duvaR "Köşebaşı + Gündem" -19 Şubat 2025-

KFC ve Pizza Hut’ın faturasını kim ödeyecek? 7000 işçi mi, İş Gıda mı, Yum! Brands mı?-Dilek Dindar-

KFC ve Pizza Hut işçileri halen çalışıyor göründüğü için başka bir işe giremez, girerse tazminat haklarını kaybeder. ‘Ama işyeri kapandı, haklı fesih yapıyorum’ da diyemez çünkü kanun izin vermez.

Geçtiğimiz günlerde dünyaca ünlü iki marka KFC ve Pizza Hut’ın Türkiye’deki tüm şubeleri kapandı ve 7000 işçi maaşlarını dahi alamadan işsiz kaldı. İşsiz dedim ama resmi olarak değil, TÜİK istatistiklerine giremeyecekler yani. Çünkü işyerleri kapandı ama işten çıkışları yapılmadı. Dolayısıyla işsizler ama ne paralarını alabiliyorlar ne de başka bir işe girebiliyorlar.

O yüzdendir ki, ülkenin farklı noktalarından yaptıkları eylemler ve açıklamalarla bizlere, yıllardır peşin peşin vergisini ödedikleri devlete, devleti yönetenlere, doğrudan bu alandan sorumlu Çalışma Bakanına seslerini duyurmaya çalışıyorlar.

Konuyu malum kişiye anlatır gibi tane tane anlatayım:

KFC ve Pizza Hut, dünyanın pek çok yerinde binlerce şubesi olan global iki marka. Sahibi ise ABD’li Yum! Brands isimli şirket. Bu şirket Türkiye’deki şubelerini 2020 yılı sonunda çalışanlarıyla birlikte franchise anlaşması ile İş Gıda şirketine devretti.

Geçen 4 yıl içinde bolca parlatılan İş Gıda ve patronu İlkem Şahin için işler iyi gitmedi. Önce ABD’li Yum! Brands, standartların karşılanmadığı gerekçesiyle franchise anlaşmasını fesh etti ardından da İş Gıda, 31 Ocak 2025’te konkordato ilan etti ve Türkiye’deki 254 Pizza Hut 283 KFC şubesi kapandı. Bu şubelerde çalışan 7000 işçi içinse, deyim yerindeyse kabus dolu günler başladı. (Bu sürecin ayrıntıları için Bahadır Özgür yazısını okumanızı öneririm.) Anlayacağınız iki şirket de kendini kurtarmanın yolunu bulmuştu. Peki ama 7000 işçi? Onların maaşlarını, tazminatlarını kim ödeyecek? Muhatapları kim?

KONKORDATODA İŞÇİ HİLELERİ… İKTİDAR KİMİ KORUYOR?

Konkordato özellikle pandemi ile aşina olduğumuz bir kavram. İflasın eşiğine gelen şirketlerin, borçlarını faizsiz olarak yeniden yapılandırmak için başvurdukları hukuki bir yöntem. İşçi alacakları da bu sürecin içerisinde ve kanuna göre imtiyazlı alacaklar olarak tanımlanıyor. Ancak uygulamada durum farklı, finansal alacaklar ve devlet alacaklarından sonra geliyor. Hatta 2021 yılında iktidar bunu daha da somutladı ve kanunda yaptığı değişiklikle, işçi alacaklarını ‘Alacakları rehinli olan alacaklılardan ve devletin alacaklarından sonraki sıraya’ koydu.

Sonrası kalırsa ne ala! Ki genelde kalmaz çünkü ‘Minareyi çalan kılıfı çoktan hazırlamıştır!’

KONKORDATODA İŞÇİNİN TAZMİNATI NASIL ENGELLENİR?

Konkordato ilanında bir diğer uygulamada ise, tazminatlar alacak listesine girmesin diye genellikle işçiler işten çıkarılmaz. KFC ve Pizza Hut işçileri için de aynı durum yaşanıyor. Bu durumda olan işçi halen çalışıyor göründüğü için başka bir işe de giremez, girerse tazminat haklarını kaybeder. ‘Ama işyeri kapandı, haklı fesih yapıyorum’ da diyemez çünkü kanun buna izin vermez.

Anlayacağınız konkordato işçiyi değil patronu korur!

Elbette hukuken yapılacak bir şey yok demiyorum. Bu konuda yıllardır etkin mücadele veren hukukçularımız var ve hukuki süreç mücadelenin de bir parçası.

PEKİ BÜYÜK PATRONUN HİÇ Mİ SUÇU YOK? YUM! BRANDS BU İŞİN NERESİNDE?

Yum! Brands ve İş Gıda arasındaki franchise sözleşmesinden başta bahsetmiştim. Franchesing, taşeron çalışmanın gıda sektöründeki afili ismi. Yani ürünü, o ürünün nasıl yapılacağını, hammaddesinden logosuna her şeyi asıl şirket belirler. İşletmeci de uygular.

KFC ve Pizza Hut için de durum böyle. Dünyanın neresine giderseniz gidin aynı logo, aynı ürün, aynı tat… İşçilerin şapkalarından restoran düzenine kadar her şey aynıdır. Tüm bunları ve dahi işin akışını asıl patron yani Yum! Brands belirler. Türkiye’de de durum budur. İşletmeci ise İş Gıda’dır.

Tüketici franchesing'i bilmez, markaya güvenir ve satın alır. İşçi için de durum aynıdır. O da markaya güvenir, markanın güvencesindedir. O nedenle 7000 işçi aynı zamanda KFC ve Pizza Hut işçisidir.

Hal böyleyken KFC ve Pizza Hut’ın patronu Yum! Brands ne yapacak? Sözleşmeyi fesh etmek onu sorumluluktan kurtaracak mı? Yarın yeni bir franchise anlaşmasıyla şubelerini yeniden açarsa nasıl karşılık bulacak?

Açıktır ki, bu soruların cevabını işçilerin mücadelesi ve toplumun onlara desteği verecek.                                             /././

Karanlık zamanlarda yargı -Beyhan Güler*-

Ortak dünyaya, topluma, hukuka karşı sorumluluğunu taşıyan, hukukun gerçekleştirme kapasitesinden güç alarak hiçbir otoritenin aracına dönüşmeden eyleyen bir yargı, karanlığın da ilacı olabilir.

Hannah Arendt’in Karanlık Zamanlarda İnsanlar isimli kitabına yazdığı önsözde, Nilgün Toker, ”Arendt’e göre ortak dünya, kendimizi diğerleri ile ilişkiye sokmamız aracılığıyla, deneyim içinde kurulur; hazır bir çerçeve değil, sürekli yeniden kurulması gereken dinamik ama bu nedenle de kırılgan, dolayısıyla var oluşu için sorumluluk taşınması gereken bir dünyadır. Ne yapacağımızı bildiren, -dikte eden- bir çerçeve içinde eylemek, kendi sorumluluk taşıma kapasitemizin ödevle yer değiştirmesidir. Oysa özgür eylem, kendi yargı yetimizle aldığımız kararı hayata geçirme, açığa vurma ve bunu diğerleriyle birlikte yapma etkinliğinin kendisidir… Arendt, olanı biteni görmek ve konuşmanın bizi diğerlerine bağladığı ve dünyaya ait olmaklığımızı açığa vurduğunu, bunun da politik eylemin kendisi olduğunu, dünyaya karşı sorumluluğumuzun dünyayı görme kapasitemizde yattığını göstermektedir.” der. Gerçekten de Arendt, kitapta karanlık zamanlarda, bir genel ilkenin buyruğunu yerine getirenler olarak değil, kendi özgürlüğünü açığa vuran, dünyaya katılma tarzlarını bu şekilde belirlemiş figürleri ele almaktadır.

