CUMHURİYET "Köşebaşı + Gündem" -10 Şubat 2025-


Almanya’da büyük tehlike -Ergin Yıldızoğlu-

Gazze’de soykırım, ABD’de faşizm, Türkiye’de aniden artmaya başlayan baskı derken önemli bir konuyu gözden kaçırmayalım: 23 Şubat 2025’te Almanya, son yılların en kritik federal seçimlerinden birini yaşayacak. Seçim sonrasında şekillenecek siyasi tablo, sadece Almanya’nın iç politikasını değil, Avrupa ve dünya siyasetini de derinden etkileyecek.

KOALİSYON KRİZİ KAPIDA

Sosyal Demokratlarla Yeşillerin koalisyon hükümetinin çökmesiyle gündeme gelen bu erken seçimler demokrasiye, siyasi istikrara yönelik ciddi riskleri beraberinde getiriyor. Bu risklerin başında, Alternatif für Deutschland (AfD) adlı faşist partinin ikinci parti konumuna yükselmesi.

Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU), Federal Meclis’te en çok iskemleye sahip parti olacak gibi görünse de tek başına iktidara gelmesi beklenmiyor. CDU, AfD’yi dışlamak için Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve Yeşiller ile, diğer bir deyişle, politikalarına son vermeyi vaat ettiği iki partiyle koalisyon kurmak zorunda kalacak. CDU mali muhafazakârlığı giderek sertleşen bir göçmenler politikasını savunurken SPD ve Yeşiller daha çok sosyal harcamaları, yeşil enerjiyi, insan haklarını gözetmeye çalışan (ama giderek sertleşen) bir göçmenler politikasını destekliyor. SCU, SPD ve yeşiller arasındaki ideolojik farklılıklar, istikrarlı bir koalisyon hükümeti kurmayı çok zorlaştırıyor.Bu koalisyon kurulabilse bile ortaya çok kırılgan bir hükümet çıkacak. CDU politikalarını sulandıracak, taraftarlarında düş kırıklığı yaratacak. Bu kırılgan hükümet karşısında, AfD, hem bu düş kırıklığından hem de ana muhalefet partisi konumuna yükselmiş olmaktan yararlanacak. CDU’nun AfD ile asla işbirliği yapmayacağını iddia etse bile koalisyon kurma çabaları başarısız olursa ya da kurulduktan sonra dağılırsa CDU’nun yeni koalisyonu AfD’ile kurması olasılığı zayıf değil.

AFD, DEMOKRASİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER

AfD, özellikle Almanya’nın doğu eyaletlerinde güçleniyor, göçmen karşıtı söylemiyle oy oranını artırıyor. Partinin Avro bölgesine karşıt tavrı, Nazi döneminin yeniden yorumlanmasıyla ilgili tartışmaları, Avrupa Birliği’nden uzaklaşma planları, Elon Musk’ın verdiği destek, Almanya’da demokrasiyi tehdit ediyor. CDU lideri Friedrich Merz’ın, AfD’nin yükselişini durdurmak için muhafazakâr seçmenleri kazanmaya çalışırken önerdiği daha sert göç politikaları, tam tersi bir etki yaratıyor.

AfD’nin yükselmesinin hızlanmasında, göçmen karşıtı havanın, artan ırkçılığın yanı sıra Almanya’nın ekonomisindeki uzun durgunluk, enerji maliyetlerinin yüksek seyretmesi ve sanayi üretiminde düşüş önemli bir rol oynuyor. Bu koşullarda seçmen giderek ekonomik kaygılara odaklanırken AfD’nin ucuz enerji için Rusya ile ilişkileri düzeltme, sanayiyi canlandırma adına küresel ısınmaya karşı önlemleri ikinci plana itme önerileri ilgi çekiyor, CDU, şirketler için vergi indirimi ve yatırım dostu politikalar sunarken, SPD ve Yeşiller’in yeşil enerji yatırımlarını savunmaları, iki farklı ekonomi politikası eğilimini temsil ederken CDU ile AfD politikaları arasındaki benzerlikler giderek artıyor.

