Avrupa'da faşist bir hayalet dolaşıyor: Aşırı sağın yükselişi ve 21. yüzyıl faşizmi (I)-Mustafa Dursun-
Faşizme daha yakın ama geçen yüzyıldaki faşizm uygulamalarından da belli ölçülerde farklılaşan, gelip geçici de olmadığın düşündüğümüz bir faşist tırmanış yaşanıyor
AfD'nin göç ve İslam karşıtı Robert Sesselmann Thüringen eyaletine bağlı Sonneberg'teki seçimleri kazanarak ülkenin ilk aşırı sağcı kaymakamı olmuştu
Her geçen gün (ve son yıllarda hızlanan bir şekilde), 20. yüzyılın iki dünya savaşı arasındaki faşizmin yükseliş dönemine benzer bir şekilde, küresel ölçekte aşırı sağın yeni bir yükseliş dönemine tanıklık ediyoruz.
Avrupa’da faşist bir hayalet dolaşıyor!
İtalya’da faşist Giorgia Meloni’nin başbakanlığının ardından, geçen Eylül ayında Avusturya’da aşırı sağcı Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) birinci parti seçilmesi, Donald Trump’ın ABD’de ikinci kez başkan seçilmesi ve son olarak yüzde 84 gibi rekor bir katılımla Almanya’da neredeyse her beş seçmenden birinin faşist AfD partisine (Almanya için Alternatif Partisi) oy vermesi, üzerinde durup düşünülmesi gereken önemli bir konu.
Alman Parlamento seçimlerinin kesin sonuçları muhafazakâr Hristiyan Demokrat-Hristiyan Sosyal Birlik İttifakı’nın (CDU-CSU) yüzde 28,5 ile en yüksek oy oranına sahip olduğunu gösteriyor (2021 yılına oranla yüzde 4,4 geriledi). İktidardaki Sosyal Demokratlar ise yüzde 16,4’lük bir oy aldılar ki bu tarihlerindeki en kötü sonuç (yüzde 9,3 puan kaybettiler). Yeşiller yüzde 11,6 civarında oy alırken (yüzde 3,1 puan kaybettiler), solcu Die Linke'nin yüzde 8,8 ile beklenenden çok daha iyi bir performans göstermesi (yüzde 3,9 puan artış sağladılar) sevindirici olsa da; aşırı sağcı, ırkçı ve göçmen karşıtı AfD’nin yüzde 20,8 oy alarak ikinci parti konumuna gelmesi (1) yukarıdaki tespitimizi ve endişemizi haklı çıkarıyor.
Aşırı sağ toplumu nasıl manipüle ediyor?
Aşırı sağcı-faşist hareketler dünya çapında nasıl bu kadar hızlı bir yükselişe geçtiler? Teorik olarak, kapitalizm (ve emperyalizm) var olduğu sürece faşizm tehlikesinin her zaman var olduğunu biliyoruz. Son gelişmeler aslında bunu doğruluyor: Faşizmin döl yatağı kapitalizmdir!
Ancak bu genel tespit yeterli değil. Kitlelerin, özellikle de ana akım liberal sağ ve sol politikalardan bıkmış, kendilerini yönetim süreçlerinden ve toplumdan dışlanmış hissedenlerin (ki bunların başında yoksullar, gençler ve işçi sınıfı geliyor) aşırı sağa kaydığı ve faşist hareketleri desteklediği görülüyor.
Yani burjuva demokrasilerinin defoları ve aşırı boyutlara erişen gelir ve servet dağılımı ve yoksulluk aşırı sağı ve faşist hareketleri besliyor. Son zamanlarda artan göçler ve sığınmacılıkla beraber artan sosyal ve ekonomik problemler ise bardağı taşıran son damla oldu.
Siyaset boşluk tanımıyor?
Sosyalist solun etkili olmadığı ve işçi sınıfı hareketinin güçsüz olduğu dönemlerde kapitalizmin içinde oluşan bu boşluk ya da yarıklar aşırı sağ hareketler ve partiler tarafından dolduruluyor.
Aşırı sağ hareketler ve siyasal partiler fikirlerini normalleştirmek ve meşrulaştırmak için eğitim sistemlerine, devlet kurumlarına ve medyaya bilinçli bir biçimde ve kurnazca sızıyorlar.
“Kontrollerindeki büyük sermaye medyasını ve sosyal medyayı kullanarak dezenformasyonu geniş kitlelere yayıyorlar, insanları korku ve kızgınlık temelinde harekete geçiriyorlar. Spor kulüplerinden dini örgütlere kadar, çeşitli kesimlerde kendilerini var ediyorlar ve çoğunluktaki kimlikleri istismar ederek kendilerine kitlesel bir taban oluşturuyorlar. Seçkinlere karşı “halkı” temsil ediyormuş gibi davranırken gerçekte, karşı çıktıklarını iddia ettikleri seçkinlerle derin bağlantılarını sürdürüyorlar. Demokratik muhalefeti susturmak ve sol hareketleri tasfiye etmek için devletin baskı araçlarını (kolluk, gözetim-yargı ve yasalar) sonuna kadar kullanıyorlar ve toplumda korku ve bölünme yaratacak kadar şiddete başvuruyorlar. Milliyetçilik, din ve diğer kimlik siyaseti biçimleri aracılığıyla oluşturdukları aidiyet duygusuyla izolasyon ve yabancılaşma yaratıyorlar ve sonrasında bunu istismar ediyorlar”. (2)
Faşizmin tipik özellikleri
Bir ideoloji olarak faşizm kabaca, aşağıdaki temel unsurlarla karakterize edilen aşırı sağcı, otoriter ve totaliter bir siyasi ideolojidir:
“Genellikle mitolojik bir geçmişe bağlı olan ulusal veya ırksal üstünlüğe vurgu (aşırı milliyetçilik). Siyasal ve toplumsal muhalefete karşı çok az hoşgörüyle gücün tek bir lider ya da partide toplanması (gücün merkezileştirilmesi). Liberal kurumları zayıflatarak, demokratik normların ve süreçlerin reddedilmesi (anti-demokratik eğilimler). Sansür, sindirme ve bazen devlet onaylı şiddet yoluyla muhalefetin susturulması (muhalefetin bastırılması). Şiddetin, militarizmin ve siyasi hedeflere ulaşmak için güç kullanımının yüceltilmesi (militarizm ve şiddet). Tarikat benzeri bir takipçi kitlesi yaratmak için kitlesel seferberliğe, propagandaya ve duygusal çağrılara büyük ölçüde güvenmek (kitlesel seferberlik ve propaganda). Ekonomik ve sosyal politikaları yönlendirmek için devlet ve sermaye gücünün birleştirilmesi, genellikle örgütlü emeğin ve bağımsız sendikaların ezilmesi, sermaye gücü ile siyasi etkinin iç içe geçmesi, servet ediniminin kuralsızlaştırılması ve merkezileştirilmesi çabaları” (3). Kadınların, LGBTİ bireylerin ve farklı inanç grupları ve etnisitelerin hedef gösterilmesi.
Türkiye ilk kez gerçek bir faşizm tehlikesi ile karşı karşıya!
Bu günlerde Türkiye ekonomisi 12 Eylül Askeri Darbesinden bu yana karşılaştığı en derin ekonomik krizlerinden ve emekçiden sermayedara olmak üzere iyi planlanmış büyük çapta sermaye ve servet transferlerinden birini yaşıyor. Devasa bir soygun ve talana dönüşmüş olan bu servet transferi üstelik açıktan yapılıyor. Dahası kapitalizmin bu krizi sosyal, siyasal ve ekolojik krizlerle birlikte “çoklu bir krize” dönüşmüş durumda.
Diğer yandan hem özel hem de kamusal alanda sık sık karşılaştığımız sistemik yolsuzluklar, kamu kaynaklarının kullanımındaki usulsüzlükler, liyakatsizlik, etik ihlalleri, işçi ve kadın cinayetleri, çocuklara, bebeklere dönük taciz ve istismar ve toplu sokak hayvanı katliamları ülkedeki mevcut durumun kriz kavramıyla açıklanamayacak kadar ciddi bir durum olduğunu, bunun “toplumsal bir çöküş” olduğunu gösteriyor.
Bu yolu açan 45 yıl önce yapılan bir askeri darbe ve ardından kurulan askeri diktatörlüktü. Bu darbe ile toplumu devrimci-ilerici, emekten, doğadan, barıştan, toplumsal cinsiyet eşitliğinden ve sosyal adaletten yana dönüştürecek olan kesimleri silindir gibi ezildiler. Buna karşılık, ortaya çıkan boşluk militarist-milliyetçi, siyasal İslamcı yapılar, dinci cemaatler ve gerici siyasal parti ve hareketler tarafından dolduruldu. Askeri diktatörlük neo-liberal ekonomi politikalarının yanı sıra, bu kesimlerin de güçlenmesini sağladı. Son 22 yıldır bu gelişme ülkeyi yöneten “İktidar Bloku” aracılığıyla doruğa çıkartıldı. Bunun faturası da her alanda yaşanan çöküşler oldu ve neredeyse tüm toplum bu çöküşün altında kaldı.
Ancak Türkiye’deki, özellikle de bu yıldan itibaren hızlanan, bu gelişmeleri artık “neo-liberal otoriterleşme” kavramı ile açıklayabilmek giderek zorlaşıyor. İşin özü, faşizme daha yakın ama geçen yüzyıldaki faşizm uygulamalarından da belli ölçülerde farklılaşan, gelip geçici de olmadığın düşündüğümüz bir faşist tırmanış yaşanıyor.
Dünya çapında artan bu tehlike ile etkin bir biçimde mücadele etmenin ön koşulu bu süreci iyi analiz etmektir. Bu yüzden de bu süreci “Neo-faşizm/Yeni Faşizm” ya da “21.Yüzyıl Faşizmi” olarak adlandırmak çok daha isabetli olacaktır.
Anahtar sözcükler: 21.Yüzyıl Faşizmi, Aşırı Sağ, Neo-faşizm, Otoriterlik, Yeni Faşizm.
Dip notlar:
(1) https://www.zdf.de/nachrichten/politik/deutschland/bundestagswahl-2025-prognose-hochrechnung-ergebnisse-liveticker-100.html (24 February 2025).
(2) https://znetwork.org/znetarticle/breaking-down-the-far-right-strategies-for-resistance (21 August 2024).
(3) https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/is-it-fascism-yet (30 Jan 2025).
/././
III. Dünya Savaşı iptal -Akdoğan Özkan-
Dördüncü yılına giren Ukrayna Savaşı ile birlikte gerçekleşme ihtimali her geçen gün artan III. Dünya Savaşı, ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump tarafından “iptal edildi.” Yekpare Batı algısını yerle bir eden Trump, Zelenski’nin de siyasi kariyerini bitirmeye oynarken, Putin, Batılı şirketlerin ülkesine dönüşünün önünü açacak hazırlık yapmaya başladı. Avrupa yüksek bürokrasisinin siyasi elitleri ise dönen havanın şokunda!

