BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -11 Mart 2025-

İslamcılarla liberaller neden iyi anlaşıyor?-Yaşar Aydın-

Emperyalistlerin İslamcılara verdiği destek, liberallerin karar vermesini kolaylaştırıyor. Ne siyasal İslamcıların ne de liberallerin ülkeye, halka verebilecekleri tek bir şey yok. Farklı cenahlardan iktidar sözcülüğü yapan bu kesimlerin toptan yenilgiye uğratılması farzdır.

Türkiye son 20 yılda geçtiği her eşikte iki kesim ittifakına tanık oldu. Siyasal İslamcılar ve liberaller. Uzaktan bakınca çok anlaşamaz gibi görünen bu iki kesimin işbirliğinde Türkiye’nin kendine özgü yanları vardır kuşkusuz. Ama emperyalist-kapitalist blokun İslamcılara verdiği desteğin, liberallerin karar vermesini kolaylaştırdığını söylemek gerekiyor.

Şöyle geriye doğru bir gidelim. Cemaat-AKP ortaklığında cemaat kontenjanından iktidara iliştiler. Zaman gazetesinin ve Kanal 7’nin daimi konuklarıydı. 12 Eylül 2010 Referandumu’nda, Gezi İsyanı’nda her zaman iktidarla kol kola idiler. Çözüm sürecinin en güçlü enerjisi yine bu iki cenahın kardeşliği üzerinden ortaya çıktı. 15 Temmuz darbe girişimi ilişkilerinde kısmı zedelenme yaratsa da çok kısa sürede toparladılar. Devlet Bahçeli’ye duydukları büyük sevgi, sola, sosyal demokratlara, laiklere karşı düşmanlıkları da ortaktı.

Son ortaklıkları Suriye’de yaşanan katliamla birlikte ortaya çıktı. Ağız birliği etmiş gibi katliamın nedeni "Esad artığı" Alevilerdi.

İki kanadın mızrak ucu biçimlerinin konu ile ilgili fikirlerini aktardığımızda mesele daha iyi anlaşılacak.

Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan: "Suriye devleti bulundukları yerlerde terör estiren, sivilleri öldüren, bombalayan, devletin bütün uyarılarına rağmen bunu yapmaya devam eden Nusayri teröristlerin 100’e yakınını telef etti ya."

Ufuk Uras: "Günün sonunda fotoğrafın tümüne bakıldığında İran ve Esatçı artıkların bölgeyi provoke etmeye çalıştığı, bunu fırsat bilen bazı unsurların da sivillere intikam eylemlerine yöneldiği görülüyor."

Tesadüf mü? Hiç değil. Neden tesadüf olmadığına gelince.

İTİBARLARI DA YOK İNANDIRICILIKLARI DA

Bunların ilişkisinin nasıl başladığını hatırlamakta fayda olabilir. Kasım 2002 seçiminde ABD desteğiyle iktidarı ele geçiren toplum üzerinde İslamcılar hegemonya kurmakta zorlandı. Desteğe ihtiyaçları vardı. Fethullah Gülen cemaatinin kolaylaştırıcılığıyla siyasal İslamcı-liberal koalisyonun harcı bu nedenle atıldı. Batıcı, rant meraklısı, sol düşmanı diye sıralayabileceğimiz onlarca ortak noktaları olduğunu zamanla keşfettiler.

Liberaller sonraki yıllarda, İslamcı iktidarın sunduğu nimetlere o kadar alıştı ki taşa tutulsalar bile onlardan ayrılamaz durumuna geldi. Dostları, yol arkadaşları iktidar eliyle cezaevlerinde çürütülürken bile ses çıkaramadılar. Sadece ortalıktan belli bir süre çekilmek zorunda kaldılar.

Bahsettiğimiz liberaller kendilerine bir kez daha ihtiyaç duyulduğunu düşünüp yine ortaya çıktı. Çünkü halkın öfkesinin onlara yaşam alanı sunan siyasal İslamcı iktidarın alaşağı edilmesinden çok korkuyorlar. Azınlıkta kalsa bile siyasal İslam’ın iktidarda kalması için var güçleriyle mücadele ediyorlar.

Ne siyasal İslam’ın ne bu liberallerin ülkeye, halka verebilecekleri tek bir şey yok. Hikayeleri bitti. Kendilerine bir derinlik kattığını düşündüklerinden olacak uzun uzun uzağa bakıp konuşma yapıyorlar sadece. O konuşmalar da gençlerin "mavra" videolarına malzeme olmaktan başka bir işe yaramıyor. Ama yine de tüm yaşananlara rağmen bunların gerçek yüzünü göremeyen varsa hatırlamakta fayda olacaktır.

Siyasal İslamcılarla liberallerin artık siyam ikizine dönüştükleri de sürekli akılda kalmalı. Cerrahi operasyonla bile ayrılamaz. Farklı cenahlardan iktidar sözcülüğü yapan bu kesimlerin toptan yenilgiye uğratılması farzdır.

∗∗∗

ÖMER ÇELİK VE LAF SALATASI

AKP sözcüsü Suriye’de yaşanan katliama ilişkin yaptığı açıklama yine diğerleri çok konuşup hiçbir şey söylememe üzerine kuruluydu. Yaşananlara dair herkesi cahillikle suçlasa da gerçeklerle ilgili tek bir satır ifade edemedi. Örneğin sivilleri öldüren kimdi? Ya da "Suriye Suriyelilerin" ise katliamı yapanlar içinde başka coğrafyalardan gelen ne kadar cihatçı vardı? Ankara, "Suriye’deki yabancı savaşçılar" gitmeli derken bu konuda HTŞ ile hiç temas etti mi? Ya da temaslarından ne sonuç çıktı?

HTŞ’nin Şam’a girdiği günden başlayarak yeni yönetime tam destek verdi. Durumu devrim olarak niteledi. Bu saatten sonra Ankara Suriye’de yaşanacak her gelişmeden birinci derecede sorumlu tutulacak. Ömer Çelik bu durumun farkında. Paniği de biraz bu yüzden.

                                                               /././

Sağlıkta cuma günü ‘G(ö)REV’ var -Osman Öztürk-

Birinci Dünya Savaşı sona ermiş, İtilaf Devletleri gemileri Sarayburnu önüne demirleyip toplarını Selimiye Kışlası’na çevirmişlerdir. Çok geçmeden Tıp Fakültesi’nin bir bölümü de İngilizler tarafından işgal edilir.

Haydarpaşa Tıbbiyesi öğrencileri yaşananları üzüntüyle izlemekte, çaresizlik içinde bir şeyler yapmak istemektedirler. Akıllarına Osmanlı İmparatorluğu’nda modern tıp eğitiminin başladığı 14 Mart 1827 tarihi gelir.

O tarihin doksan ikinci yıldönümünü vesile ederek izin alır, 14 Mart 1919 günü Darülfünun Konferans Salonunda bir çay partisi düzenlerler.  Toplantıda yapılan konuşmalarda tıbbi konuların yanı sıra ülkenin içinde bulunduğu duruma da değinilir.