Seçimler, Almanya’nın NATO’daki rolü, Ukrayna savaşına verdiği destek, ABD ile ilişkileri açısından da kritik. AfD NATO’yu, NATO savunmada kaldığı sürece destekleyeceğini, ABD üstlerinin, nükleer silahlarının Almanya’yı terk etmesi gerektiğini savunuyor. AfD Avrupa Birliği’nin ulusal egemenliği sınırlayan bürokratik yapısından yakınıyor: Reform olmazsa çıkmaktan, Alman Mark’ına dönmekten yana. AfD liderleri sık sık, Almanya’nın Rusya ve Çin ile ekonomik ilişkilerini geliştirmesinin ucuz enerji ve dış pazarları koruma bağlamında önemini vurguluyorlar. AfD’nin yaklaşımını, CDU’nun muhafazakâr dış politikasının, Almanya’nın Avrupa Birliği liderliğindeki rolünü zayıflatma riskiyle birlikte düşününce, korumacılık dalgası yükselirken Almanya’nın transatlantik ilişkilerinde de bir kriz yaşama olasılığı artıyor.

AfD’nin büyüyen gücü, merkez partilerin koalisyon oluşturmadaki zorlukları, ekonomik belirsizlikler, “Almanya, demokrasiyi, Avrupa’daki liderlik rolünü koruyabilecek mi, yoksa AfD’nin yükselişi faşizmin devlete erişmesine olanak verecek yeni bir dönemin kapısını mı açacak” gibi soruları gündeme getiriyor.

                                                       /././

‘Güçlü olan haklıdır’ çağı -Ergin Yıldızoğlu-

Modern zamanlarda, emperyalist toprak ilhakları hep “kılıfına uydurulur”, meşruiyet arayan gerekçelere dayandırılırdı. Sömürgecilik “uygarlaştırıcıydı”, BOP demokratikleştirecek, terörün kültürel ekonomik köklerini kazıyacaktı. Hitler bile Polonya’ya girerken tarihsel gerekçeler ileri sürüyordu. Şimdi, Amerika First (uber alles) diyerek iktidara gelen ABD faşizmi açıkça söylüyor: Panama, Kanada ve Grönland topraklarını ve kaynaklarını istiyoruz; Gazze’yi ilhak edeceğiz halkı da başka yerde yaşasın. Artık “Güçlü olan haklıdır” (‘La raison du plus fort est toujours la meilleure’, La Fontain)! “Emperyalist Yeniden Paylaşım” çağına hoş geldiniz.

GELECEĞİN RESMİ OLARAK AFRİKA
Son 10 yıldır Afrika’da yaşananlar dünyanın nereye doğru gittiğine ilişkin önemli ipuçları sunuyor.

Afrika’da 1940’lardan bu yana görülmemiş, son on beş yılda iki kat artmış bir şiddet dalgası yaşanıyor (Wall Street Journal, 31/12 2024). Kuzey Nijerya, Somali, Doğu Kongo, Etiyopya ve Sudan’daki çatışmalara ek olarak Sahel bölgesi, El Kaide ve IŞİD gibi cihatçı grupların savaş alanına dönüştü.

Afrika’daki krizlerin temelinde, geçmişin sömürgecilik mirası olduğu kadar günümüzde, ABD, Rusya ve Çin gibi büyük güçler arasında kaynaklar ve ticaret yolları üzerine derinleşmekte olan rekabet yatıyor. Çünkü jeopolitik açıdan Afrika, 1.4 milyar nüfusa, sermaye ve mal ihraç edilebilecek, kaynak çıkarılabilecek bir mekândır. Çin, Kuşak ve Yol Girişimi (BRI) aracılığıyla Afrika’da altyapı ve ekonomik yatırımlar yaparak etki alanını genişletirken Rusya ise paralı askerler ve dezenformasyon kampanyalarıyla kendine yer açıyor. ABD Batı Afrika’daki askeri varlığını Cezayir ile geçen hafta imzalanan savunma işbirliği anlaşmasıyla derinleştiriyor. ABD uçakları Trump’ın talimatıyla Somali’de IŞİD’i bombalıyor.

Libya’nın, 2011’de NATO’nun müdahalesiyle çökmesinden sonra Sahel bölgesinde cihatçı grupların istikrarsızlaştırıcı eylemleri, dış müdahalelere için gerekçe yarattı. Rusya’nın Mali ve Orta Afrika Cumhuriyeti’ne paralı asker göndermesi, Birleşik Arap Emirlikleri’nin Sudan’daki taraflara silah sağlaması, yerel çatışmaların ateşine benzin döktü.

Büyük güçler arası rekabet aslında, “nüfuz alanları” üzerinde bir hegemonya mücadelesidir. Çin’in ekonomik yatırımları, Rusya’nın güvenlik alanındaki müdahaleleri, Batı’nın diplomatik askeri hamleleri, Afrika ülkelerini büyük güçlerin politik oyunlarının piyonlarına dönüştürüyor. Bir, “yeni-sömürgecilik” süreci daha da belirginleşiyor.

BİR KAYNAK SORUNU
Yeni teknolojilerin, yenilenebilir enerji sektörünün yükselişi Afrika’nın önemini daha da artırdı. Batı, Çin ve Rusya gibi güçler, Afrika’nın lityum, kobalt, bakır ve nadir toprak elementleri gibi elektrikli araç bataryaları, güneş panelleri ve yarı iletkenler için kritik kaynakları üzerindeki kontrolü ele geçirmek için kıyasıya rekabet ediyorlar. Bu rekabet Afrika’da ekonomik ve siyasi istikrarsızlığı daha da derinleştiriyor. Batılı şirketler, hükümetler bir taraftan Çin ve Rusya gibi aktörler diğer taraftan doğal kaynaklara erişimlerini sürdürmek için Afrika’daki zayıf yönetimleri destekliyor, baskıcı rejimlerle işbirliği yapıyor, kendi kaynakları üzerinde kontrolü sağlamak isteyen hükümetleri baskı altına alıyorlar.

Küresel ısınmanın etkileri, iklim krizi, Afrika’daki istikrarsızlığı daha da derinleştiriyor, tarımı ve su kaynaklarını olumsuz etkileyerek milyonlarca insanı göç etmeye zorluyor. İklim değişikliği, hali hazırda kırılgan olan yönetimleri daha da zayıflatırken, silahlı cihatçı gruplar, yerel milisler güçleniyor. Kuraklık nedeniyle göç etmek zorunda kalan topluluklar, yeni kaynak savaşlarının fitilini ateşleyerek çatışmaları körüklüyor. Afrika, iklim krizine en az katkıda bulunan kıtalardan biri olmasına rağmen en ağır bedeli ödüyor. Emperyalist rekabetin aktörleri, kıtanın doğal kaynaklarını daha az maliyetle ele geçirmek için çevresel krizleri de kullanıyorlar.

Bu yazıyı, Afrika yerine Büyük Ortadoğu, Asya, Latin Amerika ülkelerinden birini koyarak da okuyabiliriz. Artık, güçlü devletlerin, zayıf devletlerin topraklarına göz diktiği, “emperyalist yeniden paylaşım”, savaşlarının, faşizmin giderek kanıksandığı, güçlü olanın hep haklı olduğu bir dünyada yaşıyoruz!
                                                   /././
Trump’ın ‘güç yoluyla barış’ stratejisi -Mehmet Ali Güller

ABD Başkanı Donald Trump’ın seçimden önce ve seçimden sonra hemen her konuşmasında vurguladığı “Amerika’yı yeniden büyük yapma”, bir doktrinden ziyade hedeftir. Trump’ın konuşmalarında işaret ettiği “güç yoluyla barış” ise Ronald Reagan döneminden kopyaladığı o hedefe ulaşabilmenin stratejidir.

Tabii soru şu: Trump’ın 2025 ABD’si, Reagan’ın 1981 ABD’sinin “güç yoluyla barış” stratejisini izleyebilir mi?

REAGAN'IN EKONOMİ GÜCÜ
Yanıta geçmeden belirtelim: Burada kastedilen barış, sözlük anlamındaki barış değil elbette; üstündeki diplomatik yaldızı kazıdığımızda kelimenin anlamı “biat”a dönüşür; tıpkı ABD sözlüğünde demokrasinin ve insan haklarının işgal, kırım, katliam, darbe vb. anlamlara gelmesi gibi.

Reagan’ın “güç yoluyla barış” stratejisi, SSCB’yi güç yoluyla yenmek ve dünyaya yeni düzeni kabul ettirmek içindi.

1980’ler ABD’si bunu başardı. Başarıyı sağlayan güç, askeri güç değil, esas olarak ekonomik güçtü. ABD, SSCB’yi çevreleyerek askerileşmeye mecbur etti ve askerileşen Sovyet ekonomisini rekabet edemez hale dönüştürdü. (Kuşkusuz SSCB’nin dağılmasının başka nedenleri de var ama bu yazının konusu değil.)

TRUMP'IN HAMLELERİ
Dolayısıyla asıl soru şu: SSCB’yi ekonomik gücüyle yenerek tek kutuplu dünya kuran, yeni dünya düzeni oluşturan, Pax Americana (Amerikan barışı) sağlayabilen ABD, bugün ekonomik gücüyle aynı şeyi yapabilir mi? İşte Trump, bunu denemenin temsilcisi olarak ABD’nin başında.

Trump’ın bu konuda attığı ilk adımlarından sonuçlar aldığını söyleyebiliriz. Suudi Arabistan’a 600 milyar dolar, Japonya’ya 1 trilyon dolar yatırım yapmayı kabul ettirmesi, Panama Kanalı’na el koyma baskısı üzerinden Panama hükümetini Çin’in inisiyatifindeki Kuşak ve Yol’dan çekilmeye mecbur etmesi hanesine artı olarak yazılabilir.

Trump’ın süren hamleleri ise Grönland’ı satın almaya çalışması ve Gazze’ye sahip olma hedefini ilan etmesidir. ABD’nin İsrail’in güvenliği merkezli üç politikası, İsrail-Kıbrıs ekseni çabası, İsrail’e müttefik bir Kürt devleti kurulması ve İran’ı teslim alma ise doğrudan Türkiye’yi ilgilendiren konular.

TRUMP'IN İKİ DEZAVANTAJI
Reagan’ın iki şansı vardı: Birincisi ABD ekonomisi hâlâ yükselişteydi, ikincisi ise tek rakibi SSCB’ydi. Trump bu iki avantajdan da yoksun:

1) ABD ekonomisi yükselişte değil, tersine ekonomik liderliği Çin’le paylaşıyor. Diğer yandan doların rezerv para olma oranı ile uluslararası ticarette kullanılma oranı da azalıyor. ABD dünyanın en çok üreten ve en çok ticaret yapan ülkesi değil artık.
2) ABD’nin karşısında bu kez tek ülke değil, hasım ilan ettiği Çin, Rusya ve İran başta ülkeler grubu var. ABD’nin liderlik ettiği zenginler kulübü G7’nin karşısında BRICS var. Öte yandan ABD’nin ekonomik zorlukları, Trump’ı müttefiklerine de “düşmanlık yapmaya” zorluyor; Kanada ve AB ülkelerine yaptırım uygulaması “ekonomik düşmanlık”tır. (ABD’nin müttefiklerine “ekonomik düşmanlığı” kısa vadede sınırlı getiri sağlasa bile uzun vadede kesin kayıp demektir.) Türkiye’ye ise hem “ekonomik düşmanlık” uyguluyor hem de yukarıda işaret ettiğimiz İsrail merkezli politikaları nedeniyle Türkiye’yi fiilen hedef alıyor.

ÇİN'İN ZAMANI GENİŞ, ABD'NİN ACELESİ VAR
Kısacası Reagan’ın avantajları Trump’ta yok. Üstelik dünyanın artık emperyalizmle mücadele konusunda 40 yıllık deneyimi var. İran’ın dini lideri Hamaney’in “ABD ile müzakereyi mantıklı, akıllıca ve onurluca”  bulmadığını ilan etmesi ve bunu “yaşanılan tecrübelere” dayandırması önemli. Hamaney cephesi o tecrübeyi, “Kaddafi’nin ABD ile müzakere yapmaya güvenmesi Libya’yı harabeye dönüştürdü” diye açıklıyor. (Mehr, 8.2.2025)

Tabii Trump’ın asıl çıkmazı Çin’dir. Çin’in üç bin yıllık birikime dayanan “büyük sabrı” ve problemleri geniş zamana yayarak en az maliyetle çözme yöntemi ABD’nin açmazıdır. Çünkü Çin’in zamanı var ama ABD’nin yok!
                                                      /././
Haydut devlet -Mehmet Ali Güller-

Haydut devlet, emperyalist ABD’nin hedef aldığı ülkeleri şeytanlaştırmak amacıyla kullandığı bir kavramdır. ABD’nin resmi belgelerinde İran, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (Kuzey Kore) ve Venezüella (daha önce Irak, Libya ve Suriye) haydut devlet kategorisindedir.

ABD bu devletleri “haydut” ilan etmiştir çünkü bu devletler ABD’nin çıkarlarına direnmiş, direnmektedir. Asıl haydut devletler ise ABD’nin kendisi ile Ortadoğu’daki ileri karakolu İsrail’dir.

ABD’NİN HAYDUTLUKLARI
ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun Dominik Cumhuriyeti ziyareti sırasında, Washington bu ülkedeki Venezuela uçağına el koydu. ABD daha önce de İran’ın Venezüella’ya sattığı bir kargo uçağına Arjantin’de el koymuştu.

Haydut ABD; Venezüella’nın petrol yüklü tankerlerine de el koymuştu, ortağı İngiltere ile birlikte altınlarına da çökmüştü; dünyanın en büyük petrol rezervine sahip bu ülkenin petrol üretip zenginleşmemesi için ve halkı yoksulluk nedeniyle hükümete isyan etsin diye petrol rafinerisine sabotaj düzenlemeye bile kalkmıştı. Devlet başkanları Hugo Chavez ve Nicolas Maduro’yu hedef alan başarısız darbe girişimlerinin sayısını unuttum bile.

ABD’nin yaptırımları da haydutluk örneğidir. Emperyalist ABD, kurallarını kendi yazdığı uluslararası ticarete aykırı bir şekilde hem hasım gördüğü Çin, Rusya ve İran başta pek çok ülkeye hem de müttefiki olan Kanada, Meksika ve AB ülkelerine yaptırım uyguluyor.

Trump’ın Kanada için “ABD’nin 51. eyaleti” muamelesi yapması, Meksika Körfezi’nin adını Amerikan Körfezi ilan etmesi, Panama Kanalı’na el koymaya kalkması ve Grönland’ı satılmaya zorlaması karşısında haydutluk kavramı bile masum kalır.

İSRAİL’İN HAYDUTLUKLARI
İsrail’in Filistinlilerin evlerine, topraklarına adım adım el koymasından sonra Gazze’de işi bir soykırıma vardırması ise elbette haydutluk kavramıyla açıklanamaz. Bu insanlık suçununu nitelemeye yetecek kavram yok.

Şimdi ABD ve İsrail, bu soykırıma bir de sürgün eklemeye çalışıyor. Donald Trump ve Binyamin Netanyahu ikilisi, Filistinlileri Gazze’den kovmayı ve ABD’nin Gazze’yi devralmasını planlıyorlar.

Ve bu konuda öyle küstahlar ki...

Örneğin Trump’ın Filistinlileri Gazze’den sürgün planına destek veren İsrail Savunma Bakanı Yisrael Katz adres gösteriyor: “İsrail’i suçlayan İspanya, İrlanda, Norveç ve diğerleri, Gazzelileri kendi topraklarına alsın.

İsrail’in soykırım hükümlüsü başbakanı Netanyahu, “Suudi Arabistan Filistin devleti istiyorsa kendi topraklarında kursun, geniş toprakları var” diyor.

Dün Avrupa’dan gelip Filistinlilerin yurduna çökenlerin, bugün Filistinlileri kendi geldikleri Avrupa’ya kovmaya çalışmaları, en hafifinden, bir tarafı ahlaksızlık diğer tarafı alçaklık olan insanlıkdışı bir durumdur.

Bu arada Trump’ın, İsrail Başbakanı Netanyahu için yakalama kararı çıkaran Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) yaptırım öngören başkanlık kararnamesi imzaladığını da belirtelim.

HEDEFLERİ İRAN
ABD ve İsrail’in şu anda asıl hedefi İran’dır. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun ABD Başkanı Trump ve ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth’le görüşmelerinde İran’a karşı yol haritası oluşturuldu.

Trump “İran’a azami baskı” kararnamesi imzaladı. Pentagon, Hegseth-Netanyahu görüşmesine dair yaptığı açıklamada, “ABD İsrail’in güvenliğine yüzde yüz bağlılığını sürdürüyor. İkili, İran’ın bölgesel güvenlik için tehdit oluşturduğu konusunda mutabık. İran’a karşı işbirliği yapılacak” dedi. Ve Washington İsrail’e yeni silahlar sevketme kararı aldı.

Bizi asıl ilgilendiren durum ise şu: Türkiye’deki açılım ile ABD’nin Suriye’deki varlığı konusu da bir yanıyla ABD-İsrail’in İran ajandasını ilgilendiriyor. Bunu da ayrıca inceleyeceğiz.
                                                 /././
Gazze’yi alan, Kaliforniya’yı verir -Mehmet Ali Güller-

ABD Başkanı Donald Trump el yükseltti: Daha önce Filistinlileri Gazze’den sürme niyetini açıklayan Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu’yla ortak basın toplantısında “ABD Gazze’yi devralacak, oraya sahip olacağız” dedi.

Ama baştan belirtelim: Gazze’yi almaya kalkan, Kaliforniya’yı verir! Çünkü:

YAYILMACI TRUMP
Evet, Trump “Filistinlileri Gazze’den Mısır ve Ürdün’e sürme” hedefini ilan etti; Netanyahu “Ortadoğu’da Trump’la yeni harita çizeceklerini” söyledi; Trump Netanyahu’ya hak verdi, “masası Ortadoğu büyüklüğünde ise kaleminin İsrail küçüklüğünde olduğunu” belirtti; ardından Trump “ABD’nin Gazze’ye sahip olacağını” açıkladı, Netanyahu bunun “tarihi değiştirecek” önemde bulduğunu belirtti. Böylece Trump “Amerika’yı yeniden büyük yapma” programının yayılmacı içeriğine Grönland, Kanada ve Panama Kanalı’ndan sonra Gazze’yi de ekledi. Yayılmacı Trump’ın söylemesiyle Google Harita, Meksika Körfezinin adını Amerika Körfezi diye değiştirdi bile...

USAID’I YAYILMACI PROGRAMA UYARLAMA
Trump koltuğa oturmasının üzerinden daha 15 gün geçmeden, ABD’yi dört uluslararası organizasyondan çekti: Çin ve Küresel Güney’e tepki nedeniyle Dünya Sağlık Örgütü ve Paris İklim Anlaşması’ndan; Filistin’e destek verdiği için BM İnsan Hakları Konseyi ile BM Yakındoğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındılık Ajansı’ndan (UNRWA) çekildi.

Trump ayrıca “İran’a azami baskı” politikası için bir başkanlık kararnamesi imzaladı.

Trump ve Devlet Verimlilik Dairesi’nin (DOGE) başına atadığı Elon Musk’ın ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı‘na (USAID) karşı yaptığı hamleler ise kirli geçmişe sahip bu örgütü yok etmek için değil, bu örgütü daha kirli bir şekilde kullanabilmek içindir.

Evet, emperyalist ABD’nin yumuşak güç aygıtlarından USAİD özellikle 90’larda Doğu Avrupa’daki antikomünist dönüşümde, sonrasında çeşitli renkli darbelerde görev aldıysa da son yıllarda daha çok kültürel konularda çalışmaktaydı. Bunu yetersiz göre Trump ve Musk’a göre USAID bütçesinin hakkını vermiyor, ağırlıkla LGBT’lileri destekliyor!

Sonuç olarak Trump ve ekibi, USAID’i Dışişleri Bakanlığı’na bağlayıp (belki adı dahil) yeniden dönüştürerek, yayılmacı programa uygun bir şekilde kullanmak istiyor. Musk’ın USAID’i -öyle olmadığı halde- “ABD’den nefret eden radikal solcu Marksistlerden oluşan bir yılan yuvası” diye nitelemesi ise işte bu dönüşüm için gerekli olan neo-McCarthy’ciliktir.

DİJİTAL/TEKNO-NEOLİBERALİZM
Trump ve ekibi, esas olarak neoliberal programdan daha ötesini temsil ediyor. Trump’ın orkestra şefliğindeki yeni iktidar, ağırlıkla sosyal medya devleri, yeni teknoloji şirketleri, kripto paracılar, yeni finans kapital şirketlerinin doğrudan ya da dolaylı temsilcilerinden oluşuyor. (Bu sermaye ve programı için yeni bir kavramsallaştırma şart; örneğin Yanis Varoufakis’in “tekno feodalizm”i dar kalıyor bu “dijital/tekno-neoliberalizm” için.)

Son 20 yılda adım adım semirerek ABD’nin en büyük sermaye grubu haline gelen ve bugün Trump’ın arkasına dizilen bu kesim, Amerikan devlet aygıtını kendi çıkarlarına göre yeniden biçimlendirmeye çalışıyor. Trump-Musk sağcılığı üzerinde şekillenen bu girişim ise kaçınılmaz olarak ABD içindeki güç mücadelesini sertleştirecektir.

Bu mücadelenin sertleşmesi ise hem bazı eyaletlerin (aslında devletlerin) Amerika Birleşik Devletleri’nden ayrılma eğilimini hem de iç savaş riskini artıracaktır. O nedenle Gazze’yi almaya kalkan, Kaliforniya’yı vermek zorunda kalacaktır.

15 gün içinde Grönland nedeniyle müttefiki AB ile ve Gazze nedeniyle müttefiki Körfez ile gerilen ABD, asıl içeride gerilecek sorunlara gebedir.
                                                   /././
AKP’nin yeni cinliği uzay hakkı! -Jale Özgentürk-

Depremler Türkiye’nin en büyük ve en acı gerçeği. Sadece 100 yıllık Cumhuriyet döneminde resmi rakamlara göre Erzincan’da 33 bin, İzmit’te 17 bin, iki yıl önce Türkiye’nin 11 ilinde ise 53 bin 500 insanımızı hayattan kopardı.

Bugünlerde Ege’de Santorini Adası’nda yaşanması kuvvetle muhtemel depremi bekliyoruz korkulu biçimde. Ve elbette uzmanlarca “eli kulağında” olduğu söylenen muhtemel İstanbul depreminin de sırada olduğunu biliyoruz. Türkiye’ye beka sorunu yaşatabilir, yüz binlerce insan ölebilir diye tanımlanan İstanbul depremi.
Deprem sadece yapıların göçtüğü bir doğa olayı değil. Yarattığı ruhsal ve toplumsal yıkımı onarması da çok zor.

En son büyük depremin ikinci yıldönümünde Adıyaman’daydım. Depremden sonra hâlâ 22 metrekarelik konteyner kentlerde yaşamak zorunda bırakılanların çaresizliğini gördüm. Özellikle de kadın ve çocukların.