ABD ile Rusya arasında Donald Trump’ın başkanlık görevine yeniden gelmesi akabinde başlayan yumuşama ile birlikte, son yıllarda gerçekleşme ihtimali giderek artan III. Dünya Savaşı’nın da iptal olduğunu söylersek, sanırım yanlış bir ifade kullanmış olmayız. En azından geçici olarak!
Bakın son haftalar ve günler içinde bize “III. Dünya Savaşı iptal” dedirtecek hangi gelişmeler meydana geldi ve şimdi neyi bekliyoruz:
BİR) Trump, 11 Şubat’ta Biden’ın NATO proksisi olarak Rusya’ya karşı parayla savaştırdığı Ukrayna’ya yapılan yardımların karşılığında bu ülkeden 500 milyar dolar değerinde nadir toprak elementleri istedi. Trump bununla da yetinmedi ve Kiev’i olası barış görüşmelerinin baş aktörü olmaktan alıp bir pazarlık kozuna indirgedi.
İKİ) ABD Başkanı Donald Trump, 19 Şubat günü, “seçim yapmayan bir diktatör olan Zelenski, elini çabuk tutsa iyi olur yoksa ülkesini kaybedecek,” diyerek Ukrayna liderinin siyasi kariyerini bitirmeye dönük zehir zemberek bir açıklama yaptı.
ÜÇ) ABD ve Rusya heyetleri ikili ilişkileri normalleştirme hedefiyle Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da 21 Şubat’ta bir araya gelerek müzakerelere başladılar. Ekipler Ukrayna’da barış için görüşmeler yürütmek ve iki ülke arasında ekonomik işbirliğini teşvik etmek için üst düzey ekip oluşturma konusunda anlaşmaya vardılar.
DÖRT) Brüksel’i “cehennem çukuru” olarak niteleyen Trump’ın Savunma Bakanı Pete Hegseth, şimdiye kadar Ukrayna'ya 134 milyar avronun üzerinde askeri yardım yapan AB üyesi müttefiklerine 12 Şubat tarihinde sert mesajlar iletirken aynı masa etrafında bir araya geldiği Ukraynalı ve AB'den mevkidaşlarına “Ukrayna'nın NATO üyesi olmadığını, savaş sonrasında güvenlik garantilerinin Avrupa ülkeleri tarafından verilmesi gerektiğini” söyledi. ABD’nin Ukrayna ve Rusya Özel Temsilcisi Keith Kellogg da, Ukrayna barış görüşmelerinde AB’nin masada olmayacağını duyurdu. Biden’ın kuyruğuna tutunup Rus düşmanlığından kendi bacaklarına sıkacak kadar gözü dönmüş AB liderlerinde panik havası esmeye başladı.
BEŞ) Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, bakanlarına Batılı şirketlerin Rusya’ya dönüşünün sağlanması yolunda gerekli hazırlıkların yapılması talimatını verdi. Boeing’in Rusya pazarına dönme planları yaptığı iddia edildi.
Brüksel’in son dönemdeki üst düzey diplomatları Rusya ile mücadeleyi öylesine bir obsesyon haline getirmişlerdi ki Orta Doğu’ya barışı bile Moskova’ya sopa sallayarak getirebilecekleri yanılması içine girmişlerdi. Trump’ın onlar için de en büyük sürpriz hamlesi, bırakın AB’yi Ukrayna’yı dahi barış masasının dışında bırakması oldu. Çok değil bundan birkaç ay öncesine kadar barış için Rusya ile görüşme yapılmayacağını, o yüzden müzakere seçeneğin tamamen kapalı olduğunu söyleyen, hatta kurulacak “barış masasında” Rusya’nın bile yer almayacağını “öngören” AB liderleri şimdi Washington’un kendilerini müzakere masasının dışında tutmasının şokunu yaşıyorlar.
Şiddetli bir fırtına
Donald Trump başkanlık görevine başlamadan önce kaleme aldığım “Avrupa’nın ufkunu Trump bulutları karartırken” başlıklı yazımda, “Avrupa asıl mücadeleyi 20 Ocak’ta yemin ederek göreve başlayacak olan ABD Başkanı Donald Trump yönetimine karşı vermek zorunda kalabilecek gibi gözüküyor. (…) Trump ile birlikte AB ufkunda sanki daha fazla azar, fırça ve tedip gözüküyor. Bir ‘mükemmel fırtına’ bizi bekliyor gibi. (…) Bu teslimiyetçiliğin ve kraldan çok kralcılığın Avrupa’ya Trump karşısında bir faydası olacak mı, orası tamamen şüpheli!” yazmıştım. Evet, gelişmeler tam da öngördüğümüz şekilde gelişiyor ve Trump’ın azar ve fırçasını yemeyen Avrupalı neredeyse kalmıyor. Buna, ABD Başkanı’nın “diktatör” diye seslendiği Ukrayna lideri Zelenski de dahil. “Mükemmel” mi tam bilemem ama kesinlikle şiddetli bir fırtına yaşandığını söylemek lazım.
Kendilerine ucuz doğalgaz taşıyan Nord Stream boru hattını dahi patlat(tır)acak denli gözlerini karartan ve kıtayı pahalı gaza mahkûm eden, ama bu sabotaj eylemini kimin gerçekleştirdiğini bilmiyormuşçasına aylarca üç maymunu oynayan Avrupalı liderler 17 Şubat’ta telaşla Fransa başkenti Paris’te buluştu. Elysee Sarayı'nda bir araya gelen AB, İngiltere, Almanya, İtalya, İspanya, Polonya, Danimarka, Hollanda liderleri ile NATO Genel Sekreteri Mark Rutte “fırtına” niteliği atfettiğim bu gelişmeleri görüştü. Liderler, zirvenin sonucunda Avrupa'nın da kendi savunmasını güçlendirmek konusunda hazır ve istekli oldukları yönünde açıklama yapmakla yetindiler.
Bu arada NATO’ya üye Avrupa ülkelerinde endişe içinde beklenen yeni savunma harcamaları skalası da ilk kez Washington’un resmi ağzından müttefiklere yüzde 5 olarak iletildi. Halihazırda gayrisafi yurt içi hasılanın (GSYİH) yaklaşık ortalama yüzde 2’sini savunmaya ayıran Avrupa ülkeleri için bu rakam rekabet güçlerini biraz daha zayıflatabilecek yeni bir baskı unsuru özelliği taşıyor.
Tabii Trump’ın Ukrayna meselesinde değerler temelinde bir siyaset yürütmekten ziyade anlaşma imzalama peşinde olan bir iş adamı, bir CEO gibi meseleye yaklaştığını da unutmayalım. Pazarlıkta karşı tarafı psikolojik baskı altına alacak şekilde çıtayı yukarıda tutarak işe koyulmayı seviyor.
“Çirkin bir şeye çirkin yüz veriyor”
Neden böyle yapıyor? Çünkü “Masum liberallerin gözyaşları ve pragmatik plütokrat” başlıklı yazımda da dile getirdiğim gibi, “Trump, kötü imparatorluğa güzel bir yüz takmada çok yetenekli olan Obama’nın tam tersi; çok çirkin bir şeye çok çirkin bir yüz takıyor. O yüzden imparatorlukta çok daha dürüst bir yüz. Diğer plütokratlar tarafından sahiplenilen kaba, aptal bir plütokrat olarak zalim güç yapısının mükemmel bir temsilcisi.” Avustralyalı gazeteci Caitlin Johnstone, Trump’ta sevdiği tek şeyin, “imparatorluk yöneticilerinin çoğunun onda nefret ettiği şey olduğunu, yani oyunu ele vermesi” olduğunu dile getirmişti. Susmayıp “oyunu ele veren” yani ABD’nin gerçek maskesini indiren, ona ihtiyaç duymayan bu pervasız yaklaşımının ardında da öyle dürüstlük ya da samimiyet filan değil, kibir yüklü muazzam bir özgüven var. Öyle fotoğrafa sinsice balyoz sopası yerleştirerek sallamıyor sopasını. Bodoslomadan azar ve tedip ile giriyor, hasmını paralize edip bunun özgüveniyle açıyor müzakere pazarlıklarını:
- Gazze’yi sahiplenerek Costa Brava yapacağını söylerken iktidarlarını yitirme korkusu üflediği Mısır ve Ürdün’den “iyi” bir karşı teklif bekliyor.
- Kanada'nın "51. eyalet" olarak ABD'ye dahil edilmesi gerektiğini dile getirip Kanada Başbakanı Trudeau’ya “ezik” derken, karşı taraftan ticari dengeyi Washington lehine çevirecek sağlam birkarşı teklif bekliyor.
- Avrupa Birliği'nin ABD ile arasındaki “muazzam ticaret açığını” dikkati çekip AB’ye ticari ültimatom niteliği taşıyan sert mesaj verirken Birliğin Amerika’nın petrol ve doğalgazını büyük ölçekte satın alarak bu açığı kapatması gerektiğini istiyor.
- “Dürüst olmak gerekirse Zelenski'nin müzakerelere katılmasının çok önemli olduğunu düşünmüyorum” diyerek Ukrayna liderine siyasini kariyerini bitirebileceğini ima ederken, Ukrayna’nın Kiev’in kontrolündeki maden ve mineral yataklarıyla ilgili ABD’ye Rusya görüşmeleri öncesi kapitülasyonlar sağlaması gerektiğini dikte ediyor.
- Bu yaklaşımla pazartesi ve salı günü görüşeceği Fransa lideri Macron ile İngiltere lideri Keith Starmer’ı da şöyle bir sarsması mümkün.
Tarafsızlık şansını iterek gelinen nokta
Malum, Ukrayna lityum (%2 küresel rezerv), grafit (%4), nikel (%0,4), mangan, uranyum ve nadir toprak metalleri de dahil olmak üzere değerli mineral rezervlerine sahip bir ülke. Özellikle titanyum bahsinde Ukrayna'nın dünya rezervlerinin %20'sini elinde tuttuğu tahmin ediliyor. Ancak, bu maden ve mineral yataklarının yaklaşık yüzde 40'ı ya Rus güçlerinin kontrolü altında ya da cephe hattında bulunmakta. ABD merkezli şirketler Ukrayna anayasasının doğal kaynakların özelleştirilmesini açıkça yasaklayan 13. Maddesi nedeniyle bağımsızlığını kazandığından bu yana Ukrayna’da yeni projelerden büyük ölçüde kaçındılar. Trump’ın bu maddenin kaldırılarak Batılı şirketlere ülkenin doğal zenginliklerini daha kolay sömürme imkânı tanınmasını istediğine ve buna oynadığına da kuşku yok. Bir zamanlar Kiev yönetiminin elinde “Ukrayna’nın tarafsızlığını koruduğunu ilan etmesi” gibi bir ihtimal, bir şans vardı, ama onlar bunu ellerinin tersiyle ittiler ve Batı’nın para ve silahı, gençlerinin canıyla “son Ukraynalıya kadar” bir vekalet savaşı vermeyi tercih ettiler. O tarihte tarafsızlığı salık verenleri dinlemeyenlerin Trump’ın Zelenski’ye yolladığı söylenen ve “ihtilaf halinde New York mahkemelerini yetkili” kılan “Ukrayna madenleri” anlaşmasının taslağına bakıp, ülkenin geldiği/getirildiği şu trajik ekonomik sömürge adaylığı konumuna şaşırmaları da enteresan doğrusu.
