T24 "KÖŞEBAŞI + GÜNDEM" -24 Ocak 2025-

40 soruda Uğur Mumcu cinayeti: Geçen 32 yılda neler oldu, o tuğla çekilecek mi?-Gökçer Tahincioğlu-

Karlı Sokak’ta “devlet büyüklerinin geleceği” gerekçe gösterilerek çalı süpürgesiyle delillerin süpürülmesi, 32 yıllık süreçte yaşanacakların habercisi gibiydi.

gökçer hoca uğur mumcu

Türkiye basın tarihinde haberleri, yazıları, dosyaları ve kitaplarıyla büyük bir iz bırakan gazeteci Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin üzerinden tam 32 yıl geçti. 24 Ocak 1993’te, Ankara’nın o karlı ve soğuk gününde henüz çocuk olup patlamanın sesiyle sarsılanlar bugün orta yaşlarına merdiven dayadı. Suikastın işlendiği gün, sonradan Mumcu’nun isminin verildiği Karlı Sokak’ta “devlet büyüklerinin geleceği” gerekçe gösterilerek çalı süpürgesiyle delillerin süpürülmesi, 32 yıllık süreçte yaşanacakların habercisi gibiydi.

90’lı yılların karanlığı kendisini cinayetlerle gösteriyordu. Enseden sıkılan kurşunlar, bombalı paketler, araçlara konulan bombalar.

Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Musa Anter de bu saldırıların hedefi olan isimler arasındaydı.

Bu cinayetlerin işlendiği dönemde, suikastlerin tek elden çıkmış olabileceği kimsenin aklına gelmiyordu. Ancak 2000 yılında başlatılan Umut Operasyonu’nda tam 18 benzer olay birleştirildi ve bu eylemlerin tamamının “Selam/Tevhid-Kudüs Ordusu” adlı örgüt tarafından gerçekleştirildiği iddia edildi. İddiaya göre, 1988-1999 arasında gerçekleştirilen 18 ayrı saldırıyı bu örgüt yapmıştı. Çetin Emeç, Turan Dursun suikastlerinin de aralarında olduğu 5 ayrı eylem ise “İslami Hareket Örgütü” tarafından gerçekleştirilmişti.

Yargıya göre, her iki örgüt, İran’da Kudüs Ordusu ve İran gizli servisi Sawama ile bağlantıya geçip siyasi ve askeri eğitim almışlar, silah ve patlayıcı madde temin etmek gibi faaliyetlerde bulunduktan sonra saldırıları yapmışlardı. Yargı bunları kayıt altına almasına rağmen nedense İran’a uyarıda bile bulunulmadı.

Uzun zaman tüneli, yargının kayıt altına aldığı tüm bu cinayetlerle ilgili soru işaretlerinin, ilk günkü yerlerinde durduğunu gösteriyor.

1. Uğur Mumcu nasıl öldürüldü?

Uğur Mumcu ve ailesi, o zamanki ismiyle Köroğlu Caddesi’nin paralelinde, Çankaya’nın tam ortasında, sakin ve sessizliğiyle bilinen Karlı Sokak’ta oturuyordu. Mumcu, tüm ülkenin tanıdığı, kitapları, yazıları, haberleri ve görüşleriyle en çok dikkati çeken gazetecilerin başında geliyordu. Mumcu, uzun zamandır tehditler alıyordu ve yakın dostlarına kendisine yönelik bir eylem olabileceği kuşkusunu dile getiriyordu. Aslında ülke öyle bir psikoloji altına girmişti ki Uğur Mumcu ya da tanınmış bir başka gazeteciye yönelik saldırı ihtimali kimseyi şaşırtmıyordu. Herkes, kimin tehdit altında olduğunun farkındaydı. Devlet de farkındaydı, ama nedense Mumcu’ya koruma verilmiyordu. Mumcu, her sabah arabasını aynı tedirginlikte çalıştırıyor, telefonları bu şekilde açıyor, bir yere gittiğinde etrafı kolaçan etmek zorunda kalıyordu. Ama vazgeçmiyordu. Silah kaçakçılığından örgütlerin uyuşturucu bağlantılarına, laiklik karşıtı odakların dış bağlantılarından ABD’nin bu kesimlerle ilişkilerine kadar hemen her konuda yazmayı, araştırmayı sürdürüyordu.  24 Ocak 1993 Pazar günü sabahı, Çankaya’nın hemen her yerinden duyulan patlama sesiyle irkildi Ankara. Uğur Mumcu artık yaşamıyordu. Arabasına konulan bombanın patlamasıyla Uğur Mumcu yaşamını kaybetti.

2. Olay yeri inceleme neden eleştiri konusu oldu?

Kısa zaman içinde polis, itfaiye, olay yeri inceleme ekipleri Karlı Sokak’a akın etti. Aile, kendine gelmeye çalışıyordu. Ama devlet için önemli olan olay yeri değildi. Devlet büyükleri gelecekti, hazırlık yapılmalıydı. Elde çalı süpürgesi ile bomba kalıntıları ve diğer kanıtlar süpürülmeye başlandı. Ülkeyi yönetenlerin “Namus borcumuz” diyerek aydınlatma sözü verdikleri suikaste ilişkin yargı sürecinin akıbeti de daha o zaman anlaşıldı.

“Üzerime gelmeyin”

3. Soruşturmayı kim yürüttü, sözleri nasıl tarihe geçti?

Dönemin Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) görevli askeri savcılarından Ülkü Coşkun, soruşturmada görevlendirilen isimdi. Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral’la birlikte soruşturma için Mumcu’nun evine giden Coşkun’un, “Üzerime gelmeyin, bu işi devlet yapmıştır” şeklindeki sonradan reddedilen sözleri tarihe geçti. Tıpkı dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın aileyi ziyaretinde paylaştığı, daha sonra söylediğini reddettiği “Bir tuğla çekersek duvar yıkılır” sözleri gibi.

4. Soruşturma nasıl ilerledi?

Kamuoyunun büyük beklentisine rağmen soruşturma çok ağır ilerliyordu. Uğur Mumcu’nun evini arayanların listesi bile PTT’den istenmiyordu. Ekspertiz raporları televizyon programlarında açıklanıyor, savcılık buna karşı bile işlem yapmıyordu. Bu gelişmelerin ardından Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu, Savcı Ülkü Coşkun’un soruşturmayı savsakladığı gerekçesiyle Adalet Bakanlığı’na başvurdu. Müfettişler, soruşturmadaki ihmalleri ortaya çıkardı. Ancak Coşkun, asker olduğundan Millî Savunma Bakanlığı’nın işlem yapması gerekiyordu. O işlem hiç yapılmadı.

5. TBMM ayrı bir çalışma yaptı mı?

TBMM’de 1997’de çalışmalarını tamamlayan Uğur Mumcu Cinayetini Araştırma Komisyonu’nun raporu, katilleri işaret etmese de cinayetin adım adım nasıl geldiğini göstermesi açısından önemliydi. Komisyon, Mumcu’nun tehditlere rağmen korunmadığını, savcıların görevi ihmal niteliğinde eylemlerinin olduğunu açığa çıkarttı.

Gökçer Tahincioğlu yazdı: “O tuğlayı çekin, duvar yıkılsın”: Uğur Mumcu’nun katili için komedi gibi 'araştırma'(https://t24.com.tr/yazarlar/gokcer-tahincioglu-yuzlesme/o-tuglayi-cekin-duvar-yikilsin-ugur-mumcu-nun-katili-icin-komedi-gibi-arastirma,48116)

6. TBMM raporunda hangi önerilerde bulunuldu?

TBMM raporunda, sonuç vermeyen şu önerilerde bulunuldu:

"Soruşturmayı savsaklayan ve görev kusuru olan DGM eski Başsavcısı Nusret Demiral ve DGM Eski savcısı Ülkü Coşkun,

Uğur Mumcu'yu koruma konusunda gerekli önlemleri almayan Ankara Valisi ve her kademede görev yapan diğer ilgililer,

Soruşturmanın gizliliğini ihlal eden ve 18.02.1993 tarihinde TRT'de yayınlanan Perde Arkası programına katılarak görüş belirten kamu görevlileri,

Soruşturmanın gizliliğini ihlal eden ve 20.09.1993 tarihinde yayınlanan Ateş Hattı Programına tanık Ayhan Aydın'ı (Not: O dönemki şüphelilerden biri) götüren güvenlik görevlileri,

İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde görevli polisler olup, tutanakta (Not: Olay yerindeki bazı kanıtlarla ve şüphelilerle ilgili tutanaklarda tarih oynaması yapılarak, cinayetten sonraki bir tarihin atıldığı kuşkusu doğmuştu) tahrifat yapan ve imha tutanaklarını tanzim edenlerle, diğer ilgili ve görevliler hakkında, inceleme, araştırma ve gerekli soruşturmanın yapılması uygun olacaktır."

7. Bu önerilerle ilgili adım atıldı mı?

Hayır. TBMM komisyonuna emniyetten gelen dosyadan DGM Başsavcısı Demiral’ın gönderdiği, komisyona belge verilmemesi talimatını içeren yazı çıktı. Komisyon üyeleri, bu konuda açıklama üzerine açıklama yapsa da yine sonuç alınamadı. Önerilerin hiçbiri ile ilgili adım atılmadı. Soruşturmanın savsaklanması, Mumcu’nun korunmaması konusunda kimse hesap vermedi. Danıştay 10. Daire, devletin koruma yükümlülüğüne rağmen adım atmaması nedeniyle Mumcu ailesine tazminat ödemesine hükmetmesine rağmen de ihmali olanlar için işlem yapılmadı.

8. Mumcu’nun aracına konulan C-4 patlayıcılar konusunda raporda hangi tespitler yapıldı?

Komisyonun çalışmaları çarpıcı bir bilgiyi de açığa çıkartmıştı. Mumcu, C4 tipi patlayıcı ile öldürülmüştü. Emniyete, elinde C4 olup olmadığı sorulduğunda, daha önce ele geçirilen 68 kiloluk malzemenin 43 kilosunun imha edildiği belirtilmişti. Geri kalan 25 kilo ile ilgili bir bilgi yoktu. Sonradan bu konuda bir tutanak düzenlenmişse de bu tutanakta 25 kilo değil, 250 gram patlayıcının imha edildiği görülüyordu. Geriye kalan patlayıcının ne olduğu ise hâlâ faili meçhul.

9. Cinayeti üstlenen örgüt oldu mu?

Hayır. Ancak 1998’in sonlarında ise Abdullah Argun Çetin adlı, karanlık bağlantıları olan bir kişi medyayı gezerek, Mumcu cinayetiyle ilgili bilgileri olduğunu anlatmaya başladı. Kısa sürede tutuklandı. Çetin’in vereceği bilgilerle cinayetin aydınlanabileceği düşünüldü, ancak bilgileri çelişkiliydi. 23 aylık tutukluluktan sonra Çetin serbest bırakıldı ve umutlar yine boşa çıktı.

10. Cinayetin aydınlatılmasına yönelik Umut Operasyonu nasıl başladı?

Mumcu cinayetini aydınlattığı iddia edilen Umut operasyonu, adını “Uğur Mumcu Uzun Takip” operasyonundan aldı. Operasyon Ocak 2000’de Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu'nun Beykoz'daki villasına yapılan baskında bulunan hard disklerin incelenmesinden sonra başlatıldı. Buradaki bilgilerden İstanbul'da “Tevhit - Selam / Kudüs Ordusu” adlı örgütün İran bağlantısıyla eylemleri yaptığı şüphesi doğdu. Sadece Uğur Mumcu cinayeti değil, aynı örgütün Muammer Aksoy, Bahriye Üçok suikastleri gibi pek çok eyleme imza attığı söylendi.

11. Umut Operasyonu’yla ilgili ilk kuşkular nasıl oluştu?

Bu bilgilerin açığa çıkmasının ardından büyük bir operasyonla iki kişi yakalandı. Bu iki kişiye, Mumcu cinayeti başta olmak üzere Ankara’da işlenen benzer suçlarla ilgili tatbikat yaptırıldı. Her ikisi de cinayetleri kabul ediyor, ayrıntılarla basının önünde bilgi veriyordu. Ancak bu iki ismin, Yusuf Karakuş ve Abdülhamit Çelik’in asıl şüpheliler olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Her ikisi de işkence altında ifade verdiklerini söyledi. Birkaç gün içinde  Karakuş ve Çelik’in bağlı olduğu aynı örgütün üst düzey isimlerine yönelik operasyon yapılması, işkence iddialarını güçlendirdi.

12. Umut davası hangi gelişmelerden sonra, kimler hakkında açıldı?

Dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, konuyla yakından ilgileniyordu. Yapılan soruşturma Temmuz ayında tamamlandı. İlk gözaltına alınan gruptakilerin verdikleri isimler doğrultusunda çalışmalar yürütüldü. Ferhan Özmen liderliğinde olduğu ileri sürülen yeni bir grup gözaltına alındı ve tutuklandı.  Ankara İl Jandarma Alay Komutanlığı ekipleri, 13 Mayıs 2000 tarihinde, Sincan`ın Çimşit köyünde, 39 el bombası, 2 el bombası fünyesi, 46.5 kilogram C-4 plastik patlayıcı, 46 TNT kalıbı, çok miktarda fişek ve 18 makineli tabanca buldu.

Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı suikastının faili olarak 14 Mayıs 2000`de Ankara`da gözaltına alınan Necdet Yüksel`in, 15 Mayıs 2000 tarihinde, Sincan`da yer göstermesi sonucu, çok sayıda değişik çapta tabanca, 3 Uzi marka tabanca, 8 lav silahı, 50 susturucu, kullanıma hazır bomba düzenekleri, 81 tam 8 yarım yeşil renkli C-4 patlayıcı, 25tam 6 yarım beyaz renkli C-4 patlayıcı ve çok sayıda mermi ele geçirildi.

11 Temmuz 2000'de Ankara 2 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde (Uğur Mumcu, Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok cinayetlerini de içeren) 18 olayın konu edildiği "Umut Davası"nda 15'i tutuklu, 17 sanığın yargılanmasına başlandı. İddianamede, Mumcu'nun aracına konan bombanın Ferhan Özmen tarafından yapıldığı ve araca Necdet Yüksel'in gözcülüğünde Oğuz Demir tarafından yerleştirildiği ifade edildi.

Uğur Mumcu'nun Ankara'daki cenaze geçidi

13. Dava nasıl sonuçlandı?

İlk yargılama sonunda sanıklardan Necdet Yüksel, Rüştü Aytufan ve Ferhan Özmen'e "Anayasal düzeni cebren değiştirmeye teşebbüs etme" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. Örgütün İran bağlantısını sağladığı iddia edilen Ali Akbulut, Selahattin Eş, Ahmet Cansız, Aydın Koral ve firari sanık Oğuz Demir hakkındaki dosya ayrıldı.

14. Cezalar kesinleşti mi?

2002'de Yargıtay Necdet Yüksel'e ve Rüştü Aytufan'a verilen hapis cezaları onadı. Hakkındaki ilk karar bozulan Özmen’e 28 Temmuz 2005'te Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından ağırlaştırılmış müebbet, Ekrem Baytap da 15 yıl hapis cezası aldı.

Yedi sanık (Abdulhamit Çelik, Hasan Kılıç, Mehmet Ali Tekin, Mehmet Şahin, Fatih Aydın, Muzaffer Dağdeviren ve Yusuf Karakuş) altı yıla kadar hapis cezasına çarptırıldı. Sanıklar hakkında ceza indirimi yapıldı.  Firari sanık Oğuz Demir'in dosyası ayrıldı.

2006'da Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Özmen hakkındaki kararı onadı. Sanık Baytap'a verilen 15 yıl hapis cezası bozuldu. Diğer sanıkların ise cezalarında indirime yol açan Topluma Kazandırma Yasası'ndan yararlanamayacaklarına işaret edildi.

Mahkeme, 17 Aralık 2013’te, sanıklardan Mehmet Ali Tekin, Hasan Kılıç ve Ekrem Baytap’ı “silahlı suç örgütü kurma ve yönetme” eylemlerinden 12 yıl 6’şar aya; Abdulhamit Çelik, Fatih Aydın, Yusuf Karakuş, Mehmet Şahin ve Recep Aydın da “silahlı suç örgütü üyesi olmak” suçundan 6 yıl 3’er ay hapse mahkûm etti.

15. Kimlerin dosyaları ayrıldı?

Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, 2009'da “Tevhid-Selam ve Kudüs Ordusu” örgütü mensubu Ali Akbulut, Selahattin Eş, Ahmet Cansız ve Aydın Koral'ın yargılanmasına başlandı. Sanıkların Tahran'da yaşadığı ve örgütün İran bağlantısını sağladıkları belirtildi. Firari Oğuz Demir ile bu sanıkların dosyaları arandıkları gerekçesiyle açık tutuldu.

16. Yargıtay, eylemleri bu isimlerin yaptığını karar altına aldı mı?

Yargıtay 9. Ceza Dairesi, verilen son cezaları 31 Mart 2014’te onadı. Onama kararında, “Tevhid Selam Kudüs Ordusu” örgütünün, 1988-1999 arasında Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesi olaylarının da aralarında bulunduğu 18 ayrı saldırıyı gerçekleştirdiği belirtildi.

17. Bazı sanıklar neden yeniden yargılandı?

Suikastlara katılmaktan değil örgüt üyeliğinden ceza alan ve operasyonun sonradan hayal kırıklığı yaratan ilk dalgasında tutuklanan sanıklar, 17 Temmuz 2014 ve 8 Ağustos 2014 tarihlerinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulundular. Başvurucular, gözaltında haklarının hatırlatılmadığını, azami gözaltı süresinin aşıldığını, haksız olarak tutuklandıkları ve gözaltına alındıkları gerekçesiyle kişi hürriyeti ve güvenliği haklarının ihlal edildiğini, ifadelerinin işkence altında alındığını, avukat huzurunda alınmayan ifadelerinin hükme esas alındığını, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini öne sürdüler.

Yüksek mahkeme, başvurucuların avukat yardımından yararlanma hakkıyla bağlantılı olarak hakkaniyete uygun yargılanma hakkı ile yargılamanın 13 yıl 10 ay 25 gün sürmesi nedeniyle makûl sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verdi. Karakuş ve Şahin’e 10’ar bin, Kılıç’a 18 bin lira manevi tazminat ödenmesine hükmedildi. 2017’deki bu karar uyarınca, 3 sanık yönünden yeniden yargılama süreci başladı. Ardından örgüt üyeliğinden ceza alan diğer sanıkların da yeniden yargılanmasına başlandı. Sanıklar tahliye edildi.

18. Cezaevinde kimler kaldı?

Gelinen noktada, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alanlar dışında davanın sanıklarından cezaevinde kalan yok.

Mehmet Şahin, Talip Özçelik ve Mehmet Kassap 1 Nisan 2005’te yürürlüğe giren yeni TCK’da haklarında daha düşük ceza öngörüldüğünden, cezaevinde geçirdikleri 5 yıl göz önüne alınarak tahliye edilmişti.

Sanıkları evinde barındırdığı iddiasıyla hakkında dava açılan Arif Tari, Şartla Salıverme Yasası'ndan yararlandırıldı. Süreç içinde, sadece üyelikten ceza alan diğer isimler de yeni TCK nedeniyle tahliye edildi. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nde ikinci kez yargılanan ve hakkındaki ceza Yargıtay incelemesinden henüz geçmeyen sanıklardan Muzaffer Dağdeviren 22 Eylül 2005'te İstanbul Fatih'te girdiği bir silahlı çatışmada başından vurularak öldürüldü. Kalanlar ise AYM kararıyla tahliye oldu.

Üç firari için beraat

19. 2020’de, kamuoyuna “yeni karar” olarak yansıyan dava neden açıldı?

Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi, yıllar önce dosyası ayrılan Selahattin Eş, Ali Akbulut, Aydın Koral ve Ahmet Cansız hakkındaki yakalama kararını “savunmalarını” yapmaları amacıyla kaldırdı. Ahmet Cansız dışındaki üç sanık, 2020 yılı içinde Türkiye’ye geldi ve mahkemede savunma yaptı, iddiaları reddetti. 20 Ekim 2020’deki duruşmada mahkemeye çıkan Aydın Koral, “Oğuz Demir’i tanımıyorum. En ufak bir örgütsel faaliyetimiz olmadı. Ben dini ve ilmi araştırmalarda bulundum” dedi. Koral, mahkemenin mahkûmiyet kararı vermesi halinde ise hükmün açıklanmasının geri bırakılması uygulamasını kabul edeceğini de ifade etti.

20. Bu dosya hangi kararla sonuçlandı?

Davada 8 Aralık 2020 tarihinde karar çıktı. Mahkeme, sanık savunmaları, tanık beyanları ve tüm dosya kapsamından yüklenen suçun sanıklar tarafından işlendiğinin sabit olmaması nedeniyle Selahattin Eş, Ali Akbulut ve Aydın Koral’ın beraatine karar verdi. Cansız’ın dosyası ayrıldı. Ayrı bir esas numarasında devam ediyor.

21. Beraat kararı hangi gerekçeyle verildi?

Şüpheden sanık yararlanır ilkesine işaret edilen kararın gerekçesinde, “Sanıkların dini inanç ve düşünceleri çerçevesinde Türkiye’de çalışırken 28 Şubat süreci ile birlikte kendilerini güvende hissetmediklerini düşünerek İran’a gittikleri” savunuldu.

22. AYM kararından sonra başlayan yeniden yargılama tamamlandı mı?

Bu dava, Tevhid-Selam örgütü davası olarak devam etti. Sanıklar, Fethullah Gülen cemaatine karşı oldukları için 2000 yılında kumpasa uğradıklarını, hedef haline getirildiklerini öne sürdü. Buna kanıt olarak da FETÖ mensubu hakim ve savcıların, 2010-2014 yılları arasında Selam-Tevhid soruşturması başlatarak yüzlerce kişiyi usulsüz biçimde dinlemelerini gösterdi. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, bu konudaki dosyaları Yargıtay ve İstanbul Başsavcılığı’ndan istedi. Sanıkların cezalandırılmasını talep eden savcılık ise FETÖ ile ilgili iddiaların 2010 sonrasına ait olduğunu belirterek, sanıkların cezalandırılması talebinde bulundu. Dava daha sonra belli sanıklar yönünden karara bağlandı.

23. Mahkeme, kimler hakkında ne karar verdi?

Sanıklardan Mehmet Ali Tekin, Hasan Kılıç ve Ekrem Baytap, “silahlı suç örgütü kurma ve yönetme” eylemlerinden 15’er yıl hapis cezasına mahkûm olmuş, iyi halleri nedeniyle cezaları 12 yıl 6’şar aya indirilmişti. Sanıklar Abdulhamit Çelik, Fatih Aydın, Yusuf Karakuş, Mehmet Şahin ve Recep Aydın da “silahlı suç örgütü üyesi olmak” suçundan 7 yıl 6’şar ay hapis cezasına çarptırılmış ve cezaları iyi halleri dikkate alınarak 6 yıl 3’er ay olarak belirlenmişti.

Anayasa Mahkemesi’nin kararı gereğince davayı yeniden gören Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi daha önce verilen kararı tekrarladı. Sanıklara yine aynı cezalar verildi ve yeniden iyi halleri dikkate alınarak bu cezalar indirildi.

24. Araca bombayı koyduğu söylenen Oğuz Demir bulundu mu, Demir hakkındaki dava sürüyor mu?

Hayır. Oğuz Demir, 32 yıldır kayıp. Eylemlerine 1991’de başladığı varsayılırsa kayıp olduğu süre 34 yıla çıkıyor. 1971 doğumlu olan Demir, “arananlar” listesinde ve 600 bin TL ödülle aranıyor. Hakkında İran’da olduğu iddiaları de dile getirilen Demir’in, Ankara’da yapılan operasyon sırasında kaçtığı ve sınır kapısından yasal yollarla geçtiği öne sürüldü.

Demir hâlâ bulunamadı. Demir’in hakkındaki davanın, zamanaşımından düşme ihtimali de tartışılıyor.

25. Zamanaşımı riskine karşı önlem alındı mı, önlem alınması mümkün mü?

2022’de, Demir ile ilgili ilginç bir karar verildi. Oğuz Demir için Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi'nin, “kaçak” kararı aldığı açıklandı. Böylece Demir’e ulaşılamamasına rağmen davanın kapanmasının önüne geçilebileceği öne sürüldü. Aynı mahkeme; MİT ve emniyete, Oğuz Demir için ne yaptıklarını ve yeni bilgi olup olmadığını sordu. Mahkemenin aldığı karar yargılamanın sürmesini sağlayabiliyor. Ancak dosyasının zamanaşımına girmesini engellemesi mümkün görünmüyor. Bu nedenle Demir hakkındaki davanın karara bağlanması gerekiyor. “Kaçak” kararının da davanın hükme bağlanabilmesi için verildiği belirtiliyor. Bu durumda Demir, “hükümlü” olarak aranabilecek.

26. Mahkeme, zamanaşımı konusunda değerlendirme yaptı mı?

Şu ana kadar yapmadı. Ancak zamanaşımı süresinin 2030 yılında dolacağı konusunda bir değerlendirme de mevcut. Buna göre, “kaçak” kararından bağımsız olarak, zamanaşımı için Mumcu’nun öldürüldüğü tarihin değil, Umut davasının iddianamesinin hazırlandığı 2000 yılının esas alınması gerektiği belirtiliyor. İddianamede, cinayet dışında anayasal düzeni örgütlü biçimde yıkmaya teşebbüs suçlamasının yer alması, bu suçlamanın ilk kez iddianamede yöneltilmesi nedeniyle, zamanaşımı süresi, bu tarihten itibaren 30 yıl olarak değerlendiriliyor. Bu değerlendirmeye göre hareket edilirse, Demir, 2030’a kadar yakalanamazsa dava zamanaşımına girecek.

27. Demir’in yakalanması neden önemli?

Gazeteci Adnan Gerger’in kaleme aldığı “Uğur Mumcu’yu kim öldürdü?” adlı kitapta, Oğuz Demir ile ilgili ilginç bilgiler veriliyor. Kitapta, Demir’in mühendis olduğu, patlayıcılar konusunda özel eğitim aldığı, operasyonlar devam ederken, Ankara Sincan’da yakalanacağı sırada, bulunduğu aracı polislerin üzerine sürerek kaçtığı ve daha sonra Türkiye’den ayrıldığı iddia ediliyor. Demir’in patlayıcıları temin eden ve eylemlerde kullanan isim olduğu, hüküm giyen Özmen ile birlikte İran bağlantılarını kuran isim olduğu da öne sürülüyor. Bu nedenle diğer sanıklardan farklı bilgilere sahip olabileceği üzerinde de duruluyor. Ancak izi bulunamadı. 2007’de Avustralya’da izine rastlandığı bilgisi dosyaya girdi. Ancak İran’da olduğu sanılan Demir’in Avustralya ile ne gibi bir ilgisi olabileceği de aydınlatılamadı. Demir’in Türkiye’deki malvarlığı, suikastten 29 yıl sonra, hükümet kararıyla İçişleri Bakanlığı kararıyla donduruldu.

28. Demir hakkındaki dava sürüyor mu?

Evet. Uğur Mumcu suikastı ile ilgili süren tek dava da Demir’in “kaçak” olarak arandığı bu dava. Davanın duruşması Mayıs ayında yapılacak.

29. Davada Mumcu’nun avukatları Mehmet Ağar’la ilgili hangi talepte bulundular?

Avukatlar, Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu ile Mehmet Ağar arasında geçtiği belirtilen konuşmayı duruşmada anımsattılar. Bu konuşmanın önemine işaret eden avukatlar, Güldal Mumcu’nun, Ağar’ın “Bir tuğla çekersem duvar yıkılır” dediğini kamuoyuna aktardığını belirttiler. Avukatlar, Ağar’ın bildiklerini anlatması için tanık olarak dinlenmesini talep ettiler.

30. MİT’çi Yavuz Ataç’ın ismi nasıl gündeme geldi?

MİT’te görevli Yavuz Ataç, Mumcu suikastı konusunda, geçmişte şu açıklamayı yapmıştı:

“Mumcu’ya suikast yapıldığı gün ben evdeydim. Mumcu’yu çok takdir eder ve severdim. Cesurdu, vatan evladıydı, çıkar peşinde koşmayan iyi bir gazeteciydi. Ben patlayıcılar konusunda ileri derecede uzmanım. Amerika’da eğitim almıştım. Televizyonda altyazıyı görünce evde duramadım, çıktım. Arabama atladım. Yolda gördüğüm bir polise olay mahallini sordum. O tarihte patlama sonrası araştırma yeterli düzeyde değildi. Bunu yapan polis bomba uzmanları yeterli eğitim seviyesine sahip değildi. Cumhuriyet Savcısı tanıdığımdı, ona bir iki şey söyledim, yardımcı olmamı istedi ama emniyet müdürlerinin görevine müdahale gibi olmasın diye gayri resmi olduğum ve amir makamların bilgisi olmadığı için karışmak istemedim. Sadece orada bulduğum bir bataryayı delil olarak dikkate alınsın diye uzmanlara verdim.”

Ataç, bu konuda daha sonra TBMM’de kurulan komisyona da bilgi verdi. Ancak avukatlar, patlayıcılar ve uzmana teslim ettiği batarya konusunda bilgilerine başvurulması için Ataç’ın mahkemeye çağrılmasını talep etti.

31. Mumcu cinayeti, Sedat Peker videolarında nasıl gündeme geldi?

Peker, 2021’deki bir video kaydında Mumcu cinayetini konu ederek, şunları söyledi:

“Mehmet Ağar var ya, Emniyet Müdürlüğü döneminde en iyi arkadaşları Behçet Cantürk, Hüseyin Baybaşin, Savaş Buldan, tüm uyuşturucu işi yapanlar bunun arkadaşı. ‘Kürt iş adamları’ diyorlar ya hayır, hepsi uyuşturucu işi yapıyor. Hepsinden para aldı. Siyasete girerken geçmişini temizlemek için Milli Güvenlik Konseyine bir sunum yaptı, o zaman Tansu Hanım, onu ikna etti. ‘Devletler kendi gelecekleri için bu tip eylemler yapabilir’ şeyinde bir sözlü karar çıkartırıp sonra başladılar hepsini öldürmeye… Kendi geçmişini temizlemek için… Uğur Mumcu neden öldürüldü? Öldürüldüğü zaman yazdığı yazılara bakın. ‘Terörden beslenen terör lordları’, bunun üzerine çalışma ve silah ticareti. Uğur Mumcu şehit ediliyor, yanına ilk gelen kim? Katil en önce gelir, Mehmet Ağar. Eşine diyor ki ‘Ben buradan bir tuğla çekersem devlet aşağı iner’. Terörden menfaat elde edenlere gelince adamı şehit ettiler. Mehmet Ağar’ın yaptığı bu organizasyonların hepsi kendi cebi içindi, gördüm, yaşadım. Bana iş adamını arattırıyorlardı, ‘Bu PKK’ya para veriyor’ diye. Ortak dostumuz. Dedim bu adam Çorumlu nasıl PKK’lı olur? Adama küfür kafir biz arayıp… Sonra adam bunun yanına gidiyor iki James Bond çanta parayla…"

32. Mumcu ailesinin bu açıklamalara yönelik tepkisi ne oldu?

Uğur Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu, sosyal medya hesabından, "Senelerdir Uğur Mumcu cinayetinin aydınlatılması için kim ne biliyorsa anlatsın, işin ucu kime dokunuyorsa dokunsun dedik. Bu görüşümüzü korumaya devam ediyoruz. Çekin tuğlaları yıkılsın duvar altında kim kalırsa kalsın" paylaşımı yaptı.

33. Ağar, bu iddialar konusunda konuştu mu?

Mehmet Ağar, Peker'in öne sürdüğü iddialara dair daha önce yaptığı açıklamada "Bunların hepsi yalandır. Kimin ne iddiası var buyursun delillerini götürsün. Her türlü araştırmaya soruşturmaya açığım. Ne benim ne oğlumun yasal ve ahlaki olmayan hiçbir şeyle ilgisi yoktur" demişti.

34. Bu iddialarla ilgili bir soruşturma açıldı mı?

Hayır. Peker’in diğer iddialarıyla ilgili işlem yapılmadığı gibi bu konuda da bir soruşturma açılmadı.

35. Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi, Ağar’ın tanık olarak dinlenmesini kabul etti mi?

Mahkeme, yaklaşık 1 yılın ardından, 16 Ocak’ta yapılan son duruşmada Ağar’ın mahkemede tanık olarak dinlenilmesi talebini yerinde buldu. Ağar’ın sonraki duruşmaya tanık olarak çağrılması kararlaştırıldı.

36. Mumcu ailesi, Oğuz Demir için hangi iddialarda bulundu?

Mumcu ailesinin avukatı Yalçın Akbal, Mayıs 2024’te yapılan duruşmada Demir ile ilgili kritik bilgiler verdi. Akbal, şunları belirtti:

“1991-1999 tarihleri arası Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayeti dahil 11 olaya doğrudan katılan Oğuz Demir'in bu kadar rahat cinayetler işlemesine rağmen hakkında bilgi sahibi olunamaması tam anlamıyla bir akıl tutulmasıdır. Hele ki, Oğuz Demir'in, 2000 yılı mayıs ayında Sincan'da kolluk güçlerinin arasından sıyrılıp kaçması ve izini kaybettirmesi daha da vahim olanıdır.

Ve her ne kadar Oğuz Demir hâlâ İçişleri Bakanlığının ‘arananlar’ listesinde “Tevhid Selam Kudüs Ordusu Terör Örgütü” üyesi olarak aranmakta ise de bugüne kadar bu şahsın yakalanması konusunda en ufak bir yol alınmamıştır.

Oğuz Demir'in yakalanması konusunda hassasiyet gösterilmemesi, durumum içinden çıkılamaz ve sonuç alınamaz bir hale dönüşmesi üzerine, müvekkilimiz Şükran Güldal Mumcu ile birlikte yetkili merci nezdinde girişimlerde bulunulmuş ve İçişleri Bakan Yardımcısı Sayın Mehmet Aktaş'tan randevu talep edilmiştir. Yapılan görüşmede Oğuz Demir'le ilgili arama kaydı da hatırlatılarak bilgi istenmiştir. Sayın Mehmet Aktaş yaklaşık bir hafta sonra dönüş yapmış ve Oğuz Demir'in İran'da olduğu konusunda istihbari bilgi bulunduğu, bir ara Çeçenistan'da görüldüğü, bu süreçte çocukları ve eşini de yurt dışına çıkardığı yönünde bilgi vermiştir.

Şimdi sormak isteriz;

- Oğuz Demir'in İran'da olduğu konusundaki istihbari bilgiyi doğrulayacak veriler bugüne kadar neden mahkemenize ibraz edilmemiştir? Ve bu istihbari bilgi hakkında Adalet Bakanlığı'na bilgi verilmiş midir?

- Verilmiş ise çeşitli suçlardan hapis cezasına çarptırılan İran uyruklu kişileri İran'a iade eden Türkiye'nin, bir dönemin karanlık cinayetlerini işleyen Oğuz Demir'in İran'dan iadesine ilişkin herhangi bir girişimi olmuş mudur?

- Oğuz Demir'in eşi ve çocukları yurt dışında mıdır? Yurt dışında iseler, İçişleri Bakanlığı’nın ‘arananlar’ listesinde kırmızı listede yer alan ve hakkında interpol kaydı bulunan Oğuz Demir'in eşi ve çocuklarını rahat bir şekilde yurt dışına çıkarması nasıl mümkün olabilir? Ve Oğuz Demir'in eşi ve çocukları ne şekilde yurt dışına çıkabilmiştir?

37. Mahkeme, nasıl bir karar verdi?

Mahkeme, Demir’le ilgili araştırma yapılması için ilgili kurumlara yazı gönderilmesini kararlaştırdı. Ancak aylar sonra gelen yazıda, Demir ve ailesinin nerede olduğu araştırmasının sadece sınır kapılarına ve sınır geçişleri ile ilgili sisteme bakılarak yapıldığı anlaşıldı.

38. Mumcu ailesinin tepkisi ne oldu?

Avukat Akbal, Mumcu ailesi adına verdiği dilekçede, şu ifadeleri kullandı:

“Demir'in, ailesini yasal yollardan yurt dışına çıkarmasının beklenmesi ve araştırmanın sadece hudut kapıları giriş çıkış kayıtları üzerinden yapılması kabul edilebilir değildir. Zira İçişleri Bakan Yardımcısı Sayın Mehmet Aktaş'ın bu konuda verdiği bilgide, sanık Oğuz Demir'in yasal yollardan ailesini yurt dışına çıkardığı yönünde bir ifade yer almamaktadır. Aksine Oğuz Demir'in ailesini yasa dışı yollarla çıkarttığı yönünde bilgi tarafımızla paylaşılmıştır.

Dolayısıyla bu bilginin teyit edilmesi adına ilgililer hakkında yapılacak araştırmada, ilgililerin halen Türkiye sınırları içinde ikamet edip etmediği, bu süreçte Oğuz Demir'in çocuklarının Türkiye'de eğitimlerine devam edip etmediği, aile bireylerinin sigortalı bir işte çalışıp çalışmadıkları, seçimlerde oy kullanıp kullanmadıkları, evlenip evlenmedikleri, çocuk sahibi olup olmadıkları, herhangi bir hastaneye başvurularının bulunup bulunmadığı gibi Türkiye sınırları içinde yaşadıklarını gösterir belirtiler dahilinde yapılması; gerektiğinde yakınlarının bilgisine başvurulması gereklidir. Zira bu yönde bir araştırma yapılmadan yasa dışı yollardan çıkışın belirlenmesi mümkün değildir.”

39. Mahkeme, bu itirazı haklı buldu mu?

Evet. Mahkeme, Emniyet Genel Müdürlüğü’nden Oğuz Demir ve ailesi konusunda detaylı araştırma yapılmasını istedi. Bu kapsamda Demir ve ailesinin son olarak nerede yaşadıklarından sonraki kayıtlarına kadar detaylı bir inceleme yapılmasını kararlaştırdı.

40. Bu kararlara ve açığa çıkan bilgilere rağmen kamuoyu Uğur Mumcu cinayeti davası konusunda neden tatmin olmadı?

Umut Operasyonu ve davası, kapsamının büyüklüğüne rağmen kimseyi tatmin etmedi. Kamuoyunda hâlâ Uğur Mumcu’nun ve diğer isimlerin faillerinin bulunamadığı algısı hâkim. Bunun en büyük nedeni, kritik süreçlerde ihmalleri saptanan kamu görevlileri hakkında işlem yapılmamış olması. Yakalanan ilk iki sanığın işkence altında suçlamaları kabul ettiği iddiası da soruşturmaya gölge düşürdü. En önemlisi, yargının açıkça İran’ı işaret etmesine rağmen Türkiye, diplomatik olarak herhangi bir adım atmadı. Bu tip sarsıcı cinayetlerin istihbarat desteği olmadan yapılamayacağı düşüncesi ve bu konuda somut tespitlerde bulunulamaması da 31 yıl sonra Mumcu cinayetinin ardındaki perdenin hâlâ aralanmadığı yorumlarına yol açıyor. Eylemleri bu isimler yapmış olsa bile kimler tarafından yönlendirildiği, Türkiye’de kimlerden yardım aldıkları da karanlıkta. Oğuz Demir’in yakalanmamış olması da birçok sorunun gölgede kalmasına yol açıyor.

                                                    /././

24 Ocak Kararlarının 45’inci yılındayız; günlerden 24 Ocak 1980..-Murat Batı-

24 Ocak Kararları ekonomide bir hareketliliğin yaşanmasını beraberinde getirse de yapısal olarak kalıcı ve makro sorunları çözücü sonuçlar üretmekten ne yazık ki uzak kalmıştır.

45 yıl önce bugün yani 24 Ocak 1980’de ithal ikameci sanayileşmeden ihracata dönük bir sanayileşme amacıyla ekonomik gelişme(!) adına birtakım tedbirler alındı. Bu tedbirlerin mimarları dış finans kuruluşlarının da desteğini alan Süleyman Demirel ile Turgut Özal idi.

Bildiğiniz üzere bir şeyi ya da olayın özünü anlamak için o konu hakkında güzelleme/övgü yapana bakmak önemli ölçüde fikir verir. Örneğin, 7 Ocak 1991’de Kenan Evren yaptığı bir açıklamada “Eğer 24 Ocak kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir” demişti.

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu başkanı Halit Narin de “Bugüne kadar hep işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyerek özellikle 12 Eylül hakkındaki düşüncelerini bizimle cesurca(!) paylaşmıştı.

24 Ocak Kararlarına neden gerek duyuldu?

1929 Ekonomik Krizin yarattığı tahribatlar, herkesçe bilinmektedir. 1929 ekonomik krizini daha önce bu yazıda yazmıştım. İnsanlık hafızasında bu krizden daha büyüğünün yer almadığının yaygın kabul gördüğü ve bu açıdan da birçoğuna göre buhran seviyesine ulaşan krizle beraber piyasanın kendi dinamikleriyle her zaman dengeye geleceğine olan inanç, yerini devletin ekonomiye müdahale etmesi ve hatta ekonomiyi yönetmesi şeklindeki inanca bırakmıştır. Bu tarihe kadar tek doğru olarak kabul edilen müdahale karşıtı anlayış kadar, bu tarihten sonra da devletin ekonomiye müdahalesinin tek doğru olduğu anlayış benimsenmeye başlamıştır.

Dünya tarihi açısından kısaca bu şekilde özetlenebilecek olan konu belki bizim ülkemiz açısından bağımsızlık mücadelesinin hemen akabinde gerçekleşmesi sebebiyle biraz daha farklı perspektiften değerlendirilebilir. Zira savaştan yeni çıkmış bir ülkede yeterli derinliğe ulaşmış bir piyasadan söz etmek olanaksızdır. Bu yönüyle devletin ekonomik hayatın dışında konumlanması, üretim gücünün özel kesim sermaye birikimine emanet edilmesi doğası gereği mümkün değildir. Her ne kadar İzmir İktisat Kongresi ile özel kesim cesaretlendirilmeye çalışılmış ise de reel ekonomi açısından bunun tek başına yeterli olmasının zor olduğu hakkaniyetli bir bakış açısıyla kabul edilmelidir. Haliyle devletin müdahalesinin ve ötesine geçerek ekonomiyi idare etmesinin doğallaştığı ülkemizde bu anlayış önemli ölçüde Demokrat Parti döneminde bir kırılma yaşamış ancak sonrasında küresel konjonktürden çok kopamayarak 1970’lerin sonuna kadar uygulama alanı bulmuştur. 

Ancak bu aşamada küresel olarak işsizlik ve enflasyonun birlikte görüldüğü ve literatürde stagflasyon olarak bilinen ve tam olarak çözümü konusunda iktisatçıların görüş birliğine ulaşamadığı yeni bir sorun ortaya çıkmıştır.

Buna göre hem ekonominin 1929 Ekonomik Buhranının müdahaleci anlayışı doğurması hem  1970’lerde stagflasyon sorununun ortaya çıkması hem de ülkemizde uygulanan 70’li yıllardaki ekonomi politikalarının doğurduğu enflasyon, kapasite kullanım oranının düşmesi, yurt içi tasarrufların azalması, ihracatın gerilemesi, kısa vadede ödenmesi gereken borçların itfasında zorlanılması, ithal ikameci politikaların sürdürülmesinde döviz ihtiyacı sorununun giderilememesi, ekonomi yönetiminde hızlı ve etkin karar alma süreçlerinde aksamalar meydana gelmesi Türkiye ekonomisi tarihine 24 Ocak Kararları olarak geçecek bir istikrar programının yürürlüğe konulmasının başlıca sebepleri olarak sayılabilir.

Ne kararlar alındı?

24 Ocak Kararlarıyla yukarıda bahsettiğimiz global iktisadi nedenlerden doğan sorunlarla birlikte yerel sebeplerle açıklanacak sorunların çözümüne yönelik birçok uygulama yürürlüğe girmiştir.

Bu uygulamalardan bazıları şunlardır; 

- TL, yaklaşık olarak yüzde 50 oranında devalüe edilerek ihracatı canlandırmak amaçlandı,

- Döviz alım satımı serbest bırakıldı,

- Dış ticaretin önündeki vize engeli kaldırılmış, dış ticaret serbest bırakıldı,

- Faiz oranları serbest bırakıldı ve reel faiz hesaplamasına geçildi. Bu önlemle beraber o dönem epeyce ünlü olan Bağbank, Banker Kastelli, Hisarbank gibi bazı bankalar ile bankerler battı.

- KİT’ler özelleştirilmeye başlandı.

- Üreticiye kamu desteği olarak ifade edebileceğimiz sübvansiyonlar sınırlandırıldı. Özellikle tarımsal alanda verilen destekler azaltıldı. Hatta gübre, enerji ve ulaştırma dışında kalan alanların tümünde sübvansiyonlar kaldırıldı.

- Maaş ve ücret artışları sınırlandırıldı ve kamu kesiminin genel ekonomi içindeki hacmi oransal olarak düşürülmeye çalışıldı. Özellikle ücret sınırlaması ile yurt içi tüketim/talebin kısılmasıyla birlikte ihracat artırılması hedeflendi.

Kısa vadeli amaçların ötesine geçerek bazı yapısal değişiklikleri de hedefleyen 24 Ocak Kararları birçok açıdan beklenen sonuçların elde edilmesini sağlamışsa da tümüyle bu amaçların olumlu sonuçlandığını iddia etmek doğru olmaz.

Maaş ve ücretler neden sınırlandırıldı?

Özellikle maaş ve ücret artışlarının sınırlandırılması ve kamu kesiminin genel ekonomi içindeki ağırlığının oransal olarak düşürülmesi hedefi birçok açıdan tartışmalıdır. Bu konuyu daha iyi anlayabilmek için öncelikle neden böyle bir önlem planlandığını anlamak gerekir. Ücret artışlarının sınırlandırılmasında amaçlanan şeylerden birisi emek maliyetini düşürerek kar oranlarını artırmak ve artan karla beraber yatırımların artmasını sağlamak, bir diğeri yerli üretimin maliyetini azaltarak ihracat gücümüzü artırmak ve son olarak da iç talebi düşürerek üretilen malların ihracata yönlendirilmesini sağlamak olarak sayılabilir. Ücretlerin düşük tutularak yukarıda sayılan amaçların memleket ekonomisi adına olumlu sonuçlar vermesi ne yazık ki mümkün olmamıştır.

Bir defa, nitelikli iş gücü düşük ücretle çalışmayı reddederek başka ülkelere göç etmenin yollarını aramıştır. Diğer yandan sanayi üretiminde emek faktörünün toplam maliyet içindeki göreli ağırlığı düşüktür ve bu sebeple ücretlerin düşük tutulmasının bu alanda yaratacağı maliyet avantajı zayıf olacaktır.

Bir diğer tartışmalı husus da iç talebin düşürülmesinin içeride yaratacağı diğer sorunlardır. Tüm bunlar iktisadi açıdan sorunlu önlemlerdir. Kaldı ki, meseleye sosyal devlet zaviyesinden bakılması halinde emek faktörünün milli gelir pastasından alacağı payı düşürerek üretimin artırılmasının hedeflenmesi derin bir çelişki olarak ifade edilebilir. Öte yandan, insanlık tarihi boyunca gelir bölüşümü konusunda çoğu zaman emek faktörü ne yazık ki adil bir paylaşımın tarafı olamamıştır.     

Kamunun da payı azaltıldı

Belirtmeliyiz ki, kamu kesiminin genel ekonomi içindeki yerinin daraltılması ve bu bağlamda KİT’lerin özelleştirilmesi, kaynakların özel kesim tarafından daha verimli kullanılacağına dair bir varsayımdan doğmaktadır. Diğer bir sebep de enflasyonun yüksek iç talepten kaynaklandığının düşünülmesidir. Bu vesileyle daraltıcı para ve maliye politikalarının iç talebi kısarak enflasyonu düşüreceği beklenmiştir.

Ancak burada yanılgıya düşülmesine neden olan şey, ülkemizde o dönemde yüksek iç talebin değil daha ziyade arz yetersizliğinin enflasyonun başat sebebi olmasıdır. Kaldı ki ücretlerin sınırlandırılmasıyla elde edilecek kar fazlasının yatırımlara yönlendirilmesinin hedeflenmesi bu gerçeğin tümüyle farkında olunmadığını iddia etmemizi engeller. Bu açıdan söyleyebileceğimiz şey, iki hedefin birbiriyle çelişen iki farklı önlemle gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır. 

Özetle

Özellikle ücretlerin sınırlandırılması ile işçi ve memur sınıfının sendikalara üye olmalarının yasaklanmasının ekonomik sorunların çözümde bir yöntem olarak düşünülmesi üzücüdür. Kamu kesiminin genel ekonomi içindeki ağırlığının daraltılması ve kamu harcamalarının artırılmaması da yanlış makro gözlemlere ve bazı ön kabullere dayalı uygulamalardır. Bu yönüyle 24 Ocak Kararları ekonomide bir hareketliliğin yaşanmasını beraberinde getirse de yapısal olarak kalıcı ve makro sorunları çözücü sonuçlar üretmekten ne yazık ki uzak kalmıştır[1].


[1] Bu yazıyı, sevgili dostum T24 yazarı maliyeci Mehmet Gürer ile birlikte kaleme aldık.

                                                                         /././

Kişi başı dış borcumuz ne kadar?-Binhan Elif Yılmaz-

Küresel kriz döneminde dış borcun milli gelire oranı da yüzde 35’ten 45’e çıktı. Bu kriz, kişi başı dış borç yükünü arttırıcı etki yaptı. Halk yoksullaşırken dış borç arttı.

Kişi başı dış borç, bir ülkenin dış borcunun ve onun yükünün kişiselleştirilmesini sağlayan bir orandır. Toplam dış borç stokunun ülke nüfusuna oranlanmasıyla elde edilir.

Bu oran, ülkenin dış borcunun ödenmesi mümkün olsa, ülkede yaşayan her bir kişiye düşen dış borç miktarını gösterir. Ancak uygulamada hiç kimse ülkesinin ödenmemiş borcundan sorumlu tutulmaz. O nedenle kişi başı dış borç, bizim geri ödeme yeteneğimizden çok ülkenin kredibilitesi ile ilgilidir. Özellikle yabancı sermaye bekleyen bir ülkede yaşıyorsanız…

Dış borçlarda borçluyu tam olarak görmek açısından toplam brüt dış borç tanımı kullanılır. Ülkemizde brüt dış borç stokunun bileşenleri de kamu sektörü, özel sektör ve TCMB’nin dış borçlarının toplamıdır. Dolayısıyla brüt dış borç stoku kamu sektörünün yanında aynı zamanda özel sektörün dış borçlarını da kapsar.

Brüt dış borç stoku 2017-2021 yılları arasında değişmedi, yaklaşık 450 milyar dolar düzeyinde kaldı. Temel nedeni, ekonomik istikrarsızlıklar, artan dolarizasyon, rekabetçi kur üzerinden işleyen Türkiye Ekonomi modeli kaynaklı özel sektörün dış borçlarındaki azalıştı. 2024 üç çeyreklik brüt dış borç stoku ise 525 milyar $ düzeyine ulaştı. Dış borç stokunun milli gelire oranı yüzde 40 civarında.

Kişi başı milli gelirdeki gelişmeler ise son yıllarda oldukça gerilimliydi. 2013 yılındaki kişi başı milli gelir düzeyine (12.500 $) tam on yıl sonra 2023’te ancak ulaştık. 2013 sonrası arka arkaya yedi yıl boyunca refah kaybı yaşadık. 2020 yılına gelindiğinde 2013 yılındaki kişi başı milli gelir yüzde 35 azalmıştı. 2024 yılı için kişi başı milli gelir öngörüsü 13 bin $ düzeyinde.

Aşağıdaki grafik, kişi başına düşen dış borcu $ bazında gösteriyor. 1989’da kişi başı dış borcumuz 750 $’dı ancak 2007’de 3.500 $’a yükseldi ve ardından küresel kriz sonrasında artmaya başladı.

Kişi başı milli gelir 2008 yılında 10.931 $’dı, 2009’da küresel krizin etkisiyle 8.980 $’a indi. Küresel kriz döneminde dış borcun milli gelire oranı da yüzde 35’ten 45’e çıktı. Bu kriz, kişi başı dış borç yükünü arttırıcı etki yaptı. Halk yoksullaşırken dış borç arttı.

2010-2017 yılları arasında döviz kuru istikrarlıydı, yaşam standardında yükseliş ortaya çıkıyordu. Ancak brüt dış borç stoku/GSYH oranı yüzde 40’tan yüzde 50’e yaklaştı ve böylece kişi başı dış borç yükü 3.500 $’dan 5.000 $’ın üzerine yükseldi. Bu dönemdeki dış borç stokuna en büyük katkı özel sektörden geldi. Toplam dış borcun üçte ikisi özel sektöründü.

Bu sektörün borcunu neden önemsemeliyiz? Özel sektörün dış borçları arasında Hazine garantili borçlar da yer alır, iç ve dış konjonktüre bağlı olarak özel sektör yükümlülüklerini gerçekleştirmediğinde özel sektör borcu, kamu borcu olarak toplumsallaşır.

Yukarıda bahsettiğim gibi brüt dış borç stokunun 2017 yılındaki düzeyi ile 2021 yılındaki düzeyi aynı kaldı. O nedenle söz konusu dönemde kişi başı dış borç yükü değişmeden kaldı. Ancak 2020 yılında kişi başı dış borç 5.240 $ civarına kadar yükseldi.  Ardından hem dış borç stoku arttı hem de kişi başı milli gelirde oldukça sınırlı ilerleme kaydedildi. Sonuçta kişi başı dış borç 2024 itibariyle 6.100 $’ın üzerine çıkmış oldu.

Kişi başı dış borç ($)

Kaynak: 2008-2024 yılları arası nüfus bilgisi için TÜİK Adrese Dayalı Nüfus Kayıt

Sistemi Sonuçları, dış borç bilgileri için T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Türkiye Dış Borç İstatistikleri verileri kullanılarak hazırlanmıştır. 2024 verisi, 3 çeyrektir.

Birkaç yıl önce bir Fransız vatandaşının ülkesinin borçlarının finansmanına katkıda bulunmak amacıyla Fransız Hazine’sine 40 bin € tutarında bağışta bulunduğu haberi yayınlanmıştı. Bu bağışı yapmasındaki temel argüman, Fransız Sayıştayı tarafından yapılan kişi başına düşen kamu borcunun yaklaşık 40 bin € olduğu yönündeki açıklamasıydı. 

Fransa, küresel krizden bu yana çok borçlu ülkeler arasında. 2008’den 2020’ye kadar kamu borcu/GSYH oranı giderek arttı ve Maastricht kriterlerini de ihlal ediyor. Ancak Fransa’da kişi başı milli gelir yaklaşık 40 bin $ ve kişi başı milli gelir uzun yıllardır hemen hemen hiç değişmiyor. Dünyada kişi başı milli gelir sıralamasında yukarılarda ve devlet borçlu olsa da halkın refah düzeyi yüksek.

Türkiye’de kişi başı milli gelirin seyrinden bahsettim. Eğer bir Türk vatandaşı, o Fransız gibi kendi payına düşen kamu borcunu ödemek isteseydi, 2013 yılında kendisine 7.300 $ ve 2018’de de 4.239 $ kalacaktı. 2024’te 6.900 $ kalması muhtemel. Ancak bir gerçek var ki; Türkiye’nin borçluluğu bitse de yaklaşık 13 bin $’lık kişi başı milli gelirimizle baş başa kalacağız.

Haberde adı geçen Fransız ise yaklaşık 40 bin $ ile kaldığı yerden devam edecek. Fransa’da dış borç ne kadar yüksek ve devlet ne kadar borçlu olsa da, vatandaşının hayat standardında bir düşüşün olmadığı belli. Ayrıca Fransa’nın tüm borçları kendi para biriminden (€) ve çoğu borç AB içinden düşük faiz oranıyla elde ediliyor, ek olarak CDS primi de düşük. Bir başka deyişle kamu borcunun kapatılması için haberde bahsedilen Fransız gibi panik yapılacak bir durum da gözükmüyor.

Her ne kadar tezat gibi dursa da görüldüğü gibi borçlu devlet / zengin halk olasılığı da mevcut.

                                                               /././

Kartalkaya’da ne oldu, Masquerade yangınından ders çıkarılsaydı otel faciası yaşanır mıydı?-Tolga Şardan-

Grand Kartal Otel'e verilmesi istenilen itfaiye raporu dilekçesinin geri çekilmesinden sonra KTB’nca otele müfettiş gönderildi. Bölgeye 13 Aralık’ta giden bakanlık müfettişinin raporu aradan geçen bir aya karşın nedense bir türlü çıkmadı!

Her şeyin “kitabına uydurulduğu” bir ülkede yaşıyoruz, maalesef.

Hele ki işin içinde bürokrasi ve siyaset varsa. Her büyük faciadan sonra yapılan araştırmalar, soruşturmalar ve yargılamalarda tüm güzergâh/güzergâhlar, “katakullinin işlerin döndüğü” süreçlerde sonlanıyor memlekette.

Yaşanan acılar, akan gözyaşları, ihmal ve sorumsuzluktan kaynaklanan bir sonraki facia veya felakete kadar konuşulacak. Sonrasında yeni gündemle birlikte tıpkı öncekilerde olduğu gibi yine unutulup gidecek.

Bolu Kartalkaya’daki faciayı ilk dakikalarından itibaren takibe alan hemen herkes, çıra gibi yanan otelde üç kişinin öldüğü bilgisi paylaşılan tabloda bir katakulli olabileceği ve kitabına uydurulan bürokratik iş ve işlemlerin bulunduğu konusunda hem fikirdi kuşkusuz.

Faciadan sonra ortaya çıkan bilgiler ve gündeme gelen iddialar, bu fikre hiç kimseyi yanıltmadı, şaşırtmadı.

Büyüteç’in kaleme alındığı dün öğle saatlerinde otel yangınıyla ilgili resmi rapor, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’nden geldi. Hazırlanan hasar tespit raporunda, binanın “ağır hasarlı” olduğu bilgisine yer verildi.

Resmi verilere göre 78 kişinin hayatını kaybettiği Grand Kartal Otel

Valiliğin sorumluluğu nerede?

Mutfaktan çıktığı ifade edilen ve 78 kişinin feci halde yaşamını yitirmesine neden olan Grand Kartal Oteli yangınının hem siyasi hem de bürokratik süreçleri var. Her iki süreç birbiriyle bağlantılı elbette.

Öncelikle, otelin işletme ruhsatı ve otelin girişinde kafe olarak faaliyet gösteren bölüme işletme ruhsatı verilmesi konusunda bir kargaşa var. Bu bilgi farklılığını ortadan kaldırmadan sonuca ulaşmak zor.

Otelin işletme ruhsatı, turistik tesis faaliyeti kapsamında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca verildi. Girişte 70 m2 olarak tanımlanan kafeye ait işletme ruhsatı ise, Bolu Belediyesi’nce tanzim edildi.

Bu noktada, gelişmelerin daha kolay anlaşılabilmesi amacıyla facianın paydaşlarının rolünü ayrı ayrı açıklama gerekecek.

İlk olarak mülki idare yönetiminden başlayayım. Daha doğrusu, Bolu Valiliği’nin sorumluluğu. Faciayla ilgili pek konuşulmasa da Bolu Valiliği’nin İl Özel İdare Müdürlüğü üzerinden sorumluluğu var.

Her şeyden önce yapılan mevzuat değişikliği sonucunda, tesisin yangın önleme ve müdahale konusunda önlemlerin alınmasını denetlemek valiliğin sorumluluğunda. Bu bir.

Belediyenin ruhsatla ilgili yazışmaları

İkincisi, Bolu Belediyesi’nce otelin girişindeki 70 m2’lik bölüme işletme ruhsatı verilmesi meselesi.

Belediye, söz konusu ruhsatı vermeden önce mevzuat gereğince kendi bünyesindeki yapı kontrol müdürlüğüne, tesisin bulunduğu bölgenin polis veya jandarma bölgesi olması durumuna bağlı olarak yerel kolluk birimine, Çevre Şehircilik ve İklim Bakanlığı İl Müdürlüğü’ne ve SİT alanı olup olmadığının belirlenmesi için ilgili kurumlarına yazı yazmakla yükümlü.

Kolluk birimleri ve diğer birimlere yazışmalar, valilik üzerinden yapılmak durumunda. Bu yazışmanın gerekçesi ise, ruhsat verilecek yerin alkol satışı için cami, okul gibi yerlere olan uzaklığının tespiti. Kolluktan görüş alındı mı? Geldiyse nasıl bir görüş geldi, şimdilik bilinmiyor.

Belediye, gelen yazılar sonrasında ruhsatı işletme adına hazırlıyor.

İşte Grand Kartal Otel’e verilen 70 m2’lik ruhsata yönelik bu işlemlerin yapılmış olması gerekli. Valiliğin buradaki rolü kolluk üzerinden gelen bilgilerde.

Kartalkaya’daki otele verilen 70 m2’lik işletme ruhsatında bu işlemler yapıldıysa sorun yok. Aksi takdirde, eksik işleme göre valilik ya da belediye sıkıntı yaşayabilir.

Valiliğin bir diğer sorumluluğu ise, binada kaçak yapı olup olmadığının ve tesisle ilgili herhangi bir şikâyet geldiyse, denetlenip sonuca bağlanması.

Söz konusu otelde en üstteki iki katın kaçak olduğu iddiası var. Burada il özel idaresinin sorumluluğu mevcut. Asansörün kullanılamadığı bölümdeki “kral dairesi” adıyla misafirlere kiralanan kaçak bölümlerin tespit edilip Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bildirilmesi il özel idaresinin yani valiliğin görevi.

Gelelim belediyenin görevine; valiliğin sorumluluğunda olan konularda belediye ikincil konumda.

Ancak; eğer belediye yönetimi, 70 m2’lik alanı otelin içinde gördüyse sorun. Çünkü, otel inşa projesinde söz konusu alanın “müştemilat” olarak tanımlı olduğu belirtiliyor. Mevzuata göre, belediyenin ruhsat işlemlerinde bu alanı “bağımsız bölüm” olarak görmesi yasal değil.

Çünkü o alana kafe açılabilmesi için otele yıllar önce verilen itfaiye raporuna bağlı biçimde müştemilat üzerinde “tadilat projesi” yapılarak ana proje üzerinde değişiklik yapılması gerek.

Müştemilatın bağımsız bölüm olarak görülmesi

Tadilat projesinde ise, itfaiye raporu başta olmak üzere diğer yenileme çalışmaların resmiyet kazanması şartı varken belediyenin müştemilat olarak görülen 70 m2’lik alanı bağımsız olarak görüp iş yeri açma yani işletme izni vermesi Bolu Belediyesi’nin başını ağrıtacak.

Başı ağrıyacak olan isim ise, halen gözaltında olan ve Başkan Özcan’ın yardımcısı olan Sedat Gülener. Ruhsatta imzası olan Gülener, bu nedenle gözaltında zaten.

Belediyenin diğer sorumluluğu ise, otelde kaçak kat olarak tanımlanan bölümle ilgili tutanak tutarak Çevre Şehircilik ve İklim Bakanlığı’na bildirilmesi eksikliği.

Daha önce aktarıldığı üzere, otelin yangın konusundaki eksikliklerinin belirlenmesi, belediyenin görev alanına girmiyor doğal olarak. Bu aşamada Başkan Özcan’ın veya belediye yönetiminin sorumlu tutulması zorlama sonuç olabilir.

Yanı sıra, bir de belediye zabıtasının tesis üzerindeki yetkisi var. Bolu Belediyesi’ne bağlı zabıta ekiplerinin, turizm tesis belgeli işletmelerde denetim yapması Kabahatler Kanunu ile sınırlı.

Söz konusu yasa hükümlerine aykırı hallerde tesiste denetleme yapabilen zabıtanın sorumluluğu, eğer tesisle ilgili valilik veya savcılıkça yürütülen bir süreç çerçevesinde kolluk kuvvetlerinin tesisteki çalışmaları sırasında yardımcılık yapmaktan öteye geçmiyor.

Bu konuda İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın belirttiği üzere görev alacak Mülkiye başmüfettişleri evrak üzerinde inceleme yaparak gerek valilik gerekse belediye yönetimindeki sorumluları ortaya çıkaracak.

Siyasi bağlantılardaki iddialar

Nefes aldığımız coğrafyada kitabına uydurma işlerinde siyasetin etkisinin bulunmadığını düşünmek en hafiften cahillik anlamına gelir.

Günün en uygun gazete başlıklarından birisini iktidara yakın Sabah gazetesinde gördüm. Gazete, dün “facianın nedeni ahbap çavuş düzeni” manşetiyle çıktı.

Gazete, başlıktaki editöryel tercihini her ne kadar Bolu Belediyesi üzerinde yoğunlaştırsa da, ülkeyi yöneten iktidarın çalışma yöntemini de aktardı, aslında.

Siyaset-bürokrasi bağlantısının etkisi görülen Bolu faciasında süreci yerel siyaset ve genel siyaset olarak ikiye ayırmak mümkün.

Önce yerelden başlayım.

Edindiğim bilgiye göre, otelin sahibi olarak görünen ve facia sonrasında damadı Emir Aras’la birlikte gözaltına alınan Halit Ergül’ün hayatı bir başarı öyküsü.

Bir iddiaya göre, daha sonra kayınpederi olacak Mazhar Murtezaoğlu’nun, diğer iddiaya göre başka bir otelde hizmet sektörü personeli konumundaki Halit Ergül, Murtezaoğlu’nun kızı Emine Murtezaoğlu ile evlendi.

Yıllar sonra Halit Ergül, Bolu’nun yanı sıra çevre kentlerdeki otellerin sahiplerinin oluşturduğu sivil toplum örgütleri başta olmak üzere kimi STK’larda yönetici olarak yerelde tanınan isimler arasında girdi.

İş insanı olmasının getirdiği ekonomik tabloyla beraber siyasi konumu güçlendi. Kayınpederinin 2019’da vefatıyla beraber Kartalkaya’da iki otelin yanı sıra, iktidarın Bolu milletvekilleriyle yakınlık geliştirdi.

Özellikle, Fatih Metin bu isimlerin başında geldi. Yine kulislere yansıyan iddiaya göre; Ergül’ün bölgede yeni inşa ettiği otelin arazini Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan yani devletten uzun süreli kiralanmasında dönemin bakan yardımcısı Fatih Metin destek verdi.

Bu arada, devlete ait ormanlık alanların kişilere tahsisinde son onay makamının Cumhurbaşkanlığı olduğunu belirteyim. Ergül’ün üçüncü oteli için kiralama talebinde bulunduğu ormanlık alan, sorunsuz sürecin ardından teslim edildi.

Ergül’ün ekonomik ve siyasi güçlü hale ulaşması, kente gelen valiler başta olmak üzere kamu görevlileri üzerinde de etkili oldu kuşkusuz.

Mesela, yangın tedbirlerinin eksikliğine rağmen yanan otelin faaliyete devam etmesi, otele ait müştemilatın bağımsız bölüm olarak gösterilip kafe için işletme ruhsatı alınması, kaçak kat olmasına karşın valiliğin bu konuyu es geçmesi gibi basit konular!

Kaldı ki, yine iktidara yakın Milliyet gazetesi dünkü sayısında benzer tesislerde alınabilecek yangın uyarı ve söndürme sistemlerinin 15 milyon lira dolayında olduğunu bildirdi.

Ergül’ün sahibi olduğu otellere bakıldığında 15 milyon lira Ergül Ailesi için büyük para olmamalı. Olsa bile, zorunluluk haliyle sistem kurulmalıydı. Buraya yapılacak masrafı Ergül Ailesi, inşa edilen yeni tesise aktarmış olmalı sanırım.

Kitabına uydurularak yapılan işlerin faturası ağır oldu Bolu’da.

Ya bakanlıkta neler oluyor?

Madalyonun diğer yüzünde ise; genel siyaset, yani Ankara, yani Kültür ve Turizm Bakanlığı (KTB) var.

Aslına bakarsanız, madalyonun bu yüzü ayrı bir yazı konusu olmalı. Fakat kısa bir özet yapmak gerekecek.

Bakanlıktaki süreç mevcut bakan Mehmet Nuri Ersoy’un öncesine kadar gidiyor.

Bakanlık kulislerine yansıyan iddialara göre; Ersoy’un kısa süre önce Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürü olarak atadığı Neşe Çıldık, aynı birimde şube müdürüydü.

Çıldık’ın şube müdürü olduğu dönemde ETS’nin sahibi sıfatıyla faaliyet yürüten Ersoy’un sektördeki en büyük rakibi Fettah Tamince’nin güçlenmesi sonrasında Neşe Çıldık, devletten ayrılıp Ersoy’un firmasına geçti.

Bu konuda Eski AKP milletvekili Fatih Süleyman Denizolgun dünkü sosyal medya paylaşımında ilginç bilgiler paylaştı.

Ersoy’un, bakan olduktan sonra ilk icraatlarından birisi Çıldık’ın yeniden devlete dönmesi oldu. Çıldık, önce vekaleten ardından asaleten Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürü olarak atandı.

Sürecin en tartışılan tarafı arasında bakanlığın 2021’deki mevzuat değişikliği yapılması var.  Değişiklikle, belediyelerin elindeki yetki bakanlığa alındı.

Bu konuda da çok ciddi ve yoğun iddianın odağında; Bakan Ersoy, 2021’de yani pandemi döneminde Bodrum Torba’da satın alıp yıktığı ve yeniden inşa ettiği otel projesi var.

Bakan Ersoy’un firması, yeni otel için eski itfaiye raporu üzerinden yeni tesise ruhsat almak için Muğla Büyükşehir Belediyesi’ne başvurdu.

Ancak belediye bu talebe uygun yanıt vermedi. Yeni itfaiye raporu alınması şartını ortaya koydu.

Ersoy’un firmasının sıkıntısı, bakanlığın o günlerdeki özel mevzuat değişimiyle aşıldı. Yetki, belediyelerden bakanlığa alındı ve Ersoy'un firması yeni itfaiye raporu almadan Bodrum Belediyesi’nden aldığı eski işletme ruhsatıyla tesisi faaliyete geçirdi.

Ersoy, Muğla Belediyesi’nden itfaiye raporu almadan kendi bakanlığından turizm işletme ruhsatı aldı.
Zira, 2021’deki genelgesiyle “işletme ruhsatı için ilgili belediyeden itfaiye raporu alınır” ifadesi Turizm Bakanlığı’nca çıkartılmıştı.

Örneğe bakınca, 78 kişiye mezar olan Grand Kartal Oteli’n, KTB’nca kollandığını öne sürmek yanlış olmayacak.

Ersoy’un sessizliğinin gerekçesi de bu olmalı.

Son bir not vereyim; otele verilmesi istenilen itfaiye raporu dilekçesinin geri çekilmesinden sonra KTB’nca otele müfettiş gönderildi. Bölgeye 13 Aralık’ta giden bakanlık müfettişinin raporu aradan geçen bir aya karşın nedense bir türlü çıkmadı!

Unutmadan, konuyla ilgili yayın yasağı getiren RTÜK kime bağlı?

* * *

Yazının girişinde, katakulli ve kitabına uydurulan işler tanımını bilerek kullandım. Benzer bir olay geçen yıl 2 Nisan’da İstanbul Gayrettepe’de yaşandı.

Masquerade adlı gece kulübünün tadilatında çıkan yangında 29 kişi pisi pisine yaşamını yitirdi.

"Masquerade" gece kulübü

Affedilir yanı olmayan bir olayla ilgili hazırlanan dosya; ilgilerince yeteri kadar incelenseydi, yaşanandan ders çıkarılsaydı, Kartalkaya faciasının önüne geçmek mümkün olabilirdi.

Tolga Şardan yazdı: Beşiktaş yangınını soruşturan müfettişlerin raporundan çıkan skandal! (https://t24.com.tr/yazarlar/tolga-sardan-buyutec/besiktas-yanginini-sorusturan-mufettislerin-raporundan-cikan-skandal,45970)

                                                              /././

Her kim olursan ol; bir pencerenin kenarında, aşağı sarkıttığın çarşafın ucunda, tek başına ölümle yüz yüze kalacağın gün mutlaka gelecektir bu ülkede -Tuğçe Tatari-

Bir ülke adına daha acı, daha tükenmiş, daha bitmiş bir tablo olabilir mi bilemiyorum. Her faciadan sonra biraz daha zor oluyor nefes almak…

Yangın nedeniyle 78 kişinin hayatını kaybettiği Grand Kartal Otel

Siyaset bilimcilerin “insanın doğduğu ülkeyle arasındaki bağları kopartmak için ne yaşanması gerekir” sorusunun cevabını Türkiye’nin son 22 yılına bakarak bulmaları kolay olacaktır.

Tüm bu süreç o kadar taze, o kadar canlı, o kadar içimizde yaşandı ki, belki de her birimiz sadece kendi tanıklıklarımıza dayanan birer yakın politik tarih yazabilecek doneye sahibiz.

Ne acıdır, ne büyük bir acıdır ki ülke lime lime dökülüyor, gözlerimizin önünde.

Dayanacak, tutunacak, güç alacak tek bir sağlam yapı kalmamış…

Devlet tüm organlarıyla üzerimize üzerimize çökmekte.

Dün yeni doğan çetesiydi, ondan önce İsias Otel ve daha niceleri, bugün Grand Kartal…  Oralarda ölmediyseniz, hepsinin yarattığı ortak duyguyla boğulmaktasınız demektir…

Yapayalnızlık, güvensizlik, inançsızlık, endişe…

Sözün hükmü çoktandır yok, mücadele edelim, direnelim desen de yandık, bittik, öldük desen de bir.

Ne duyan var ne umursayan…

Ülkede yaşananların birinci dereceden mağduru olmayanlar da kahırdan, öfkeden, acıdan, endişeden delirmek üzere.

Genci, yaşlısı, fakiri, zengini belki de ilk defa bir konuda tartışmadan hemfikir: Bu ülkede en değersiz şey insan hayatı!

Ve bu ülkede birileri cebini doldursun diye çevrilen dolaplar bir gün bizi de, sizi de öldürecek!

Liyakatsizlik, cukkacılık, adam kayırmacılıkla içi boşaltılmış, işlevsizleştirilmiş kurumlar ve o kurumların koruyamadığı hayatlar.

Sorumlulardan hesap sorulamaz çünkü hepsinin sorumlusu finalde aynı adrese bağlanacaktır!

Sorumlulardan hesap sorulamaz çünkü bunun bedeli ağırdır!

Çocuklar ölür, çocuk cenazeleri gözlerimizin önünden kalkar…

İşte bir ülke çökmüştür, bir ülke lime lime dökülmektedir.

Son olayda misal, Belediye Başkanı’ndan Turizm Bakanı’na kadar tekmili birden sorumludur.

İşledikleri suçtur ama tek biri bile hesap vermeyecektir!

Çünkü artık burası yaşayanların hesap sorabildiği bir ülke değil, ölülerin sessizce hesabı sorulamadan gömüldüğü ülkedir!

Bölük bölük insanın öldüğü ve yok edilen hayatların o koca koca koltuklarda oturanlar için tek bir istifa nedeni bile sayılmadığı bir ülkedir burası.

Her kim olursan ol; bir pencerenin kenarında, aşağı sarkıttığın çarşafın ucunda, tek başına ölümle yüz yüze kalacağın gün mutlaka gelecektir bu ülkede.

Sıra mutlaka sana da, bana da gelecektir şüphen olmasın.

Çünkü bu ülke ‘en inançlı’ olduğu iddiasıyla gelip hayata dair ne kadar inanç dünyası varsa hepsini 22 senede paramparça edenlerce ‘yönetilen’ ve sadece onların hayatlarının kıymetli olduğu bir ülke hâline getirilmiştir.

Adaletin, ahlakın, etik anlayışların, insan hayatının değerinin anlamsız kılındığı bir ülkedir burası… Burada kimse işini yapmaz, herkes çıkarı için bile isteye ihmal eder, görmezden gelir eksikleri, hataları, çünkü sadece kendi cebini daha ne kadar doldurabileceği ile ilgilidir.

Bizler ise bu ülkeyi bile isteye, inatla terk etmemiş olanlarız.

Yetiştireceğimiz çocukların ülkeye aydınlık getireceğine inanmış, inatla bu inancımıza sarılmışız.

Fakat artık apaçık çocuklarımızı koruyamadığımız bir noktadayız.

Güvende hissetmeye ihtiyacımız var.

Umudu yeşertmeye ihtiyacımız var.

Yaşama ve yarınlarımıza dair öngörüye ihyacımız var.

Çocuklarımızı koruyabileceğimize inanmaya ihtiyacımız var.

İnsanız…

Ve korkuyoruz…

Çaresiz hissediyoruz…

Bir ülke adına daha acı, daha tükenmiş, daha bitmiş bir tablo olabilir mi bilemiyorum…

Her faciadan sonra biraz daha zor oluyor nefes almak.

Buradan yola devam edecek, umudu yeşertecek ne bulacağız, nasıl bulacağız onu hiç bilemiyorum.

                                                          /././

New York’taki Türkevi’ne bakıp Bolu’yu görmek -Eray Özer-

New York Başdenetçisi’nin iki hafta önce yayımlanan raporunda, şehirdeki Türkevi binasında “gerekli yangın önlemlerinin alınmadığı, bina sakinlerinin ve komşuların güvenliğinin tehlikeye atıldığı” yazıyor… 34 sayfalık raporda Türkevi’nin eksiklerine dair tespitlere birlikte göz atalım…

Sadece iki hafta önce, 7 Ocak’ta yayımlanan New York Başdenetçisi raporu şehirdeki Türkevi’nde denetlemelerdeki eksiklere rağmen binaya defalarca ruhsat verilmesinin bina sakinleri ve komşuların güvenliğini tehlikeye attığını söylüyor. Çalışmayan söndürme sistemleri, eksik yangın alarmı hoparlörleri… Rapora göre üç yılda bazı eksiklikler giderilse de bina hâlâ kalıcı ruhsat almaya elverişli değil.

Bolu’daki facia kanımızı dondurmaya devam ederken New York’taki Türkevi’yle ilgili bir rapor düşüyor önüme:

New York Başdenetçisi’nin hazırladığı 34 sayfalık raporda “binada gerekli yangın önlemlerinin alınmadığı, bina sakinlerinin ve komşuların güvenliğinin tehlikeye atıldığı” yazıyor.

Grand Kartal Otel, Bolu

“Üstten söndürme sistemleri (sprinkler) çalışmıyor” diyor raporda. “Bazı odalarda yangın alarm hoparlörleri eksik” diye belirtiliyor.

Buna rağmen tam 12 kere geçici ruhsat almayı başarmış Türkevi. Fakat hâlâ kalıcı ruhsatı yok.

Üstelik New York Belediye Başkanı Eric Adams, yangın sistemlerindeki eksiklere rağmen Türkevi’ne geçici ruhsat verilmesi için itfaiyeye baskı yapmakla suçlanıyor.

15 gün önce, 7 Ocak’ta yayımlanan rapor da işte bu suçlamalar sonrası şehrin başdenetçisi Brad Lander tarafından hazırlanmış.

“Kanunların etrafından dolaşarak” işini halletmek, bunu yaparken insan ve toplum sağlığını hiçe saymak bizi ebediyen sarmalamış habis bir tümör gibi…

Türkiye’de yoğun ahşap malzeme kullanılarak yapılan devasa bir oteli yangına karşı denetlemiyor, New York’ta kendi binamızı denetleyen olursa belediye başkanı üzerinden “prosedürleri” atlayarak ruhsat almayı marifet sanıyoruz.

Niye böyleyiz biz? Bu nasıl bir sosyoloji? Nasıl bir bakış açısı? Hiç değişmeyecek mi bu hâlimiz? İnsan hayatını hiçe sayarak kanunların etrafından dolaşmaya her zaman, her yerde ve her koşulda devam etmekten hiç geri durmayacak mıyız?

Neyse… Ben raporu anlatayım size… Siz Türkevi’ne dair rapordaki detayları, Bolu’yla birlikte düşünün…

New York Başdenetçisi’nin hazırladığı raporun konusu New York’taki Türkevi binası. Yukarıda da belirttiğim üzere, bina New York Belediye Başkanı Eric Adams’a yönelik yolsuzluk soruşturması nedeniyle gündeme gelmişti.

Savcılar, Adams’ın Türkevi’ne geçici ruhsat verilmesi için menfaat karşılığı devreye girdiğini, pahalı seyahatler ve kampanyasına yardım karşılığında İtfaiye ve İskan Müdürlüğü’ne (Bina Departmanı/DOB) baskı yaptığını öne sürmüştü.

15 gün önce yayımlanan raporu hazırlayan Brad Lander, New York şehrinin başdenetçisi. Yani bizdeki Sayıştay’ın yerel versiyonu gibi düşünün, belediyeyi denetliyor, bütçe harcamalarından usulsüzlüklere kadar her türlü faaliyeti raporluyor.

Lander raporuna başlarken İskan Müdürlüğü ve New York İtfaiyesi’nin “Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kurdele kesme töreninden önce Türkevi'nin açılmasına izin vermek için acele ederek bina sakinlerinin ve komşularının güvenliğini tehlikeye attıklarını” iddia ediyor.

Gelin rapordan Türkevi’nin eksiklerine dair çarpıcı tespitlere bir göz atalım…

Türkevi, New York

Binaya ilk kez 17 Eylül 2021’de, yani açılıştan üç gün önce geçici ruhsat verilmesinden önce Türkevi’ndeki eksiklikler şöyle ifade ediliyor:

Yangın Güvenliği:

- New York İtfaiye Departmanı’nın binada yangın güvenliği denetimi yapmadığı belirtilmiştir.

- Sparc Fire Protection (SFP) isimli denetim şirketi yangın alarm sisteminin tamamlanmadığını ve 40’tan fazla eksiklik bulunduğunu bildirmiştir.

Yangın Koruma Planı (FPP):

- Binanın Yangın Koruma Planı İtfaiye tarafından reddedilmiş, ancak bu plana rağmen İskân Müdürlüğü geçici oturma ruhsatı/sertifikası (TCO) vermiştir.

- Güvenlik değerlendirme planı eksik bulunmuştur.

Su Bazlı Yangın Söndürme Sistemleri:

Bu sistemlerin İskân Müdürlüğü tarafından denetlendiğine veya onaylandığına dair bir kayıt bulunmamaktadır.

Bina buna rağmen geçici ruhsat almayı başarıyor ve açılış 20 Eylül’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katılımıyla gerçekleşiyor.

Eksiklere dair New York İtfaiyesi açılıştan sonra da denetimlerini sürdürüyor. İtfaiyenin 26 ve 30 Kasım 2021 tarihli “Kusur Bildirimi”ne göre Türkevi’nde şu eksiklikler yer alıyor:

Asansör fonksiyonları: Asansör geri çağırma işlevleri düzgün çalışmamaktadır.

Duman tahliye sistemi: Çeşitli katlarda duman tahliye sistemleri arızalıdır.

Eksik ‘sprinkler’lar: Sprinkler (tepeden su bazlı püskürtmeli yangın söndürme sistemleri) kurulumları tamamlanmamıştır.

Isı dedektörleri: Bazı ısı dedektörleri çalışmamaktadır.

Alarm entegrasyonu: Lobi kapıları alarm sırasında otomatik olarak açılmamaktadır.

Hoparlör eksikliği: Belirli odalarda yangın alarm hoparlörleri eksiktir.

Rapordan anlıyoruz ki denetimler, eksikliklerin giderilmesi için 2022’nin mart ve nisan aylarında devam ediyor. Fakat itfaiye eksiklerin bazılarının giderilmemiş olduğunu raporluyor.

Buna göre:

- Yangın alarm sisteminin bina kodlarına uygun olmaması,

- Duman damperlerinin ve jeneratör devrelerinin doğru şekilde bağlanmaması

10-11 Mart tarihlerindeki denetimlerde kayıt altına alınıyor.

Lander’ın raporunda Türkevi’nin Ekim 2024 itibarıyla güncel durum bilgisi de yer alıyor. Buna göre Türkevi geride kalan üç yıl içinde 12 kez geçici ruhsat almasına rağmen bir türlü tüm eksikleri gidererek kalıcı ruhsat almayı başaramıyor.

Türkevi’ne verilen son geçici ruhsatın süresinin Ekim ayında dolduğuna dikkat çekilen raporda, Ekim 2024 itibarıyla;

- Güncel asansör onayı sağlanmaması,

- 7. ve 18. asma katlarla ilgili belgelerin eksikliği,

- Yangın alarm sistemine ait belgelerin eksikliği,

- 6. kattaki mutfak için yangın söndürme sistemine ilişkin belgelerin eksikliği gibi sorunlar devam ediyor.

İşte Türkevi’ne ait sadece iki hafta önce yayımlanan denetçi raporu özetle bu şekilde.

ABD’deki federal makamların iddiasına göre yukarıdaki tüm bu eksikliklere rağmen binaya ruhsat alabilmek için New York’un belediye başkanına değeri 100 bin doları geçen hediyeler alınmış, lüks seyahatler planlanmış, kampanyasına bağışlar yapılmış. En azından Amerikalı savcılar böyle diyor.

                                                             /././

(T-24)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

CUMHURİYET "Köşebaşı + Gündem" -6 Mart 2025-

Trump ve otogolpe - Ergin Yıldızoğlu- Otogolpe  “süreç olarak faşizmin”  belirleyici anlarından biridir. Hemen her zaman faşist hareket devl...