Kentte bir inşaat furyası sürüyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği  Bakanı Murat Kurum’un övünerek lanse ettiği “pırıl pırıl şantiyelerde” ise yeni sorunlar birikiyor.
Toplu Konut İdaresi ve Emlak Konut’un sürdürdüğü, yandaş müteahhitlere verilen ihalelerle sürmekte olan konut projelerinden kimse memnun değil. Hak sahibi vatandaş, rezerv alan ilan edilen arsalarında ne olacağını, kendisine nasıl bir maliyet çıkarılacağını bilmiyor. Çünkü bu inşaatların amacı depremzedenin başını sokacağı bir ev üretmek değil, yine rant yaratmak. AKP bu arada yeni bir kavram yaratmış: “Uzay boşluğu hakkı.” Bu yeni “cinliği   bir depremzede hak sahibi şöyle anlatıyor:

RANTTAN VAZGEÇEMİYORLAR
“Yıkılıp yeniden yapılmakta olan çarşıda beş kat izinli ama iki katını yapabildiğimiz bir yerimiz vardı. Bakanlık bize iki kat verecek ama üste yapılan üç katı kendisi alacak. Buna uzay boşluğu hakkı diyorlar. İhaleyle satacak. İhalede bizim önceliğimiz de yok. Diğer iki katın maliyeti ise bittiğinde belli olacak. Ne kadar ödeyeceğimiz belli değil.”

NEDEN ÇELİK YAPI YOK?
Bu arada kentsel dönüşümde yeniden inşa edilen konutlara da güven yok. Depremlerde en büyük sorunun yapı stoku olduğu ortada. Kahramanmaraş depreminden 6 ay sonra Japonya’da 7.4, 3 ay sonra ise Tayvan’da 7.6 büyüklüğünde depremler gerçekleşti. Bu depremlerin birinde 120 kişi, diğerinde ise 4 kişi hayatını kaybetti.
Adıyaman’da Japon deprem uzmanı Yoshinori Moriwaki’nin konferansı vardı. Bu kadar az ölümü uygun yapı stokuna bağlıyor. O bölgelerde yıkılmayan yapılar da bu çelik yapılar. Moriwaki Türkiye’nin depreme hazır olmadığını söylüyor. Betona tutkun Türkiye’de çelik yapılara neden ilgi gösterilmediğini Türk Yapısal Çelik Derneği Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Melih Şimşek’le konuştuk.

Şimşek Şubat 2023 depremlerinde hiçbir çelik yapının göçmediğini anlatıyor ve şunları söylüyor: Çelik taşıyıcı sistemleri tercih eden ülkelerin sayısı her geçen gün artarken ülkemizde konutların yüzde 1 ile 1.5 kadarı çelik yapılardan oluşuyor. Buna karşın Amerika ve İngiltere’de yapıların yaklaşık yüzde 50’si, Almanya ve Fransa’da yüzde 30’u, İran’da ise yüzde 50’sinden fazlası çelik taşıyıcı sistemle inşa ediliyor.”
Şimşek, çelik yapıların “pahalı” olduğu iddiasının ise kesinlikle doğru olmadığını söylüyor.

Geleneksel yöntemlere göre inşa edilen yapıların kısa ömürlü olduğunu da ekleyen Şimşek, “Yıkılmayacak binalar yapmak zorundayız. Senede 300 bin deprem dirençli modüler çelik konut üretilebilir” diyor.

Biz İstanbul’da yaşıyoruz ve yaşadığımız hiçbir binaya güvenmiyoruz! İktidarın sahibi AKP ise henüz gerçekleşmemiş depremin sorumluluğunu şimdiden kredi musluklarını kapadığı ve en büyük rakibi olarak gördüğü yerel yönetime atma derdinde.

Umarız bu siyasal öfkeyle yeni ve daha büyük acıları yaşamayız!
                                                   /././
Cumhuriyet


      

                                            

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

  Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...