Bu arada, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un da bugün Ankara’yı ziyaret ederek, Ukrayna'daki savaşı sona erdirmek üzere ABD yetkilileriyle yaptığı son görüşmeleri aktaracağı ve Türkiye’nin 2022’de İstanbul’da çok yaklaşılmış barış sürecine bu kez nasıl katkıda bulunabileceğini görüşeceği ileri sürülüyor.
Tabii, ABD ve Rusya heyetlerinin Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da bir araya gelerek müzakerelere başlaması Ukrayna’da silahların kısa süre içinde susacağı anlamına gelmiyor. Eğer Ukrayna ordusunda ani bir çözülme meydana gelmez veya Kiev’i Zelenski sonrasına taşıyacak bir iktidar değişimi/darbe yaşanmazsa cephede silahların susması aylar alabilir.
“Kolektif Batı” algısı yerle bir
Zaten unutmayalım ki iki ülke arasındaki görüşmeler sadece ve sadece Ukrayna Savaşı’nı sonlandırma gündemi içermiyor. İki ülke arasındaki ilişkilerden Rusya’ya yönelik yaptırımlara, Avrupa ile Rusya arasındaki ticari ilişkilerin geleceğinden NATO’nun genişleme planlarının akıbetine kadar masada çok sayıda gündem maddesi bulunuyor. Ayrıca, Ukrayna’ya barışın bir dönem savaşın fitilini ateşlemiş Washington’a zevahiri kurtaracak bir aranjmanla formüle edilmesini bu masa sağlayacak. Dolayısıyla Putin’in Trump’a bir Nobel Barış Ödülü armağan etme ihtimalinin dahi yolunu açabilecek böylesi bir gelişmenin kolay finalize edilmeyeceği ve zorlu tartışmalara sahne olacağı da bir hakikat.
Şimdi asıl soru şu: Soğuk Savaş döneminin iki büyük hasmı, ABD ve Rusya bir kez daha barış içinde bir arada yaşama zemini için müzakerelere oturmuşken tarihi yeniden yazabilirler mi? Yekpare bir Batı algısını, “kolektif Batı” cephesini yerle yeksan eden Donald Trump, diplomaside nadiren beliren bu tarihsel fırsat ve momenti iyi kullanarak Putin ile makul temellerde bir uzlaşıya varabilecek mi? İki lider sadece Ukrayna’daki çatışmaları değil Moskova’nın 2007’den beri dile getirdiği güvenlik endişelerini de sona erdirebilecek ve uzun yıllar korunabilecek yeni bir jeopolitik denge yakalayabilecekler mi? Bir diğer deyişle, geçici olarak “iptal edildiğini” düşündüğümüz III. Dünya Savaşı tamamen rafa kaldırılaabilecek mi?
Batı ile anlaşmaya yürümenin her zaman için bir tuzak olduğunu düşünen İgor Girkin gibi Rus “türbo-vatanseverler” ile Rusya’yı dünyadaki “yegâne beyaz güç” olarak gören ve onlarla ulusaşırı bağ kurarak Putin'i bir umut ışığı olarak gören Richard Spencer gibi beyaz ırk üstünlükçüsü Amerikalılar dahi nefeslerini tutmuş gelişmeleri izliyorlar. Umarız tarih hiçbir ultra-milliyetçi kanadı kayırmadan, savaştan çok çekmişleri öncelikle dikkate alan bir seyir izler ve sonunda barış, kalıcı barış kazanır.
/././
Suç örgütü lideri emekli polise parasal yardım yaptı, emniyetten ses yok!-Tolga Şardan-
Şimdi acaba dengeler nasıl değişti de Soylu’nun MHP’deki en etkin irtibat kurduğu ve yakın olduğu isimler arasındaki Yönter, Peker’i öven paylaşım yaptı?

Ülkenin çivisi çıkalı epeyce oldu. Her gün yeni örneklerle karşılaşılıyor.
Üstelik yeni gündeme gelen örnek / örnekler, eskiyi / eskileri aratır cinsten oluyor.
Son örneklerden birisinde; organize suç örgütü liderliğinden hükümlü ve halen Interpol’ün kırmızı bülteniyle aranan Sedat Peker, emekli polisin sağlık sorununun çözümü için gereken parayı sağlamış!
Emekli Özel Harekatçı polisin sağlığına kavuşmasından bağımsız düşünmek gerekirse, neresinden tutarsanız elinizde kalacak bir durum kuşkusuz.
Yıllarca ülkeyi kasıp kavuran suç örgütü lideri, devletin polis gücünün personelinin sağlığına kavuşması için 1,8 milyon lira parayı avukatı aracılığıyla göndermiş.
Bu ülkenin milyonlarca liralık Örtülü Ödeneği’ni yöneten İçişleri Bakanlığı, sağlığını yitiren polisin yıllarca emek verdiği, üniformasını giydiği Emniyet teşkilatı ne iş yapar acaba?
Sağlığını kaybeden emekli bir teşkilat mensubunu sağlığına kavuşması için gereken paranın suç örgütü liderinden sağlanmasına nasıl göz yumulur, bakanlık ve Emniyet yönetimince?
Efendim, sağlığını kaybeden polis memurunun emekli olması sonucu değiştirmez!
Nihayetinde, üniformasıyla devlete ve kamu güvenliğine hizmet etmiş polisin sağlığına kavuşması gereken bedeli ödemek, İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün görevi değil midir? Yurt içine yaptıkları havayolu seyahatlerinde birkaç kez tarifeli uçak kullanılsa, emekli polisin ihtiyacı olan bedeli karşılamaları mümkün.
Diyelim ki; Örtülü Ödenek’ten karşılanması mümkün değilse, teşkilatın Polis Vakfı ve Polis Sandığı gibi sivil toplum örgütleri ne güne duruyor?
Yine diyelim ki; iki kurumdan da para çıkmadı. Her hafta kendisini ziyaret eden iş insanlarının temaslarını bir çok kez paylaşarak iş dünyasıyla bağlantılarını gözlere sokan Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş, böylesi ulvi bir konuda hangi iş insanı arkadaşından destek istese, “hayır” cevabını almazdı.
Ama bir emekli polisin sağlığına kavuşması için devreye girmekten çekinen İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü yönetimi, organize suç örgütü lideri olduğu gerekçesiyle hüküm giyen ve kırmızı bültenle aranan kişinin parasal destek vermesinde hiç sakınca görmemesi, ülkede çivi çıkmasının en dikkat çekici örneği olarak kayıtlara girdi.
Gerçi, bu coğrafyanın kimi gazetecileri bile suç örgütü liderinden “sitayişle” söz etmekte bir sakınca görmüyorsa, İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün aynı suç örgütü lideri hükümlüsünün parasal desteğine sessiz kalması, pek de şaşırtıcı olmasa gerek.
MHP’li Yönter’in dikkat çeken paylaşımı
Suç örgütü liderliğinden hükümlü Peker’in emekli polisin sağlığına yaptığı parasal desteğe MHP’nin önde gelen isimlerinden İzzet Ulvi Yönter’in “Allah razı olsun” paylaşımı da aynı kapsamda değerlendirilmeli.
Yönter’in, Peker’le ilgili söz konusu paylaşımını bir başkası yapsaydı, hakkında “suç örgütü liderini övme” iddiasıyla adli soruşturma başlatılırdı. Fakat, paylaşımın sahibi Yönter olunca, herhangi bir işlem yapılmıyor doğal olarak.
Bu arada, Yönter’in Peker’i öven söz konusu mesajı siyasi açıdan da önemli.
Zira Yönter’in, Peker’in Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile kapıştığı dönemde, Peker’in aleyhine yaptığı paylaşımlar arşivde duruyor!
Şimdi acaba dengeler nasıl değişti de Soylu’nun MHP’deki en etkin irtibat kurduğu ve yakın olduğu isimler arasındaki Yönter, Peker’i öven paylaşım yaptı?
Bu paylaşımı, Soylu’nun görmemesi mümkün değil. Kendisi görmese bile, yakın ekibi mutlaka aktarmıştır.
Ankara kulislerine yansıyanlar bunlarla sınırlı değil elbette.
Dikkat çeken bir bilgi, Peker’in yakın zamanda hatta büyük olasılıkla martta Türkiye’ye geleceği yönünde. Emniyet’te bu bilgi mevcut. Siyasi kulislerde de konuşuluyor.
Hatta öyle ki; Abdullah Öcalan’ın olası ev hapsine çıkma olasılığına karşı aynı dönemde Peker’in de Türkiye’ye ayak basacağı, kapalı kapılar ardında dillendiriliyor.
AKP’nin pazar günkü kongresinde MKYK’ya yapılan görevlendirmelerde adı listede bulunmayan Eski İçişleri Bakanı Soylu’nun mevcut siyasi konumunu ve “siyaseti bırakıyorum” açıklamasını, Peker’le ilgili takvimle birlikte okumakta fayda var, zannımca.
Eski FETÖ’cü Özdemir’e verilen hapis cezası
Ankara gündeminde geçen haftanın dikkat çeken ancak üzerinde fazlaca yorum yapılmayan konu başlıklarından birisi eski FETÖ’cü Kemalettin Özdemir’e verilen hapis cezası oldu.
Bu sürecin şöyle bir özelliği var.
FETÖ konularını yakından takip edenlerin bildiği üzere; Kemalettin Özdemir, uzunca bir süre Fetullah Gülen’in en önemli isimlerindendi.
Uzun yıllarca Gülen cemaatinin Emniyet İmamı idi. Emniyet teşkilatında cemaatin attığı her adımda sorumluluğu olan güçlü isimlerdendi.
Sonrasında cemaatle yollarının ayrılmasının akabinde 17-25 Aralık 2013 sürecinde yaşananlardan sonra devlete yanaştı.
Cemaatin bilinmeyenleriyle ilgili başta MİT Başkanlığı olmak üzere devlete pek çok bilgi verdi. Bir bakıma itirafçı oldu. Bu sebeple devletin koruması altına girdi. İtibarlı biçimde yaşamaya devam etti.
AKP iktidarı da Özdemir’e fazlaca sıkıntı yapmadı. Hem de emniyet imamı olmasına rağmen.
İlginç olan durum ise, iktidarın koruması altındaki Özdemir’e yönelik Ankara Adliyesi’nde “silahlı terör örgütü kurma veya yönetme” iddiasıyla iddianame hazırlanmasıydı. Özdemir’e yönelik iddianamenin hazırlandığı bürodan sorumlu başsavcı vekili Veysel Kaçmaz’dı. Kaçmaz, yargı camiasında MHP’ye ve Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya yakınlığıyla biliniyor.
Kaçmaz’ın sorumlu olduğu büro, Özdemir hakkında 22.5 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açtı. Yargılama sırasında savcılık mütalaasında 22.5 yıllık hapis cezasında ısrarcı oldu. Geçen hafta sonuçlanan yargılamada mahkeme Özdemir’i 3 yıl bir ay hapisle cezalandırdı!
Yargılama sonucunda verilen kararda Özdemir’in etkin pişmanlıktan yararlandığı ifade edildi.
Kaldı ki, Özdemir’in hem AKP üst yönetiminde hem de kabinede “birebir” görüştüğü isimlerin varlığı biliniyor. Böylesi kritik bir ismin yargılanması ve hapis cezasına çarptırılmasının “AKP – MHP” koalisyonunda elbette bir anlamı olsa gerek.
Bahçeli’nin sağlık durumu
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin sağlık durumu, Ankara’nın son iki haftadır önemli gündem maddelerinden.
Kalp kapakçığı değiştiği ifade edilen Bahçeli’nin sağlık durumuyla ilgili bir merak söz konusu. Başkentte siyasetle uğraşsın uğraşmasın hemen herkesin merakı bu yönde.
Gerek kendisinin doğrudan paylaşımları, gerekse bizzat kendisiyle görüşenlerin verdiği bilgiler ışığında MHP Genel Başkanı’nın sağlık durumu hakkında kamuoyu bilgi sahibi olabiliyor.
Ancak süreç öyle bir şekle büründü ki; MHP Genel Başkanı’nın sağlık durumunu merak etmek neredeyse vatan hainliğiyle eş değer.
Türkiye’de kim olursa olsun siyasi parti liderlerinin sağlık durumu bu coğrafyada nefes alan 7’den 70’e herkesin ilgisindedir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın veya CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in sağlık durumunun merak edilmesi değil de, MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin durumunun merak edilmesi neden böyle tepki çeker acaba?
Ayrıca, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da, yaşadığı sağlık sorunu sonrasında iyileşmeye başladığı ifade edilen Bahçeli’yi henüz ziyaret etmediğini hatırlatayım. Demek ki Bahçeli, geçmiş olsun ziyaretine hazır değil.
Bahçeli ile görüşen hemen herkes, yaptığı sosyal medya paylaşımlarında bilgileri sanki vatan hainliği ile örtüştürüp kitlelere mesaj vermeyi benimsedi bir süredir.
MHP camiasının yaklaşımı bir dereceye kadar anlaşılabilir. Bahçeli, ülkücü camia için çok şey ifade ediyor.
Ancak, Cumhur İttifakı öncesinde AKP’li olup MHP Genel Başkanı’na hakaret eder derecede söz söyleyenler de bu akımdan etkilenmiş durumda.
Bahçeli’yi yakından tanıyanlar, kendisinin böylesi yaklaşımlardan mutlu olmadığını tam tersine üzüldüğünü ifade ediyor.
Unutmadan, Bahçeli taraftarlarını üzen sağlık durumuyla ilgili kimi yanlış bilgilerin, ittifak ortağındaki bazı isimlerce kulaklara fısıldandığını aktarayım.
Son olarak, MHP Genel Merkezi’nce, Genel Başkan Bahçeli’nin “askıda buğday” kampanyası başlattığı duyurusunun zamanlaması, hedef kitlesi ve amacının, Ankara’nın “gizli gündemi”nde nasıl değerlendirilmesi gerektiğini sizlere bıraktım.
/././
Boşuna çiğnenmemiş bir hayat; Sevim Belli -Candan Yıldız-
Cumhuriyet ile neredeyse yaşıt olan Sevim Belli, biriktirdiklerini, yüzleşmelerini, hatıralarını, hesaplaşmalarını Boşuna mı Çiğnedik kitabında anlatmıştı

100 yıllık bir hayat… Tarihin içinde, kritik dönüm noktalarında hem tarih yazmış hem de içinde olduğu tarihin tanığı olmuş bir kadın… Devrimci bir hayat yaşadı. Onu ilk tanıdığımda çok yaş almıştı, deniz görmeden duramadığını anlattı arkadaşları. Evinin manzarası da öyleydi. Öyle ya çocukluğunun önemli bir kısmı, annesi Ayşe Hanım’ın babası Kalkavanzadelerden Rıza Kaptan’ın Beylerbeyi’ndeki köşkünde geçmişti. İstanbul-Kadıköy’deki evinde kendisini ziyaret ettiğimde pandemi daha yeni bitmişti. Yaş almasından olsa gerek yer yer zihni bulanıklığına rağmen sevgi dolu ince sesiyle kendisine “Sevim Abla bizim değerimiz, canımız” diyen bir okuruna “Kimseyi o kadar şımartmayın, insanoğlu çabuk şımarır” diyecek kadar bilgeliğini kısacık bir cümleye sığdıran bir kadındı. Ömrünü sosyalist düşünceye adayan bir kuşağın özelliğidir… Görünür olmayı çok sevmezler. Zira kişiler değil, düşüncelerdir önde olması gereken ve bir de yasaklı yılların öğrencisidirler onlar. Sevim Belli hayatını anlattığı “Boşuna Mı Çiğnedik?” kitabında şöyle der:
“Onca yıl göze batmamaya, sıradan biri olmaya, bilerek isteyerek arka planlarda kalmaya ve ayrıcı bilinen zorunlu nedenlerle gölgede yaşamaya özel bir özen gösterdikten sonra… Gizleyecek, çekinilecek bir şeyin olmasa da içgüdüsel olarak direniyorsun, kalemin işlemez oluyor, tam rahatlayıp açılamıyorsun.”
Belki bu yüzden kendi hayatını açmak kolay değildi onun için… Buna rağmen annesini, babası İsmail Hakkı Terzioğlu’ndan, ki sonra soyadı kanunundan sonra Tarı soyadını alacaktır, daha çok zaman geçirdiği dedesi Rıza Kaptan’ı, yol arkadaşı, siyasi şefi Mihri Belli’yi, yoldaşı Vedat Türkali’yi eleştirmekten çekinmeyen, çuvaldızı kendisine de batıran, dürüst olmayı hayatının merkezine koyan bir kadınla tanışıyorsunuz kitabında.
Çocukluğu mutlu geçer, zaten kendisi de ihtimamla büyütüldüğünü anlatır. Kolay değildir… Aile Sevim’den önceki iki çocuğunu menenjitten kaybeder. Çok sevdiği, hatta hekim olmak istemesinde etkili olan ablası Müfide de menenjite yakalanır ve hastalık Müfide ablasında maraz bırakır. Ablası Müfide’nin maruz kaldığı ayrımcılık, okul müdürünün zoruyla ailenin ablasını okuldan almak zorunda kalması, annesinin tedavi amaçlı ablasını maruz bıraktığı tıp dışı tedavi yöntemleri, çocuk yaşta adalet duygusunu yeşertmeye başlar. O dünyadaki bütün çocukları iyileştirmeyi çocuk yaşlarında kafasına koyar. Sosyalist fikirlerle tanıştığında ise hastalıkları değil, hastalıklara neden olan sistemi tedavi etmek gerektiğine inanır, hayatını öyle de yaşar.
Sevim Belli, öyle bir hayat ki, Türkiye’nin tarihiyle yaşıttır neredeyse.
Cumhuriyeti çok sever. “Dünyanın zenginleri kapitalist emperyalist Batı’ya baş kaldırmış ilk Doğu ülkesidir Türkiye” onun gözünde…
“İyi kötü yanlarıyla eksikleriyle Türkiye’nin sultanlık düzeninden cumhuriyete geçişine damgasını vuran küçük burjuva radikalizmi reformculuğu işte. Elbette ki ilerisi için örnek olarak Kemalizmi savunacak değiliz. Ama onu tarihi çerçevesi içinde doğru yerine oturtmak zorundayız” diye yazar yıllar sonra… Eleştireldir. Kemalizmi bağımsızlıkçı bulurken Atatürkçülüğü bağımsız olma niteliğinin zayıflaması olarak görür. ‘İmtiyazsız sınıfsız toplum’ iddiasını aldatmaca olarak görür. Bunun sınıf mücadelesinin inkârı olarak yorumlar. Milli mücadele veren halkların ulusal onurunu kırmanın milliyetçilik ve şovenizme yol açtığını söylerken sol içi bitmeyen bir tartışmaya da katılır. Bunun yanı sıra Kürt meselesinde geldiği noktayı da şöyle anlatır: “Kürtler, 'Türk ulusuyla birlikte olacaksak bu eşitlik ve özgürlük temeli üzerinde gönüllü birliktelikle olacaktır' diyor. Türk olarak bu sese kulak vermek birinci yurtseverlik görevidir.”
Sevim Belli’nin (Tarı) büyüdüğü habitat zihni yolculuğunun izlerini taşır.
29 Ekim’in kutlandığı bir ailede büyür. Zira aile (Kalkavan) Kurtuluş Savaşı döneminde “Müttefik depoları basılarak ele geçirilen malzeme ve silahları Anadolu’ya yani İstanbul’dan İnebolu’ya aktarılmasında çalışır. Belli’nin dayısı İbrahim Kaptan’ın gemisi batırılır. Kendisi Yunanlara esir düşer.” Kalkavan ailesi Cumhuriyet’in o zaman yaratmaya özendiği burjuva sınıfının temsilcilerindendir. Sevim Belli’nin anlatımlarından, kullandığı dilden, dikkat çektiği noktalardan anlıyorsunuz ki politik düşüncelerle yaşam tarzı arasında hep bir tutarlılık arar. Belli için özel hayat da politiktir.
İşte bu nedenle muhafazakâr dünyanın önemli isimlerinden Necip Fazıl Kısakürek ile ilgili anısında da bu tutarlılık arayışı vardır. Necip Fazıl’ın annesi Beylerbeyi’ndeki köşke gidip gelen biridir. “… Hanımların pantolon giymeleri, hele Beylerbeyi gibi bir yerde pek alışılmamış, yadırganan bir şeydir o zaman. Ama Necip Fazıl’ın eşi pantolon giyer, moderndir. Köyde Fazıl’ın savunduğu görüşlerden dolayı ‘Aleme verir talkını, kendi yutar salkımı’ diye söylenirler. Beylerbeyi ne de olsa Müslüman yatağıdır. Sevim, pantolon giyilmesine, bir hanımın kendi beğendiği, uygun gördüğü gibi dolaşmasına kesinlikle karşı değildir. Ama insanın yaşamı ile ideolojisi arasında tutarsızlık olmamalıdır. Burada elbette eşi değil, Necip Fazıl’ın kendisi söz konusudur.”
Adaletlidir. Ömrünü onlara adayan evin her şeyi, Ayşe Hanım’ın yardımcısı Bahtiyar Hanım’ın talebine rağmen ona Tarı soyadı verilmemesini o yaşta doğru bulmaz. Hatıralarında “Sevim bunu hep kalleşlik, kadirbilmezlik, en azından aldırışsızlık” diye anlatır. Kitabında kendi ailesine de mesafeli durabilen Sevim Belli, amcası Hasan Tarı’yı hiç affetmediğinden söz eder. Zira babasının desteği ile polis olan amcası, ki kitapta amca ifadesini tırnak içinde kullanır, Sevim Belli 1955’de Harbiye Askeri Cezaevi’ndeyken, annesini arar ve “Hangisi, o içerdeki domuz mu ölen?” der. Sevim Belli’nin (Tarı) çok sevdiği ablası o cezaevindeyken ölmüştür.
Yol arkadaşı, yoldaşı Mihri Belli adını İstanbul Tıp Fakültesi’nde öğrenciyken duyar… Mihri Belli, o dönemin İleri Gençlik Birliği üyesidir. Yıl 1944’tür. CHP dışında olan bir örgütün izinle kurulamadığı yıllardır.
Tan Gazetesi pogromunun yaşandığı o günü de kitabında anlatır. Sertellerle mezun olduktan sonra Paris’te tanışacağından habersizdir o günlerde. “O saatlerde fizyoloji laboratuvarında uygulamalar dersimiz vardı. Beyazıt’ta merkez binadaydı ders. Laboratuvara geldiğimde ortalıkta kimse yoktu. Az sonra iki arkadaş heyecanla geldiler. Hocayı sordular. Gösteri varmış. Millet, Tan gazetesini protesto etmeye gitmişmiş… Bizimkiler de bu büyük ‘vatanseverlik gösterisi’nden geri kalmak istemiyorlardı. Deliler gibi atıldılar merdivenlere. Hayri Kaleli hocamızdan yoklama yapmayacağına dair söz alarak fal taşı gibi açılmış gözlerimizin önünde sevinç çığlıkları ile koşturup gittiler. Tan matbaası tahrip edilmişti ki gazete çıkamadı. Ondan sonra da bir daha belini doğrultamadı doğru dürüst. Bir süre sonra da yayınını durdurdu. Yolda gördüğüm arkadaşlardan biri öğrenci birliğinde görevliydi. Ertesi gün tam da Aziz Nesin’in yazdığı gibi ‘Türk gençliğinin muhtaç olduğu kazma küreği Cumhuriyet Halk Partisi’nin bodrumunda bulabildiklerini’ gizlemeye bile gerek görmeden anlatıyordu. Hatta övünerek. Ama biraz da şaşkın.”
Üniversite öğrencisiyken 1946’da ilk kez gözaltına alınır. O yıllarda da kitaplar tehlikelidir. Clara Zetkin’in Kadın ve Sosyalizm kitabını yakalatmayan kendisi değil, kuzeni Fatma olur.
O zamanın emniyet müdürlüğü şimdinin otele çevrilen meşhur Sansaryan Han’ıdır. Belli, Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’ne yönelik geniş gözaltı operasyonundan nasibini almıştır. Gözaltında Sabahattin Ali ile nasıl ve ne için buluştuğunu sorarlar.
“Ya boş atıp dolu tutmak istiyorlardı ya da karıştırmıştı istihbaratı veren. Her neyse. Sabahattin Ali’yi getirdiler. Temiz, pak, çevik hareketli, gecenin o saatinde dinç, kısa boylu, saçları erken ağarmış, gözlüklü bir adamdı. Sabahattin Ali’ye beni tanıyıp tanımadığını sordular. Kısaca ‘Maalesef’ diye duraksamadan hemen yanıtlayıverdi. Öyle çabuk gelen, öyle beklenmedik bir cevaptı ki bunu büyük bir iltifat olarak algılamıştım. “ Türkiye Komünist Partili yılları da bu dönemde başlar. Kitabında Vedat Türkali’yle (Abdülkadir Demirkan) de yüzleşir. 1952-53 Tevkifatı öncesi ve sonrası ayrımını yapar ve onunla da sert bir yüzleşme yapar.
17 yaşında fark ettiği işitme kaybı nedeniyle defalarca ameliyat olur. Türkali’yi de bunu konu etmesinden dolayı eleştirir.
Sözünü sakınmayan, kırıcı olmayı göze alacak kadar dürüst olmayı tercih eden Sevim Belli, Zekeriya Sertel’in Nazım Hikmet’in ölümünden sonra yazdıklarını “Dünyanın en büyük şairlerinden birini Türkiye’nin en yetenekli gazetecilerinden biri böyle mi anlatmalıydı kendi halkına… İnsanlarımızın ziyan edilmesine bir örnek daha mı diyelim?” sözleriyle eleştirir. Kore’ye asker göndermeye karşı kampanyalarda yer alır. Barış Yolu dergisini çıkarırlar. O zaman üşenmeyip hesaplarlar. Bir Amerikan askerinin bir günlük masrafı bir Türk askerinin masrafının 10 katıdır.
Mihri Belli ile cezaevinde başlayan haberleşmeleri duygusal bir ilişkiye döner. Sevim Belli'nin (Tarı) anlatımına göre Sultaahmet Cezaevi’nde kalan Mihri Belli’yi soyadı değişikliğinden dolayı ziyaret edemez. Bu engeli aşmak için onunla o cezaevindeyken evlenir.
TKP’nin görevlendirmesiyle Paris’te geçirdiği yıllar, Fransa’da uzmanlık eğitimi devam ederken Türkiye’ye siyasi görev için geldiği dönemde yeniden tutuklanması, 1974 Affı sonrası cezaevinden çıkması, Mihri Belli’siz geçen Cezayir yılları, iki oğlunu tek başına büyüten bir kadın doktor, hiç hasar görmeyen inancı… Sömürüsüz bir dünya…
Son sözü Sevim Belli söylesin.
“… Onca onurlu, onca yiğit savaşımlara tanık olmuş, insanlığın gelecek anlayışına büyük boyutlar getirmiş ama bir o kadar da acılara mal olmuş olan ve bugün tümden inkâr edilmek istenen bir sürecin boşuna mı yaşanmış olduğu sorusuna kesinlikle ‘Hayır’ diyorum.”
/././
Soprano deyince ilk akla gelen kadının emsalsiz hikâyesi -Atilla Dorsay-
“Benim hayatım opera. Operada da mantık aranmaz"
MARİA
X X X
Yönetmen: Pablo Larrain
Senaryo: Steven Knight
Görüntü: Edward Lachman
Oyuncular: Angelina Jolie, Alba Rohrwacher, Haluk Bilginer, Kodi Smith McPhee, Stephen Ashfield, Valeria Golino, Caspar Philipson, Lydia Koniordou, Pierfrancesco Favini/
ABD filmi, 2024
Evet, Maria... Eskinin Maria Montez, Maria Schell vb. yıldızları değil. Ama müzik aleminin taçsız kraliçesi Maria Callas söz konusu. Onu anlatan filmin galasını nedense Asya kıtasında yapmayı seçen getirtici şirket nedeniyle görmemiz bu denli gecikti. Ama ziyanı yok... Üzerine yapılan eleştirilerin bolluğu ve üstelik farklılığından sonra, bendenizin naçizane yaklaşımını merakla bekleyen fan’larıma selam!..
Evet, Şili’li yazar-yönetmen Pablo Larrain bizlere Jackie Kennedy’yi anlatan Jackie ve Lady Diana’yı anlatan Spencer adlı biyografik filmlerinden sonra, bu kez opera sanatının en görkemli, en unutulmaz sopranosu olan Maria Callas’a yoğunlaşıyor. 1923- 1977 arası yaşayan, Atina doğumlu, Yunan kökenli büyük soprano. Ki lakapları az değildir: La Diva, La Prima Donna, La Callas… Öyle bir hayat ki bu, tek bir filmle anlatılamaz. Çünkü uzun hayatında savaşta Nazilerin eline düşmüş (filmde çok az gösterilir); sonraları ün yapınca dünyanın en büyük müzik mekanlarında konserler vermiştir: La Scala, Covent Garden, Paris’in dev müzikholleri, Venedik’te La Fenice...Vs. vs.
1977 yılında, yani sanatçının son yılında (ve son7 gününde) geçen film, dekor olarak Paris’i almış. Görüntü yönetmeni Edward Lachman’ın bize bu kenti vermede çok başarılı olduğunu unutmadan hemen yazayım. Karşımızda artık düşüşe geçmiş bir büyük sanatçı vardır. Hep eski büyük konserlerini hayal eden (ki filmde onların bazısını görürüz); son derece lüks bir malikanede biri kadın iki hizmetkarla heykeller, büstler, tablolar, ikonlar, resimler arasında son demlerini süren bir hatun... İki sevimli köpeği de unutmadan... Öylesine keskin bir dili vardır ki... O hizmetkarlara bile kibarlığın altına gizlenmiş bir zulümle davranır. İngilizcesi gerçekten bu kadar incelikli miydi; sanki alay ve küçümsemeyi ayrı bir sanat haline mi getirmişti? Gel de cevap ver!..
Evet, artık Callas’ın hayalleri aşıp yeniden şarkı söylemesi mümkün olmayacaktır. Çok istese de o bulmacavari konuşmalarıyla tekliflerin etrafında dolanır. Kendi plaklarını dinlemez, çünkü “onlar fazlasıyla mükemmeldir!” Kaybolan sesi kadar yeniden kavuşmayı özlediği sahne hayatı; bu uğurda kullanmaya başladığı Mandrax adlı ilaç. Ki bu adı kendi biyografisini çekmesi söz konusu olan yapımcıya da yakıştırıverir!.. Şöyle der: “Benim hayatım opera. Operada da mantık aranmaz.” Etrafında gerçekten de onu hâlâ seven fanları vardır: Kimileri de yanında çalışan... Gencecik TV’cilerden ona tutulan bir yakışıklı da çıkar. Ama tüm bunlar onu kurtarabilir mi?
Sonrasında, biz onu 1970’ler Paris’inde izlemeyi sürdürürüz. Elbette ‘aşk şehri’ Paris ona da bir aşk buluvermiştir. Geçmişte; o da Yunan kökenli olan Aristotle Onassis... Dönemin ünlü ve çapkın aristokratı... Aralarındaki aşk ne yazık ki çok sürmeyecektir. Ve kaderin cilvesine bakın ki, Onassis onu terk ettiğinde birleştiği kadın, Jackie olacaktır: yani Jackie Kennedy... Kaderin cilvesine bakar mısınız?
Filmin artıları kadar eksileri de vardır denebilir. Biçim olarak kâh genişleyen kâh daralan; kâh siyah-beyaz kâh renkli olan ekran insanı hayli şaşırtır. Geçmişle ilişkili bölümlerin ilke olarak siyah-beyazı bir tesellidir gerçi... Bu bölümlerin arasında kaçınılmaz olarak Onassis bölümü de vardır. Ki o hayatı Maria’dan önce terk edecektir: filmde onun ölüm döşeğinde yatan adamı ziyaretini görürüz.
Ve filmin kimi sürprizleri... Bir yerde Onassis’in sırf Callas için verdiği çok şık parti. Ki tam 100 pembe gülle süslenmiş!.. Paris’in göbeğinde yine Callas’ın büyük iyi niyetle yaklaşan bir adama giydirmesi...Yine geçmişte Jackie nedeniyle Kennedy’nin bir söyleşisinin TV programında gösterilmesi. Ya da yine o yaş gününü unutulmaz Marilyn Monroe tarafından kutlanması... Ve neler neler...
Elbette oyuncular övgüyü hak ediyor. Angelina da 50’sini aşmış, Angelina Jolie farklı karşılandı. Örneğin Zeynep Oral şöyle demiş: “Ona baktığınızda estetikli yüzü, şişirilmiş dudaklarıyla sadece rol yapan Angelina Jolie hissiyatına kapılıyorsunuz. Çok soğuk. Sanki ruhu yok!..” Ama kendi adıma Jolie’nin birçok aryayı söylerken (yani söyler gibi yaparken) nasıl bir güç ve irade harcadığını görünce, pes dedim!.. Elbette sevgili Haluk Bilginer gerçekten de süperdi. Ve filme çok şey kattı. O artık uluslararası bir sanatçı... Ben Bruna’da Alba Rohrwacher, JFK- John F. Kennedy’de Caspar Philipson, kızkardeş Yakinthi’de Valeria Golino, Mandrax’ta Kodi Smith McPhe ve Ferrucio’da Pierfrancesco Favini’yi de çok beğendim.
NOT: Filmin sonunda Maria Callas’ın gerçek görüntüleri v ar. Hatta Aristotle Onassis’in de...Lütfen kaçırmayın.
/././
Türkiye’de ifade özgürlüğü ve yargı bağımsızlığı -Rıza Türmen-
Demokrasinin temeli olan ifade özgürlüğünün güvencesi adil yargılanma hakkıdır. Bağımsız yargı yoluyla bireylerin düşündüklerini serbestçe söyleme, iktidarı eleştirme hakkı güvence altına alınmadıkça halkın hakikati öğrenme hakkı da gerçekleşmeyecek, Türkiye’de insanlar baskı altında, yoksulluk içinde yaşamlarını sürdüreceklerdir.

Sn. Cumhurbaşkanı 19 Şubat günü partisinin Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada ifade özgürlüğünün sınırlarını çizdi. “Tutarlı, yapıcı, iyi niyetli olması halinde biz de eleştirilere hiçbir zaman kulağımızı tıkamadık ve tıkamayız.” dedi. Bundan çıkan anlam şu: Tutarlı, yapıcı, iyi niyetli olmayan eleştirilerin yapılması iktidar tarafından kabul edilmiyor. Bunlar yargılama konusu olabilir. TÜSİAD’ın eleştirileri bu kategoriye giriyor. Eleştirinin tutarlı, yapıcı ve iyi niyetli olup olmadığına karar verecek olan ise siyasal iktidar.
“Tutarlı, yapıcı, iyi niyetli eleştiri” kriterinin uluslararası ifade özgürlüğü standartlarıyla uyuştuğunu söylemek güç. Örneğin, AİHM’in Handyside/Birleşik Krallık kararında (1976) kabul ettiği ve ifade özgürlüğüne ilişkin her kararında yer verdiği paragraf şöyledir: “İfade özgürlüğü sadece lehde olan ya da zararsız ya da ilgilenmeye değmez görülen haber ve düşünceler için değil, aynı zamanda Devlet’in ya da halkın bir bölümünü inciten, şoke eden ya da rahatsız eden haber ve düşünceler için de uygulanır. Bunlar çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleridir. Bunlar olmadan demokratik toplum da olamaz.”
Açıktır ki en masum eleştirilerin bile suç oluşturduğu bir ülkede “inciten, şoke eden, rahatsız eden” ifadelerin iktidar tarafından “tutarlı, yapıcı, niyetli” eleştiri olarak görülmeyeceği açık.
İfade özgürlüğü yani düşüncenin serbestçe açıklanması özgürlüğü hakkı, Sokrates’ten bu yana uzun mücadeleler sonucu kazanılmış bir hak. Demokrasinin bel kemiği, litmus kâğıdı. Bütün diğer özgürlüklerin anası.
17. yüzyılda yaşamış önemli bir düşünür olan Spinoza, “Tractatus Theologico Politicus” adlı kitabında şöyle der: “Devletin amacı esas olarak özgürlüktür. Onun nihai amacı hükmetmek, insanlara korku salarak onları avucunun içinde tutmak ve bir başkasının hakkına tabi kılmak değildir. … Bu özgürlüğün baskı altına alınmış olduğunu ve insanların egemen tarafından emredilmedikçe bir şey fısıldamaya bile cesaret edemediklerini farz edelim.” Spinoza’ya göre böyle bir uygulama devleti kaçınılmaz olarak yıkıma götürecektir. Bunun nedeni bireysel özgürlüğe getirilen kısıtlamalar sertleştikçe bunlara karşı gösterilecek tepkinin de sert ve yıkıcı olması.
Spinoza’nın 17. yüzyılda yazdıklarının günümüzde de geçerli olması şaşırtıcı değil. Sayıları giderek artan popülist iktidarların hemen hepsinde ifade özgürlüğü bastırılmış durumda.
Spinoza’dan bu yana ifade özgürlüğü de gelişme gösterdi. Bireysel bir özgürlük olması yanında demokratik bir toplumun vazgeçilmez bir ögesine dönüştü. Devlet gücünün sınırlandığı kamusal bir hak niteliği kazandı.
İfade özgürlüğüne yer açılması siyasete “hakikat” boyutunu kazandırır. İfade özgürlüğü, iktidara karşı hakikatin söylenmesine, toplumda hakikatin araştırılmasına, halkın hakikati öğrenmesine yol açar. Bu ise otoriter yönetimler bakımından bir tehdit oluşturur. Otoriter yönetimlerde tek hakikat rejimin söylediğidir. Toplumun da rejimin gerçeğini benimsemesi, bu gerçeğe itiraz edilmemesi istenir. Otoriter rejimlerin ifade özgürlüğünü, eleştirel söylemi baskı altında tutmasının amacı gerçeğin ortaya çıkmasını önlemek. Gerçeğin üstü örtülmelidir ki, iktidarın gerçeği topluma sunulan tek gerçek olarak kalsın. Otoriter rejimlerde hakikati söylemek cesaret ister. Her türlü baskıya karşın, hakikati söyleme cesaretine sahip insanların bulunduğu bir toplumda bir demokrasi mücadelesinden söz edilebilir. Bu toplumlarda bir umut ışığı yanar.
Günümüzde bütün insan hakları belgelerinde, bütün anayasalarda ifade özgürlüğüne geniş yer verildiğini görüyoruz. Anayasa’nın 26. Maddesi “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti başlığı altında genel bir düzenleme yaptıktan sonra 27. Maddede “bilim ve sanat hürriyeti”, 28. Maddede “basın hürriyeti” başlıkları altında ayrıntılı düzenlemeler getirmekte. Bu da Anayasa’nın ifade özgürlüğüne verdiği önemi gösteriyor.
İfade özgürlüğünün evrensel ölçütlerini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında buluyoruz. Bu kararlar, AİHM’in ifade özgürlüğüne bakışı ile Türkiye’de yargının ifade özgürlüğüne bakışı arasındaki farkları görmek olanağını verir. AİHM bakımından önemli olan söylemin içeriği değil, her türlü düşüncenin, devlet müdahalesi olmadan serbestçe ifade edilmesi. Bunun istisnası, şiddete teşvik, nefret söylemi, hakaret içeren söylem. Türkiye’de ise yargı, söylemin içeriğini inceliyor. Söylem devlete karşı bir tehdit oluşturuyor mu, ona bakıyor. Yasalar da bunu öngörüyor.
AİHM önüne gelen davalarda devletin müdahalesinin Sözleşme’nin ölçütlerine uygunluğunu inceler. Bunu yaparken devletin getirdiği sınırlamanın bir yasal dayanağı olup olmadığına, devletin müdahalesinin meşru bir amaca hizmet edip etmediğine, son olarak da bu müdahalenin demokratik bir toplum için geçerli olup olmadığına bakar. Devletin belirli bir takdir yetkisi vardır. Bu devlete bırakılan hareket alanıdır. Ancak takdir yetkisi, davanın niteliğine göre, daralır ya da genişler. Demokratik düzen bakımından önem taşıyan, kamuoyunu ilgilendiren konular, siyasal eleştiriler, basın özgürlüğüne ilişkin konularda takdir yetkisi çok dardır. Bu konularda devlet müdahalesinin haklı görülmesi çok enderdir. Buna karşılık ticari ifadelerde, sanatsal ifadelerde devletin takdir yetkisi daha geniştir. Siyasal iktidara karşı, siyasetçilere karşı söylemlerde, devletin müdahalesinin haklı bulunması çok güçtür. Türkiye’de “Cumhurbaşkanı’na hakaret” ya da “halkı tahrik” gibi suçlarda verilen cezalar çoğunlukla AİHM tarafından Sözleşme’nin ihlali olarak görülmekte. Örneğin, Vedat Şorli/Türkiye davasında (2022) AİHM, başvurucunun Cumhurbaşkanı’na hakaret suçundan 11 ay hapis cezasına çarptırılmasını ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını, Sözleşme’nin ifade özgürlüğüne ilişkin 10. maddesinin ihlali olduğuna karar verdi. Türkiye’den iç hukukun Sözleşme ile uyumlu hale getirilmesini yani Cumhurbaşkanı’na hakaret suçunun yürürlükten kaldırılmasını istedi.
Yukarda belirtilen ölçütler, Türkiye’de son zamanlardaki gözaltılara, tutuklamalara, soruşturmalara uygulandığında, bunlar AİHM’e geldiğinde ihlal kararı çıkacağını anlamak için hukukçu olmaya gerek yok.
AİHM Türkiye’de yargının bağımsızlığı sorununu incelemedi. Bu incelemeyi yapabilmesi için AİHM’de açılan bir davada Türkiye’de yargının bağımsız olmadığına ilişkin bir şikâyetin bulunması gerekir. Hasan Uzun/ Türkiye, Koçinter/Türkiye gibi davalarda ise, Anayasa Mahkemesi’nin etkili bir iç yargı yolunun olduğunu kabul etti. Ancak bu konuyu gözden geçirme hakkını saklı tutarak, kararını değiştirme kapısını açık bıraktı.
Buna karşılık Türkiye’de yargının bağımsızlığı konusunda Avrupa Konseyi’nin diğer organlarının aldığı kararlar var. Venedik Komisyonu’nun HSK’a ilişkin ayrıntılı bir raporu bulunmakta. HSK’nın bağımsız bir kurul olabilmesi için kompozisyonunun değiştirilmesini öngörüyor. Bakanlar Komitesi’nin AİHM’in Kavala ve Demirtaş kararlarının uygulanmasıyla ilgili olarak aldığı kararlarda “genel önlemler” başlığı altında, Türkiye’nin HSK’nın bağımsızlığını sağlayacak önlemler alması isteniyor. Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi’nin Ekim 2023’te kabul ettiği kararda, Türkiye’nin yargıç ve savcılarının yetkilerini hukuk devleti, insan hakları ve adalet ilkelerine uygun olarak kullanmalarının sağlanması öngörülüyor. Dolayısıyla AİHM,önüne yargı bağımsızlığına ilişkin bir şikayet gelirse, bu belgelerin ışığında inceleyecek.
Demokrasinin temeli olan ifade özgürlüğünün güvencesi adil yargılanma hakkıdır. Bağımsız yargı yoluyla bireylerin düşündüklerini serbestçe söyleme, iktidarı eleştirme hakkı güvence altına alınmadıkça halkın hakikati öğrenme hakkı da gerçekleşmeyecek, Türkiye’de insanlar baskı altında, yoksulluk içinde yaşamlarını sürdüreceklerdir.
/././
Avrupa, sadece başarısız bir projenin ismidir bugün -Eray Özer-
Atlantik’in öte tarafının “dost” elini çekmesiyle öylece ortada kalakaldı Avrupa. Yıllardır sınırlarını Ruslar ve göçmenlere karşı korumaktan başka bir “idealin” peşine düşemeyen bu yaşlı kıta, Kundera’nın da dediği gibi “boş ve yararsız bir hoşgörü” dışında bir şey üretemedi.

Ve sonunda olan oldu…
Okyanus ötesinden tuhaf sakallı bir kovboy çıkageldi ve Avrupa’nın belki de son on yıldır duymaktan en çok korktuğu şeyi pattadanak yüzlerine söyledi: “Artık tek başınasınız.”
Yetmedi.
Sıkı bir fırça atmayı da ihmal etmedi. Üstelik yaşlı kıtanın bağrından çıkan “ifade özgürlüğü”, “bireysel haklar”, “demokrasi” gibi entelektüel kavramları Avrupalı mevkidaşlarının kafasına kafasına fırlatarak yaptı bunu.
Kuzey Amerika’nın Apalaş Dağları’nda geçen ezik çocukluğunu Hollywood’a satarak ünlü olan çiçeği burnunda gürbüz başkan yardımcısı, ultra-milliyetçi faşist partilerin yalan yanlış bilgilerle bezenmiş berbat düşüncelerini diledikleri gibi yayma isteklerine sansür uygulamakla suçladı Avrupa’yı.
“İfade özgürlüğüne saygı göstermiyorsunuz. Demokratik davranmıyorsunuz. Sizin gibi düşünmeyenlerin düşüncelerini engellemeye çalışıyorsunuz. Sansürcüsünüz. Yasakçısınız. Demokrasi düşmanısınız” dedi.
Avrupalılar besbelli bu kadarını beklemiyorlardı.
Önce afalladılar, sonra kekelediler, sonra tepki verirmiş gibi yaptılar. Lakin aslında öfkelenmeye bile vakitleri olmadı.
Onlar ne olduğunu anlayamadan ABD’nin başkan yardımcısı JD Vance, Münih Güvenlik Konferansı’ndan eve dönüş yolunu tutmuştu bile.
Aynı sıralarda yine Amerika’dan Küba asıllı ve fakat Çin düşmanı dışişleri bakanı Marco Rubio Suudi Arabistan’a doğru yola çıkmıştı. Rus meslektaşıyla Ukrayna’nın geleceğini konuşmaya gidiyordu ve Avrupalılar bırak kendilerine, bizatihi Ukrayna’ya bile bu konuda fikrinin sorulmamasının ne anlama geldiğini algılamaya çalışıyordu.
Tüm bunlar bir haftada oldu bitti ve bir haftanın ardından geriye kıta geneline yayılmış kafası karışık siyasetçiler ile “Amerika tarafından terk edildik” minvalinde onlarca gazete başlığı kaldı.
Birkaç gün önce Le Monde “Trump’ın Amerika’sı Avrupa Demokrasisi İçin Bir Tehdittir” başlığını atarken Avrupa liderlerini bir an önce yaşadıkları şoku atlatıp harekete geçmeye çağırıyordu.
Evet, yol bitmişti.
Dünya nüfusunun yüzde 7’sini oluşturan, üretimin dörtte birini üstlenen, buna karşılık tüm dünyadaki sosyal harcamaların yarısını tek başına gerçekleştiren Avrupa için refah toplumu günlerinin sonu gelmişti.
Ekonomisi başta Çin olmak üzere Uzak Asya’dan çok sağlam silleler yiyen, silahlanma yarışında gerilerde kalan, bırakalım küresel ittifaklar geliştirmeyi kendi içinde bile görüş ayrılıklarının önüne geçemeyen yaşlı kıta etliye sütlüye bulaşmadan ancak buraya kadar gelebilmişti.
Arkasına gizlendiği Kuzey Atlantik ittifakında Atlantik’in öte yanındakinin oyunbozanlık etmesiyle birlikte takke düşmüş, kel görünmüştü.
Yüz yılı aşan tarihleriyle ezberimize kazınan anlı şanlı medya organları kıtanın liderlerinden acil çözüm talep eden baş yazılar kaleme almaya başlamış, İngiltere ve Fransa’dan nükleer güçleriyle kıtaya koruma kalkanı oluşturmalarını talep etmeye girişmişlerdi.
“Medeniyet”in bu kadar kırılgan olduğunu bizler de tahmin etmiyorduk işin açıkçası.
Öyle ya, Doğu’dan gelen ilk göç dalgasıyla -üstelik birkaç milyonu Türkiye tarafından absorbe edilmesine rağmen-, sadece birkaç yüz bin “yabancı”nın aralarına karışmasıyla un ufak olacak bir politik ajandayla yola çıkmış olmamalıydı “medeniyet.”
Yaldızlı cümlelerle, şaşalı Brüksel resepsiyonlarında tariflenen “Avrupa demokrasisi” silik liderler ve üç-beş ay sonra yorgun düşen koalisyonlardan müteşekkil bir siyasal sistemdiyse biz hangi Kopenhag kriterlerinin hayallerini kurmuştuk yıllar boyunca?
Tıpkı kendi evlatlarını yemeyi alışkanlık haline getiren bazı devrimler gibi, Thatcherizmle vücut bulan neoliberal rüya da 45 yıl sonra kendi çocuklarını afiyetle tüketmek üzere turuncu kafalı, elinde diyet kola kutusuyla bir emlak milyarderi formunda çıktı Avrupa’nın karşısına.
Şimdi Avrupa’nın bir muhasebe yapması gerekiyor.
Ne oldu da kültür politikaları toplumsal dönüşümü bir türlü sağlayamadı?
Ne oldu da her türden “öteki”nin kendi otantizmi içinde kabullenilmesini öngören bir demokrasi anlayışı birkaç yüz bin Suriyeli göçmenle karşılaşınca “error” verdi?
Tek bir doğrunun olmadığını, farklı doğruların bir arada ve aynı anda mümkün olabileceğini tarif eden postmodern anlatı, ne oldu da faşizan düşünce öbeklerinin kendilerini bu çeşitliliğin içine gizleyerek yeşermesine yol açtı?
Avrupa’nın kendini dünyanın geri kalanından yalıtarak içine sığındığı sınırlar nasıl oldu da kıtanın ekonomi ve teknoloji yarışında geride kalmasına neden oldu?
Türkiye gibi Müslüman bir ülkeyi içine alarak genişleyebilecek ve çokkültürlülük söylemine sahip çıkabilecekken nasıl oldu da yaşlı kıta bırakın Müslüman coğrafyasını Çin’den, Hindistan’dan, Güney Kore’den bile bu kadar uzak kaldı?
Sadece ABD’nin gölgesi olarak sürdürülen uluslararası ilişkiler Avrupa’yı nasıl bu kadar yalnızlaştırdı?
Sağın yükselişi uzun yıllardır görülmesine rağmen neden sığ popülizme alternatif bir siyasal dil ve pratik karşılığı olan somut uygulamalar geliştirilemedi?
Bu muhasebeyi yapmadan, sadece Trump’ı suçlayarak dövünmek Avrupa’yı belli ki bir adım daha ileriye götürmeyecek.
Rusya ve göçmenlerden korkarak iyice kabuğuna çekilen bir Avrupa senaryosu ise sadece onları değil, tüm dünyayı olumsuz anlamda etkileyecek.
Milan Kundera’dan bir alıntıyla bitirmek isterim: “Ortaçağ’da Avrupa birliği, din ortaklığına dayanıyordu. Modern Çağ’da din, yerini Avrupalıların kendilerini tanımladıkları, kendilerini buldukları, kendileriyle özdeşleştirdikleri yüksek değerlerin gerçekleştirilmesi olan kültüre (sanat, edebiyat, felsefe) bıraktı. Oysa bugün kültür de yerini terk ediyor. Ama neye ve kime? Avrupa’yı birleştirebilecek yüce değerlerin gerçekleşeceği alan nedir? Teknik ilerlemeler mi? Pazar mı? Demokrasi ideali taşıyan, hoşgörü ilkesine dayalı siyaset mi? Ama artık hiçbir zengin yaratıyı, hiçbir sağlam düşünceyi koruyamıyorsa bu hoşgörü, boş ve yararsız hale gelmiş olmuyor mu? Ya da kültürün el ayak çekmesi insanın kendini rahatlıkla teslim edeceği bir çeşit kurtuluş olarak algılanabilir mi? Bilemiyorum. Sadece kültürün, yerini çoktan terk ettiğini bildiğime inanıyorum. Böylece, Avrupa kimliği imgesi geçmişte kalıyor. O halde Avrupalı nedir? Avrupalı yoktur yahut Avrupalı, Avrupa özlemi çekendir.”
Kundera ta 1986’da kaleme aldığı bu satırlarda Avrupa’nın demokrasi ideali taşıyan hoşgörüsünün aslında neoliberalizmin etkisiyle nasıl da boş ve yararsız bir hale dönüştüğünü anlatıyor bize.
Tam olarak Kundera’nın 40 yıl önce ustalıkla sezdiği gibi oldu.
Kültür ve bilgi yerini -her şeyin, hislerin ve düşüncelerin bile pazara endeksli bir ürüne dönüşmesiyle- boş ve yararsız bir hoşgörüye bıraktı.
Bugün Avrupa bir coğrafyanın yahut bir idealler birliğinin değil, başarısız bir projenin adı sadece.
Ne yazık ki böyle…
İyi haftalar. /././
Emlak vergisi tahsilatı ne durumda?-Murat Batı-
Gerçek satış bedeli üzerinden değil de vergi değeri üzerinden alım-satımın yapılması sonucunda satıcı açısından gelir/kurumlar vergisinin, KDV’nin, geçici verginin; alıcı ve satıcı açısından tapu harcının ve alıcı açısından ise emlak vergisinin eksik ödenmesinden dolayı maddi bir menfaat söz konusu olmaktadır.

21 Şubat 2025’te Türkiye Belediyeler Birliği tarafından Ankara’da Mali Reform Zirvesi düzenlendi. Birçok akademisyen ve belediyelerin ilgili birimlerinden uzmanlar katılıp görüşlerini dile getirdi. Normal koşulda iki gün ve yüz yüze sürecek zirve, hava muhalefeti nedeniyle tek güne düşürüldü, online ve yüz yüze şeklinde gerçekleşti. Ben de uzaktan online katılabildim.
Bu zirvede gerek uygulamacılar gerekse de akademisyenler emlak vergisiyle alakalı muhtelif görüşler dile getirdi ama hepsinin önerisinin altında emlak vergisi hasılatının artırılması bulunmaktaydı.
Emlak vergisi, ülkemizde konut, iş yeri, arsa ile arazi üzerinden alınan ve belediyelerce tahsil edilen önemli bir servet vergisidir. Bu vergi, taşınmazın belediyede kayıtlı bedeli yani Emlak Vergisi Kanunu m.29 uyarınca vergi değeri üzerinden hesaplanmaktadır. Halk arasında buna rayiç bedel de denilmekte ama bu kullanım hatalıdır; doğrusu vergi değeridir.
Vergi değeri, her yıl -Cumhurbaşkanı müdahale etmezse- yeniden değerleme oranının yarısı kadar artırılır. Ve bu tutarlara konutlarda binde 1, iş yerlerinde binde 2, arazilerde binde 1 ve arsalarda binde 3 oran uygulanarak emlak vergisi hesaplanır. Olur da bu taşınmaz büyükşehir belediyesi sınırları içindeyse bu oranlar iki kat uygulanır. Yani büyükşehir belediyesi sınırları içinde bulunan taşınmazlara konutlar için binde 2, iş yerleri için binde 4, araziler için binde 2 ve arsalar için binde 6 oran uygulanır.
Buna göre, bu oranlar uygulanarak tahsil edilen emlak vergisi tahsilat tutarlarını aşağıdaki tabloda da görüldüğü üzere 2007 ila 2024 yılları arası için oluşturmaya çalıştım.
Ancak 2024 yılındaki tutar Ocak – Eylül dönemini kapsamakta 2024’ün son üç ayı verileri henüz yayımlanmadığından 2024 yılının ilk dokuz ayına ait veriler bulunmaktadır. Daha basit bir ifadeyle emlak vergisinin ilk taksitlerini kapsamakta Kasım 2024’te tahsil edilmiş olan ikinci taksitler henüz yayımlanmadığından hesaplamaya dahil edilmemiştir.
Yukarıdaki tabloda emlak vergisi hasılat tutarlarının -her ne kadar genel bütçe içinde olmasa da- genel bütçe vergi gelirlerine oranı da görülmektedir. Genel bütçe vergi gelirlerine oranı son yıllarda yüzde 1’in bile çok altındadır.
Buna göre 2024 yılının ilk dokuz ayında mesken ve iş yerinden yani binalardan toplamda 21 milyar 306 milyon 246 bin lira tahsil edilmiş. 81 il ortalaması ise yaklaşık 263 milyon liradır. Yani il başına ilk dokuz ayda 263 milyon lira bina vergisi tahsil edilmiş.
Konuyu daha rahat anlamak adına diğer vergi hasılatlarıyla karşılaştırıldığımızda 2024 yılında toplam KDV’nin vergi gelirleri içindeki payı yaklaşık yüzde 32; ÖTV’nin yaklaşık yüzde 20’dir.
Diğer servet vergileri için ise MTV’nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 0,91; veraset ve intikal vergisinin payı yüzde 0,08; değerli konut vergisinin ise yüzde 0,001’dir. Yani servet vergileri içinde iyi bir yerde ancak diğer vergilerle kıyaslandığında oldukça düşük oranda görülmektedir.
Şu soruyu da sormak gerekiyor aslında servet vergilerimiz neden böyle yetersiz? Bu sorunun cevabını başka bir yazımda değerlendirmeye çalışayım.
Diğer taraftan Türk lirasının değer kaybı dikkate alındığında bu tutarı, TL olarak ele alıp işlemek büyük bir yanılgı yaratacağından aşağıdaki tabloda 2007 ve sonraki yıllara ait yani son 18 yılın emlak vergisi tahsilat tutarlarını o yılın ortalama dolar kuru nezdinde de hesapladım.
Görüldüğü üzere son 18 yılda emlak vergisinden toplamda 157 milyar 373 milyon lira, dolar bazında ise 29 milyar 697 milyon 650 bin dolar tahsil edilmiş. Bu tutar pek de yüksek değildir.
Emlak vergisi hasılatı nasıl artırılır?
TÜİK verilerine göre 2020 yılında Türkiye’deki bina sayısı 11.598.446 adettir. Bina sayısının yaklaşık yüzde 85’i konut olarak kullanılmakta kalan sayının ise iş yeri olduğu görülmektedir.
Konutlardan alınan bina vergisinin tahsilat tutarı toplam vergi gelirleri içindeki payı binde 4-5 oranına tekabül etmektedir. Ancak sorun şu ki çoğu zaman bir gayrimenkulün gerçek satış bedeliyle (rayiç bedel) belediyede kayıtlı bedeli olan vergi değeri arasında parasal tutar olarak çok büyük fark bulunmaktadır.
Alım-satıma konu gayrimenkul gerçek bedelinden gösterilmediği için hem alıcı hem de satıcı tapu harcını eksik ödeyerek maddi bir menfaat sağlamış olacaklardır. Ve dolayısıyla da Hazine açısından bir harç kaybı ortaya çıkacaktır. Çünkü uygulamada genellikle gerçek satış bedeli üzerinden değil belediyede kayıtlı bedel yani vergi değeri üzerinden işlem yapılmaktadır. İlaveten Müteahhitler yeni (sıfır) ev satarken gerçek bedeli göstermedikleri için daha düşük gelir elde etmiş görünecek ve gelir/kurumlar vergisi, geçici vergi ve KDV’yi eksik ödemiş olacaklardır.
Özetle gerçek satış bedeli üzerinden değil de vergi değeri üzerinden alım-satımın yapılması sonucunda satıcı açısından gelir/kurumlar vergisinin, KDV’nin, geçici verginin; alıcı ve satıcı açısından tapu harcının ve alıcı açısından ise emlak vergisinin eksik ödenmesinden dolayı maddi bir menfaat söz konusu olmaktadır.
Taşınmazların belediyede kayıtlı bedelleri yani vergi değeri gerçek satış bedeli olmadığından emlak vergisi oranlarını artırmak pek işe yaramayacaktır.
Bu nedenle vergi değerlerini gerçek bedele dönüştürmek bu sorunları çözebilecektir.
/././
İstanbul'da 153 yıllık Sen Jorj Hastanesi sessiz sedasız kapatıldı
İstanbul Galata’daki Özel Sen Jorj Hastanesi, Avusturya'daki merkezinin maddi sıkıntılar nedeniyle aldığı karar doğrultusunda kapandı. Hastanenin 14 Şubat tarihinde kapatıldığı ortaya çıktı. İstanbul Galata’da 153 yıl önce Avusturya’dan gelen iki rahibe tarafından kurulan Özel Sen Jorj Hastanesi, Avusturya’daki merkezinin yaşadığı mali sorunlar nedeniyle kapandı.
Hastane Osmanlı döneminde kuruldu
Sen Jorj Hastanesi’nin temelleri, Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşanan kolera salgını sırasında İstanbul’a gelen rahibelerin sağlık hizmeti vermesiyle atılmıştı. Barakalarda başlayan sağlık hizmetleri zamanla gelişerek bugünkü hastane yapısına dönüşmüştü. 1914 yılına kadar Osmanlı Padişahı ve Avusturya İmparatoru’nun yer aldığı milletlerarası bir komite hastanenin bakım ve onarımı ile gelişmesine yönelik çalışmaları üstlendi.
Cumhuriyet dönemine kadar bu şekilde hizmetlerini sürdüren Avusturya Hastanesi, 1927 yılında yenilenen binasında Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Göz Hastalıkları ve yeni eklenen İç Hastalıkları, Cerrahi, K.B.B. ve Cilt Hastalıkları alanında hizmet vermeye devam etti. 1995-2000 yılları arasında yaptığı ek bina yatırımı ile klinik kapasitesini arttıran hastane, 2003 yılında Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğinin de açılmasıyla dahili ve cerrahi olmak üzere 13 farklı branşta, 4 erişkin ve 4 yenidoğan yoğun bakım olmak üzere 48 yatak kapasitesiyle hizmet veriyordu.
***
İstanbul'da aidat çılgınlığı; bazı bölgelerde 65 bin liraya kadar çıkıyor!
Site ve apartman aidatlarındaki yüksek artış oranı ev sahiplerini ve kiracıları olumsuz etkiliyor. Aidatlar bazı bölgelerde 65 bin liraya kadar çıkarken, birçok kişi bu rakamlardan dolayı taşınmak durumunda kalıyor. İstanbul'da ortalama aidat artışı yüzde 50 olurken bazı yerlerde bu oran yüzde 100'e kadar çıktı. NTV'nin haberine göre; Tüketici Konfederasyonu Başkanı Avukat İbrahim Güllü şunları söyledi: "İstanbul'da aidat ortalama tutarı yaklaşık 2 bin 400 lira, ilçelere göre ortalama rakamlar ise Beşiktaş'ta 5 bin 750, Şişli'de 4 bin 800 lira, Kadıköy'de 4 bin 400 lira, Çatalca'da bin 100 lira, Silivri-Sultangazi-Arnavutköy gibi yerlerde ise bin 250 lira civarında. Beykoz-Beşiktaş gibi ilçelerin bazı noktalarında özellikle villalardan oluşan sitelerde ise bu aidat rakamları 65 bin liralara kadar çıkıyor. Eskiden konutların sadece kira ya da satılık bedeline bakılırken artık aidat bedeli de önemli bir ölçü haline geldi. Aidat ödenmemesini fırsat bilen ev sahipleri de kiracısını tahliye etmek için artık bu yöntemi seçiyor." Güllü, ev sahiplerinin veya kiracıların yüksek aidat zamlarına karşı itirazlarını yazılı olarak bildirmeliri ve toplantı tutanağına itiraz şerhi koymaları gerektiğini de sözlerine ekledi.
***
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder