TÜSİAD'ın sorusuna 'jet' yanıt: Kimin yüzü gülüyor? Sabancı'nın!
Asgari ücreti açlık sınırının altına sabitleyenler "yüzümüz gülmüyor" dedi, daha fazlasını istedi. Bu talebi ete kemiğe büründüren kişi Kaya Sabancı oldu. Yatını sattı, hız motoru aldı. Tek kalemde asgarin ücretin 7 bin 500 katını cebinden çıkardı.
Patronlar kulübü TÜSİAD, dört gün önce toplandı ve AKP'ye “yönetemiyorsunuz, kendinize çeki düzen verin” mesajı verdi.
Elde ettikleri büyük kârların erimesinden korkan büyük sermaye sahipleri, çekincelerini tek tek sıraladı.
Arada Mehmet Şimşek’in ekonomi programını övmeyi ihmal etmeyen patronlar “desteklesek de her şey yolunda değil” dedi.
Peşi sıra TÜSİAD Başkanı Orhan Turan’dan şu ifadeler geldi:
“Hem sanayici mutsuz hem çalışanlar. Hem büyük işletmeler zorlanıyor hem KOBİ’ler. Hem Batıdaki girişimciler yakınıyor hem Doğudakiler. Peki kimin yüzü gülüyor?”
Turan’ın sorusuna yanıt çok geçmeden içeriden geldi.
Ülkede patron deyince akla gelen iki isimden biridir Sabancı. Servetini göz önünde tutmaktan çekinmeyen bu ailenin popüler isimlerinden biri de Kaya Sabancı.
Bugün gazetelerin magazin köşelerinden kendini hatırlatan Kaya Sabancı, yüzü gülenler arasında yer aldığını gösterdi.
Şimdiden yaza hazırlanan Sabancı, yatını satıp Miami’den yeni bir hız motoru almış.
Hürriyet’in “Kaya Sabancı, denizlerin hız limitini zorluyor” başlığıyla aktardığı habere göre ünlü patron 4,5 milyon doları gözden çıkarmış.
4,5 milyon dolar yani güncel döviz kuruyla 165 milyon lira. Bu da yaklaşık 7 bin 500 asgari ücret demek.
Gazete, yüz binlerce saatlik emekle eşdeğer bu “hız canavarının” özelliklerini şöyle anlatıyor:
“Yeni hız motorunu Miami’den alan Sabancı, tekneyi Türkiye’ye getirtmek için hazırlıklara başladı. Cigarette Racing’in efsane modellerinden biri olan 515, yüksek performans kategorisinde yer alıyor ve dünya çapında hız tutkunlarının gözdesi. Yaklaşık 15.6 metre uzunluğunda olan bu süper hızlı motor yat, 1550’lik beygir gücüyle inanılmaz bir performans sunuyor. Tamamen karbon fiber gövdeli olan Cigarette 515, yüksek hızda bile olağanüstü bir denge sağlıyor.
Teknesini sık sık Ege ve Akdeniz koylarında test ettiği bilinen Kaya Sabancı’nın yeni hız makinesiyle sezonu açması merakla bekleniyor. Sabancı’nın bu yeni yatırımı, denizcilik tutkusunun hız kesmeden devam ettiğinin de bir kanıtı!”
Sabancı’nın yeni “yatırımı” denizcilik tutkusundan daha fazlasını kanıtlıyor. En başta da açgözlülüğü!
El birliğiyle milyonların emeğini açlık sınırının altına sabitleyenler, kârdan zarar etme ihtimaline dahi katlanamıyorlar.
Gülüşü çalınanların, sermayenin saltanatını sorgulamasından, yıkmasından korkuyorlar.
TÜSİAD, Erdoğan'ın "yeni Türkiye'si"nin ilk alıcılarından biriydi.
soL'un yeni belgesel serisi "Medusa'nın Salı: Bir AKP Belgeseli" bugün yayınlanan ikinci bölümünde AKP'nin iktidar yolculuğunun 2002-2004 yılları arasındaki kritik dönemeçlerine odaklanıyor. Özelleştirmeler, IMF programı, Avrupa Birliği uyum süreci, 1 Mart Tezkeresi ve Irak'ın işgalinin yanı sıra patronların AKP'ye olan desteği, askerin tepkileri ve muhalefetle mücadelesi de ayrıntılı olarak anlatılıyor.
***
KFC ve Pizza Hut işçileri Samsun'dan seslendi: 'Emeğimizle 50 milyonluk malikane aldın, bizi oyalama'
Maaşlarını ve resmi olarak işten çıkarılmadıkları için tazminatlarını alamayan KFC ve Pizza Hut işçileri hakları için Samsun'da buluştu.
Konkordato ilan eden ve binlerce işçisine Ocak ayı maaşını ödemeyen KFC ve Pizza Hut'a karşı eylemler Türkiye'nin dört bir yanında sürüyor.
Daha önce İstanbul, Bursa, Sakarya, Gaziantep, Eskişehir'in de aralarında olduğu çok sayıda ilde meydanları dolduran KFC ve Pizza Hut işçileri dün Samsun'da bir araya geldi.
Karadeniz genelindeki tüm KFC ve Pizza Hut çalışanları Samsun'daki Piazza AVM önünde toplandı. Patronların Ensesindeyiz Ağı'nın da destek verdiği eylemde işçiler, maaşlarının derhal ödenmesini talep etti.
Eylemde sık sık "İşçilerin birliği sermayeyi yenecek", "İş Gıda işçisi yalnız değildir", "İşçiyiz haklıyız kazanacağız" sloganları atıldı. İşçilere Samsunlu yurttaşlar da alkışlarla destek verdi.

'Üç ay boyunca nasıl geçineceğiz?'
İşçiler adına konuşan Sibel Öztürk, şirketin kıdem ve ihbar tazminatı gibi hakları ödememek için binlerce kişiyi hâlâ kağıt üzerinde "çalışan" olarak gösterdiğini belirtti.
İlgili kamu kurumlarının sessizliğine dikkat çeken Öztürk, talepleri karşılanana dek mücadele etmeye devam edeceklerini duyurdu.
Açıklamada öne çıkan ifadeler şöyle:
"İş Gıda A.Ş. tarafından yapılan konkordato suni olup, şirketin geçmiş kayıtlarının incelenmesi gerekmektedir.
Patron İlkem Şahin'e ait olan jant fabrikası, tedarik sorunları yaşadığımız bir dönemde satın alındı. Maddi ve manen zorlandığımız bu dönemde Krispy Kreme şubeleri açıldı.
Burada Ocak ayında günlerce çalışmış olup şirket tarafından maaşını alamayan insanlar mevcutken, Krispy Kreme çalışanlarına geçen ay ikramiye verildi.
5 Şubat'ta Rüzgarlıbahçe'de bulunulan ana binadaki bütün eşyaların boşaltıldığını ve kaçırıldığını gözlemliyoruz.
Bu kadar insanın emekleri ve senelerce ödenmeyen primleriyle 50 milyonluk bir malikane satın alındı, nasıl rahat oturuyorsunuz?
Maaşlarımızın garanti fonundan karşılanacağı söylendi, fakat garanti fonunun da 3 ayın sonunda ödenecek yapacağı, şirkete atanan komiserler tarafından belirtiliyor. Soruyorum sizlere 3 ay boyunca maaş gelmeden nasıl geçineceğiz?
Haksız bir şekilde mahkeme ve kayyumlarla zaman kazanarak bizleri oyalamayın.
Çoluk çocuğumuzun geleceğini, yıllara dayanan emeklerimizin değerlerini kimseye bırakmayacağımızı ve hakkımızı sonuna kadar savunacağımızı burada bulunan işçi emekçi kamuoyu ve halkımıza bildirmek isteriz."
Ne olmuştu?
KFC ve Pizza Hut restoranlarının Türkiye'deki işletmeciliğini 2020 yılından bu yana yürüten İş Gıda A.Ş., Yum! Brands ile olan sözleşmenin tek taraflı feshedilmesiyle tüm restoranlarını kapattığını ve konkordato sürecine başvurduğunu açıkladı.
İş Gıda A.Ş.’nin konkordato talebiyle birlikte, mahkeme şirket ve sahibi İlkem Şahin için 3 aylık geçici mühlet kararı verdi. Şirket bünyesinde çalışan binlerce işçi, maaşları, kıdem tazminatları, izin alacakları ve diğer hakları için ülkenin farklı yerlerinde eylemlere başladı.
***
Burjuvazinin kayıp ilericiliği -Nevzat Evrim Önal
Kurtuluşumuz bizi sömüren yılana sarılmakta değil kendi ellerimizde ve Marx’ın işaret ettiği yöndedir, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmektir.
ünya ve Türkiye’de siyaset ve genel olarak toplumsal durum öyle karmaşık, sıradan insan için öyle kafa karıştırıcı ve kaygı verici ki, bu dalgalı denizde yüzen her yılanın panik içerisinde kendisine sarılacak insanlar bulması mümkün.
Yine de, TÜSİAD yılanının yaptığı açıklamaya sarılan insanların çokluğu, üzerinde konuşmamızı gerektiriyor.
Müsaadenizle bunu konuşurken, bir köşe yazısının sınırlarını da aşmamak için meseleyi genel geçer bir bağlamda değil, spesifik bir eksende, CHP merkez kadrolarından Aykut Erdoğdu’nun attığı bir tweet ve açtığı tartışma üzerinden ele alacağım.
Erdoğdu’nun tweeti şöyle: “Son dönemin en cesur çıkışı TÜSİAD’dan geldi. Ne diyeyim sendikalar düşünsün, ziraat odaları dertlensin, üniversiteler iç çeksin. Marx boşuna dememiş burjuva ilerici bir sınıftır. Çünkü feodalizmi devirmiştir. Ahhhh işçi sınıfı ahhhhh…”
Aklı başında bir dönemde olsaydık, Erdoğdu’ya en fazla “gel benden Marx dersi al” deyip geçebilirdim. Ne var ki sapla samanın öyle karıştığı, kavramların öyle bulanıklaştırıldığı bir dönemdeyiz ki; kaynağında cehalet değil demagoji bulunduğuna emin olduğum bu paylaşıma bir Marksist olarak yanıt vermek gerektiğini düşünüyorum.
Bu yüzden gelin, şu burjuvazinin “ilericiliği” efsanesini biraz inceleyelim.
***
Önce içinde yaşadığımız yakın-tarihsel bağlamı ele alalım: Bugün dünyada herhangi bir yerde burjuvazi ilerici olabilir mi?
Olabilir zannediliyor, çünkü işçi sınıfı 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla yaşadığı büyük yenilgiden halen toparlanamadı, siyasette kendi bağımsız hattını dayatamıyor, bu ortamda burjuvalar burjuvalarla karşılaştırılıyor ve tabii ki bazıları diğerlerine göre daha ilerici görünüyor. İşçi sınıfının bir tehdit olarak yokluğu sermaye sınıfını öyle rahatlattı ki, birbirleriyle öyle şiddetli ve pervasızca rekabet ediyorlar ki, bu karşılaştırmanın politik zemini doğuyor.
Örneğin AKP öncesi siyaset kuşağının, Ecevitlerin, Demirellerin ve benzerlerinin Erdoğan ve muhtelif kadrolarına göre çok daha yüksek bir “siyasi nezaket” ve “hoşgörü”ye sahip oldukları iddiası, kapitalist dünyanın özündeki bu değişimin siyasetin biçimine yansımasından kaynaklanıyor. Aynı karşılaştırmayı ABD’de Trump ve Truman, Fransa’da Macron ile De Gaulle, İngiltere’de Johnson ve Churchill arasında yapabilirsiniz. Sonuç aynı olacaktır.
Ve bu saydığımız çiftlerden her birinde eski ve “iyi” olanlar, tüm kariyerini işçi sınıfının kurtuluşunu engellemek üzerine kurmuş halk düşmanlarıdır.
Burjuvazi sınıf mücadelesinde “fazla” muzaffer hale geldikçe zincirlerinden boşandı ve onun zincirlerinden kurtulmuş hali, tehditkâr bir kabadayılığın siyasette giderek istisnai bir kulvar olmaktan çıkıp ana akım haline gelmesiyle sonuçlandı. Günümüzün yan yatmış dünyası, bize burjuvazi “dünyayı kendi suretinde yarattığında”, o dünyanın tastamam neye benzeyeceğini gösteriyor.
Dünyanın bu halinden sadece şu ya da bu emperyalist ülke ya da tekel değil, tüm sermaye sınıfı kolektif olarak sorumlu. Kuşkusuz birileri birilerine göre daha “kötü” şeyler yaptı, ama sermaye sınıfının hiçbir bölmesi, gidişatı durdurmak için ilerici bir pozisyon alıp mücadele etmedi. Zaten edemezdi.
Dünyayı bu hale getiren sınıftan ya da onun herhangi bir temsilcisinden, şimdi her niyeyse, onu buna zorlayan herhangi bir gerçek faktör olmaksızın “amanın, çok kaçırdık, biraz toparlayalım” diye restorasyona girişmesini beklemek sadece naiflik değil, yılana sarılmaktır.
Devam edelim…
***
Gelelim somut Türkiye gerçekliğine.
Öncelikle, AKP’yi Erdoğan ve yancıları kurmuş olabilir, ama iktidara gelmesi de, iktidarını bugüne dek burjuva siyasetinin sınırları çerçevesinde daima güçlenerek sürdürmüş olması da, diğer tüm faktörlerden daha fazla TÜSİAD’ın eseridir. 2001 ekonomik krizi öncesinde, 12 Eylül darbesiyle başlatılmış süreci tamamlayacak ve Türkiye’nin bağımsızlığını ortadan kaldıracak, Avrupa Birlikçi bir liberal dönüşümün ülkeye dayatılmasının arkasında TÜSİAD vardır. Bu dönüşüme direnecek işçi sınıfı 2001 krizi ve sosyal demokrasi cenahındaki ayak oyunlarıyla paralize edilmiş, ardından Dünya Bankası’ndan gönderilen sömürge valisi Kemal Derviş, AKP’nin iktidara geleceği 2002 Kasımına kadarki fetret döneminde dönüşümün ilk aşamasını gerçekleştirmiştir. Bu dönem boyunca gerek AKP’nin iktidara hazırlanması için yapılan görüşmelerin, gerek diğer burjuva partilerini parlamento dışı bırakıp AKP ve CHP’den ibaret iki partili bir meclis oluşmasını sağlamak için yürütülen siyasi komploların tümüne yakından bakın, TÜSİAD’ın kirli elini görürsünüz.
Ayrıca TÜSİAD sadece o dönemde değil, 2002’den bu yana AKP’nin tüm merkezi politik açılımlarında da ya açıktan destek vermiş ya “yan cebime koy” tavrı takınmıştır.
Tek bir örnek hatırlatıp geçeceğim. 2018 yazında Türkiye “Rahip Brunson krizi” ile bir kur şoku yaşanıp da Damat Berat Albayrak’ın “burası çok önemli” diye diye anlattığı abuk subuk ekonomi paketi yürürlüğe konduğunda, insanın izlerken midesini bulandıran bir dalkavuklukla övüp meşruiyet sağlayan Güler Sabancı olmuştu.1 Birkaç yıl sonra Prof. Özgür Demirtaş aynı ekonomi politikasını “Nas modeli” diye dalga geçe geçe eleştirirken, TÜSİAD hep birlikte Mehmet Şimşek’i övme sırasına girmişti.
Sabancı ailesi Akbank’ın sahibidir, Prof. Demirtaş ise Akbank yönetim kurulu üyesi ve dolayısıyla Sabancı ailesinin memurudur.
Sermaye böyledir. Hem egemen hem muhaliftir.
Bunun ötesinde, Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler alanının daraltılmasına yönelik en önemli adımlardan biri olan başkanlık sistemine geçişe, on yıllardır “güçlü ve hızlı yürütme” isteyen, bunun için raporlar yazan ve lobicilik yapan TÜSİAD diğer tüm aktörlerden daha fazla zemin hazırlamıştır.2 Şimdi sorsanız “maalesef pek totaliter oldu” derler, ama bu da bir “yan cebime koy” tavrıdır. Bugün hukuk devleti istediğini iddia eden TÜSİAD, söz konusu sermayenin (yani onun) çıkarları olduğunda devletin hukuk dinlememesini, yürütmeyi durdurma kararlarını uygulamamasını, hukukun değil ekonominin yasalarına göre hareket etmesini istemektedir. Yani meyvesini yediği ağacın kötü kokusundan yakınmaktadır.
Ayrıca, AKP denen gerici parti, dolaysız biçimde 12 Eylül darbesinin çocuğudur. Türkiye’de siyasal islama iktidar yolunu açan dönüşümü başlatan kişi, miting meydanlarında kürsüden elinde Kuran sallaya sallaya konuşan, Türk-İslam Sentezi’ni resmi ideoloji olarak belleyen ve belleten Kenan Evren’dir. TÜSİAD ise Türkiye’de 12 Eylül’e en açık destek vermiş “sivil toplum kuruluşu”dur çünkü darbe yükselmiş olan devrimci hareketi ezip onları kurtarmak için yapılmıştır. Darbeden hemen öncesine kadar TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı olan Vehbi Koç darbenin ardından darbeci Evren’e uzun bir mektup yazıp “Emrinize amadeyim” diye bitirmiş, bu mektupta tek tek darbenin kimlere düşmanlık etmesi gerektiğini saymıştır.3 Darbenin kimlerin çıkarına yapıldığını en iyi anlatan “bugüne dek işçiler güldü, artık gülme sırası bizde” sözlerini sarf eden, dönemin Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin, daha sonra TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi üyeliği yapacaktır.
Örnekler uzatılabilir. Bugünün Türkiyesi’nde AKP’ye karşı TÜSİAD’dan ilericilik beklemek, içinde yaşadığımız karanlığın baş sorumlularından ortalığı aydınlatmalarını beklemektir.
***
Gelelim en genel tarihsel bağlama: Marx’a göre burjuvazi ilerici ya da devrimci midir?
Burjuvaziyi bir dönem devrimci yapan şey, henüz egemen sınıf olmaması ve egemenliği ele geçirebilmek için toplumun yoksul, emekçi kesimlerinin desteğine başvurmuş, onları da eski rejimlere karşı ayaklanmaya sevk etmiş olmasıdır. Burjuvazi kendisini krallardan ve papazlardan, bilhassa da onların vergi toplama yetkilerinden kurtarmak için devrim yapmış ve bu devrim ne kadar gerektiriyorsa o kadar ilerici olmuştur. Bu yüzden erken dönem burjuva ekonomistlerine baktığınızda, neredeyse takıntılı bir biçimde iki şeyle uğraştıklarını görürsünüz: Devletin gelirler politikası ve toprak rantı. Zira her ikisi de henüz tamamen yenilmemiş feodal sınıfın elindeki ekonomik zenginleşme yollarıdır.
Burjuvazinin ilericiliği, bu eski sınıfın egemenliğinin ortadan kalkmasıyla (ki çoğu örnekte bu ortadan kaldırma asimile ederek olur, aristokratlar burjuvalaşır) biter. Bu noktadan itibaren, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve adalet arzusunu istismar edip kendi devrimi için kullandığı halka düşmanlaşır ve yeni sömürücü egemen sınıf haline gelir.
Aykut Erdoğdu kendisini konuyu bilen insanların gözünde kör cahilin teki durumuna düşürmek pahasına demagojisine Marx’ı alet ediyor ama işin aslı şu: Marx’ın ve Marksizmin tüm tarihsel derdi, burjuvazinin yok edilmesidir.
Tek bir alıntı yapıyor ve geçiyorum:
“Bu dönüşüm süreci, eski toplumu, tepeden tırnağa yeter derecede çözüp ayırır ayırmaz, emekçiler proletaryaya ve onlara ait emek araçları sermayeye çevrilir çevrilmez, kapitalist üretim tarzı, kendi ayaklan üzerinde duracak hale gelir gelmez, emeğin daha geniş ölçüde toplumsallaşması, toprak ile diğer üretim araçlarının toplumsal olarak daha fazla sömürülen ve dolayısıyla ortak üretim araçları olarak geniş ölçüde kullanılan üretim araçları haline dönüştürülmesi ve özel mülk sahiplerinin daha fazla mülksüzleştirilmeleri yeni bir biçim alır. (...) Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayılan sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.” 4
Bu ülkede “dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahipleri” TÜSİAD’da toplanmış burjuvalardır. Onlardan daha tekelleşmiş, işçileri daha fazla sömüren kimseyi bulamazsınız.
Aykut Erdoğdu, bu TÜSİAD’ı ilerici diye övebilmek için el çabukluğuyla AKP’nin feodal olduğunu ima ediyor ama bu saçmalığın daniskası. Kendisine basitçe şunu soralım: Diyelim ki AKP, Türkiye’yi kapitalizmin öncesine götürmeye çalışıyor. Diyelim ki Yeni Osmanlıcılık (TÜSİAD’ın da “yan cebime koy” dediği) bir emperyalistleşme hevesi değil de, basbayağı 1800’lerin sonundaki hasta adam yıllarına dönüş çabası. O zaman, af buyurun ama, Cumhuriyetin kurucu partisi olma sıfatını taşıyan siz ve partiniz ne halta yarıyorsunuz? Ve daha önemlisi, ne hakla bu süreçten işçi sınıfını sorumlu tutup ülkenin en zengin sermayedarlar kulübünü aklamaya kalkıyorsunuz?
Kendisi yanıtlamayacaktır, biz yanıtlayalım. Bütün bu demagojiyi yapıyor, çünkü kendisi ve partisi TÜSİAD’ın cebindedir. Kapıkuludur ve işi efendisine halkın önünde dalkavukluk yapmaktır.
Mustafa Kemal ve Kemalist kadrolar burjuva devrimini gerçekleştirirken Vehbi Koç Ankara’da kiremit istifçiliği yapıp sermaye biriktirmekle meşguldü. Kemalistler burjuvazinin devrimcileşmesini falan beklemedi, burjuva devrimini ortada pek burjuva yokken yaptılar. O burjuvazi semirip zenginleştiğinde hemen devrimi sattı, Cumhuriyeti darbeci katillerin, İslamcı alçakların, ezcümle gericinin eline bırakıp ölümünü seyretti.
AKP münferit bir kötülük değil, bu karşı devrimin tamamlayıcısıdır.
Ve daha önemlisi, bu ülkede gericilik AKP’den ibaret falan değil. AKP, CHP ve bütün düzen partileri, MÜSİAD, TÜSİAD ve tüm sömürücü patron öbekleri, hep birlikte gerici ve çürümekte olan bir düzenin parçalarını oluşturuyorlar. Bu kapitalist düzenin tüm unsurları AKP iktidarı altında öyle hızla ve ölçüsüz biçimde zenginleşip semirdi (ve bu olurken düzen de öylesine çok çelişki biriktirdi) ki, Hobbit’in ejderhası gibi kafası kuyruğu kanadı belli bir canavardan ziyade John Carpenter'ın The Thing filmindeki her uzvu başka bir hayvana benzeyen ucube yaratığı andırıyor.
Parçaların zaman zaman birbirini ısırması ve çelişkilerin krizlere dönüşmesi kaçınılmaz. Şu anda AKP ile TÜSİAD arasında böyle (ve çok da büyümeyeceği anlaşılan) bir vaka yaşanıyor. TÜSİAD, daha önce kapalı kapılar ardında konuşulduğu aşikâr bir tartışmayı bu kez kamuoyu önünde açıyor; kabadayı siyaset de kendi meşrebine ve racona uygun biçimde bir yandan “ne diyorsun lan” diye nara atıp diğer yandan dikkate alıyor, not ediyor.
Bu, hiçbir koşulda düzenin en semirmiş, en sömürücü, dolayısıyla en gerici parçası olan TÜSİAD’ı ilerici yapmaz. Türkiye’de ve dünyada her yerde, halkın baş düşmanı sermaye sınıfıdır. Onun Türkiye’deki has örgütü TÜSİAD’dır. AKP denen gerici partiyi de bu ülkenin başına TÜSİAD musallat etmiştir.
Kurtuluşumuz bizi sömüren yılana sarılmakta değil kendi ellerimizde ve Marx’ın işaret ettiği yöndedir, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmektir.
Son bir not: Eğer AKP ile TÜSİAD arasında bu yazıda bahsedilen bağ ve bütünlükten şüphe duyuyorsanız, soL TV’de yayınlanan Medusa’nın Salı belgeselini mutlaka izleyin.5
1 https://haber.sol.org.tr/haber/albayrakin-ardindan-o-video-hatirlandi-sermayenin-de-damadiydi-19019.
2 Aşkın Süzük, “Türkiye’nin Yakın Tarihinde Kısa Bir Tur: Darbeden Demokrasiye ‘Sermaye Aklı’”, Gelenek 132, https://gelenek.org/turki%CC%87yeni%CC%87n-yakin-tarihinde-kisa-bi%CC%87r-tur-darbeden-demokrasiye-sermaye-akli/
3 https://haber.sol.org.tr/turkiye/12-eylulu-en-net-anlatan-mektup-emrinize-amadeyim-247389.
4 Karl Marx, Kapital – Birinci Cilt, çev. Alaaattin Bilgi, 10. Baskı, İstanbul: Sol Yayınları, 2011, s.726-727.
5 Bölüm 1: https://www.youtube.com/watch?v=tSPvdXIUQ1Y
Bölüm 2: https://www.youtube.com/watch?v=qovrI8UPfWo
/././
Üniversiteliler yeni döneme yemekhane zammıyla başlıyor -Yekta Armanc Hatipoğlu
Üniversiteler yeni dönemi yemekhane zammıyla açtı. Yaşamın diğer kentlere göre çok daha pahalı olduğu İstanbul’daki öğrencilerle zammı konuştuk.
Üniversite öğrencileri, yeni döneme yemekhane zamlarıyla başladı. Dicle Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Galatasaray Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi yeni döneme yemekhane zammıyla başlayan üniversitelerden.
Dicle Üniversitesi’nde yemekhane ücretlerine yüzde yüze yakın zam yapıldı. 17 lira olan yemek fiyatı 29,5 liraya çıkarıldı, ikinci yemek fiyatı ise 157 lira oldu.
Yıldız Teknik Üniversitesi’nde ise yemekhane fiyatları Şubat’ta önce 23 liradan 39 liraya çıkarıldı, sonra 35 liraya indirildi. Böylece geçen seneden bu yana Yıldız Teknik Üniversitesi’nde yemekhaneye yüzde yüzün üzerinde zam yapıldı.
Galatasaray Üniversitesi’nde öğle yemeği ücreti 30,80 liradan 50 liraya, akşam yemeği ücreti ise 36,40 liradan 60 liraya çıkarıldı. Eskiden 22,40 lira olan kahvaltı ise kaldırıldı.
İstanbul Teknik Üniversitesi rektörlüğü ise 10 Şubat’ta öğrencilere attığı mail ile yemekhaneye zam yapılacağını duyurdu. 24 lira olan yemek fiyatlarına yüzde 46 oranında bir zam yapıldı ve yemek ücretleri 35 lira oldu.
İstanbul Üniversitesi’nde de geçen dönemin başında yüzde 67 zam oranıyla 15 TL’den 25 TL’ye çıkarılan yemekhane ücreti, bu dönem başında yüzde 40 zamla 35 TL’ye çıkarıldı.
‘Bursun üçte ikisi yemeğe gitmiş oluyor’
Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencisi Rümeysa, okul yönetiminin fiyatları önce artırıp sonra indirmesi hakkında “Okul yönetimi göstermelik şekilde ‘Ben öğrencinin yanındayım’ demek için önce zam, sonra indirim yapıyor” dedi.
Okuldaki işletmeler öğrencilerin bütçesine uygun olmadığı için yemekhaneden yediğini söyleyen Rümeysa, yemekhanenin kaliteli olmadığını ifade etti. “Birçok kez yemeğimden kıl çıktı ya da bir arkadaşımın yemekten sonra rahatsızlandığına şahit oldum” diye konuşan Rümeysa, yemekhanelerinin çeşitlilik açısından da kötü olduğunu söyledi ve “Sürekli önceki günlerden ya da sabahtan kalan yemek çıkartılıyor” dedi.
“Okul yemekhanesinde bir ay boyunca iki öğün yemek yersek KYK ya da YTÜ bursunun 3’te 2’si sadece yemek için harcanmış oluyor” diyen Rümeysa, geriye kalan miktarla bir ay geçinmenin imkânsız olduğunu söyledi.
Ayrıca okuldaki öğrenci dostu işletmelerin bir bir kapandığını, geçen sene kapatılan kafeterya yerine Espressolab açıldığını söyleyen Rümeysa “Ben dahil birçok arkadaşım okurken bir yandan çalışmak zorunda kalıyor. İstanbul gibi bir şehirde öğrenci olarak geçinmek çok zor” dedi.
‘Ayda yaklaşık 4 bin lirayı sadece yemeğe harcıyorum’
Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Bahar ise İstanbul’daki devlet üniversiteleri arasında en pahalı yemeğin kendi okullarında olduğunu söyledi ve iki öğün yemek için günlük 110 lira harcamak gerektiğini aktardı.
İki yıldır KYK yurdunda kaldığını söyleyen Bahar, kahvaltı ve akşam yemeğini yurtta yemeye çalıştığını ama özelikle ilk sene KYK yemeklerinde ciddi bir hijyen sorunu olduğunu ve bazı yemeklerin ne doyurucu ne de yenilebilir durumda olduğunu dile getirdi.
Hem bu nedenle hem de bazen derslerinin 17-18’e kadar sürmesinden dolayı akşam yemeklerini okulda yemek zorunda kaldığını söyleyen Bahar, akşam yemeklerinde ana yemek menüsünün genelde erkenden bittiğini ve vegan menü dağıtıldığını ifade etti.
“Öğlen yemeklerinde de dersim 13 gibi bitiyorsa normal yemek bitmiş olabiliyor. Okulum merkezi bir yerde olsa da öğle arası bir saatse gidip yemek yiyip gelinebilecek bir yer yok” diyen Bahar, akşama kadar dayanabilirse ve yurttaki yemek yenilebilir değilse dışarıdan yemek söylemek zorunda kaldığını belirtti ve ekledi:
“Yurdum Beşiktaş ve Nişantaşı arasında bir noktada kalıyor. Konumundan dolayı çevresindeki sağlıklı bir şeyler yiyebileceğim yerlerin çoğu benim bütçemin üzerinde. Bütün bunlar aldığım bursların büyük bir çoğunluğunun yemek harcamalarına gitmesine neden oluyor. Ayda yaklaşık 4 bin lirayı sadece yemeğe harcıyorum.”
Burslarından kalan paranın sadece yurt ücretini ödemeye yettiğini söyleyen Bahar, yeni kitaplar okumak, okul için çıktı almak, dışarıda arkadaşlarıyla oturup kahve içmek gibi şeyler için ailesinden para desteği almak zorunda kaldığını söyledi.
Bahar, “Annem de babam da emekli. Annem beni okutmak için çalışmaya devam etmek zorunda kalıyor” diyerek sözlerini noktaladı.
/././
Diyarbakır Stadyumu değil ‘patates tarlası’: ‘Taraftarlar bilinçli yaptırım olduğunu düşünüyor’-Yekta Armanc Hatipoğlu-
Diyarbakır Stadyumu zemin sorunuyla gündemde. Taraftarlar, Amedspor’un kullandığı stadın zemininin bu durumda olmasını bilinçli bir yaptırım olarak görüyor.
2018 Ziraat Türkiye Kupası finaliyle açılan Diyarbakır Stadyumu, geçen sezondan bu yana zeminindeki bozulmalar, drenaj sorunları ve bakım eksiklikleriyle sıkça gündeme geliyor. Bu olumsuz koşullar, maçlar sırasında oyuncuların sakatlanma riskini artırıyor, aynı zamanda futbolcuların performansını da olumsuz etkiliyor.
Saha, Diyarbekirspor ve geçtiğimiz sezon TFF 1. Lig’e yükselen Amedspor’un iç saha maçlarına ev sahipliği yapıyor. Ancak bozulmalar nedeniyle 2. Lig’de bulunan Diyarbekirspor iç saha maçlarını Seyrantepe 2 No’lu Çim Saha’da oynarken, 1. Lig’de bulunan Amedspor’un bulunduğu lig nedeniyle, şehirde oynayabileceği tek stadyum Diyarbakır Stadyumu.
Milletvekilleri soru önergesi verdi: Şartnameye aykırı malzeme mi kullanılıyor?
Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti’nde konuşan CHP Diyarbakır Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, stadyumda yaşanan saha sorunlarının Diyarbakır gibi verimli bir iklimde yaşanmasının düşündürücü olduğunu vurguladı. Tanrıkulu, “Bir şehrin en büyük ortak değerlerinden biri olan Amedspor’un sahasında, ‘Çim tohumu tutmadı’ bahanesiyle futbol oynamak elverişsiz hale getirildi. Günümüz teknolojisinde uzayda dahi çim yetiştirilebilirken Diyarbakır’da bu problemin yaşanmasını sağlamak mümkün değil” diye konuştu.
Tanrıkulu, stadyumun mevcut durumu hakkında Gençlik ve Spor Bakanlığı’na soru önergesi verildiğini açıkladı.
Bir soru önergesi de DEM Parti Diyarbakır Milletvekili Serhat Eren de Gençlik ve Spor Bakanı Osman Aşkın Bak’ın yanıtlaması istemiyle verdi. Eren, verdiği soru önergesinde 18 Mart 2024 tarihinde 4 milyon 773 bin lira bedelle Diyarbakır Stadyumu’nun bakım ihalesini Procon Yapı Endüstrisi ve Mimarlık Hizmetleri A.Ş isimli firmanın aldığını hatırlattı ve firmanın Diyarbakır iklimine uygun olmayan çim tohumu ile kum tercih ettiği iddialarını Bakan Aşkın Bak’a sordu.
“Ayrıca, firmanın ihale şartnamesine aykırı malzemeler kullandığına dair iddialar da kamuoyuna yansımaktadır. Buna rağmen, son 10 ayda milyonlarca lira harcanarak üç kez bakıma alınan ancak hâlâ istenilen seviyeye ulaşamayan çimler nedeniyle, Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü’nün de ciddi bir sorumluluğu bulunmaktadır” diyen Eren, zemindeki sorun nedeniyle Amedspor’un ciddi zarar gördüğünü “Bu süreçte Amedspor’un bazı oyuncuları ağır sakatlıklar geçirerek sezonu kapatmak zorunda kalmış, kulüp puan kayıpları yaşamış ve maddi-manevi büyük bir zarar görmüştür” sözleriyle ifade etti.
Taraftarlar maça sırtını döndü
Amedspor, saha şartlarına karşı Diyarbakır Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü önünde bir basın açıklaması düzenledi. Amedspor Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Mehmet Kaya, “Şehrin bileşenleri tarafından maddi destek sunulan ve bütün maddi imkansızlıklara rağmen maçların oynanması için Amedspor tarafından kiralanan Diyarbakır Stadyumu maalesef bilinçli bir şekilde bu sezonki en büyük rakibimiz haline getirilmiştir” diyerek yaşananları tepki gösterdi.
“Geçtiğimiz sezondan bu yana bitmek tükenmek bilmeyen bir stat sorunumuz var. Bu sorunun çözümü için görüşmediğimiz hiçbir kişi ve kurum kalmadı. Birinci sıradaki muhatabımız Diyarbakır Gençlik Spor İl Müdürlüğü ise maalesef aylardır geçiştirmek dışında başka bir çözüm geliştirmiyor” diye konuşan Kaya, Diyarbakır halkının yaşanan stat sorununu "kasıtlı ve bilinçli bir yaptırım ve cezalandırma" olarak değerlendirdiğini aktardı.
Amedspor Yüksek İstişare Kurulu ve Kulüp Yönetim Kurulu üyelerinin katıldığı basın açıklamasında “Futbol masada değil sahada güzel. Sahamız nerede?” pankartı açıldı. Basın açıklamasında Gençlik ve Spor İl Müdürü Nüammer Uslu istifaya çağrıldı.
12 Şubat günü Diyarbakır Stadyumu’nda oynanan Amedspror-Bandırmaspor maçında Amedspor futbolcuları Bandırmaspor maçının başlamasıyla bir dakika boyunca hareketsiz kaldı, taraftarlar maça sırtını döndü.
Amedspor’un 2-1’lik galibiyetiyle sonuçlanan maçın ardından açıklama yapan Amedspor Teknik Direktörü Servet Çetin “Çok önemli bir galibiyet aldık ama ben Bolu maçında hangi oyuncuları oynatırım, onu düşünüyorum. En büyük sıkıntımız zemin, insan sağlığı artık” derken, Bandırmaspor Teknik Direktörü Mustafa Gürsel ise “Bu şartlar (saha zemini) düzelmedikten sonra futbol adına fazla konuşulacak bir şey yok” diye konuştu.
‘Bütün taraftarlar sorununun bilinçli bir yaptırım olduğu görüşünde’
Amedspor Asbaşkanı Elif Turan yaşanan saha sorunuyla ilgili soL’a konuştu.
Bu sezonun başından beri bitmek tükenmek bilmeyen bir saha zemini sorunları olduğunu söyleyerek sözlerine başlayan Turan, bu sorunun çözümü için görüşmedikleri kişi ve kurum kalmadığını aktardı. Bu konudaki ilk muhataplarının Diyarbakır Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü olduğunu ifade eden Turan, onların da ihale ile hizmet aldığını ve bunun da yapan firmanın sorumluluğunda olduğunu söyledi.
Turan, “Bizim Amedspor olarak bir stadımız yok maalesef. Bütün maddi imkânsızlıklara rağmen maçların oynanması için Diyarbakır Stadyumu’nu kiralıyoruz ama ne yazık ki sezon başından beri saha zemini bir türlü maçlar için uygun hale getirilmedi” diye konuştu, saha zemininin maç oynamak için uygun olmaması nedeniyle Amedspor’un maçlarını dışarıda oynamak zorunda kaldığını söyledi ve dışarda oynadıkları maçların kendilerine maddi ve manevi kayıp yaşattığını belirtti, şunları söyledi:
“İlk üç ay iç sahada oynamamız gereken maçları da dışarda oynadığımızdan her maçımız deplasman gibi oldu ve taraftarımızdan uzak kalmamıza neden oldu.”
İlk üç ayın ardından yapılan kimi iyileştirmelerden sonra, Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü Diyarbakır Stadyumu’nda oynayabileceklerini söyleyince kendi sahalarında oynamaya başladıklarını söyleyen Turan, sorunun çözülmediğini iç sahada oynanan maçlarda zemin nedeniyle yaşanan sakatlıklarla gördüklerini söyledi:
“İç sahada oynanan maçlarda zemin bozukluğundan kaynaklı birçok futbolcumuz sakatlıklarla karşı karşıya kaldı. Sadece kendi futbolcularımızın değil rakip takımın futbolcularının da zeminden kaynaklı sakatlık yaşamasını istemiyoruz. Artık bu saha zemini insan sağlığına zarar veriyor, bunun maddi ve manevi zararını karşılamak mümkün değil.”

“Başka kentlerde altı ayda sıfırdan stat inşaatına başlanıp bitirilirken bizde ise bir yıla yakındır çim sorunu bile çözülmedi” diye sözlerine devam eden Turan, Amedspor’un bütün dünyada taraftar kitlesi olduğunu ve maçlarının izlenme rekor kırdığını; bütün taraftarlarının saha sorununu konuştuğunu söyledi. Turan, “Diyarbakır halkı başta olmak üzere bütün taraftarlar yaşadığımız saha zemini sorununu kasıtlı ve bilinçli bir yaptırım ve cezalandırma olarak değerlendiriyor” dedi, Amedspor yönetiminin defalarca çeşitli görüşmeler yaptığını, kentteki siyasi parti temsilcilerinin sorunu Meclis’e taşıdığını, taraftar gruplarının defalarca bu konuyu gündeme getirdiğini ancak yine de sorunun çözülmediğini söyledi.
Sorunların çözümüne dair tüm diyalog kapılarını açık tutmalarına rağmen tatmin edici olumlu bir geri dönüş alamadıklarını aktaran Turan, kimi iyileştirmeler yapılmaya çalışıldığını ancak bu sezon da saha zemini sorununun devam edecek gibi göründüğünü söyledi. Turan, “Umuyorum ki bu sezon bittiği gibi önümüzdeki sezon başlamadan saha zemini sorunu çözülür ve standartlara uygun bir zeminde maçlarımızı oynayabiliriz” diyerek sözlerini noktaladı.
/././
Kamu işçisinin mücadelesi, memuru da, metal işçisini de etkiler -Atilla Özsever-
DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Başkanı Özkan Atar, 600 bin kamu işçisi adına yürütülecek güçlü bir mücadelenin memurların toplu görüşmesiyle metal işkolundaki MESS sözleşmelerini de olumlu etkileyeceğini belirtti.
Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Atar, 600 bin işçiyi ilgilendiren kamu sözleşmelerinin mücadeleci ve güçlü bir çizgide geçmesi halinde Ağustos ayında memurları ilgilendiren toplu görüşmeler ile Eylül ayında başlayacak MESS (Metal Sanayicileri Sendikası) sözleşmeleri için de olumlu etkiler yaratabileceğini ifade etti.
600 bin işçinin sözleşmesi
Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Özkan Atar, bu yılbaşı itibariyle kamu kesiminde başlama sürecinde olan ve 600 bin işçiyi ilgilendiren toplu iş sözleşmesi görüşmeleri için şunları söyledi:
“Öncelikle gerek kamu kesimi olsun, gerekse bizim MESS’le yapacağımız sözleşmelerde olsun, sendikaların işçi ücretinin yoksulluk sınırını aşan bir taleple müzakere masasına oturması gerekiyor. AKP Hükümeti, en fazla yüzde 30’luk bir taleple gelecektir. Bunu asla kabul edemeyiz.
Türk-İş başta olmak üzere kamu kesimindeki sendikaların mücadeleci bir tavır takınması, sürece önderlik edebilmek açısından hazırlıklı olması çok önemli. İşçiyi bu çetin mücadeleye hazırlamak lazım yoksa AKP Hükümeti’nin ücretleri baskılama politikası başarıya ulaşabilir.
Birleşik Metal-İş Sendikası olarak bizler, hükümetin haksız ve hukuksuz grev yasaklarına rağmen işçimizi, üyelerimizi hazırladık ve fiili grev yaparak başarılı sözleşmeler yaptık. Şu anda Türk-İş üst yönetiminde ve bağlı sendikalarda ne yazık ki böyle bir hazırlık göremiyoruz.”

DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Özkan Atar ile Atilla Özsever
Taban inisiyatifi önemli
Özkan Atar, Türk-İş’in mücadeleci sendikalarındaki tabanın, daha doğrusu öncü işçi kadrolarının yönetimleri harekete geçirmesinin önemli olduğuna değindi. Atar, sendikaların grev dahil üretimden gelen güçlerini kullanabilme, sokakta da mücadeleyi sürdürme hedefini önlerine koymaları gerektiğine işaret etti.
Bu bağlamda 1989 Bahar Eylemleri’ni hatırlatan Özkan Atar, mücadele için gerekli koşulların olduğunu, yoksullaşma süreci içinde bulunan işçi sınıfının iyi bir yönlendirmeyle somut kazanımlar elde edebileceğini vurguladı.
Kamu görevlilerinin (memurların) Ağustos ayında başlayacak toplu görüşmeleri üzerinde de görüşlerini açıklayan DİSK Genel Başkan Yardımcısı Özkan Atar, şunları söyledi:
“KESK, Birleşik Kamu-İş gibi siyasal iktidardan ve sermayeden bağımsız emek örgütlerinin diğer memur örgütlerinin tabanını da etkileyerek ortak bir mücadele vermeleri çok yerinde olur. Ortak talepler etrafında birleşen bir toplu görüşme taslağının hazırlanması, müzakereler başlamadan önce ortak mücadele fikrinin oluşturulması çok önemlidir.
Memurlarla ilgili toplu görüşme sürecinde yasal anlamda bir grev hakkı yoktur ama kamu emekçilerinin üretimden gelen güçlerini kullanmaları, örneğin saatlik ya da günlük iş bırakmaları, henüz daha uyuşmazlık süreci gelmeden bu eylemler için sokağı hazırlamaları, siyasal iktidarı zorlayacaktır. Burada tüm memurlar için mücadeleyi birleştiren bir hattın izlenmesi, çok doğru bir tavır gibi gözüküyor”.
MESS sözleşmeleri
Özkan Atar, Eylül ayında başlayacak MESS sözleşmeleri için de birkaç ay önceden hazırlığa başlayacaklarını, diğer metal sendikalarıyla birlikte taleplerin ortaklaşması ve ortak bir mücadele için dayanışma ve güç birliğine açık olduklarını söyledi.
Başkan Atar, 13 Şubat 2025 günü İstanbul’da IndustriALL Küresel Sendikası’na üye kuruluşların katıldığı bir toplantı yapıldığını hatırlatarak “Bu örgütte Türk-İş ve Hak-İş üyesi sendikalar da var. Dolayısıyla Avrupa düzeyindeki bir sendikal örgütte birlikte hareket edebiliyorsak ülkemizde de ortak bir mücadele verebiliriz” dedi.
Özkan Atar, emek mücadelesinde siyasal iktidarı ve sermaye sınıfını karşısına alamayan bir sendika yönetiminin işçiye bir şey veremeyeceğini, haklarını alamayacağını, icazetli, ricacı sendikacılığın başarısının mümkün olmadığını vurguladı.
Genel grev
Birleşik Metal-İş Başkanı Atar, işçi tabanının kendi haklarına sahip çıkmasını, işyeri komitelerinden başlayan taban örgütlenmesinin bölgesel düzeyde sendikal birlikler halinde oluşmasının önemi üzerinde durdu.
DİSK Genel Başkan Yardımcısı Özkan Atar, süreç içersinde üretimden gelen gücün kullanılarak genel grev aşamasına kadar yeni bir mücadele hattının örülebileceğini ifade etti.
Özkan Atar, 1 Mayıs 2025’in Türk-İş de dahil olmak üzere tüm ilgili örgütlerinin katılımı ile emek kesiminin gücünü ortaya koyan bir gövde gösterisine dönüşmesi halinde ortak bir mücadelenin de temelinin atılabileceğini belirtti.
Öte yandan Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay’ın da bu yılki 1 Mayıs’ı İstanbul’da kutlama düşüncesinde oldukları, diğer işçi konfederasyonları ile de görüşebileceklerini, İstanbul’un olmaması halinde Gebze’de büyük bir miting düzenlemeyi düşündükleri ifade edildi.
Bu arada Türk-İş Başkanı Atalay’ın 600 bin işçiyi ilgilendiren kamu sözleşmeleri için “Anlaşma şansımız yok. İşçi tabanı memnuniyetsiz. Grev kapıda” dediği öne sürüldü. /././
O tencere dolsun diye: 'İtirazımız Var'-Yıldız Koç-
8 Mart günü bu düzenin temsilcileri hamaset kokan mesajlarını yayımlarken, Kadın Dayanışma Komiteleri "Kadınlar değil bu düzen yenilecek" demek için meydanlarda olacak.
Tekstil patronları veryansın ediyor, kârları düşmüş, yazık… Aynur ise sabahın karanlığında çalıştığı fabrikaya gitmek için yokuşu tırmanırken kaygılı. “Bugün mü kesecekler hesabımı, yarın mı” diye düşünüyor. Son iki ayda kaç arkadaşının çıkışı verildi. İşçilik maliyetleri çok yüksekmiş, markalar kaçıyormuş, siparişler düşüyormuş. Fabrika kapısının önünde patronun lüks elektrikli arabası şarj olurken, Aynur hiç anlamıyor açlık sınırının altındaki ücretinin kimi, neden kaçırdığını…
Gece vardiyasına yevmiyeci mi gitsem?
Meliha da işe giderken, serviste düşünüyor, “küçük kızın okulundan yine para istediler, versek bir dert, vermesek başka…” Çözmesi lazım bu sorununu Meliha’nın, çünkü kazandıkları para kirayla faturalara ancak yetiyor, çünkü okula parayı vermezlerse, küçük kızı sorun yaşar ve kıyamaz ona Meliha. “Gece vardiyasına yevmiyeci gitsem, sabah çocukların kahvaltısını hazırlamaya yetişebilir miyim acaba eve” diyor, ekip başına bir mesaj atıyor. Çünkü hazır giyimde istersen bir ekip başı ile sözleşip onun
söylediği durakta beklersen, seni alıp hiç bilmediğin bir arabaya bindirip hiç bilmediğin bir atölyeye götürebilir. Böylece küçük kızının okulundan istenen parayı denkleştirebilir, çocuklara kahvaltı hazırlar ve asıl çalıştığın fabrikadaki gündüz mesaine yetişebilirsin. Üç kuruşa ürettiğin ürünler, senin kapısından giremediğin mağazalarda satılırken, sen kimi zaman 24 saat çalışarak “hayatta kalabilir, çocuklarını hayatta tutabilirsin”
Kıvranıp duruyor olduğu yerde Gülay. Son anda söylediler mesai olduğunu. Küçük oğlunu okuldan alması gerek oysa. Söylese ustabaşına, “kalamıyorum” dese, bir sürü hakaret işitecek, yediremiyor kendine hiç hak etmediği o lafları duymayı. İçi içini yiyerek arıyor komşusunu, “oğlumu okuldan alabilir misin” demek için. Mahcubiyetini içine atıyor, küfrederek oturuyor dikiş makinesinin başına.
O tencere kaynasın diye…
İşçi kadınların en yaygın olarak çalıştığı sektörlerden biri olan tekstil ve hazır giyimden başladık ama örnekler çoğaltılabilir, diğer sektörlere de yaygınlaştırılabilir. Zira o tencere kaynasın diye, hayatta kalabilelim diye yapmak zorunda kaldıklarımızın çoktandır sınırı yok.
Artık pek çok işçi aynı anda birden fazla işte çalışmak zorunda kalıyor; kayıtlı, sigortalı, mesai saatleri belli bir işte çalışıp, günü gelince emekli olmak çoktan hayal oldu. Yoksulluk sınırının 72 bin liraya çıktığı bir ülkede, 22 bin liralık asgari ücretle hayat kurmak mümkün değil. Geleceği, bugünü ve hayalleri çalan bu tablo işçi sınıfının tamamı için geçerli olsa dahi, işçi kadınlar için daha yıkıcı sonuçlar yaratıyor.
İşçi kadınlar için tablo ağır
Kadın işçiler, aynı işi yapsalar dahi pek çok zaman erkek işçilerden daha düşük ücretlerle çalıştırılıyor ya da daha yüksek ücretli bölümlerde çalışmaya değer görülmüyor. Fabrikalarda yüksek ücretli iş grupları erkek işçilere daha uygun kabul ediliyor, ‘kadınlar beceremez’ diyorlar, ‘kadınların gücü yetmez’, ‘kadınlar yönetici olduğunda daha duygusal kararlar verir’, ‘kadınlar yarın hamile kalıp, iş bırakıverir’ diyorlar mesela.
Yeni saldırı paketleri kapıda
Kriz dönemlerinde ilk işten çıkarılan da yine kadınlar oluyor. Veriler, kadınlarda geniş tanımlı işsizlik oranının yüzde 38’e ulaştığını gösteriyor. Hükümet bu yılı “Aile Yılı” ilan etti ya hani, gelsin şimdi yeni saldırılar… Çünkü onların gözünde, çocuk ve yaşlı bakımından, evin idaresine, yemekten çamaşıra her türlü sorumluluk kadınların üzerinde ve kadınlar çalışma yaşamı içinde yer alacaklarsa da bunları dengeleyebilecekleri, esnek, daha düşük ücretli çalışma biçimlerinin formüle edilmesi gerekiyor. Nitekim, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan 2025-2028 yıllarını kapsayacak olan Ulusal İstihdam Stratejisi’nde kadınların işgücüne katılımını öncelik haline getirdiklerini belirterek, bunun esnek çalışma ve çocuk bakım hizmetiyle destekleneceğini ilan etti. Çalışma yaşamında öngördükleri değişiklikleri her zamanki gibi süslü püslü, yaldızlı kağıtlarla paketleyip, önümüze sürüyorlar. ‘Esnek çalışma’ adlı adınca, daha yoğun bir sömürü, daha düşük ücretler, kadının asıl görevinin evdeki sorumluluklar olması anlamına geliyor.
Kadınların itirazı var!
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne bir aydan kısa bir zaman kaldı. Sömürünün, yoksulluğun, şiddetin yoğun biçimde sürdüğü bu tabloda, biliyoruz ki, iktidar temsilcileri de büyük sermaye grupları da kurumsal hesaplarından 8 Mart mesajları yayımlayacak, duygu yüklü videolar yükleyecek ve "kadınların ne kadar da değerli olduğunu" anlatacaklar.
Oysa işçi kadınlar olarak bizim, bizlere reva gördükleri bu yaşam biçimine, yoksulluğa, sömürüye, şiddete itirazımız var. 8 Mart günü bu düzenin temsilcileri hamaset kokan mesajlarını yayımlarken, Kadın Dayanışma Komiteleri ‘Kadınlar değil bu düzen yenilecek’ demek için meydanlarda olacak. Bu insanlık dışı düzen karşısında, yaşanası, eşit ve özgür bir ülkeyi kurmak için umudumuz, gücümüz, iddiamız olduğunu bilerek…
/././
Açık ofsayt -Engin Solakoğlu-
Emperyalist kamptaki bu yalınlaşma ve kırılma hali aydınlanma ve insanlık ideallerinden kopmayan devrimciler için yeni fırsatların habercisi olabilir. Olmalıdır da.
Gezegen üzerinde en çok kişinin takip ettiği ve oynadığı spor dalının futbol olduğu söylenir. Bunun nedenleri incelenirken de genellikle futbolu oynamanın ve izlemenin basitliği üzerinde durulur. Gerçekten de futbolun temel kurallarını kavramak kolaydır. Tek bir istisnayla elbette: Ofsayt. Oyunun genel basitliğine aykırı bir karmaşıklık içerir ofsayt. İngilizce “Off-side” sözcüğünün futbol bağlamındaki anlamından gidersek oyuncunun bulunmaması gereken bir alanda olmasıdır. Fransızca karşılığı ise “oyun dışı” anlamına gelir. 22 kişinin bir topu ittirerek kale diye tanımlanmış alana göndermelerine dayanan oyun işin içine ofsayt girince karmaşıklaşır. Futboldan anladığını iddia edenler ofsaytı bildikleri kanısında iken kavram aynı zamanda az bilenlerle dalga geçme vesilesidir: “Ofsaytı bile bilmiyor” denir. Aslına bakarsanız ofsayt kuralının varlığı özü itibariyle çok da zekâ gerektirmeyen futbola biraz akıl katar. Çünkü ofsaytta kalmamak için planlama ve dikkat gerekir. Sürekli ofsaytta kalan bir takım enerjisini boşa tüketmiş olur ve önünde sonunda maçı kaybeder.
Rusya ile Ukrayna arasındaki savaş başlayalı üç yıl oldu. Bellekle arası pek iyi olmayan bir toplumda yaşadığımız için anımsatmakta yarar var. Bu savaş birdenbire çıkmadı. ABD ile İngiltere’nin 2014 yılından beri adım adım uyguladıkları bir planın son aşamasıydı. Savaş boyunca ABD ve müttefikleri Ukrayna’ya silah akıttılar. Savaş istihbaratı ve planlama konusunda tam destek verdiler. Rusya ise silah endüstrisinin sıkıştığı noktalarda Çin ve İran’dan silah ve Kore Demokratik Cumhuriyeti’nden asker temin etti. Rusya’nın “özel operasyon” adı altında başlattığı savaşı süratle bitirmek adına Kiev’deki yönetimi devirme planı işlemedi. İş uzadı, her iki taraftan yüzbinlerce insan hayatını kaybetti.
Almanya ve Fransa gibi ülkeler, ABD ve İngiltere’nin “Rusya’yı çökertme” planına katılma konusunda bir süre kararsız kaldılar. Genel olarak AB sermayesi bir yandan kâr-zarar hesabı yaparken bir yandan da “Patron”u kızdırmamanın yollarını aradılar. Bulamadılar. Hep birlikte savaş katarına atladılar. Savaş salt silahlarla yürütülmedi. Ekonomi ve yalanlar çoğu zaman füzelerden daha çok kullanıldı. Rusya’da Putin yönetimine karşı durma eğilimi zaman içinde tam da beklenebileceği gibi çiğ bir Rus düşmanlığına dönüştü. Boru hatları, sualtı kabloları sabote edildi. Kremlin sorumlu tutuldu ama her defasında gerçek bir süre sonra ortaya çıktı. Bugün o sabotajların çoğunluğunun İngiltere’nin başının altından çıktığı tartışılmıyor bile. Avrupa denilen siyasal varlık bu süreçte 100 yıldır pazarladığı ne kadar değer ve ilke varsa kendisi çiğnedi. Ukrayna’da varlığını inkâr ettiği Nazilere kendi sokaklarını teslim etti. Daha güçlü bir devletin saldırısına uğrayan Ukraynalıları “savunurken’ çok daha ağır, çok daha haksız bir saldırının ve soykırımın hedefi olan Filistinlileri görmezden geldi. Onlar yeterince beyaz tenli ve yeterince sarışın değillerdi Avrupa için. Avrupa sermayesinin çirkefliğinin üzerindeki cila aktı, “demokrasi, insan hakları, özgürlük” sloganları o çirkefliğin altında yitip gitti.
Rusya’yı ekonomik ve siyasi olarak yalıtma girişimleri dünyanın üçte ikisi tarafından benimsenmedi. Sadece “Batı” dediğimiz toplamla sınırlı kaldı. Buna karşılık Avrupa sermayesinin üretim maliyetleri arttı. Bu artan maliyet elbette sermayeye değil halka fatura edildi. Sistemin dışına itelenen kitleler solsuzlaştırılmış ve bu yüzden soysuzlaştırılmış bir Avrupa’da aşırı sağın kucağına koştular.
Sonra bir gün manyağın biri ABD’ye başkan seçildi. Trump önceki kalfalık dönemine kıyasla daha da cüretkâr biçimde dünyayı altüst etme planını yürürlüğe koydu. Bir yandan Ortadoğu’ya “Amerikan/Sermaye barışı” vaat ederken, Filistin soykırımını son aşamasına getirmeye niyetleniyordu. Diğer yandan ise daha iktidara gelmeden aylarca önce söylediği gibi Rusya-Ukrayna savaşını bitirmek istiyordu.
İlk somut adımını geçen hafta attı. Trump ve Putin uzun sayılabilecek bir telefon görüşmesi yaptılar. İçeriğin ve bu görüşmenin Ukrayna cephesine yansımalarının ötesinde asıl önemli olan “Batı”nın Rusya ve Putin’e uygulamaya çalıştığı siyasi tecridin ortadan kalkmasıydı bana sorarsanız.
En baştan söyleyelim: Görüşmenin içeriği Dinyeper kıyılarına barışın egemen olmasını güvenceye almıyor hiç kuşkusuz. Ortada henüz bir anlaşma olmadığı gibi, olası bir anlaşmanın çerçevesi de belirginleşmiş değil. Barışın önünde çok engel var. ABD kurulu düzeninin, başka bir deyişle silah endüstrisi ve onunla özdeşleşmiş Pentagon’un Trump’ın girişimine tam olarak ikna olduklarını sanmıyorum. Bunun görünürde iki sebebi var. Birincisi elbette para. Bunca yeni silah yatırımı yapıldı. Örnek olsun, Ukrayna’ya top mermisi yetiştirebilmek için silah sanayicileri kapasite genişlettiler. Hatta bir Türk şirketi dahi ABD’de top mermisi üretmeye başladı. Çatışma durduğu takdirde bu kapasitenin nerede kullanılacağı konusu ortada duruyor. İkinci mesele ise siyasi. ABD’nin Ukrayna cephesinde Rusya’ya taviz vermesi savaş istimini geç alan ama aldıktan sonra da mangalda kül bırakmayan NATO’nun Avrupa cephesine ağır bir darbe vuracak. O darbenin asıl etkisi de emperyalizmin patronu ABD’nin güvenilmez bir müttefik olduğu fikrinin salt o devletler değil halkları tarafından da benimsenmesi olacaktır. Önümüzdeki dönemde Rusya’ya kıyasla çok daha büyük lokma olan Çin’i hedef alacak ABD ile hareket etme refleksi ciddi zarar görecektir.
Bu sebeple Pentagon ve İngiltere’nin önümüzdeki haftalarda ateşkes masasının kurulmasını engellemeye yönelik sabotajlara başvurmaları beklenebilir. Bu sabotaj çabaları, bütün gelecek planlarını Rusya’nın düşmanlaştırılması ve öcüleştirilmesi üzerine kuran Avrupa ülkelerinin yönetimleri tarafından da desteklenecektir. Baltık ülkeleri ve Polonya bu konuda özellikle istekli olacaklardır. Silah sanayilerini geliştirmek için çabalarını artıran Fransa ve Almanya da boş durmayacaktır. Bunun Trump ve saz arkadaşları nezdinde etkili olup olmayacağını şimdiden kestiremeyiz.
Yalnız görünen şu ki, ABD ile Avrupa arasındaki yarık salt Ukrayna meselesine indirgenecek gibi değil. Münih Konferansı’ndan Başkan Yardımcısı Vance’in yaptığı konuşma sorunun çok daha derin olduğunu ortaya koyuyor. Vance’in sözleri arasında en çok dikkati çekenlerden biri “ifade özgürlüğü” üzerine söyledikleriydi. Vance, Elon Musk’ın bayraktarlığını yaptığı aşırı sağcı, ırkçı, Nazizm yanlısı ve ayrımcı söylem ve eylemlerin Avrupa’da henüz yeterince destek bulmamasından rahatsız olmuş anlaşılan.
Bu noktada şunu anımsatmak yararlı olabilir. Trump ve ekibinde cisimleşen yeni nesil Cumhuriyetçiliğin bir erdemi var. Yalınlık. Kılıf ve argüman arayışı yok. İnsanlığın binlerce yıllık kazanımlarına karşı olduklarını her vesileyle ve çıplak biçimde ortaya koymaktan çekinmiyorlar. Bu yaklaşım Ukrayna savaşının da Filistin soykırımının da asıl faili olan Demokratların ABD ve dünya halklarını enayi yerine koymaya kalkışmalarından çok daha iyi. Zira dünyada ABD kuyrukçuluğuyla geçinen liberalleri, solumsu etnik milliyetçileri ve liberal solcuları da ofsaytta bırakıyor. Çocuk yaşta evliliği yasaklayan bir mevzuatı dahi bulunmayan ve tüm dünyaya gericilik ihraç eden ABD’yi medeniyet simgesi diye pazarlamaya kalkışanların sefaletini açık şekilde sergiliyor.
Avrupa’nın yüzü sekiz kat “demokrasi” makyajı ile badanalanmış ama elleri ABD’yle eşit ölçüde kanlı yönetimlerini de ofsaytta bırakıyor. Başka bir deyişle Avrupa salt Ukrayna cephesinde değil, jeopolitik anlamda da açık ofsayta düşmüş durumda. Çubuğu alabildiğine sermaye egemenliğine ve ilkel milliyetçiliğe bükmenin, elimde silah var diyenin peşinde cephane üretimiyle koşmanın sonucu budur. Ofsayta düşen takım maçı kazanamaz. Küme düşer.
Ukrayna’da Trump aklıyla varılacak bir uzlaşma kardeş Ukrayna ve Rus halklarını ölümden bir süreliğine uzaklaştıracak ama sömürüden kurtarmayacaktır. Yine de sermaye hizmetkârı Macron, savaş çığırtkanı Baerbock ve atanmamış Nazi generali Von der Leyen gibi beşinci sınıf siyasetçilerin sürüklediği Avrupa’nın küresel ligde küme düştüğünü tescil edeceği için hayırlı bir gelişme olacaktır.
Dünya halklarını zor günler bekliyor. Bununla birlikte, emperyalist kamptaki bu yalınlaşma ve kırılma hali aydınlanma ve insanlık ideallerinden kopmayan devrimciler için yeni fırsatların habercisi olabilir. Olmalıdır da.
/././
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder