soL "Köşebaşı + Gündem" -10 Şubat 2025 -

 

Kamucu sağlık için ileri!-Atilla Özsever-

Hekimlerin düzenlediği sempozyumda, AKP’nin “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın çöktüğü, yerine kamucu–toplumcu bir sağlık sistemine geçilmesi öngörüldü. Sağlıkta özelleştirmenin son bulduğu, herkese eşit, ücretsiz ve nitelikli sağlık hizmeti ile birlikte hekimlere özlük hakları güvenceli bir model önerildi.

Türk Tabipleri Birliği (TTB) ile İstanbul Tabip Odası’nın (İTO) dün Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde ortaklaşa düzenlediği sempozyumda AKP’nin sağlık politikaları masaya yatırıldı ve yeni bir model önerildi.

“Sağlık Sisteminde Çöküş, Kamucu-Toplumcu Çıkış” başlığını taşıyan sempozyumda, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren uygulamaya koyduğu “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın çöktüğü vurgulandı.

Hekim örgütleri, mevcut sistem yerine herkese eşit, ücretsiz ve nitelikli bir sağlık hizmeti sağlayan, koruyucu hekimliğe önem veren, hastalara yeterli süre ayırabilen, sağlığın ticarileşmediği, hekimlere güvenceli özlük hakları sağlayan bir model önerisini ortaya koydular.

Toplantının sabahki oturumunda, üniversite ve Sağlık Bakanlığı hastanelerinden özel hastanelere, birinci basamaktan acil servislere değin hekimlerin sorunları gündeme getirildi. Öğleden sonraki oturumda ise, sağlık hizmetlerinin finansmanı ve kamucu-toplumcu bir sağlık sisteminin nasıl olması gerektiği ve mücadele yöntemleri üzerinde duruldu.

Hekimlerin ve sağlık çalışanlarını büyük ilgi gösterdiği sempozyum, yedi saat gibi bir süreyi kapsadı ve toplantıya katılanlar da sunumların sonunda soru ve katkılarıyla önerileri zenginleştirdiler.

Sağlık sistemi çöktü

Konuşmacıların sunumlarının yanı sıra ve Türk Tabipler Birliği’nce hazırlanan broşürde, başka bir sağlık sisteminin mümkün olduğu vurgulandı. Toplantıda, AKP’nin işbaşına gelmesiyle birlikte “Sağlıkta Dönüşüm Programı” adı altında SSK hastanelerinin tasfiye edildiği, sağlık ocaklarının kapatılıp “Aile Hekimliği” modeline geçildiği hatırlatıldı.

Sağlık Bakanlığı’nın hastaneleri işletmelere dönüştürdüğü, çalışanlar açısından taşeronlaşmanın yaygınlaştırıldığı belirtildi. TTB’nin broşüründe, daha sonra şöyle denildi:

“Kamu-Özel Ortaklığı Modeli ile yirmi beş senede bütçeye 142 milyar dolar yük getireceği hesaplanan hasta garantiyi şehir hastaneleri kuruldu. Sosyal Güvenlik Kurumu, özel hastanelerden sınırsızca ve kuralsızca hizmet almaya başladı, özel sağlık sektörü kamusal kaynaklarla beslenerek büyütüldü.”

Yüksek hasta talebi ve özel hastanelerin rekabeti karşısında insan gücünü de kaybeden kamu sağlık sisteminin günümüzde tamamen çöktüğü vurgulandı. Günlerce, aylarca hastane randevusu alınamayan yurttaşların durumu, günde 100 hastaya bakmaya zorlanan doktorların beş dakikaya sıkıştırılmış muayene süreleri, hekim ve diğer sağlık çalışanlarına yönelik şiddet görüntüleri birer, birer ortaya kondu.