İyi bir hatip olan Memduh Necdet konuşmasını “İtiraf ediyoruz ki vatan, bilhassa onun kalbi, beyni olan İstanbul bu dakikada korkunç bir buhran geçiriyor. Ama korkmuyoruz… Buradayız, burada kalacağız… İstanbul bizimdir, çünkü istiklâl buradadır.” cümleleriyle bitirdiğinde salon alkıştan inlemektedir.

Aynı gösteriler sonraki yıllarda da devam eder ve 14 Mart giderek Tıp Bayramı olarak yerleşir. İlk yıllarda Tıp Talebe Cemiyeti tarafından düzenlenen kutlamaları da zamanla tabip odaları üstlenir.

Yetmişli yıllarda ise 14 Mart günü Tıp Bayramı olarak, 14 Mart haftası ise Sağlık Haftası olarak kutlanmaya başlanır. Bu arada geleneksel tıp baloları da yerini giderek hekimlerin sorunlarını anlattıkları protesto gösterilerine bırakır.

∗∗∗

Hekimler, sağlık çalışanları AKP döneminde de 14 Mart haftalarını AKP’nin sağlık politikalarını protesto eylemleriyle geçirdiler. Sağlıkta şiddet, özlük hakları, çalışma koşulları gibi konular sıklıkla bu eylemlerin ana temalarını oluşturdu.

TTB, AKP’nin kurduğu sağlık sisteminin bütünüyle çöktüğünden hareket ederek bu sene 14 Mart haftasın için farklı bir temayla girdi. Ana sloganını “Başka Bir Sağlık Sistemi Mümkün!” olarak belirledi. Böylece aslında bir tema değişikliğinin ötesinde bir strateji değişikliğinin, daha doğrusu yeni bir stratejik aşamanın de ilk adımını atmış oldu.

Gerçekten de sistem öyle bir kör yumağına dönüştü ve öylesine çöktü ki, bugün artık AKP’nin kurduğu sistemi tamamen yıkmadan acillerden polikliniklere, aile hekimliklerinden eğitim ve araştırma hastanelerine, bir türlü ulaşılamayan randevulardan beş dakikada muayeneye, özellerdeki “ilave ücret” soygunundan sağlıkta çeteleşmeye kadar hiçbir sorunu çözmek mümkün değil.

Nitekim bir zamanlar AKP’ye büyük oylar kazandırdığı söylenen sağlık, son yıllardaki bütün kamuoyu yoklamalarında vatandaşların en çok şikayet ettikleri ilk üç arasına giriyor.

Aslında Saray da bu çöküşün farkında. Onun için göreve getirdiği sağlık bakanlarını durumu düzeltmeleri için sıkıştırıp duruyor. Ancak, heyhat; son hızla yokuş aşağı giden kamyon fren tutmuyor. Göreve gelen bakanlar canhıraş sistemin neresine yama yapmaya çalışsalar bir başka tarafı patlak veriyor.

Sağlıkta işleri düzeltmenin tek yolu kamucu-toplumcu bir sağlık sistemi kurmak. Ne var ki ona da AKP’nin ne genetik kodları ne de zihniyeti uygun değil.

Üzerinde “Sağlık Reformu” yazan kamyonun uçurumdan aşağı yuvarlanmadan ya da duvara toslamadan duracağı da yok.

∗∗∗

TTB işte bunun için aylar öncesinden başlayarak ‘Başka Bir Sağlık Sistemi Başka Bir Hekimlik Ortamı Mücadele Programı’ oluşturdu. Şubat başından başlayarak bir dizi panel, çalıştay, sempozyum gerçekleştirdi.

Şubat sonunda da İstanbul’dan yola düşüp Gebze, İzmit, Balıkesir, Bandırma, Bursa, Eskişehir’den geçen bir Beyaz Yürüyüş düzenledi. Yürüyüşün finalini de Ankara’da yaklaşık beş yüz hekimin katıldığı Büyük Hekim Buluşması ile yaptı.

Geçen hafta da 14 Mart Cuma günü için G(ö)REV kararı aldı.

İlk kez duyanlar için “G(ö)REV” kelimesi garip gelebilir, önce onu izah edeyim.

TTB’nin ilk G(ö)REV eylemi 5 Kasım 2003’te gerçekleşmişti. Hem kamuda grevin resmi olarak yasak olması, hem de TTB’nin meslek örgütü olması nedeniyle doğrudan grev yerine, aynı çağrışımı yapan G(ö)REV tercih edilmişti.  Zamanla iyice yerleşti, şimdi bütün hekimler “G(ö)REV”in grev, grevin de “G(ö)REV” olduğunu biliyor.

TTB 14 Mart Cuma günü tüm hekimleri ve sağlık emekçilerini hastalara, çalışanlara iyilik sağlama şansı kalmamış olan mevcut sağlık sistemini ve yönetimi protesto etmek, “Başka Bir Sağlık Sistemi”ni muhataplarına ve halka anlatmak üzere G(ö)REV’e davet ediyor. Vatandaşları da o gün sağlık kurumlarına muayene olmaya değil, hekimlere, sağlık çalışanlarına destek olmaya çağırıyor.

Başta SES ve Genel Sağlık-İş olmak üzere sağlık alanında örgütlü diğer sendika ve derneklerden de aynı gün için iş bırakma kararı alanlar oldu.

O gün çöken sağlık sisteminin altında kalan doktorlar, sağlık çalışanları, hastalar için seslerini çıkaracakları önemli bir gün olacak.

O halde bu Cuma günü haydi G(ö)REVe, haydi greve!

                                                                 /././

İntihar girişimine iş kazası denildi -Berkay Sağol-

Muğla Datça Devlet Hastanesi’nde hemşire T.A.’nın uzun süredir maruz bırakıldığı  mobbing nedeniyle geçen cuma günü intihar girişiminde bulunduğu belirtildi. T.A.’ya ilk müdahale hastanenin acil servisinde yapıldığı, burada bulunan acil servis  sorumlusu hekim U.M.K’nin ise yaşanan olayı sisteme “iş kazası” olarak bildirdiği öğrenildi. Konuyla ilgili adli ve idari soruşturma başlatıldığı bildirildi. Hemşire, daha sonra tedavi için Marmaris Devlet Hastanesi’ne sevk edildi ve tedavisine burada devam edildi.Datça Devlet Hastanesi’nde aylardır birçok hemşirenin görev yerinin sürekli olarak değiştirildiği belirtildi. Hastane müdür yardımcısı Y.T.’nin kendi eşini palyatif servise almak için diğer hemşirelerin görev yerlerini sürekli olarak değiştirdiği iddia edilirken, acil servis sorumlu hekimi U.M.K’nin de tartışma yaşadığı hemşirelerin görev yerlerinin değişiminde sorumlu olduğu ileri sürüldü. (AŞIRI NÖBET) Ayrıca hastanedeki acil serviste çalışan hekimlerin çalışma koşulları ve saatlerinden memnun olmadığı öğrenildi. Acil serviste çalışan hekimlerin insanlık koşullarını zorlayacak şekilde nöbet çizelgesiyle çalıştığı, gün aşırı nöbet tuttuğu da ifade edildi. Acil serviste doktor eksikliği olmasına rağmen bir hekimin de birkaç ay içinde birçok farklı branşta görevlendirildiği öğrenildi.

