek para politikasının hayata geçirilmesini mümkün kılacak.

Adeta takıntı haline getirilmiş olan “düşük faiz- düşük enflasyon” masalı tekrar piyasaya sürülürken, aynı zamanda faiz indirimleriyle mütedeyyin seçmen tekrar kazanılmaya çalışılacak. Ayrıca düşük faizlerle birlikte başta inşaat, emlak, bankacılık olmak üzere 22 yıllık iktidarın göz bebeği konumundaki sektörlerde ekonomik canlılık yaratılacak. Böylece eldeki konut stoklarının düşük faizli konut kredileri ile eritilmesi de sağlanacak. Hem müteahhitler hem de bankalar kazanacak.

Son olarak, bir gelişme daha söz konusu olabilir. Eğer kimine göre “Kürt Meselesi”, kimine göre “terör meselesi” olarak tanımlanan mesele iktidarın istediği gibi çözülürse, ya da taraflar arasında bir uzlaşı sağlanırsa, iktidar bloku kadim bir sorunu çözmüş olacak. Aynı zamanda “Suriye fatihi” olarak da anılmaya başlanan iktidarın, düşük enflasyon ve düşük faizler altında Anayasayı değiştirerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesinin önünü açması ve erken bir seçime gitmesi olasılığı mevcuttur.

                                                               /././

Kürt meselesinde devlet ne derse, düşünce dünyasında hizaya dizilen çok olur!-Tuğçe Tatari-

Bir insan barış yanlısıysa barış yanlısıdır, Kürtler özelinde düşüncelerini siyasete göre şekillendirmez. Ortalama bir entelektüel ahlakına göre, geçen yıllar içinde tutuklanan, sorgulanan, canı sıkılan, dert çektirilen insanlara yaşatılanlar karşısında günlük politikalara göre duruş belirlenemez.

Türkiye’de her yaşamsal olay, durum siyasidir.

Aslında bu sadece Türkiye’de değil tüm dünyada da böyledir, fakat gelişmişlik ve demokrasi düzeyi azaldıkça bunun gözle görünürlüğü artar diyelim.

Şimdi olası bir barış süreci mevzubahis malumunuz.

Tanınmış gazeteciler, yorumcular, düşünce insanları -artık nasıl tanımlarsanız- bir bir fikir beyan ediyorlar. Gözüme takılanların çoğu Öcalan’ın aracılar eşliğinde ‘dışarıya’ yolladığı müzakere ortamı oluşturmaya yeşil ışık yakan o kısa notları yetersiz bulmaktan, bazısı da demokrasi vurgusunun azlığından ve Erdoğan- Bahçeli isimlerinin ‘sayın’ kelimelendirmesiyle taçlandırılmasından şikâyetçi. Kürtler mevzubahis olduğunda değişmeyen ‘bizi sattılar’ duygusu zaten hep masada.

Birinin birini ‘satması’ için önce oluşmuş bir birlik, birliktelik gerektiğini kimse bu insanlara anlatamıyor bir şekilde.

Anlamak istemiyorlar, çünkü ‘koşullar’ anlamaları için müsait değildi geride bıraktığımız yıllarda.

Şimdi izleyiniz, koşullar oluşursa ve devletin ‘Kürt onayı’ alınırsa o algılar ve söylemler nasıl hızla değişecek.

Ortam nasıl dostluk kokacak. Koksun da nasıl kokarsa koksun diyeceğiz biz de elbette, ne diyelim.

Mevzu barış olunca boynumuz kıldan ince…

Ama fotoğrafları da çekelim.

Meseleleri de gerçekten cereyan ettiği yerden değerlendirelim.

Düşünce işi entelektüellerin namusudur, devlet politikalarıyla belirlenemez.

Ama işte bizde işler nasıl yürüyor, fotoğrafı bir netleştirelim isterim.

Bakınız, Kürt olmaya dahi gerek yok, barış süreci bittiği anda düşünce dünyasından popüler, tanınmış, bilindik kimileri Kürt düşmanlığına varacak bir savrulma yaşadılar. Oysa süreçte birbirlerine ‘heval’ diye hitap ediyorlardı. (Kürtçe ‘yoldaş’ manasına gelen terim)

Biz bunları gördük, yaşadık!

Her sürece sıfırdan başlayanlar var bir de. Öyle hemen kendini yeni ayarlara alıştırmadan bir küçük itiraz dillendirenler şimdi de diyorlar ki, “yahu ‘bebek katili’ dedin, ‘asıcam’ dedin, bunun üzerinden siyaset yaptın, şimdi bu adama kurtarıcı muamelesi yapıyorsun…”

Oysa bunu ilk yapışları bile değil!

Peki sen neredeydin arkadaşım, o süreçlerde ne konuştun, ne yazdın da bugün sıfırdan başlatabildin kendini?

Bunları soran da yok, cevap verebilecek zaten hiç yok!

Bakınız, bu iki grup düşünce insanının birbirinden hiçbir farkı yoktur. Düşünce dünyaları aynıdır ve aynı masada oturmaktan beis duymazlar.

Devlet ne diyorsa düşünceler o yönde belirlenir, belirlenecek de.

Abartma mı diyorsunuz, dikkatle izleyin bakın görün abartı var mı!

Oysa düşüncede çok seslilik ve haksızlıklar karşısında bir bütün olabilmek barışı da getirir, haksızlığı da belli bir ölçüde yok edecek güce sahiptir.

Üstelik bunlar için yarım asır beklemek, yaşananlara göz yummak, bilmem nasıl adlandırılmalıdır.

Özetle şimdi konuşulanları bir kenara not alın.

Eleştirdikleri ne varsa, küçümsedikleri kim varsa bu sürecin ‘devlet ayağı’ olumlu yönde devam ettiği takdirde ve sürece hepimizden önce benimser, newroz alanlarında Öcalan baskılı tişörtler giyip selfiler paylaşırlar.

Mübalağa yok, geçmiş deneyimler var!

Diyeceksiniz ki, barışı desteklemesinler mi?

Elbette desteklesinler. Ama bir insan barış yanlısıysa barış yanlısıdır, Kürtler özelinde düşüncelerini siyasete göre şekillendirmez. Ortalama bir entelektüel ahlakına göre geçen yıllar içinde tutuklanan, sorgulanan, canı sıkılan, dert çektirilen, Kürt meslektaşımıza veya düşünce insanına yaşatılanlar karşısında günlük politikalara göre duruş belirlenemez.

Hani resmini çekelim isterim, bizim birçok entelektüelimiz ne kadar omurgalı ki ülkeden ne bekliyorsun diye bir bakalım istedim.

Kürt meselesine dair düşüncelerimizden ötürü, fikirlerimizden ötürü önce kendi meslektaşlarımızın, sonra da medya kuruluşlarının sansürüne uğramış insanlarız biz. Bu kulaklar neler duydu, inanın yazsam utanırsınız.

Şimdi o sözlerin sahipleri beklemede, devlet nasıl bir tutum alırsa onlar da öyle konuşmaya başlayacaklar.

Tuğçe demişti dersiniz!

                                                            /././

Ne başı beli ne sonu belli!..-Asena Özkan-

Futboldan hiç anlamayan dahi astronomik harcamalar yaparak istese de en kötüleri bir araya getiremez.

Okur çoğu kez, ‘niye takım hakkında iyi yazmıyorsun?’ serzenişinde bulunur. Bu kez onlara kulak verip Beşiktaşlı futbolcuların hakkını teslim edelim!

Salih Uçan, sürekli geriye nasıl güzel oynadın ve nasıl harika fauller yaptın Rize deplasmanında, yürekten kutlarım. Ciro Immobile önünden geçen toplara dokunamadın ama meşin yuvarlağa kusursuz bakışlar attın. Penaltı olsa gol de atacaktın eminim, ayaklarına sağlık. Gedson Fernandes bir kez daha rekor top kaybıyla oynadın, harikasın ve bu konuda kimse ayağına su dökemez, rahat ol. Ernest Muçi attığın golün dışında sahada ayak basmadık yer bırakmadın, o nasıl mücadele hırsı o nasıl bitmek tükenmek bilmeyen enerji! Savunma elemanları içinse ayrı ve çok daha dokunaklı methiyeler gerekli tartışmasız. Her birinin elinde sadece ‘yeşil yandı rakip forvet oyuncuları geçebilir’ tabelası yoktu. Kaleci Mert Günok mu? O gecenin en beceriksiz elamanıydı tabii ki. Sen kalk tek başına ev sahibi Rizespor’a kafa tut ve mutlak 5 gol pozisyonunda kaleni gole kapa. Olacak şey mi bu? Takımın diğer elemanlarıyla uyum içinde oynasana kardeşim…Ha bir de ‘harikalar’ yaratan ‘nöbetçi’ teknik direktör Serdar Topraktepe var elbette. Salih Uçan ‘takıntılı’ Serdar Toprektepe. Sevgili Serdar görüp göreceğin buydu ve ne yazık ki şansını hiç iyi kullanamadın. Yaşanan sorunlu süreçten dersler çıkaracağını varsaymıştım ama yanılmışım…

Yerlisinin de ecnebisinin de en kötüsü Beşiktaş’ta. Bunu başarmak gerçekten üstün yetenek gerektirir. Futboldan hiç anlamayan dahi astronomik harcamalar yaparak istese de en kötüleri bir araya getiremez. Beşiktaş, Rizespor karşısında ‘toplama takım’ görünümünde değil tamamen öyleydi. Hani derler ya ‘bunun ne başı ne sonu belli’ Beşiktaş’ın şu andaki durumu bundan ibaret. Ancak ‘gidene güle güle gelene hoş geldin’ ile son bulmamalı bu hikaye. Birileri bunun hesabın vermeli. Bu kadar beceri yoksunu futbolcu akıl almaz rakamlara nasıl ve niye transfer edilir? Oyuna sonradan dahil olan Cher Ndour’un son derece laubali tutumu Beşiktaş’ta göreve gelen ve gelecek yönetimlere ders olmalı, ki isimler değil yüreği ile oynayacak futbolcular transfer edilsin…

Beşiktaş’ı Rizespor karşısında ‘Tanrı’ değil kaleci Mert Günok’un üstün becerisi ve azmi korudu. Şayet kalede Mert olmasaydı karşılaşmanın ilk yarısını 4-0 geride kaparlardı. İkinci yarıda da en az iki tane daha yerlerdi. Beşiktaş’ı Mert Günok kurtardı da 1-1 sona eren maçta puan kazandı. Bu takımı ne Sergen Yalçın ne de bir başkası kısa sürede ayağa kaldıramaz, Beşiktaşlılar ilk önce bu acı gerçeği kabullenecek, sonraki aşamada da takımdan desteğini çekmeyecek. Bu sürecin başka türlü aşılması olası değil… Bu arada soran olmadı ama ben yine de söyleyeyim! Şayet alt yapıdan oyuncu gelmesini istiyorsanız ve gerçekten buna niyetiniz varsa alt yapının tüm sorumluluğunu bunun eğitimini almış Halim Okta’ya verir, Samet Aybaba’nın yakın arkadaşı ve ‘yoldaşı’ Mehmet Ekşi’ye de emekleri için teşekkür edersiniz. Unutmadan, bir önerim de ‘Scout ekibi’ hakkında olacak hani futbolcu izleme komitesi… Gökhan Keskin’i çağırıp deneyimlerini dinleyin. Gökhan’ın Güney Amerika’da bulduğu ve transfer etmek istediği oyuncuları Fikret Orman’ın niye istemediğini öğrenin. Bir de sorun Gökhan Keskin’e beğendiği ve istediği oyuncuların 3-5 yıl sonra hangi takımlarda kaç milyon dolara oynadığını…

                                                               /././

Yeni bir yıla gerçekten ne zaman girilir?-Mine Söğüt-

Zerre kadar istemediğimizi net bir şekilde dile getirmez, eyleme dökmez ve kayda geçirmezsek, önümüzdeki yeni yılların eski yıllardan zerre farkı olmayacak ve boş anlamlar yüklediğimiz o umut dolu yeni yıl dilekleri tekrar ve tekrar elimizde patlayıp dünyamızı daha da karartacak.

Bu ülke yeni bir yıla, ama gerçekten “yeni” bir yıla ne zaman girmişti, hatırlayan var mı?

1980’de mi? 1993’te? 2000’lerin başında? 2013’te? 2015’te? 2019’da? 2023’te?

Pozitif anlamda “yeni” bir yıla girmiş miydi hiç gerçekten?  Yeni ve iyi bir şey olmuş muydu geride kalan çeyrek yüzyıl boyunca bu ülkede?

Geriye dönüp baktığımızda her yeni yılda daha korkunç bir yıla girdiğimizi fark etmeden, başımıza gelmekte olanları doğru değerlendiremeden birbirimizi kucakladığımız ve “iyi” yıllar dilediğimiz bir dünyada “iyi”nin ne olduğunu hızla unuttuğumuz bir hayata doğru sürüklendik.

Her yıl bir öncekinin neredeyse aynısı hatta daha beteri oldu.

Umut aradığımız her yerde boy boy umutsuzluklar yeşerdi.

Şimdi de biliyoruz;

Eski bir yıl bitip yeni bir yıl başladığında bu korkunç hayata sihirli bir değnek değmeyecek. Noel babalar bacalardan aşağıya kucaklarında içi dünya barışıyla dolu paketlerle inmeyecek.

Kürt sorunu “Yeni yılda küslük olmaz” denilerek kendiliğinden bir anda bitmeyecek.

Grevler, işverenlerin çalışanlarına yeni yıl hediyesi olarak derhal kabul edeceği sözleşme şartlarıyla bir anda sona ermeyecek.

İnşaat ve maden şirketlerine peşkeş çekilen orman arazileri ani bir hukuki aydınlanmayla onların elinden alınıp talandan kurtarılamayacak.

“Layık olmadığım yerde benim işim ne? Yeni yılda istifa edip makamımı layık olanlara bırakıyorum” diyen liyakatsiz yöneticiler sahneden çekilmeyecek.

Hapislerde suçsuz yere yatırılan sayısız insan yıl yeni diye özür dilenerek ve yaşadıları haksızlıklar tazmin edilerek birden serbest bırakılmayacak.

Ve iktidar “Ben ne yapıyorum. Resmen yıllardır bu ülkeyi taammüden yok etmeye çalışıyorum. Ülke artık gerçekten yeni bir yıla hatta yeni bir çağa girsin diye derhal istifa ediyorum” demeyecek.

Aksine bu yeni yılda;

Ha gitti ha gidecek dediğimiz iktidar kazığını biraz daha derine çakacak.

Ha bitti ha bitecek dediğimiz savaşların alevleri başka başka yerlere sıçrayıp artacak.

“Artık son bulsun” denilen kadın cinayetleri katlanarak çoğalacak.

Dipten aşağıya düşemez asanılan yoksulluk çıtası fizik kurallarını alaşağı edip dipten de aşağıya düşmeyi başaracak.

Hukuka güvensizlik arşa çıkacak.

Ve biz batının gittikçe faşistleşen aklını kaçırmış politikalarıyla, doğunun kadınları penceresiz odalara kapatacak kadar yoldan çıkan radikal ve vahşi İslami politikaları arasında sıkışa sıkışa ülkenin başına gelebilecek felaketlerden felaketler seçeceğiz.

İşte bu yüzden;

Birbirine tıpa tıp benzeyen yılları ardı ardına dizerek ve bu düzeni değiştirmek için elimizden hiçbir şeyin gelmeyeceğini düşünerek girdiğimiz yeni yıl eski yıllardan daha beter bir yıl olacak ve daha en baştan içinde hiçbir kurtuluş beklentisi barındırmayan eski ve yıpranmış bir yıl olarak başlayacak.

Yeni yılda birbirimize söylediğimiz o umut dolu temenniler sabahı göremeden yılın daha ilk günü çöpü boylayacak.

Böyle bir dünyada “yeni” bir yıla girmek için artık dünyanın güneşin etrafında 365 gün 6 saat dönmesini ölçü olarak alamayız.

Yaşadığımız zamana “yeni” diyebilmemiz için yıllardır tekrarlanan döngüden çıkabilecek ve kendimize gerçekten “yeni” bir dünya inşa etmeyi isteyebilecek itiraza ve gayrete sahip olmanın yollarını aramalıyız.

Yeni yıldan illa bir umut duymak istiyorsak önce geleceğin ne kadar karardığıyla, çıkışsızlığın kapıya nasıl dayandığıyla, başımıza gelmekte olanların korkunçluğuyla net bir şekilde yüzleşmemiz şart.

Bu korkunç uçuruma, başımıza gelenlerle yüzleşmekten kaçıp ezber bir umut hezeyanı yüzünden düştüğümüz gerçeğini artık görme zamanı.

Ne istediğimizi değil…

Neyi artık istemediğimizi…

Hem de hiç istemediğimizi…

Asla istemediğimizi…

Zerre kadar istemediğimizi net bir şekilde dile getirmez, eyleme dökmez ve kayda geçirmezsek, önümüzdeki yeni yılların eski yıllardan zerre farkı olmayacak ve boş anlamlar yüklediğimiz o umut dolu yeni yıl dilekleri tekrar ve tekrar elimizde patlayıp dünyamızı daha da karartacak.

O yüzden herkese mutlu bir yıl değil sert bir yüzleşme ve kararlı bir eylem dileğiyle...

                                                           /././

ABD’de iki saldırı, iki portre: Örgütlü bir terör eylemi mi yoksa orta sınıfların patlaması mı?-Eray Özer-

Ekonomik kriz, Demokratların elinde kötü yönetilen bir ülke, göçmen tartışmaları, Orta Doğu krizi, Trump etkisi vs… derken acaba ABD’de toplumsal patlama, yoksunluğa ve yoksulluğa doğuştan şerbetli alt sınıfları ıska geçip orta sınıflarda mı kendini gösteriyor?

ABD’nin New Orleans kentinde önceki gece, on gün kadar önce Almanya’da yaşanana benzer bir saldırı gerçekleştiŞehirde o gece oynanacak Amerikan Futbolu Kolej Ligi finali -“Sugar Bowl” deniyormuş bu finale, profesyonel ligdeki “Super Bowl”a göndermeyle- ve yılbaşı etkisiyle caddelerin kalabalık olacağını kestiren saldırgan bir telefon uygulamasından kiraladığı aracını insanların üstüne sürdü, yetmedi araçtan inerek silahıyla çatışmaya girdi.Otuzdan fazla insan yaralandı, son rakamlara göre 15 kişi hayatını kaybetti.

Gece yarısını 3 saat 15 dakika geçe yaşanan bu vahim olaydan hemen sonra saldırı ve saldırgan hakkında bilgiler akmaya başladı.

İlk gelen bilgiler arasında en dikkat çekici olan saldırıda kullanılan pikaptan bir IŞİD (DAEŞ) bayrağı çıkmasıydı.

Saldırganın ismi de Shamsud-Din Bahar Jabbar olarak açıklanınca insanın aklına doğal olarak yakın zamanda ABD’ye bir şekilde girmiş, Orta Doğulu birinin örgütün yönlendirmesiyle bu kanlı eylemi gerçekleştirdiği geliyordu.

Hatta Trump da sıcağı sıcağına yaptığı açıklamada saldırganın sınırı izinsiz geçen biri olduğu imasında bulunuyor, konuyu tam da istediği noktaya; ABD’nin sınır güvenliğine getiriyordu.

Lakin bilgiler akmaya başlayınca karşımızda bambaşka bir profil olduğunu görmeye başladık.

42 yaşındaki Shamsud Jabbar bırakın Orta Doğu’dan birkaç gün önce gelmeyi, uzun süre Amerikan ordusuna hizmet etmiş bir veterandı. Sekiz yıl boyunca Afganistan görevi dahil farklı birimlerde bilgi teknolojileri uzmanlığında görev yaptıktan sonra 2020’de başçavuş rütbesiyle ordudan terhis edilmişti.

Askeri kariyerini 2015’ten sonra rezerv birliklere atanarak bir nevi donduran Jabbar 2015-2017 arasında George State Üniversitesi’nden bilişim alanında lisans derecesi almıştı.

Teksaslıydı. İki kere evlenmiş; ilk evliliği 2012’de boşanmayla sonuçlanmış, ikinci evliliği ise üç yıldır devam eden bir boşanma sürecine girmişti.

Saldırı sıcaklığını korurken Jabbar’ın 2020’den bir Youtube videosu düştü (video silinmiş ama ben yazıyla birlikte size göndereceğim) sosyal medyaya. Büyük bir emlak şirketinde çalışmaya başlamış, emlakçılığa soyunurken kendini anlatan bir video çekmek istemişti. Tam bir Amerikalı orta sınıf beyaz yakalı çalışan gibi görünüyor ve konuşuyordu videoda. https://www.dailymotion.com/video/x9boque

İş dünyasından kişilerin iletişim bilgilerini paylaşan RocketSearch’te de bir sayfası vardı ve burada da yine “parlak” bir beyaz yakalı fotoğrafının altında halihazırda Deloitte’ta bilişim alanında iş geliştirme departmanında çalıştığı bilgisi yer alıyordu.

NY Times; yıllık 120 bin dolar geliri olmasına rağmen boşanma sürecindeki avukat masrafları, ilk evliliğinden doğan nafaka yükümlülüğü derken maddi açıdan zora girdiği bilgisini paylaşıyordu.

Yine NY Times’a göre ilk eşi son bir yılda giderek “tuhaflaştığını” ifade ediyordu. Saçlarını kazıtmıştı, ilk evliliğinden olan 15 ve 20 yaşlarındaki iki çocuğuna kötü davranıyordu.

Jabbar’ın 24 yaşındaki kardeşi, çocuklukta Hristiyan olarak büyütüldüklerini ama ağabeyinin uzun bir süre önce İslamiyet’i seçtiğini söylüyordu.

Müslümanların çoğunlukta olduğu mahallesinden arkadaşları da Shamsud’un radikalizmle hiç alakası olmadığını, gayet sakin ve saygılı bir profil çizdiğini anlatıyorlardı. Sadece ortaokul ve liseden bir arkadaşı, yıllar sonra Facebook’ta karşılaştıklarını belirterek son zamanlarda Jabbar’ın dinle ilgili paylaşımlarının artmasının dikkatini çektiğini belirtiyordu.

Kısacası New Orleans’ta kalabalığın arasına pikabıyla dalarak 15 kişiyi öldüren Jabbar son dönemde nakit sıkıntısına girmiş, özel hayatında sorunlar yaşayan fakat bunların dışında ABD’de doğup büyümüş, orta sınıfa mensup, beyaz yakalı bir çalışan ve eski bir Amerikan askeriydi.

Yani Amerikan sağına yakın sosyal medya hesaplarının sıcağı sıcağına “görmek istediği” gibi sınırı birkaç ay önce geçmiş bir Orta Doğulu veya alt sınıftan gelen suç dosyası kabarık bir profil kesinlikle değildi.

Olayla ilgili başka isimler olup olmadığı hala araştırılıyor. İlk gelen bilgilerde saldırının yaşandığı French Quarter bölgesinde başka noktalara yerleştirilmiş patlayıcılar olduğu, FBI’ın biri kadın dört kişiyi aradığı bilgisi yer alıyordu; federal yetkililer bu bilgiyi yalanladı.

Pikaptaki IŞİD bayrağı Jabbar’ın kendi mesajı mıydı yahut IŞİD Jabbar’ı kısa süre önce devşirerek eylemi organize bir şekilde mi gerçekleştirdi, henüz bilmiyoruz.

Bir diğer saldırı: Trump’ın otelinde, Musk’ın aracı patlatıldı

Dün gece yarısı tüm bu bilgiler akarken bir patlama haberi daha düştü ajanslara: Las Vegas’taki Trump Oteli’nin önünde Elon Musk’ın Tesla’sının üretimi olan bir “Cybertruck” patlamıştı. 

https://www.dailymotion.com/video/x9bor3e

Olaya ilişkin videolarda bir uzay aracı görünümündeki Cybertruck’ın alt kısmından başlayan bir patlama sonrası araçtan dışarıya havai fişekler sıçradığını görüyorduk.

Buna karşın otele bir şey olmamış, araç hemen kapıda patlamasına rağmen camlar bile kırılmamıştı.

Peki, bu patlama New Orleans’taki saldırının devamı niteliğinde bir eylem miydi, yoksa tamamen tesadüf eseri yaşanmış bir kaza mı?

Kazaysa bir patlama ancak bu kadar “tesadüfi” olabilirdi: Trump’ın otelinin önünde Musk’ın arabası patlıyordu. Adeta Tanrı, Trump-Elon kardeşliğiyle kazanılan ABD Başkanlık seçimine “ilahi” bir gönderme yapmak istemiş gibi…

Pek de “tesadüf” olmadığı anlaşıldı saatler geçtikçe. Önce FBI olayın bir terör eylemi olarak soruşturulduğunu, araç şoförünün patlama esnasında öldüğünü, o esnada araç çevresinde yer alan 7 kişinin de yaralandığını açıkladı.

Daha sonra bu olayda da saldırı şüphesi olduğu ve aracın içinde ölen 37 yaşındaki Matthew Livelsberger’in şüpheli olarak soruşturulduğu yerel medyaya yansıdı.

FBI yanan ceset üzerinde kimlik belirleme çalışmalarına devam ettiği için şüphelinin kimliğine dair resmi bir açıklama yapmamış fakat yerel medya Matthew Livelsberger ismine ulaşmıştı.

Çok çarpıcı olan bilgi ise Livelsberger’in de New Orleans saldırganı Jabbar gibi eski bir Amerikan askeri çıkmasıydı!

Hatta ikili aynı birlikte görev yapmıştı!

Üstelik Livelsberger de istihbarat ve bilişim alanında uzmanlaşmış ve tam 19 yılını askeriyede geçirmişti.

İki isim de bir tür pikap kiralamış ve araçları kiralarken aynı araç kiralama uygulamasını kullanmayı tercih etmişlerdi.

Çok fazla tesadüf bir araya geliyordu ve Amerikan medyasına konuşan uzmanlar bu kadar rastlantının hayatın olağan akışına uygun düşmediğine dair yorumlar yapmaya başlamıştı.

İki olayda da soruşturmalar devam ediyor, detaylar geldikçe daha fazla yorum yapabileceğiz.

Benim dikkatimi çeken şey ise ikinci saldırganın da yine orta sınıf mensubu, radikal görüşlerle herhangi bir ilişkisi -henüz- göze çarpmayan, hali vakti yerinde -belki yakın zamanda maddi zorluklar yaşamak zorunda kalmış- tipik bir Amerikalı profili çizmesiydi.

Bu iki profil arasındaki benzerliği görünce hemen aklıma daha on gün önce yine burada yazdığım birkaç cümle geldi.

UnitedHealthcare CEO’suna düzenlenen suikastı ve suikastçının profilini aktardığım yazının finalinde şunları belirtmiştim:

“ABD’de yaşanan olay yaşam şartlarının tetiklediği bir deliliğin, şuur kaybının ve şiddet ihtiyacının alt sınıflardan orta sınıflara doğru kaydığını göstermesi açısından görmek isteyen için pek çok ders taşıyor. Zira orta sınıfta yaşanacak bir toplumsal patlama öncekilere benzemeyecektir. Bugün toplumun ekonomisine, kültür endüstrisine, tüketim alışkanlıklarına orta sınıfın refleksleri ve tercihleri yön veriyor. Buradan yayılacak bir şiddet dalgasının etkisi Türkiye’de de başka coğrafyalarda da geçmişteki benzerlerinden çok ama çok daha yıkıcı olacaktır.”

Acaba gerçekten böyle mi oluyor?

Ekonomik kriz, Demokratların elinde kötü yönetilen bir ülke, göçmen tartışmaları, Orta Doğu krizi, Trump etkisi vs… derken acaba ABD’de toplumsal patlama, yoksunluğa ve yoksulluğa doğuştan şerbetli alt sınıfları ıska geçip orta sınıflarda mı kendini gösteriyor?

Şu anda bilemiyoruz. Süreç içinde hep birlikte göreceğiz.

Kesin olan bir şey var ki, bu saldırılarda “farklı” bir profille karşı karşıyayız. Amerikan yetkililerini daha çok korkutması gereken bir profil bu.

Bu arada… Bitirmeden bir not daha düşeyim: UnitedHealthcare, New Orleans ve Trump Oteli… Bu üç saldırıda da faillerin bilişim formasyonundan geldiğini ve bu sektörden çıktığını görüyoruz.

Ertuğrul Özkök’ün pek sevdiği türden bir parasosyolojiyle bakarsak teknoloji dünyasındaki baş döndürücü değişimin en çok da sektörün mensuplarını içeriden “çıldırttığını” söyleyebilir miyiz?

Ne dersiniz?

                                                             /././

(T24)






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -9 Ocak 2025-

Kısmi uygulanıyor ya da kaldırıldı(III): Elektronik oylama hangi ülkelerde var?-Füsun Sarp Nebil- Elektronik oylama ilk etapta, çok avantajl...