Kâr amaçlı piyasa koşullarına terk edilen sağlık sisteminin “Yenidoğan Çetesi” adı altında bebek katline kadar sonuç doğurduğu, hastanelerin birer ticarethane, hastaların da müşteri haline getirildiği, hekim ve sağlık çalışanlarının ise ücretli kölelere dönüştürülmek istendiği bir durumun ortaya çıktığı sergilendi.

Kamucu-toplumcu model

Hekim örgütleri ve konuşmacılar, başka bir sağlık sisteminin mümkün olabileceğini belirterek kamucu-toplumcu bir sağlık sistemi için öngörülen modeli şöyle özetlediler:

  • Sağlıkta özelleştirmelere derhal son verilmelidir,
  • SGK, özelden hizmet almayı durdurmalıdır,
  • Genel bütçe başta olmak üzere kamusal kaynaklar, sağlık hizmeti için kullanılmalıdır,
  • Koruyucu hekimliğe ve birinci basamak hizmetlerine öncelik verilmelidir,
  • Hekimlerin hastalara yeterli muayene süresi sağlanmalıdır,
  • Hekimlere ve diğer sağlık çalışanlarına hem çalışırken, hem de emeklilikte insanca yaşayabilecekleri özlük hakları temin edilmelidir,
  • Sağlıkta şiddeti durduracak güvenlik önlemleri ve yasal mevzuat harekete geçirilmelidir.

Sempozyum sonunda son konuşmayı yapan TTB Başkanı Prof. Dr. Alpay Azap, hukuksal mücadeleye önem vermelerinin yanı sıra alternatif sağlık politikaları konusunda da çalışma yaptıklarını, diğer sağlık örgütleri ve sendikalarla da daha sıkı dayanışma içine gireceklerini belirtti.

TTB Başkanı Alpay Azap, halkın daha yakın desteğini sağlamak için çaba göstereceklerini, medya ve kamuoyunda daha görünür hale gelme yönünden de etkinliklerini artıracaklarını söyledi.

                       TTB Merkez Konseyi Başkanı Dr. Alpay Azap

Beyaz yürüyüş

TTB, “Başka Bir Sağlık Sistemi, Başka Bir Hekimlik Mümkün” sloganı ile bir mücadele programı açıkladı. Bu programa göre, 25 Şubat’ta İstanbul’dan başlayıp 1 Mart Cumartesi günü Ankara’da sonlanacak bir “Beyaz Yürüyüş” de gerçekleştirilecek.

Yürüyüşün sonunda Ankara’da “Büyük Hekim Buluşması” var. 14 Mart Tıp Bayramı vesilesiyle de tüm Türkiye’de ve tüm sağlık kurumlarında mücadele programının yeni aşaması gündeme gelecek. Sağlıkçıların tanımıyla muhtemelen bir G(ö)REV ufukta gözüküyor…

                                                        /././

Politikleşmiş işyeri: Hayatımızı kazanırken kaybetmemek için -Gamze Yücesan Özdemir-

Bugün iş cinayetlerinin kader ve fıtrat olmadığını yüksek sesle söylemenin tek yolu, politikleşmiş işyerlerinden geçiyor.

Gün geçmiyor ki, ülkenin bir yerinden işçi ölümü haberi gelmesin. İş cinayetleri en derin, en yakıcı, en kahredici sorun. İşçiler arasındayken şunu duyuyorum, “Bize iki seçenek sunuluyor, ‘ya açlıktan öleceksiniz, ya da çalışırken öleceksiniz’, yani ya ölmek ya da ölmek.” Hayatımızı kazanırken kaybetmemek için tek seçeneğimiz var: Politikleşmiş işyeri. Açıktır ki sermayenin kâr hırsı ile şekillenen rekabet ve birey odaklı yıkıcı günlük hayat normları karşısında politikleşmiş işyeri, bugün artık her şeyden önce işçinin hayatını koruması/kurtarması için gereklidir.

Politikleşmiş işyeri düşüncesi, işyerinin sadece üretime dönük ilişkilerin değil, aynı zamanda üretim dışındaki toplumsal ilişkilerin de üretildiği bir alan olduğuna dayanır. Eğer korunacaksa işçinin ve ailesinin sağlığı, güvenliği, geçimi, güvencesi yani bir bütün olarak yaşamı, üretim noktasından başlayarak korunmalıdır. Politikleşmiş işyeri derken işyerini teknik bir alan değil sınıf mücadelesinin sürdüğü bir alan olarak görmeyi ve işçiyi de salt birey değil sınıfın bir üyesi olarak görmeyi vurguluyorum.

İşin yeri sınıf mücadelesinin yeridir. Burjuva bilimleri bu yeri teknik bir alan olarak ele alır; işçi sağlığını ya da onların son dönem geliştirdiği tanımla “iş sağlığını” hukuki bir uğraş alanına çevirir. Bu alanda her şeyin para cinsinden karşılığı bulunur, ölümünüz bilimsel olarak hesaplanır. Burjuva bilimleri, işyeri olarak bilinen teknik alanı, bireysel işçinin bireysel hareketlerini esas alarak sermaye ve teknoloji eliyle örgütler. İşçi sağlığına yönelik düzenlemeler teknokratik uygulamalar izlenerek yapılmalıdır. Üretim faaliyeti bireysel işçilerin hareketlerinin toplamı olsaydı bu hesaplar anlaşılır olabilirdi belki. Ama öyle değildir. İşyeri, sınıfın kolektif faaliyetinin ve diğer sınıf karşısındaki varlığının üretildiği yerlerden biridir. İşyeri, sınıf mücadelesinin yeridir.

İşçi sağlığına yönelik düzenlemelerde, işçi sınıfına denetim ve söz hakkı tanınmaz ve bu da işyerinin ve üretimin bilgisinin sermaye tekelinde olmasına dayanır. Burjuva bilimleri, üretim noktasını iktisadi yapının ana unsuru olarak görürken, tüm siyasal ve ideolojik alanları üretim noktasının dışına atar. İşyerini böyle tanımlamak, işçi sınıfının mücadele zemininin doğrudan sermayeye terk edilmesini istemektir.

Buna karşı bir kez daha söylemek gerekir ki, işin yeri en az işin kendisi kadar kolektiftir, en az onun kadar toplumsaldır. Burası siyasetin, siyasi pratiklerin ve diğer toplumsal ilişkilerin üretildiği bir alandır. İşçi sağlığı, işyerinde üretilen ve yeniden üretilen toplumsal ilişkilerden soyutlayarak anlaşılamaz. İşçi, sağlığını kaybetme tehlikesine kolektif emeğin bir parçası olarak maruz kalır. İşçi sağlığı kapitalist sisteme içkin sermaye birikim süreçleri ile emek ve sermaye sınıflarının güç dengeleri içerisinde belirlenir.

Kapitalist üretimin amacı işçinin ücretini karşılamak için gerekli emek miktarını azaltmak ve artı-değer yaratan emek miktarını çoğaltmaktır. Sermaye, artı-değeri çalışma saatlerini uzatarak, işçileri aynı üretim süresi içerisinde daha fazla emek sarf etmeye zorlayarak ya da emek verimliğini artıracak teknolojiyi üretime sokarak artırabilir. Dolayısıyla işyeri, daha çok kâr ve sermaye birikimi için çıkarları çatışan iki sınıfın; emek ve sermaye sınıflarının mücadelesine sahne olur. Artı-değer yaratmaya yönelik uzun çalışma saatleri, hızlandırılmış teknoloji ve artan emek yoğunluğu, kapitalist toplumlarda var olan çelişkiyi gözler önüne serer: İşçi sağlığı ya da daha fazla kâr.

Teknokrat bir yaklaşımla hazırlanan ulusal ve uluslararası standartlar, artı-değer yaratmaya yönelik uzun çalışma saatlerini, hızlandırılmış teknolojiyi ve artan emek yoğunluğunu kabul eder ve tüm bu kabuller üzerinden işçi sağlığını düzenlemeyi amaçlar. Oysa ki işçi sağlığına yönelik talepleri ve düzenlemeleri ancak sınıf iradesi şekillendirebilir. Sınıf iradesi, kendi hayatına sahip çıkacak ve yaratıcılığına, enerjisine inanarak geleceği biçimlendirebilecek bir iradedir. İşçi sağlığını sarih bir şekilde ifade ederek ortaya koymayı, taleplere dönüştürmeyi ve bir program çerçevesinde yeniden biçimlendirmeyi irade olarak tanımlayabiliriz.

İşçi birey değil sınıfın bir üyesidir. İşçi sağlığına yönelik burjuva bilimleri “birey”i temel alır. Bu bireyin bireysel güvenliği söz konusudur. Sermayenin etkinlik ve verimlilik konusundaki baskısını hiç sorunlaştırmadan, bireysel güvenliği için tek başına çaba gösteren bir “birey”dir aslolan. Bu “birey”in sorumlulukları vardır: Hata yapmamak ve dikkatsiz davranmamak.

“Birey”in başına gelen, şansla ilişkilendirilir. “İş kazası” işyerinde işçinin karşı karşıya kaldığı, istenmeyen, beklenmeyen ve/veya şanssızlık sonucu meydana gelen bir olaydır. Nihayetinde o bir kazadır. Kaza dediğimiz şey de şanssızlık sonucu meydana gelir. Oysa ki, “şans” sınıfsaldır. Diğer bir deyişle ait olunan sınıf, üretim sürecindeki yerinizi belirlediği gibi iş kazasına maruz kalma “şans”ınızı da doğrudan belirler.

“Birey” kaderle de ilişkilendirilir. İş cinayetleri “işçinin kaderi” ya da “işin fıtratı” olarak ifade edilir. Bugün iş cinayetlerinin kader ve fıtrat olmadığını yüksek sesle söylemenin tek yolu, politikleşmiş işyerlerinden geçiyor.

Sonuç olarak işçi sağlığı, üretim noktasına içkin, sınıf mücadelesinin konusu olan siyasal ve ideolojik bir alandır. Politikleşmiş işyerinde işçi sınıfının iradesini koymasının yollarını, imkanlarını, pratiklerini aramalı ve örgütlemeliyiz. Hayatımızı kazanırken kaybetmemek için…

                                                              /././

Hakkı’nın hakkını kim çiğnedi?-Engin Solakoğlu-

Peki, hakkı yenen Hakkı Bey, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki limanlarının hangi yabancı şirketlerin ellerinde olduğunu biliyor mudur? Bence o “detay”ı atlamış olabilir.

Suriye’deki gelişmeler iki eksende sürüyor. Bunlardan birincisi sahada yaşananlar kuşkusuz. HTŞ yönetiminin ülkenin neresini ne kadar kontrol ettiği bir muamma. Özellikle Aleviler ve daha küçük ölçekte Şiilere dönük saldırılar devam ediyor. Bunlarla ilgili bir örüntü var. Silahlı ve maskeli birileri gelip Alevilerin azınlık olarak yaşadıkları yerlerde önceden belirlendiği anlaşılan evleri basıyor, bir ya da birkaç kişiyi kaçırıyor ve arazide infaz ediyor. HTŞ’nin sözde kolluğu ise birkaç saat sonra gelip “olayın HTŞ”yle ilgili olmadığını, faillerin soruşturulacağını” söyleyip gidiyor. Hipster sakallı yeni nesil ve “makbul” cihatçıların Batılı avukatları ise hemen yetişip bunların münferit hadiseler olduğunu söylüyorlar. 

Arazideki bir diğer çatışma ise Lübnan sınırında yaşanıyor. Kaçakçılık yaptığı söylenen Şii gruplar ile HTŞ güçleri çarpışıyorlar. Hizbullah’ın meseleye dahil olup olmadığı ise çok net değil. Yukarıda sözünü ettiğim İsrail/ABD uzantısı çevreler Hizbullah’ın uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını ve bunu önlemek isteyen “iyi niyetli” HTŞ kuvvetleriyle çatıştığını ileri sürüyorlar. Bölgeyi biraz daha yakından bilenlerin iddiası ise, sınır bölgesinde gerçekten uzun yıllardır kaçakçılıkla iştigal eden kimi Şii grupların bulunduğu ancak bunların Hizbullah’la bir ilişkisi olmadığı, HTŞ’nin ise o bahaneyle Hizbullah mevzilerine saldırdığı yönünde.

İkinci ve daha dallı budaklı kol ise diplomasi. Suriye’nin başına getirilen Colani’nin Akepe Genel Başkanı’nın konuğu olarak Ankara’da ağırlanması iki rejim arasında en üst düzeyde ilişki kurulduğunu teyit etmiş oldu. Colani’nin dünyanın birçok ülkesi ve Türkiye’de aranan bir terörist olduğu gerçeği halının altına çoktan süpürüldü. Suriye’de kendisini Cumhurbaşkanı ilan eden Colani’nin Ankara ziyareti sırasında nelerin görüşüldüğü de bir muamma. Yandaş basına bakılırsa Türkiye’ye birkaç yerde askeri üs verilmesi dahi ele alınmış. Hava sahası da Türkiye’nin denetiminde olacakmış. İlk bakışta bunlar acıkmış tavuğun arpa ambarına dair düşleri olarak önemsenmeyip geçilecek lakırdılar gibi görünebilir.

Ben o kadar basit olduğunu sanmıyorum. Bu haberlerin köpüğünü ayırıp içeriğine dair fikir yürütmeye çalışmak daha doğru olur. HTŞ ve Colani’yi iktidara taşıyan uluslararası koalisyonun Suriye için yaptığı “master plan”da Akepe rejimine hangi işlevin verileceği tartışılmış olabilir. Bunların arasında HTŞ çetelerinin bir silahlı kuvvete yani orduya dönüştürülmesi mutlaka yer alıyor olsa gerektir. Ne de olsa Akepe bu konuda deneyim sahibi bir iktidar. O deneyimden söz etmişken Suriye Milli Ordusu denen yapının da HTŞ’nin ana gövdesini oluşturacağı bu silahlı kuvvete katılma kararını aldığını anımsayalım. Bu yeni “ordu”nun eğitiminin artık Suriye’de gerçekleşmesinin önünde bir engel yok. O halde belirli askeri üslerin TSK’nın eğitim merkezlerine dönüştürülmesi mümkündür. Ancak bu olgu ile “Türkiye’nin Suriye’deki hava üsleri” kurması arasında uzun mesafe var. Toparlarsak, Türkiye’nin Suriye’de eğitim amaçlı görünen bir asker varlığı bulunacak ancak bunlar hava üssü filan olmayacaktır. Hava sahası kontrolü ise çok uzaklarda bir hayal olarak kalır.

HTŞ ile SDG arasındaki görüşmeler de sürüyor. Her iki tarafın da çok sayıda amiri  var. Bu amirlerinin en azından bir kısmının ortak olduğunu herkes biliyor. ABD, İngiltere ve Fransa bunların önde gelenleri. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Colani’yle bu hafta yaptığı telefon görüşmesi ve kravatlı cihatçı lideri Fransa’ya davet etmesi iki açıdan önemli. Bunlardan birincisi elbette HTŞ ve SDG arasındaki müzakereye dönük bir baskı/etkileme çabasını göstermesi. İkincisi ise parsel parsel satılacak Suriye’den pay alma isteğiyle doğrudan ilintili.

Macron’un Colani’yle bu ilk temasını Akepe Genel Başkanı’yla görüşmesi takip etti. Fransa tarafından yapılan kısa açıklamaya bakılırsa, Macron o görüşmede öncelikle “depremzedelere destek olmayı sürdüreceğiz” mesajı vermiş. Ne yaptıklarını bilmiyorum ama pek zarif bir davranış. Açıklamanın devamında Suriye konusunun konuşulduğu ve özellikle de “DAEŞ’le mücadeleye ve Suriye muhalefetinin Kürt savaşçılar da dahil bütün unsurlarının bu mücadelede yer almalarının önemine” vurgu yapıldığı belirtiliyor. Görüşmede Macron iki ülke arasındaki ilişkilerde pozitif gündem geliştirilmesi dileğini de yeniden iletmiş.

Suriye meselesinden biraz ayrışmakla birlikte bu pozitif gündem ifadesine biraz eğilmekte yarar var. Bir süredir Türkiye’nin AB’nin hızlanan silahlanma faaliyetine katkı verme arzusu gündemde. Geçen ay Fransa’nın bu konuda sürdürdüğü engeli kaldırdığı, Türkiye’nin Avrupa’nın üretmek niyetinde olduğu yeni nesil avcı uçakları projesine destek vermesinin tartışıldığı Fransız basınında yer buldu. Bir diğer haber ise Baykar’la ilgiliydi. Fransa Dışişleri Bakanlığı'nın fonlandığı Jeune Afrique  dergisinin paylaştığı habere göre, Baykar Fas’ta bir SİHA/İHA tesisi kuracakmış. Haberde muğlak bırakılan kısım bunun lojistik bir merkez mi yoksa gerçekten bir üretim tesisi mi olacağı. Her koşulda böyle bir tesisin Baykar’ın Afrika pazarındaki ağırlığını artıracağı tahmine müsait. Bu aşamada önemli olan konu, Fas gibi, ABD ve Fransa’dan icazet almadan hiçbir diplomatik adım atmayan bir ülkenin böyle izni nasıl verebildiği. Bu gelişmeyi, Fransa ile Türkiye arasında özellikle Avrupa savunması konusunda yaşanan yakınlaşmayla bağlantılı görmek çok abes olmaz sanırım.

Türkiye’de enayi silkeleme kabilinden pazarlanan sözde “bağımsız” ve “antiemperyalist” dış politika yürütüldüğü söyleminin gerçekle sınandığı bir döneme tanıklık ediyoruz aslında. Yıllardır bu söylemin bir parlak bir kabuktan ibaret olduğu, Akepe ve birlikte hareket ettiği Türkiye sermayesinin özgül emperyal hedeflerinin emperyalist kampın açtığı alanları azami ölçüde kullanmak ve uyarına gelirse bir miktar genişletmekle sınırlı olduğunu söyleyenleri bilmem kaçıncı kez doğrulayan işaretler bunlar. 

Trump’ın Gazze’den “Riviera” yaratma “procesi” görünümlü tehcir fikrine uzun süre sessiz kalmanın arkasında da aynı gerçekliğin büyük bir parçasını görebiliriz. İktidarda olmadan hayatta kalamayacak siyasi akımların bir tür kalecinin penaltı anındaki endişesini1 taşımasını olağan karşılamak gerekir ne de olsa!

Diplomatik alanda yaşanan bağlantılı bir başka gelişme de MİT Başkanı Kalın’ın İran ziyareti. Ziyaretin Suriye’nin paylaşıldığı ve İran’dan arındırıldığı, benzer bir çabanın Irak için de gündemde bulunduğu, ayrıca dini lider Hamaney’in “ABD’yle görüşen taş olsun” mealindeki çıkışının gerçekleştiği günlere denk düşmesi ilgi çekici. Önümüzdeki dönemde ABD/İsrail ve çete arkadaşlarının hedefine girmesi sürpriz olmayacak İran’a yapılan bu istihbarî ziyaretin salt o konuyla değil, Türkiye’de devam eden Öcalan süreciyle de bağlantılı olması güçlü  bir olasılık.

Geçen haftanın Suriye merkezli gelişmelerini özetlemeye çalıştıktan sonra bir de başlığa esin kaynağı olan “Hakkı”nın durumuna bakalım. Somut olay şu: Suriye’nin Lazkiye limanının konteyner terminalinin işletilmesi bir Fransız şirketine verilmiş. Firmanın adı CMA CGM. Dünyanın üçüncü büyük konteyner taşımacılığı şirketi olarak biliniyor. Haberlerden çok net anlaşılmamakla birlikte benim aldığım izlenim bu şirketin geçmişte de muhtemelen Suriye’ye yönelik yaptırımlar devreye girene kadar  o limanı işletmiş olduğu. Zira sözleşmenin yeni koşullarla yenilenmesinden söz ediliyor. 
Esasen bunda şaşılacak bir şey yok, Suriye -kimi iyi niyetli dostların düşündükleri gibi- Beşar Esat döneminde de sosyalist bir ülke değildi. Konumuz o değil elbette. Esas konumuz “Hakkı’nın çiğnenen hakkı”.

Monşerlik gereği Hakkı Bey diye adlandıracağımız, boş zamanlarında elindeki sopayla halkımıza strateji öğretmeyi görev edinmiş bu “çok muhalif” kişi sözleşmenin imzalanmasından çok incinmiş! Hakkı Bey sosyal medyada özetle şöyle bir paylaşım yapmış:

“Bu sözleşme Türkiye’nin hakkıydı. Türkiye bu konuyu not etmeli.”

Lazkiye limanının konteyner terminalinin işletmesini alan şirketin yüzde 24 hissesinin bir Türk holdingine ait olduğunu bildiğinden emin değilim ama Hakkı Bey Suriye’yi, ekranlarda muhalif pozu kestiği iktidarın fethettiğini düşünüyor olmalı ki kılıç hakkının peşine düşmüş. Rezaleti, skandalı görüyor musunuz? Hakkı’nın hakkını yemişler! Nerede yemişler? Suriye’de yemişler. Hay Allah!

Peki, hakkı yenen Hakkı Bey, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki limanlarının hangi yabancı şirketlerin ellerinde olduğunu biliyor mudur? Bence o “detay”ı atlamış olabilir. Biliyor olsaydı, belki Kuleli Askerî Lisesi’nden beri kim bilir kaç kez söylediği Harbiye Marşı’nda “kanla, irfanla kurulduğu” anımsatılan Cumhuriyetin limanlarının yerli ve yabancı tekellerin elinde olmasından rahatsızlık duyar ve bunu not eder, başka bir ülkeden koparılacak savaş ganimeti az geldi diye feryat etmezdi.

Hakkı Bey’e haksızlık da etmeyelim. Kendisi yalnız ve ayrıksı sayılmaz. Salt iktidar cenahında değil, karşısında durduğu söylenen cenahta da aynı anlayışı paylaşan birçok “analist” var. Sermaye genişlemek istiyorsa, onlar da istiyorlar. Sermaye talan peşindeyse, onlar da ellerinde sopalarla komşu ülkelerin nasıl işgal edilebileceğini, nasıl paylaşılacağını iştahla anlatıyor, ganimetin azlığından yakınıyorlar.

Bu güruh, sermaye izin vermeyeceği için refah ve eşitlik sağlamaları mümkün olmayan Türkiye halkını savaş uçurumuna sürüklemek uğruna hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor.

Halka ellerine sermayenin tutuşturduğu sopayı haritalar üzerinde sallayarak hayal satanlarla her an ve mümkün olan her mecrada mücadele etmek, halka yalan söylemenin suç olduğu bir düzen için mücadele etmek işte bu yüzden öncelikli bir yurtseverlik görevi.

  • 1

    Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi, Peter Handke’nin bir romanıdır. İçeriğinden çok başlığıyla sürekli hatırladığım bir yapıttır. Aynı  isimle sinemaya da uyarlanmıştır.

  • soL

  •                                      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

  Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...