                                                               ***

Sarıyer ve Şişli belediyelerine soruşturma: 32 kişi gözaltına alındı

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, "DHKP-C'ye 2014-2016 yılları arasında  Sarıyer ve Şişli belediyelerindeki ihaleler üzerinden finans sağlandığı" iddiasıyla soruşturma başlattı.DHA'nın haberine göre; soruşturma kapsamında 38 kişi hakkında gözaltı kararı verilirken, 34 adrese baskın yapıldı ve 32 kişi gözaltına alındı.

                                                    ***

Emekliye 4 bin lira, Saray’a zam garantisi -Havva Gümüşkaya-

Emekli ikramiyesinin 3 bin liradan 4 bin liraya çıkarılmasını öngören kanun teklifi Meclis’e sunuldu. Emekli ikramiyesi asgari ücretin yüzde 18’ine geriledi. Teklifle Cumhurbaşkanı'nın maaşı TBMM Başkanı'nın maaşının yüzde 5 fazlasına endekslendi.(https://www.birgun.net/haber/emekliye-4-bin-lira-saraya-zam-garantisi-606259)

                                                           ***

Çok kutuplu dünyaya doğru -Hayri Kozanoğlu-

Süregelen küresel ve bölgesel güç mücadeleleri içinde Türkiye’nin rolünü, önümüzdeki günlerde daha etraflıca konuşmaya devam edeceğiz. Ama bu aşamada, Avrupa’nın Ukrayna’ya olası bir “barış gücü” göndermesi halinde Türkiye’nin hemen ortaya atılmasını anlamlandırmak kolay değil.

Donald Trump ve yardımcısı JD Vance’in, Zelenski’yi Beyaz Saray’da azarlama parodisinden sonra çok kutuplu veya çok merkezli bir dünya fikri iyice kabul görmeye başladı. ABD’nin Ukrayna konusunda Rusya’yla Suudi Arabistan’da masaya oturması üç yönüyle bu tezi güçlendirdi.

Birincisi, ABD Rusya’yı bir güç merkezi, pazarlık yapılacak bir ortak olarak gördüğünü ilan etmiş oldu. Aslında Trump’ın bu açılımı, 1971’de Moskova ve Pekin arasındaki gerginlikten de yararlanarak Richard Nixon’un Çin’le yakınlaşma, onu Rusya’dan uzaklaştırma hamlesine benzetiliyor. Bu kez, asıl stratejik hasım gördüğü Çin’den Rusya’yı koparma çabası söz konusu. Bu da 71’in mimarı dönemin malum dışişleri bakanının adıyla “tersine Kissinger” stratejisi olarak adlandırılıyor.

İkincisi, Avrupa’nın Riyad’daki görüşmelere çağrılmaması, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana süren Atlantik İttifakı’nın sona ermesi, en azından eski haliyle devam etmemesi anlamına geliyor. Küresel güç savaşında giderek eli zayıflayan, ancak hala dünya üretiminin yüzde 21’ini gerçekleştiren AB ülkelerinin kendini yeni bir güç odağı olarak tahkim etmeyi denemesi kaçınılmaz görünüyor. Nitekim Avrupa Komisyonu hemen bütçe kısıtlarını gevşeterek 650 milyar avroluk bir fonu harekete geçireceğini açıkladı. Almanya’nın Sosyal Demokratlar ile koalisyon kurması beklenen yeni Şansölyesi Merz de 500 milyar avroluk bir altyapı yenileme hamlesi yanında, yapısal bütçe açığının GSYH’nin yüzde 0.35’inin üzerine çıkmasını yasaklayan borç frenini kaldırma atağına geçti. Rusya’nın Ukrayna işgaliyle Avrupa’nın iki yumuşak karnı; Moskova’ya enerji, Washington’a güvenlik bağımlılığı ortaya çıktı. Bir de bunların üzerine imalat sanayinin Çin’le rekabet edememesi, teknolojide atılım yapılamaması eklenince Avrupa kendilerinin de kabul ettiği  bir varoluşsal bunalıma sürüklendi.

Üçüncüsü, görüşme mevkii olarak Cenevre veya Viyana gibi alışılageldik sükûnetli kentlerden birinin değil, Riyad’ın seçilmesi, enerji potansiyeliyle öne çıkan, Wahhabi bir baskı rejiminin sürdüğü Suudi Arabistan’ın bir bölgesel aktör olarak önemsendiğini, kurulmak istenen yeni dünya düzeninde “insan hakları, demokrasi, özgürlükler” gibi hassasiyetlerin pek de yeri bulunmadığını gösterdi.

2010’DAN BERİ ÇOK KUTUPLU DÜNYADAYIZ

İsterseniz bu noktada Transnational Institute’un yayımladığı Kapitalizmin Jeopolitiği kitabındaki, popüler ekonomi tarihçisi Adam Tooze ile Filipinli sol aktivist ve akademisyen Walden Bello arasındaki çok kutupluluk tartışmasına kulak verelim:

Tooze’a göre, 2010’lardan beri çok kutuplu bir dünyada yaşıyoruz. Ama ABD’nin güç ve egemenliğinin hala belirleyici olduğu askeri güç, küresel finans ve yüksek teknoloji gibi üç önemli alan bulunuyor. Özellikle yumuşak güç denen ABD’nin gücünün inandırıcılığı ve meşruiyeti yıpranmış durumda. Biden ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Sullivan’ın Atlantikçilik projesini ihya etme çabaları sonuç vermedi. En belirgin örneği Çin olsa da, Endonezya, Türkiye, BAE ve Brezilya gibi başka aktörler de güç mücadelesinde belli eşikleri aşarak, çok merkezli (polycentric) düzende yerlerini alıyorlar.

Bello da Biden ve Harris’in liberal enternasyonalizm projesinin, ABD’nin askeri ve politik gücünü kullanarak dünyayı ABD sermayesi için güvenli hale getirmekte başarısız olduğunu söylüyor. Trump’ın ilk döneminde de belirtilerini gördüğümüz, liberal enternasyonalizm ile yolunu ayıran; tecritçi, küreselleşme karşıtı ve korumacı dış politikanın benimsendiğini öne sürüyor.

Bu anlayışın Trans-Pasifik Ortaklık anlaşmasının yırtılıp atılması, NATO yükümlülüklerinin bir yük olarak görülmesi, Japonya ve Güney Kore’nin ABD askeri şemsiyesinin altında kalabilmek için daha fazla ödeme yapması, Dünya Ticaret Örgütü kurallarının çiğnenmesi, IMF ve DB’nin kale alınmaması, Afganistan’dan çekilme görüşmelerinin başlatılması gibi pratiklerle somut biçimde karşılık bulduğunu hatırlatıyor.

Bello, Trump’ın politikalarının, liberal enternasyonalist projenin genişlemeci emperyalizminin zıddı, savunmacı emperyalizm olarak adlandırılabileceğini düşünüyor. Bu doğrultuda ithal ürünlerine duvar örerek, beyaz olmayan göçmenlere karşı çıkarak, gümrük vergilerinin dayatılması yoluyla Amerikan sermayesini yeniden ülkeye çekerek, imparatorluğun en azından çekirdeğini tahkim etmeye çalışıyor. Latin Amerika’yı ABD’nin etki alanı içerisinde kabul ediyor. Kanada, Grönland, Panama Kanalı ve Meksika Körfezi konusundaki tasavvuru da hep Amerika kıtasında odaklanma düşüncesinin uzantısı. (Geopolitics of Capitalism – State of Power 2025 Transnational Institute içinde).

KÜRESEL GÜNEY’İN YÜKSELİŞİ

Bu çok kutupluluk tartışmasının uzun süre devam edeceği ortada. “Söz konusu süreçten kim avantajlı çıkar ?” sorusu da cevabını bekliyor. ABD’nin en popüler strateji dergisi Foreign Affairs’de bir makale kaleme alan Brezilyalı akademisyen Matias Spektor’a göre, küresel güç mücadelesinin kazananı küresel Güney ülkeleri olacak. Yükselen ekonomilerin artan etkisi, Çin’in büyük bir güç olarak yükselişi, ABD ile Avrupalı müttefikleri arasında süren gerilim, bu ülkelere küresel güç ilişkilerinde kaldıraç sağladı. Onlar da bu ortamı BRICS gibi yeni koalisyonlar kurarak, bölgesel ittifakları güçlendirerek ve BM Genel Kurulu’nda daha etkin bir gündem izleyerek avantaja çevirdiler. Paris İklim Değişikliği Anlaşması’nın savunuculuğunu üstlenerek, İsrail’i Uluslararası Adalet Mahkemesi’ne havale ederek, büyük çoğunluğunu sömürgecilik sonrası kurulan Afrika, Asya, Latin Amerika ve Ortadoğu ülkelerinin oluşturduğu  grup Batı egemenliğine meydan okuma cesareti ve küresel düzenin kurallarını yeniden belirleme iradesi sergilediler.

Spektor, Trump’ın “Önce Amerika” sloganlı dış politikasının, en olumsuz  gelişmekte olan ülkeleri etkileyecek gümrük vergileriyle, onlar için önemli bir gelir kaynağı olan işçi dövizlerini yollayan göçmenlerin sınır dışı edilmesiyle bu kazanımları tehlikeye düşürebileceği görüşünde. Ayrıca küresel çevreci anlaşmalardan çekilmesinin iklim krizinden en fazla zarar gören küresel Güney ülkelerini etkileyeceğini vurguluyor. Uygulayacağı ekonomi politikalarının enflasyonu azdırmak, bu nedenle yüksek tutulmaya devam edecek faizler kaynaklı olarak, yoksul ülkelerin dış borç sorunlarını ağırlaştırmak gibi riskler doğuracağının da altını çiziyor.

Ancak Trump’ın uluslararası normlara husumeti, Güney ülkelerini daha etkin iş birliği yapmaya yöneltebileceği gibi, büyük güçler arasındaki çekişmeler, onları birbirine düşürerek pazarlık güçlerini artırabilir.

1950’lerdeki Bağlantısızlar Hareketi, 70’lerdeki BM çatısı altındaki G-77 grubu, OPEC’in  kurulmasıyla doğal kaynaklar üzerinde Batı’nın egemenliğinin kırılması gibi olumlu örneklerden öğrenmek gerekiyor.

Brezilyalı akademisyene göre, gerçekçi olmak gerekirse, küresel Güney, Trump’ın dış politikasının keskin uçlarını törpüleyecek bir birlikten ve kaynaklardan yoksun. Trump yönetimi altında ABD hala emsalsiz bir etki gücüne, gündemleri belirleme ve uluslararası kuralları şekillendirme kapasitesine sahip. Ama küresel Güney’in dünya sahnesine bir özne olarak çıkması ve halklar arasında genişleyen jeopolitik bilinç, küresel güç dengelerinin dinamiğini temelden değiştirdi. İster Trump, ister sonrasındaki ABD hükümetleri olsun bir dönem marjinal kabul ettikleri bu ülkelerin politik ağırlıklarını görmezden gelemeyecekler. (Matias Spektor-Rise of Nonaligned: Who Wins in a Multipolar World? Foreign Affairs January/February 2025).

Elbet bu konuları, küresel ve bölgesel güç mücadeleleri içinde Türkiye’nin rolünü, önümüzdeki günlerde daha etraflıca konuşmaya devam edeceğiz. Ama bu aşamada, Avrupa’nın Ukrayna’ya olası bir “barış gücü” göndermesi halinde Rusya’nın yanı başındaki Türkiye’nin hemencecik gönüllü olarak ortaya atılmasını anlamanın ve anlamlandırmanın kolay olmadığını söyleyebiliriz. Olsa olsa şimdilerde çok diş biledikleri George Soros’un daha 2002’de dillendirdiği, “Türkiye’nin stratejik konumu nedeniyle en iyi ihracat ürünü ordudur” sözünü rehber edindikleri düşünülebilir.

                                                                  /././

Tarladan fabrikaya tütünde sömürü zinciri -Özge Güneş-

Geçtiğimiz günlerde, İzmir’de Sunel Tütün ve Oryantal Tütün’ün ardından T.T.L. Tütün’de çalışan işçiler de greve çıktı. Toplamda 3 fabrikada bin 700 işçi, toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin tıkanmasının ardından taleplerini kabul ettirene kadar grevi sürdüreceklerini açıkladı.

Tütün işçileri, enflasyonun üstüne sadece yüzde 2-4 refah payı eklenmesi önerisini reddederek daha yaşanabilir bir ücret talep ediyor. Öte yandan grev sadece bir ücret talebi değil aynı zamanda işçi dayanışmasının güçlenmesi mücadelesi olarak ifade buluyor. Türk-İş 3. Bölge Temsilcisi Hayrettin Çakmak şöyle diyor: “Öyle görünüyor ki bu sektörde işletme sahipleri bir araya gelmiş. Eğer onlar buluştuysa, biz daha büyük meydanlarda, daha büyük kitlelerle buluşuruz”

Bu grev, tütünün bölgedeki binlerce ailenin geçimini doğrudan etkileyen bir hayatta kalma mücadelesi haline gelmiş olduğunu hatırlatma fırsatı sunuyor. Tütünde, işçiler gibi, tütünü üretenler, çiftçiler de üretimin devamlılığı için vazgeçilmez ancak karar alma mekanizmalarının bütünüyle dışında bırakılmış durumdalar.

Zira tütün üretimi, çiftçilerin giderek şirketlerin belirlediği koşullara mahkum olduğu bir sisteme dönüştü. TEKEL’in özelleştirilmesiyle başlayan süreç, üreticileri sözleşmeli üretim dışında bir seçeneğin kalmadığı, firmaların ise her yıl daha fazla söz hakkı kazandığı bir yapıya itti.

∗∗∗

Avans ödemelerinin geciktirilmesi ya da tamamen kesilmesi tehdidinin dillendirildiği bugünlerde şirketler adeta üreticileri kendilerine “yük” olarak görmeye başladı. Üreticilerin üretim sürecinden nasıl dışlandığını ve şirketlerin pazardaki mutlak hakimiyetini nasıl pekiştirdiğini gösteren bu tehdide karşı görüştüğüm Avgan’lı bir üretici ‘sezon sonunda kıyım bekliyor’ derken, bir diğeri ‘63 yaşındayım, her türlü kötülüğü gördük’ diyerek tütün üretiminin yıllardır nasıl bir mücadele alanı haline geldiğini özetliyor.

Rakamlara bakıldığında da üreticilerin nasıl bir tasfiye sürecine itildiği net bir şekilde görünüyor. 2023 Tütün ve Tütün Mamulleri Sektörü Raporu’na göre, 2002 yılında 400 bin olan tütün üreticisi sayısı, yirmi yıl içinde 40 bine (!) düştü.  Dolayısıyla tütünde yaşanan bireysel bir çöküş hikayesi değil, tarımsal üretimdeki sermayeleşmenin bir sonucu.

Bu yıkıcı dönüşümün en büyük sahnesi ise Ege Bölgesi. Türkiye’nin toplam tütün üretiminin yüzde 57’sini karşılayan Ege, aslında sadece bir tarımsal üretim merkezi değil, aynı zamanda tütün üretiminin ayakta kalması için kritik bir bölge. Ege’nin tütün üretimindeki ağırlığına rağmen, üreticilerin ekonomik olarak güçsüzleşmesi ve karar alma süreçlerinden dışlanması bu bölgenin üretim yapısının sermaye tarafından dönüşümünün yansımaları.

Velhasıl işçiler ve üreticiler farklı alanlarda çalışıyor gibi görünse de, temelde aynı yapısal krizin farklı biçimleriyle karşı karşıyalar: Ücretlerin ve fiyatların tek taraflı belirlenmesi, sözleşme süreçlerinde taraf olmamaları, örgütsüzlüğün doğurduğu belirsizlik. Üreticilerin kantara giderken, işçilerin de toplu sözleşme masasına giderken yaşadığı şey aynı: Bir şirketler koalisyonunun karşısında zayıf kalmak.

∗∗∗

Sermaye yalnızca güçlenmiyor aynı zamanda politika belirleyici aktör haline de geliyor. Bugün tütün üreticilerinin sözleşmelerde hiçbir belirleyiciliği yoksa, bu yalnızca şirketlerin kendi aralarındaki birliğiyle değil, aynı zamanda tarım politikalarının şirketlerin talepleri doğrultusunda şekillenmesiyle de ilgili.

Sonuçta üreticilerin de tıpkı işçiler gibi bir örgütlenmeye, firmalarla yapılan sözleşmelerde taraf olmaya ihtiyacı var. Bu doğrultuda belki bugün solun yapılabileceği en anlamlı şeylerden biri de işçilerin ve üreticilerin birlikte talepler oluşturabileceği ve şirketlere karşı ortak mücadele edebileceği zeminlerin inşasıdır… Belki sendikalar ve üretici kooperatifleri gibi yapılar, yalnızca kendi alanlarında değil, farklı düzeylerde birlikte hareket etmelidir.

                                                                 /././

Zamane köleliği -Selçuk Candansayar-

ABD Başkanı Trump’ın yardımcısı Vance ile birlikte Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky ile dünyanın “gözü önünde” girdikleri ağız dalaşı çok konuşuldu. Bir devlet başkanının, konuk olduğu başka bir devlette, hem de başkan tarafından aşağılanıp hakaret edilerek kovulması “şaşkınlıkla” karşılandı. Başka bir bağlamda şaşkınlıkla karşılanan ise Sırrı Süreyya Önder’in Habertürk televizyonunda canlı yayında Devlet Bahçeli hakkında söylediği “hayranlık ve övgü” dolu ifadeler oldu.

Önder’in sözleri “barış için” kan kusup kızılcık şerbeti içtim demek olarak değerlendirilebilir elbet ve elbette sadece bunca yıldır sürdüğü için bile tarafları kirletmemesi mümkün olmayan bir silahlı çatışmanın bitmesi, bir kişinin daha ölmemesi için söylenebilir de. Ama sanki “barış için Bahçeli övgüleri” ile sınırlanabilecek bir durum değil bu hal.

Bahçeli, CHP ve lideri Özgür Özel’e de kürsüden ağır hakaretlerde bulunduktan sonra, resepsiyon sırasında Özel’e “Birbirimizi kırmıyoruz inşallah. Bazen siyaseten söylememiz gerekenler var. Siyasetin gereği o” demişti. Önder’in açıklamalarından “Devlet beyin asaletinin” ve de Hakan Fidan beyin de iş bitirici CEO tarzının 2013-15 çözüm sürecinden bu yana “Kürtlerce” bilindiği ve takdir edildiği de anlaşılıyor. Olan, İmralı Notları’nda Öcalan’ın da “toy bulduğu” Selahattin Demirtaş’a oldu galiba.

Modaya uyarak, “eski" diyebileceğimiz siyaset tarzındaki politikacılar, devlet “büyükleri”, kapalı kapılar ardında ağır kavgalar edip; kamusal alana çıktıklarında ise birbirileriyle oldukça kibar ve “devlet adamı vakurluğuyla” konuşurlardı. Neoliberal dönemin “yeni” siyaset tarzında ise anlaşılan o ki, kapalı kapılar ardında birbirlerine sevgi ve muhabbetle bağlı olanlar, kamusal alanda yakası açılmadık küfürlerle birbirlerine girişiyorlar.

Yeni siyaset tarzının eskisinden farkı, kamusal olanla özel olan arasındaki yer değişimi sadece siyasal alanla da sınırlı değil. Eskiden “özel, kapalı, mahrem” alan içinde gerçekleşenlerin yeni dönemde kamusal, açık alanda bir “sahne performansı” olarak icra edildiği bir yer değiştirmeden söz ediyorum.

Çarpıcı bir örnek “kadına şiddet” sorunu aracılığıyla da verilebilir. Evde, kapalı kapılar ardında, höt zötü eksik olmayan, siniri zıplatılırsa iki tokat geçirmekten geri durmayan kocanın, akşam misafirliğinde konu komşu, akrabalara karısından “bizim evin içişleri bakanıdır” diye gerk gerk gülerek söz etmesi halini düşünün.

Özel olan, sahnede icra edilen bir performansa dönüştüğünde, icracının artık başlıca motivasyonunun performansı “mükemmelleştirmek” ve daha kazançlı hale getirmek olması kaçınılmazdır. Tıpkı, doktor ya da öğretmene (ya da genel olarak işçiye) sabit ücret yerine baktığı hasta sayısı, sınav kazandırdığı öğrenci sayısı, sattığı ürün sayısı, imal ettiği nesne sayısı oranınca ücret verildiğinde ne olursa, o olur. Performans artarken nitelik-kalite düşer. Doktor, bilimsel gereklere göre değil, en çok kazandırana göre tanı koyup, tedavi etmeye başlar. Hele da daha çok kazanmanın, çok para kazanmanın bu denli kışkırtıldığı bir dünyada.

Biteviye kazanç temelli performans icrası zorunlu olarak icracıyı zamansız bir “burada ve şimdi” en karlı olanı kullanmaya yöneltir. Kullanılan aracın tarihsel-toplumsal anlamı değersizleşir ve aracın anlamı sadece “o anki kullanım değeriyle” belirlenir. Bu nedenle RTE, eğer “burada ve şimdi” işine yarayacaksa Nazım Hikmet’ten şiir okur; Müsavat Dervişoğlu da “hazır yeni ölmüşken ve herkes hakkında konuşuyorken”, tam da o anki derdini en iyi anlatabileceğini düşünerek, Sevgili Edip Akbayram’ın “Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz” şarkısını bangır bangır çaldırarak grup toplantısına girer!

KİTLE BELLEKSİZLEŞİR

Sağcı ve dinci ideolojilerin kültürel üretimlerinin niteliksizlikleri “imgeleri” soldan almak zorunda kalmalarında etkilidir ama tek nedeni bu değildir. “Solun” ürettiği “imgeler”, “semboller” ve “değerleri” yalnızca “şimdi ve burada”ki anlık amaçlarına ulaşmak için araçsallaştırmaları, o imge, sembol ve değerlerin tarihsel bağlamlarından koparılıp, içlerinin boşaltılmasına da yol açar.

Böylece kitle belleksizleşir, şimdi ve burada yaşayıp algıladıklarını geçmiş ve gelecek akışıyla bütünleştirerek yorumlayamaz. İmge bombardımanı altında sadece “anlık” duygulanımlarına göre tepki vermeye başlar. Hissettikleri hakkında düşünememeye başlar. Şimdi alkışladığına bir süre önce küfür ettiğini hatırlayamaz olur. Kendisini sağcı-dinci olarak tanımlayan biri, sağcı ve dinci bellediği liderinin oldukça solcu bir söylemine alkışlar, göz yaşları içinde katılabilir.

Memeli türünde tanımlanan “klasik koşullanma” özelliği baskınlaşır. Örümcek fobisi olan biri duvarda gezen yarım santimlik örümceği gördüğünde korkmaya başlar ve neden korktuğunu bilmeden korkar. Aklıyla düşündüğünde örümceğin en küçük bir tehlike içermediğini biliyor olması korkmasını engellemez ya, işte o hal. Pavlov’un meşhur deneyinde her yemekten önce zil çalınan köpeğin, bir süre sonra yemek verilmese de zil çaldığında ağzında salya oluşmasını hemen herkes bilir. Bu şartlanmanın asıl önemi başkadır. Şartlandırılan köpek artık yemek yeme güdüsü üstünde hakimiyet kuramaz olur. Eylemleri onun kararı olmaktan çıkar. Her zil çalışında, aç ya da tok olduğu önemli olmadan yemek yemeye hazır hale gelir.

Demem o ki artık zilin boyunduruğu altına girer. Kendi yararına gibi görünen yeme eylemi aslında onu edilgenleştiren sahibinin zilinin insafına kalmış olur. Sahipler de köleleri sadece ve sadece kendi çıkarları için kullanırlar.

                                                                   /././

İktidarın dinmeyen Kent Lokantası alerjisi -Gözde Bedeloğlu-

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, devlet şirket gibi yönetilirse netice alınacığını düşünüyordu. 2015 yılı Balıkesir Ekonomi Ödülleri töreninde yaptığı konuşmada, iş insanlarından yeni Türkiye ve başkanlık sistemini her fırsatta halka anlatmalarını istemiş ve bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa, Türkiye’nin de öyle yönetilmesi gerektiğini savunmuştu. “Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen. Bu ülke bu şekilde sıçramaz.” 2017 referandumuyla, Türkiye’ye has özelliklere sahip başkanlık sistemine geçildi. Erdoğan devletin bir şirket gibi yönetilmesi gerektiği konusundaki ısrarını sürdürüyordu. Erdoğan, birçok dünya ülkesinde piyasadan gelen insanların bir yerlere yerleştiğini, kendileri için de siyasi ‘vizyon’ sahibi olacak, aynı şekilde ülkeyi bir şirket gibi yönetecek, sonuç odaklı bir kabine vadetmişti.

***

Hastane sahibi sağlık bakanı, oteli olan turizm bakanı, şirket sahibi ticaret bakanı yapıldı. Bolu Kartalkaya’da, yangın güvenliği kriterlerine uygun olmayan ve 78 insanın öldüğü Grand Kartal Otel felâketininin üzerinden bir buçuk ay geçti. Otelin, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un sahibi olduğu ETS Tur tarafıdan reklamı yapılıp odaları satılıyordu. Ersoy, Bakanlık görevine devam ediyor.  Covid-19 pandemisi zamanında da şirket sahibi Ruhsar Pekcan’ın, Ticaret Bakanı olarak görevde olduğu 2020 yılında, kendi şirketi Nanoksia Biyoteknoji’den Ticaret Bakanlığı'na, piyasa fiyatının üzerinde dezenfektan sattığı ortaya çıkmıştı. Erdoğan tarafından görevden alındı ama hakkında herhangi bir soruşturma açılmadı.

Erdoğan’ın, bir şirket gibi yönetildiğinde sıçrama yapacağını söylediği Türkiye’de, önceki gün, sosyolog ve yemek eleştirmeni Vedat Milor hakkında ‘örtülü reklam’ yaptığı gerekçesiyle soruşturma başlatıldı. Yolsuzlukla suçlanan eski bakanının soruşturulmasına gerek duyulmadan yoluna devam eden Ticaret Bakanlığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait Kent Lokantası’na gidip yemek yedikten sonra ziyaretini kendi sosyal medya hesabından paylaştığı için Milor’dan yazılı savunma istedi. Kâr amacı gütmeyen bir belediye hizmeti, merkezi yönetim tarafından rekabet konusuna dönüştürüldü.

***

Ocak ayında İBB’nin Üsküdar’daki Kent Lokantası’nı ziyaret eden Vedat Milor, bunu para almadan ve kendi inisiyatifiyle gerçekleştirdiğini açıklamış ve amacının, bir yemek eleştirmeni hem de bir sosyolog olarak, bu hizmeti gastronomik ve sosyolojik açıdan değerlendirmek olduğunu söylemişti. Öyle ya, bu zamanda dört çeşit yemeği insan evinde bile 40 liraya mâletmekte zorlanacakken, İBB bunu nasıl başarmış ve daha da önemlisi öğünleri lezzeti koruyarak, besin değeri yüksek ürünlerle hazırlayabilmiş miydi? Açlık sınırında yaşayan asgari ücretli ve emeklilerin önünde uzun kuyruklar oluşturduğu Kent Lokantaları, bir belediye hizmeti olarak sadece Milor’un değil, diğer pek çok sosyolog ve araştırmacının da ilgisini çekebilecek bir konu. Öyle olmasaydı, AKP’li Fatma Şahin’in yönettiği Gaziantep Büyükşehir Belediyesi, dört çeşit yemeği 40 liraya sunan ‘Haydi Sofraya’ adında dört lokanta açar mıydı? Erdoğan’ın hep övündüğü gibi, “AKP’nin siyaseti, hizmet ve eser siyasetidir.”

***

İlk Kent Lokantası, 2022 yılında İBB tarafından İstanbul Çapa’da açıldı, şu an il genelinde 17 farklı ilçede hizmet veriyor. 2024 yerel seçimlerinde AKP’nin İBB Başkan adayı Murat Kurum, Ekrem İmamoğlu’nun bir marifetmiş gibi anlattığını söylediği Kent Lokantaları’nı küçümsemiş ve bunun milleti kandırmaya yönelik olduğunu iddia etmişti. İstanbullular Kurum’u seçmedi, yoksullukla birlikte Kent Lokantaları’nın sayısı da arttı, önünde bekleyen insanlar da… Okullarda öğrencilere bir öğün yemek verecek bütçeyi denkleştiremeyen iktidarın adayı olarak Murat Kurum’un lokanta hizmetini beğenmeyişi oldukça cüretkârdı zaten. Erdoğan’ın yerel seçim konuşması yapacağı Arnavutköy’deki meydana bakan Kent Lokantası’nın önünün büyük bir afişle kapatılması da iktidarın bu hizmetin görünür olmasıyla ilgili sıkıntısını apaçık ele vermişti.

Kent Lokantaları, buna kadınlar için büyük önem taşıyan kreş hizmeti de dahil, kâr beklenmeyen, kamu yararı adına geliştirilen projeler. Bu konuda muhalefet başarılı oldu ve AKP’nin kendisiyle özdeşleştirmek istediği ‘hizmet siyaseti’ algısını değiştirdi. Ticaret Bakanlığı’nın ‘örtük’ dediği şekilde reklamının yapılmasına da hiç ihtiyacı olmadığı önündeki kuyruklardan belli. Yalnız şu var ki, Kent Lokantaları ciddi bir ihtiyaca karşılık geldiği için halkın takdirini kazanmış olsa da, sebep olan ekonomik çöküşün hesabını sormak da birincil yurttaşlık görevidir.

                                                                  /././

Yapay zekâdan değil, klimadan kork -Özgür Gürbüz-

Yapay zekâ ve veri merkezlerinin gereksinimi nedeniyle elektrik talebi artacak. Bu nedenle nükleer santrallara, özellikle de küçük modüler reaktör denen düşük kapasiteli nükleer reaktörlere bir geçişin olduğuna dair çokça haber yapıldı. Peki, bu iddianın aslı var mı? Yoksa bu nükleer santralların önünü açmak için yapılan bir pazarlama hamlesi mi? Tahminde bulunmak yerine verilerle bir değerlendirme yapmak yerinde olur.

YAPAY ZEKANIN TALEBİ

Yapay zekanın elektrik tüketimi aslında veri merkezleriyle ilgili. Makineyi verdiğimiz bilgilerle eğiten bizleriz. Buna makine öğrenmesi diyoruz. Ne kadar çok bilgi verirsek yapay zekanın sorulara yanıt vermesi veya doğru analiz yapması mümkün oluyor. O yüzden de daha fazla veri tutup işleyebilecek veri merkezleri gerekiyor. 24 saat durmadan çalışması gereken bu merkezler çoğaldıkça elektrik ihtiyacının artması da kaçınılmaz. Uluslararası Enerji Ajansı (UEA) veri merkezlerinin ve kripto paraların küresel elektrik talebinin yüzde 2’sine yakın olduğunu söylüyor. UEA’nın, veri merkezli talep artışıyla ilgili Ocak 2024’te yaptığı tahminini yıl sonuna doğru düşürdüğünü de hatırlatalım. Belirsizlik dikkat çekici.

KLİMALARIN TALEP ARTIŞI

UEA’nın 2030 projeksiyonu, dünyanın elektrik talebindeki 6000 terevatsaatlik (TWh) artışın sadece 223 TWh’inin veri merkezli olacağını tahmin ediyor. Tuzlu suyu arıtma sistemlerinin talep artışına katkısı 172, klimaların ise 697 TWh olacak. 2030’a kadar klima kaynaklı talep artışı, veri merkezlerine kıyasla üç kat daha fazla. İlginçtir, “klima kaynaklı elektrik talebi artıyor, bunu ancak nükleerle karşılarız” diyen kimseyi görmüyoruz. Çünkü yapay zekâ yüksek teknolojiyi işaret ediyor ve nükleeri yüksek teknolojiyle eşleştirmek pazarlamacılar için daha çekici. Klima kullanımının artması iklim krizinin şiddetlendiğini, kötü bina ve kentler inşa ettiğimizi gösteriyor. Telafisi zor bir hata yapıyoruz.

GAZ SANTRALLARI YOLDA

Elektrik talebi artışıyla ilgili spekülasyonlar haliyle üretim tarafını hareketlendiriyor. Nükleer propagandanın merkezlerinden ABD’de neler oluyor, ona bakalım. Küresel Enerji Monitörü (GEM), birkaç gün önce, yapay zekâ enerji talebi spekülasyonları nedeniyle gazla çalışabilen termik santral kurma eğiliminin arttığını söyledi. Plan, lisans ve yapım aşamasındaki gaz santralı kurulu gücü 85 bin megavata ulaşmış. Bunun 14 bin megavatı yapım aşamasında. Neden nükleer değil gaz? Çünkü hem daha ucuz hem de rüştünü ispat etmiş bir teknoloji.

GÜNEŞ’İN PAYI YÜZDE 7

Meydanın gaza kaldığını da düşünmeyin. ABD’de sadece 2024 yılında sisteme eklenen güneş kurulu gücü 40 bin megavattı. ABD’de elektrik üretiminin yüzde 7’sini güneşten karşılayabilecek kapasite var. Nükleerin payı ise yüzde 18,5’e geriledi. Teknoloji devleri jeopolitik meseleler gereği nükleer dolu açıklamalar yapsalar da iş veri merkezleri için elektrik satın almaya gelince gaz ve yenilenebilir enerji kullanacaklar çünkü her ikisi de büyük nükleer santrallardan bile 2-4 kat daha ucuza aynı elektriği size sunabiliyor. Trump döneminde iklim krizini görmezden gelmek gaza avantaj sağlıyor haliyle.

KÜÇÜK NÜKLEER BİLMECESİ

Şu anda ABD’de yapımı süren küçük ya da büyük bir nükleer reaktör yok. Küçük modüler nükleer reaktörler bırakın yapılmayı, lisanslama sürecini bitirmiş değiller. Eğer ‘teoriler pratiğe dökülebilirse’ bu küçük kapasiteli nükleer reaktörlerin ilk örneklerini en erken beş-altı yıl sonra görebiliriz. Veri merkezleri ise bugün enerji talep ediyor.

31 Ekim 2024 tarihli, “Google nükleerci mi oldu” başlıklı yazımda, küçük modüler nükleer reaktör hamlesinin daha çok nükleerde Rusya’ya bağlı Avrupa ülkelerine bir alternatif sunmak, bir yandan da bu ülkeleri teknolojide ABD ve Avrupa’ya bağımlı hale getirmekle ilgili olduğunu yazmıştım. Bu jeopolitik taktiğin, Biden yönetiminden sonra sürüp sürmeyeceği belli değil. ABD bu konuda da bir ‘U dönüşü’ yapabilir. Zelenski’nin Beyaz Saray ziyaretinden sonra, Avrupa’nın, ABD’ye bağımlılığın en az Rusya’ya bağımlılık kadar riskli olduğunu fark ettiğini düşünüyorum.

BULUTA ATMADAN DÜŞÜNÜN

Kripto, yapay zekâ, elektrikli araç ve bulut (drive) kullanımının yaygınlaşmasıyla elektrik talebinin arttığı ortada. Artışın oranı ve “talebi şu kaynak karşılayabilir” gibi konularda ise temkinli davranmalıyız. İnşa ettiğiniz fazla kapasite size zarar yazabilir. En iyi yol elbette enerjiyi daha akıllıca ve tasarruflu kullanmak, ne için tükettiğimizi sorgulamak. Buluta koyduğumuz bir belge sayesinde, kâğıt kullanmıyor, dünyanın bir ucuna göndermek için posta ve ulaşım hizmetlerinden faydalanmıyorsak bunların enerji ve kaynak tüketiminin azaltılmasındaki payını da kazanç hanesine yazmalıyız. Muhasebeyi henüz bu bakış açısıyla yapmıyoruz. Elektrikli araçlar elektrik talebini artırıyor ama petrol talebini azaltıyor. Elektrik tüketimi artarken verimlilik nedeniyle enerji tüketimi azalabilir. O yüzden daha detaylı veriler, sağlıklı analizler gerek. Yine de şunu söylemek için erken değil. Veri merkezlerini doğru kullanmayı öğrenmek ve öğretmek, artık su tasarrufu gibi önemli bir konu. Yakında bu konuda da maliyet ve bilinçlendirme kaynaklı düzenlemeler görürüz. Buluta atıp, ömür boyu bakmadığınız bir fotoğrafın, eğlence amaçlı yapay zekâ kullanımının yükünü tüm doğa çekebilir.

                                                             /././

Şırnak’ta tarihi köyler su altında kalacak

Şırnak’ta Cudi Dağı’nın önemli su kaynaklarından biri olan ve halkın su ihtiyacını karşılayan Nerdüş Deresi, bölgedeki kömür ocaklarından dolayı yıllardır zehirli akıyor. Tüm tepkilere rağmen herhangi bir önlem alınmayan dere yatağına Devlet Su İşleri 10. Bölge Müdürlüğü tarafından bir de baraj yapılmak isteniyor. MA’nın haberine göre, sadece baraj yapımı ile sınırlı kalmayacak olan projede; Hidroelektrik Santrali (HES), sulama, malzeme ocakları, kırma-yıkama-eleme tesisi ve beton santralleri de bulunuyor. Yapılacak olan baraj ile Turizm Bakanlığı tarafından birinci derece sit alanı ilan edilen Çağlayan köyü de sular altında bırakılacak.Avukat Dilan Elçi, baraj projesine karşı hukuki süreç başlatacaklarını belirterek ‘‘Baraj altında bırakılmak istenen bu köyler, Asur İmparatorluğu’na kadar uzanan köklü tarihe sahipler. Turizm Bakanlığı tarafından da Çağlayan Kalesi ve yerleşim alanı birinci derece arkeolojik sit alanı ilan edilmiştir. Sit alanı olan bir yer sular altında bırakılamaz. Elimizden geldiğince hukuki mücadeleyi sürdüreceğiz" diye konuştu.

                                                                 ***

Ağaçları katledip halkı tehdit ettiler -İlayda SORKU-

İzmir’in Tire ilçesine bağlı Çayırlı köyünde yol yapımı için başlatılan ağaç kesimi köylülerin tüm itirazlarına rağmen sürüyor. 100-150 yıllık zeytin ağaçları dozerlerle yok edilirken, köylüler kesimin durdurulması için mücadele etmeye devam ediyor.(MEZARLIĞA ÇEVİRDİLER) Köylülerden Zehra Yıldırım, “Koskoca ağaçların olduğu araziyi mezarlığa çevirdiler” dedi. Yıldırım, şunları söyledi: “Kolluk kuvvetleri bu katliam yaşanırken bize izletti. Kendi diktiğimiz çam ağaçlarının yanına sokmadılar. Ağaçları korumak için gittiğimizde bizi içeri almadılar. Tapulu arazilerimize girmelerine çok az kaldı. O zaman ne olacak? Tapulu arazilerimize nasıl girecekler? Tapu sahiplerine ya ağaçlarınızı kesin ya da oranın üstünden dozerle geçeriz diye haber gönderiyorlar. Bizi bu şekilde tehdit edemezler. Kesilen ağaçların 100 yıllık olduğunu vurgulayan Yıldırım, “Bu zeytin ağaçlarının üstünden dozerle geçeriz diyebilmek için vicdansız olmak gerekiyor. Kimse bizi duymuyor. Herkes üç maymunu oynuyor. Tüm vekilleri yanımızda durmaya çağırıyorum. Gelin yanımızda olun bu katliama izin vermeyin” diye konuştu.(10 BİN İMZA TOPLANDI)  Yetkililere alternatif güzergâh önerilerinde bulunduklarını ancak önerilerinin dikkate alınmadığını belirten Yıldırım, şöyle konuştu: “Biz yol güzergahına karşıyız yola değil. Önerilerimize rağmen inatla ağaçları kesmek istiyorlar. Zeytin yasasına uysunlar. Bir yolu bir senede istediğiniz yere yapabilirsiniz ama bir zeytin ağacını bir senede büyütemezsiniz. Ağaçların çığlıklarını biz duyuyoruz, başkaları da duysun. Ağaçlar kesilmesin, yol güzergahı değişsin diye 10 bini aşkın imza topladık. Tire halkı olarak bizim ne istediğimiz hiç mi önemli değil?” Kesimin durdurulması ve yol güzergâhının değiştirilmesi için köylüler 10 bini aşkın imza topladı. Ancak kesim, jandarma gözetiminde devam etti.                    

                                                               ***

Mühürlendi, durmadı: Sinpaş Kızılbük için yıkım talimatı -Aycan Karadağ-

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Muğla İl Müdürlüğü, mühürlenmesine rağmen devam eden Sinpaş Kızılbük GYO inşaatıyla ilgili Marmaris ve Muğla Büyükşehir belediyelerine yazı gönderdi. Kaçak yapının yıkılması talimatı verildi. Bölge halkı ise yetkililere çağrı yaparak kararların bir an önce uygulanmasını istedi.(https://www.birgun.net/haber/muhurlendi-durmadi-sinpas-kizilbuk-icin-yikim-talimati-605844)

                                                          ***

Mühürlenen oteli büyütmek istiyorlar -Aycan Karadağ-

Bodrum’un Torba Mahallesi’nde bulunan ve geçtiğimiz yıl mühürlenen Be Premium Bodrum Hotel için genişletme planları tekrar gündeme geldi. Unico Sigorta, proje için çevresel etki değerlendirme (ÇED) sürecini yeniden başlattı.(https://www.birgun.net/haber/muhurlenen-oteli-buyutmek-istiyorlar-606226)

                                                          ***

Emek düşmanlığının adı: Kod 25/2 -Bilge Su YILDIRIM-

Mey|Diageo’da çalışan 8’i kadın 13 beyaz yakalı ‘hırsızlık’ ve ‘meslek sırlarını paylaşmak’ suçlamasını kapsayan 25/2/e koduyla işten çıkarıldı. İşçiler, tazminat alamadıkları gibi işsizlik fonundan da mahrum bırakıldı.(https://www.birgun.net/haber/emek-dusmanliginin-adi-kod-25-2-606232)

                                                             ***

(BİRGÜN)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -12 Mart 2025-

İsrail’e uşaklık ve İsmail Kılıçarslan -Ali Ufuk Arıkan- "Hayatlarını emperyalizme hizmete adamış, bölgede İsrail'in dikenli tel ve...