İçinde bulunduğumuz modern çağda, Arendt’in perspektifiyle var oluşu için sorumluluk taşınması gerekli bir ortak dünyanın yitirildiğini söylemek hatalı olmaz. Çağı biçimlendiren ekonomik politikaların, yeni toplumlar ve bireyler ürettiği ortadadır. Genel biçimiyle, diğerleriyle girilen ilişki, deneyim ve sorumluluk üzerinden değil, her türlü eylem ve sözü önceden biçimlendirecek bir sistem üzerinden ortaklık yaratılmaya çalışıldığı görülmektedir. Böylelikle aynı ekonomik politikaların ürettiği otoriter popülist yönetimlerin yeni bir karanlık zamanı var kıldığını söylemek mümkündür. Bu karanlık zaman ise insansal çoğunluğun yarattıklarını dışlayan, işlevsizleştiren, değersizleştiren ve birey ve toplumlara, kendilerinin aleyhine, dar bir azınlığın yararına hizmet eden çerçeveler dayatan bir zamandır. Böyle zamanlarda ise örneğini 20. yüzyıl ortalarında Avrupa’da, spesifik olarak Almanya’da gördüğümüz “iç göç”, bireylerin kurtuluş umudu olarak sahnede yer alır. Bir yönüyle dünyadan gizlenmeyi, kamusal hayattan isimsizliğe kaçışı ifade eden bu kavram, Arendt’in anlatımıyla, bir yandan Almanya’nın içinde artık ülkeye ait değilmiş gibi davranan, kendini göçmen gibi hisseden kişilerin olduğunu ima ediyor; öte yandan ise aslında göç etmediklerine, bir iç aleme, düşünce ve duygunun görünmezliğine çekildiklerine işaret ediyordu.

İnsan varoluşu ile hiç de uyumlu olmayan böylesi bir göç hali, insanın eylem iradesi taşıyan bir varlık olduğu gerçeğini inkar ettiği gibi derin bir suskunluğun da yaratıcısı olur. Tıpkı bugün yaşanan adaletsizlikler karşısında tanık olduğumuz derin sessizlik ve tepki gösterenlere yapılan insafsızlık gibi.

Oysa insan dünyaya karşı sorumludur. Yarattıkları, var kıldıkları hatta kurguladıklarına sahip çıkmak yoluyla da sorumludur. İnsanlık, var oluşa uygun, hak ve özgürlükleri önceleyen bir düzen içerisinde onurlu ve birlikte yaşamayı anlamlı kılan bir düzenek olarak hukuku kurgulamıştır. Yargı ise hukukun adil sonuçlar üretmesine hizmet eder ve hukukun arzuladığı bu yaşama biçiminin tesisinde etkin görev alır. Yargının görevini yerine getirebilmesi rejimin olanakları ile doğrudan bağlantılı olsa da bu anlamda hukukun tarihsel varlığı ve durduğu yere ilişkin en geniş bilgi, hiçbir karanlığın gizleyemeyeceği biçimde yargının genetik kodlarında yer alır. Bu bilgi, hukukun işlevsizleştirilmesini, değersizleştirilmesini engelleyecek, duygu ve düşüncenin görünmezliğine hapsolmasına izin vermeyecek kadar açık, elle tutulur ve görünür bir bilgidir. Karanlık zamanın yarattığı korku ikliminde, ilk ve son mevsimin yaşanmadığı ortadadır. Tarih benzer örnekleri defalarca sergilemiş, insanlık yaşananlardan aldığı ders ile hukukun varlığı ve zorunluluğuna dair düşünceyi birden çok kez üretmiştir. Bu donanım ile yargı, tarihsel sorumluluğuna aykırı biçimde duygu ve düşüncenin görünmezliğine göç edip dünyadan gizlenemeyeceği gibi hukukun, çağın ürettiği otoriter popülist yönetim biçimlerinin nesnesine dönüşmesine de hizmet edemez. Bugün kendi kendisini araçsallaştıran yargı, kodlarındaki bilgiye aykırı biçimde eylediğini bilmektedir. Daha kötüsü bunun hukuk nezdinde bir sorumluluğunun bulunduğunu da bilmektedir. Hukukun varlığının inkarı haline gelen hukuksuzlukta, yargının yaşadığı derin “iç göç” ün de önemli bir payı bulunmaktadır.

Ancak unutmayalım ki, dünyaya, topluma, hukuka karşı bir sorumluluğumuz var; bir yargıç olarak; iletişim fakültesi mezunu gazeteci oğlumuzun evinin kapısı bir gün güneş henüz parlamamışken çalınabilir, tatile giden kızımızın kaldığı otel bir felakette yok olabilir, yazılı yarışma sınavını geçen oğlumuz, mülakatta elendiği için kendisine zarar verebilir, toplumda erkeklere oranla dezavantajlı kızımız, bir vahşetle karşı karşıya kalabilir, kızımızın dünyaya getirdiği bebek, yenidoğan ünitesinde zarar görebilir…

Doç. Dr. Eylem Ümit Atılgan, kısa bir süre önce sunumunu şu sözlerle tamamladı; ”İnsanın neliği sorusuna insan felsefesi yanıt verdiğinde hukukun uzağına düşemiyoruz. İnsanın neliğine ilişkin tanım şunu söylüyor; insan bir potansiyeldir ve bu potansiyeli gerçekleştirmek için koşullar vardır. Maddi koşullar insanı dönüştürür, etkiler. Ve insan eylem iradesi taşıyan varlıktır. Antropolojik olarak tinsellik, insanın aşkı, sanatı, hukuku yaratan canlılar olduğunu göstermektedir. Yanlış yaptığında insanı uyaran bir iç sesin varlığı, bize insan var oluşunun normatifliğini, tinselliğini göstermektedir. Hukukun, insanın, oluş, yöneliş gerçekliği ve gerçekleştirme kapasitesinin bir desteği olarak değerlendirildiğinde anlamlı olduğunu düşünüyorum.”

Karanlık zamanlarda gelen aydınlık seslere kulak vermek zorundayız. Ortak dünyaya, topluma, hukuka karşı sorumluluğunu taşıyan, dünyadan gizlenmeyen, hukukun gerçekleştirme kapasitesinden güç alarak hiçbir otoritenin aracına dönüşmeden eyleyen bir yargı, karanlığın da ilacı olabilir.

*Yargıç - Yargıçlar Sendikası Başkanı                

                                                                      /././

Muhalefet endüstrisi ve kitleler -Osman Özarslan-

Kültür endüstrisinin sürekliliği olan işlere ihtiyacı olmadığı gibi, muhalefet endüstrisinin de yoğunlaştırılmış tutarlı siyasi söylemlere ihtiyacı yoktur. Tayyip Erdoğan’ın okuduğu bir metni pekala Özgür Özel de okuyabilir ya da siyasetçilerin okudukları metinleri söylemsel analize tabi tutsak, birkaç ayrıştırıcı siyasi söylem dışında rahatlıkla görebiliriz ki, siyasi söylemde pek bir fark yok. 

Muhalefet endüstrisi geçtiğimiz birkaç ayda yaşanan kimi olayların ardından daha sık duyduğumuz bir kavram. Geride bıraktığımız bu yakın dönemde, muhalefetin, endüstri ile yan yana   düşünülmesini sağlayan en önemli şeylerden birisi, onun bir iktidar alternatifi,  potansiyel bir iktidar odağı olmaktan ziyade, kime hilafı olduğu belli olmayan bir tür yeni-normal mümessili olması. İpe un serme, kalburla su taşıma, vantroloji, ölü taklidi gibi karma sanatlarla icra edilen bu yeni normal ve onun mümessilleri, felsefenin siyasetle kesişim noktasında önemli bir yer işgal eden meşhur sorunsaldan, kendisi için çorba ve kendine kadar çorba pişirdiğinden ve bu mümessillerin siyaset diye konuştuğu (ama artık mide ekşimesinden başka bir işe yaramayan) namus, şeref, haysiyet, vatan-millet-bayrak, yemin-billah temrinleri, uzun gecelerin ardından sabaha karşı gidilen salaş işkembe salonunda sakatat menüsünü sayan müşfik garson kadar bile samimiyet telkin etmediğinden; muhalefetten değil, muhalefet endüstrisinden bahsediyoruz.
                                                   
Theodor Adorno

Adorno’nun Kültür Endüstrisi(1) kavramından esinlenmiş bu kavramı kamusal alanda ilk kim kullandı bulamadım, belki de eş zamanlı olarak pek çok kişinin aklına gelmiş olabilir. Fakat internet taraması ile bulabildiğim kadarıyla en eski kayıt Tayfun Atay hocaya ait. Atay, bu kavramı kabaca, sınırları CHP tarafından belirlenmiş, iktidarın işine gelen yerleri kaşıdığı belirli bir siyaset alanı olarak tanımlıyor; Prof. Süleyman Seyfi Öğün meseleye farklı bir perspektif getiriyor ve muhalefet endüstrisini, ulus devleti tasfiye etmek amacıyla oluşturulan fonların sponsorluğundaki STK’cılık akımı üzerinden görüyor. Tamga Türk’ten Bahadır Dinçaslan’a göre ise muhalefet endüstrisi: Muhaliflerin sırtından yine muhaliflere kalitesiz işler kakalayarak geçinen (üç örneğini hatırlayalım “Otuz Altında Yokuz”, “Kırmızı Kart” “Küfe”), muhaliflere bir faydası olmayan ama mevcut siyasi partiler yasası dolayısıyla mahkum olduğumuz asalaklar ve onların vasat (altı) işleri (DergiPark akademisyenleri, milletvekilleri, belediye iştiraklerini yağmalayan asalak güruh, bunların PR-danışmanlık şirketleri, reklam ajansları arasındaki sonsuz çevrimler).

Şimdi tam hatırlamamakla birlikte, takip ettiğim ana akım Youtube kanallarında da mesele, muhalif öznelerin yapıp ettikleri üzerinden ele alındı, ne var ki bence, burada muhalefet endüstrisi diye bir şeyden söz etmeye devam edeceksek, bunun bir mümessillik meselesi olmadığını (mümessilliğin yalnızca bunun sonuçlardan birisi olduğunu) ve aslında, muhalefet endüstrisi dediğimiz şeyin, Adorno’nun kültür endüstrisinde bahsettiği kitle ve iktidar arasındaki ilişkinin, günümüzde muhalefet kültürü üzerinden mücessem hale gelmesi ve bunun kitleselleşmesi olduğunu görmemiz gerekiyor.

Şimdi, Adorno’nun Kültür Endüstrisi dediği şeyi küçük tadilatlarla muhalefet endüstrisi haline getirmeye çalışalım.

Frankfurt Okulu’nda, Kültür Endüstrisi başlığını geliştirip, sözcülüğünü yapmış olan Adorno’ya göre, kültürün endüstri haline gelmesinin en önemli nedenlerinden birisi, alt yapı ile üst yapı arasındaki ayrılığın ortadan kalkması, dahası da kaynaşmasıdır. Muhalefet endüstrisi açısından da en önemli mesele, iktidar ile muhalefetin arasındaki ayrımın ortadan kalkması, daha kaynaşması, muhalefetin muarız bir kitle olmaktan çıkıp, iktidarın politikalarının denendiği bir örneklem grubuna dönüşmesi ya da bünyede bağışıklığı arttıran, sindirimi sağlayan faydalı bakterilere dönüştürülmesi.

Kültür Endüstri’sinin en önemli nosyonlarından birisi, sanatsal bütünlüğe önem vermemesidir; bu yüzden siyasette, sanatta, estetikte klasisizme karşıdır, sofistike zevklere ve bu zevkleri çağıran tutarlı işlere de karşıdır; bu yüzden daha partiküler, sekanslara ayrılmış ama etki öncelikli ve kolay uyarılabilir duyguları çağıran (melodram, hamaset, pornografi) işler kültür endüstrisinin ürünleridir. Gündelik hayatın sıkıcılığından kaçma, bir şeylerin eğlence olarak arz edilmesi, yalnızca eğlence olarak metalaştırılabilen şeylerin görünür kılınması ve tüm bunların hızlıca üretilmesi ve tüketilmesi.

Günümüzde artık daha belirgin bir şekilde biliyoruz ki, kültür endüstrisi ürünlerinin hepsinin bir reçetesi var. Bir pop müziği eseri yapmanın, bir film çekmenin, bir eğlence mekanı açmanın, çok yenecek bir yemek yemenin, best-seller bir kitap yazmanın, şimdi de Türkiye’de bir muhalefet partisi kurmanın…

Adorno burayı Walt Disney’in çizgi film şablonları (aşırı stilize edilmiş ve kolaylıkla bir karikatüristler ordusu tarafından çizilen Disney karakterleri) ve pop şarkıların bayağı uyakları ve nakaratları (june, moon, spoon) üzerinden görür. Ve bu kültürel ürünleri, Fordist üretim biçimine ilham veren T-Model Fordların seri üretimini sağlayan, standartlaşmanın beraberinde getirdiği yedek parça sanayisiyle aynı kalibrede ve bağlamda değerlendirir. Seri üretim, nasıl ki bir şanzuman, motor, senkromeç, tekerlek, jant ya da fren balatasının bir diğer araçta kullanılmasını temin ettiyse; kültür endüstrisinin seri üretim bandı da bir şarkı formülünün, bir şarkı armonisi ya da bir şarkı sözünün rahatlıkla bir başka şarkıda kullanılabilir olmasını sağladı. Dolayısıyla, sanatın içindeki zanaatkarlık, endüstri tarafından tasfiye edilmiş oldu.

Muhalefet endüstrisi için de baktığımızda benzer bir durum var aslında. Kültür endüstrisinin sürekliliği olan işlere ihtiyacı olmadığı gibi, muhalefet endüstrisinin de yoğunlaştırılmış tutarlı siyasi söylemlere ihtiyacı yoktur. Tayyip Erdoğan’ın okuduğu bir metni pekala Özgür Özel de okuyabilir ya da siyasetçilerin okudukları metinleri söylemsel analize tabi tutsak, birkaç ayrıştırıcı siyasi söylem dışında ve kelimelerin frekansları dışında, rahatlıkla görebiliriz ki, siyasi söylemde pek bir fark yok.

Hatta, Meral Akşener'in vaktiyle yürütmüş oldukları “Ömer’in Yolunda Atatürk’ün  İzinde” (2022) kampanyasındaki gibi, bütün düğmelere basan, partisini siyasi bir odak olmaktan ziyade, AVM enstalasyonuyla tefriş eden bu mantık: Yazıcıoğlu ile donuyor, Kerbela’da yanıyor, şeriata karşı çıkıp Ömer’in adaletine sığınıyor ve Cumhuriyetin kurucu değerlerini ve kurumlarını tamir etmeye çalışıyor, ki bu animenin bir benzerini AKP gençlik kolları, Sen Kimsin? ismiyle, 2021’de yapmıştı.

Yedek parça/seri üretim mantığı, muhalefet endüstrisi bağlamında, yalnızca retorikte değil, bizzat muhalif öznelerin geçişkenliği için de geçerli. Örneğin, Muharrem İnce, Sinan Oğan, Meral Akşener, Kürşad Zorlu, Yavuz Ağıralioğlu, Ümit Özdağ pekala pek çok parti ve ittifakın (ve elbette planların) parçası oldular.

Bu yedek parça mantığını, ya da bütünsellik karşıtlığını Adorno atomizasyon olarak tanımlıyor. Ama buradaki atomizasyon da, toplumun birey birey atomlarına ayrılması değil, kültür endüstrisi yoluyla, insanın bütünselliğe izin verilmeyecek şekilde paramparça edilip atomlarına ayrılması; kişinin duygularının hem Deniz Gezmiş’e hem Muhsin Yazıcıoğlu’na hem de Eren Bülbül’e(2) aynı derecede üzülmesini sağlayacak yedek parçaya dönüştürülmesi. Çünkü, muhalefet endüstrisi açısından söz konusu olan şey, pop müzik imalatına ilişkin reçetelerin yedek parça mantığıyla üretilmiş kafiyeleri ve nakaratları gibi, bir siyasi söylemden diğerine geçildiğinde aradaki farkın tümüyle ortadan kalktığı; yalnızca vatan millet sakarya meselesinin değil, yerine göre, Romanlar, Kürtler, LGBTQİ+ gibi tehlikeli başlıkların da siyasi metinlere duygular ve kanaatler olarak girebildiği dönüşümlerdir.

Adorno’ya göre, kültür bir zamanlar insanlığı doğaya karşı koruyan bir yapıydı, fakat burjuvazinin yükselişiyle birlikte bilhassa dünya savaşları sürecinde, faşizm ve totaliter rejimler kültürü esir almışlar, burjuvazi de kültürü bir gösteriş meselesine dönüştürmüştür. Muhalefetin günümüzde düşmüş olduğu durum aslında tam olarak budur. Muhalif olmak, numune olma/nümayiş yapma meselelerinden tümüyle azade bir şekilde, kendisini saf bir gösteriş meselesine indirgemiştir. Bu da gene, 23 yıllık AKP iktidarının bazen tesadüfen bazen de üzerinde çalışarak geliştirdiği şeylerden birisidir. Bugün baktığımızda muhalif olmak büyük oranda orta sınıf olmak ve muhalif direnişi de orta sınıf pratiklerini sürdürebilir olmak demektir. AKP’nin iktidar formülü içinde bu harika bir konumdur, çünkü temelde AKP’li iki kesim var: birincisi AKP’nin kendi elitleri ikincisi de, AKP ile birlikte ayakta durabilen, taşra ve kent yoksulları.

Tuhaf ama gerçek bir şekilde, alkol tüketmek, sigara içmek, tatile gitmek, çocuğu devlet okuluna göndermemek, tedaviye erişmeye çalışmak, kaliteli beslenmek, iyi giyinmek, yurt dışına çıkmak… Bunlar elbette muhalefetin konusu olmakla birlikte, yaşam tarzına indirgenmiş bir muhalefet olarak, siyasallaşma sınırları son derece belirgin ve iktidarın bayıldığı yüzde 49’a karşı yüzde 51 rekabetinin, iktidarın maliye politikalarının sürdürülebilirliğinin ve muhalefet endüstrisinin temel dinamikleridir. 

NOTLAR:

(1) Theodor Adorno, Kültür Endüstrisi ve Kültür Yönetimi. İletişim Yayınları

(2) Burada elbette üzülmekte bir sakınca yok, belki de insani olan da budur. Fakat siyasal alanın üzüntü, sevinç, öfke, hınç gibi duygulanımlar tarafından işgal edilmiş olması, kültür/muhalefet endüstrisinin bir başarısıdır.

                                                                          /././

duvaR



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

TKP Genel Sekreteri Okuyan: Halk sahnede yoksa savaş kararları kolay alınıyor + Okuyan: AKP'nin Ortadoğu politikası bir avuç zenginin çıkarlarına hizmet ediyor -soL-

TKP Genel Sekreteri Okuyan: Halk sahnede yoksa savaş kararları kolay alınıyor Ankara'da düzenlenen etkinlikte konuşan TKP Genel Sekreter...