Saraçhane'de kalabalık dağılırken polis biber gazı ve copla müdahale etti
Saraçhane'de bugün toplanan kalabalık, CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in konuşmasının ardından dağıldığı sırada polis biber gazı ve copla müdahale etti. Yaşananlara isyan eden CHP İl Başkanı Özgür Çelik, "Sanıyorlar ki gaz basarak buraya gelen kalabalıkları engelleyecekler. Ne kadar çok gaz sıkıyorlarsa o kadar çok gelecek insanlar" dedi.(https://www.birgun.net/haber/sarachane-de-kalabalik-dagilirken-polis-biber-gazi-ve-copla-mudahale-etti-609990)
***
Örgütlü kötülüğe karşı görev başına!-Attila Aşut-
Yazı yazmanın anlamını yitirdiği günlerden geçiyoruz. Sözün ve söylemin de bu koşullarda pek etkili olmadığını düşünüyorum.
Geçenlerde Çetin Altan’ın 27 Mayıs öncesindeki bir yazısına gönderme yaparak, “Bugün canım yazı yazmak istemiyor” günlerine yeniden döndüğümüzü söylemiştim. Çünkü yaklaşan tehlikeyi görüyorduk. “Olmaz, olamaz” dediğimiz her şey oluyordu ülkemizde. Yasa ve kural tanımayan sorumsuz “Tek Adam” rejimi, her gün daha çok sıkıyordu baskı aygıtının dişlilerini!
Bundan 65 yıl önce de benzer zorbalıklara tanık olmuştuk. Dönemin Demokrat Parti iktidarı demokrasiden uzaklaşmaya başlayınca sertleşmiş; muhalefete baskıyı alabildiğine artırmıştı. “Gazeteciler yatak odalarımıza kadar girecek” diyerek iktidar olanlar basın özgürlüğünü rafa kaldırmış; cezaevlerini gazetecilerle doldurmuşlardı. Muhalif gazetecilerin art arda tutuklanarak kapatıldığı Ankara Cezaevi’nin adı “Hilton”a çıkmıştı. 80 yaşını aşmış liberal düşünceli Ahmet Emin Yalman ve Hüseyin Cahit Yalçın’ı bile içeri tıkacak denli karartmıştı gözünü Menderes iktidarı!
Buna karşı gençlik hareketleri çığ gibi büyüyordu. Üniversiteler ayaktaydı. Hükümetin gençlere karşı tutumu ise son derece acımasızdı.
28 Nisan 1960’ta İstanbul Üniversitesi öğrencisi Turan Emeksiz, Beyazıt’ta polis kurşunuyla öldürülünce memleket ayağa kalktı! Çetin Altan, ertesi gün “Bugün canım yazı yazmak istemiyor” diyerek Akşam gazetesindeki köşesini boş bıraktı. Basın tarihimizde iz bırakmış bu protesto çok etkili olmuştu.
Sonra olaylar birbirini izledi ve halkın sokaktaki direnişi DP iktidarının sonunu getirdi…
Nâzım Hikmet, “Beyazıt Meydanı’ndaki Ölü” şiirini o günlerde yazmıştı:
“Bir ölü yatıyor / on dokuz yaşında bir delikanlı / gündüzleri güneşte / geceleri yıldızların altında / İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda.”
İşte o İstanbul Üniversitesi’nin bugünkü yetkisiz Yönetim Kurulu, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun kapı gibi diplomasını, 32 yıl sonra siyasal baskıya boyun eğerek geçersiz saydı. Ama üniversitelerinin mücadele geleneğine sahip çıkan öğrenciler, bu karara imza atanları protesto ederek “Prof” unvanlı hocalarına ders verdiler! Sonra da Ekrem İmamoğlu’yla dayanışma için polis barikatını aşarak Saraçhane’ye yürüdüler…
ERDOĞAN’IN İKİ TRAVMASI
Tayip Erdoğan’ın yaşadıkça unutamayacağı iki büyük travması var: Gezi Direnişi ve İstanbul yenilgisi… Bu iki büyük sarsıntıyı yıllar geçse de unutamıyor. Derindeki yarası bir türlü kapanmıyor. Zaman zaman anımsadıkça içini karabasanlar basıyor ve öç alma isteği yeniden depreşiyor. İkide bir eski
defterleri açması bundan…
Gezi tutsakları, Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarına karşın yıllardır içerde. Ama “Erdoğan’a darbe” masalını gündemde tutmak için yeni kurbanlar aranıyor. Şimdilerde bula bula Ayşe Barım’la meslektaşımız İsmail Saymaz’ı bulmuşlar! Artist organizatörü Ayşe Barım, dizi sektöründe tekel kurmak suçlamasıyla gözaltına alındı, “Gezi’nin darbe organizatörü” olarak tutuklandı! Ayşe Barım’a yapılan zulümdür.
Şimdi de İsmail Saymaz’a tezgâh kuruluyor. Gezi direnişi sırasında Osman Kavala’yla, Can Atalay’la konuşması suç sayılıyor! Yok efendim, “cebir ve şiddet kullanarak Erdoğan’ı devirmek için hazırlık yapmışlar”! Böyle diyor yandaş basın! Deli saçması bunlar! İsmail Saymaz gazetecidir, ondan “darbeci” çıkaramazsınız!
İMAMOĞLU KORKUSU
Ekrem İmamoğlu korkusu, Saray rejiminin aklını başından almış! İBB Başkanı’na yönelik çok yönlü ve örgütlü saldırıların başlıca nedeni bu korku! Onunla artık sandıkta boy ölçüşemeyeceğini gören Erdoğan, çözümü hukuk dışı yollarda aramaya başladı.
Cumhurbaşkanlığı adaylığı konuşulmaya başladığından beri İmamoğlu’nun başına gelmedik iş kalmadı. Onlarca akıl almaz davalar açtılar, “siyaset yasağı” getirmek istediler, Önce mazbatasını, sonra diplomasını iptal ettiler. Şirketine el koydular. Baskıyla, tehditle önünü kesemeyeceklerini anlayınca da gözaltına aldılar. Belki de tutuklayıp cezaevine gönderecekler. Böylece hem dişli bir rakipten kurtulmuş olacaklar hem İstanbul Belediyesi’ne çökecekler! Hesap bu!
DEMOKRASİ Mİ “JÜRİTOKRASİ” Mİ?
AKP yönetimi iktidara geldiğinde en çok “yargıçlar yönetimi” olarak tanımlanan “jüristokrasi”den yakınıyordu. Ama günümüzde bu oligarşik yönetimin tüm olanaklarını pervasızca kullanıyorlar. İstanbul’u adeta “özel yetkili yargı” alanı ilan etmişler. Dokunan yanıyor! Bu düzeneğin son kurbanları Ekrem İmamoğlu ve onun İBB’deki en değerli kurmayları, bürokratları. Tam 106 kişi için gözaltı kararı çıkarmışlar…
Ama bu gözü kara darbe, bardağı taşıran damla oldu. Halk günlerdir sokaklarda haksız gözaltıları protesto ediyor. Valilikçe yollar kesiliyor, barikatlar kuruluyor, ulaşım engelleniyor, iletişim kısıtlanıyor, İstanbul’da adeta sıkıyönetim uygulanıyor ama insanlar sel olup Vatan Emniyet’e ve Saraçhane’ye akıyor…
AKP de görüyor filmin sonuna yaklaştığını. O yüzden her gün artırıyor zorbalığını. Ama 23 yıllık parantezi kapatmanın zamanı geldi artık…
GÖREV BAŞINA!
Ülke olarak örgütlü bir kötülükle karşı karşıyayız. Bu ağır kuşatmadan ancak iyiliği örgütleyerek çıkabiliriz.
Ben CHP’li değilim, sosyalistim. Ama CHP’nin yarın Ekrem İmamoğlu için ülke çapında kuracağı Dayanışma Sandığı’na giderek destek oyu vereceğim. İyilikten yana tüm yurttaşlarımızı da içinden geçtiğimiz tarihsel süreçte bu onurlu göreve çağırıyorum.
Zalimlerin zulmü varsa mazlumların da direnerek kazanacakları özgür bir dünya var!
/././
‘Canımız istediği zaman tutuklayabiliriz’-Ayça Söylemez-
Hukuk tarihinde bir eşik daha aşıldı. Yargı, merdivenleri üçer beşer çıkarken geride kalanlar şaşkınlıkla arkalarından bakıyor.
Kanuni veya hukuki değerlendirmeler bir yana, somut gerçekliğe bile yetişemiyoruz. Örneğin Pazar sabahı, gözaltında tutulanların dört günlük gözaltı süresi çoktan bitmiş olmasına rağmen, bir açıklanan bir geri çekilen sonra bir daha açıklanıp gazetecilere “Kesin değil, yazmayın” denilen hakimlik kararları arasında kaybolduk.
Ardından okuduğumuz kararlar da bu sürece uygundu.
İstanbul Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu, hukuk tarihinin en ilginç kararlarından biriyle serbest bırakıldı: “Şüpheli Ekrem İmamoğlu’nun her ne kadar Silahlı Terör Örgütüne Yardım Etme suçundan tutuklanma istemiyle Hâkimliğimize sevk edilmiş ve dosyada bulunan MASAK Raporları, tanık beyanları, HTS raporları, kolluk tutanakları ve tüm dosya kapsamı uyarınca kuvvetli suç şüphesi bulunsa da, Hakimliğimizin 23.03.2025 tarihli 2025/347 sorgu sayılı kararı uyarınca İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen 2024/228233 sayılı soruşturma kapsamında Hukuka Aykırı Olarak Kişisel Verileri Kaydetmek, Rüşvet Almak, Kamu Kurum veya Kuruluşlarının İhalesine Fesat Karıştırmak ve Suç İşlemek Amacıyla Örgüt Kurma suçlarından tutuklanmasına karar verildiğinden bu aşamada tutuklama tedbirine gerek bulunmadığı anlaşılmakla İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının tutuklama yönündeki talebinin reddine…”
Yani diyor ki, bu dosya kapsamında kuvvetli suç şüphesi bulunsa da zaten başka (alakasız) bir dosyadan tutuklandığından, bu dosyadan tutuklamamıza gerek yok…
Memleketin en önemli ceza avukatlarından Hasan Fehmi Demir ile konuştum, müvekkili Ekrem İmamoğlu ile ilgili İstanbul 10. Sulh Ceza Hakimliği kararını şöyle değerlendirdi: “Bir yargıç üslubu olarak utanç verici. Çünkü objektif bir yargıçsanız, iki ayrı suçtan sorgu yapıyorsanız ve bir suçta tutuklanma koşulları varsa tutuklama kararı verirsiniz yoksa da reddedersiniz. Ama asla şunu gözetmezsiniz, söylemezsiniz: ‘Başka bir suçtan nasılsa tutuklu, ikinci suçtan da canımız istediği zaman tutuklayabiliriz. Şimdilik sorun yok.’ Bu kararla, kamuoyuna karşı adil bir yargılama yaptığımız izlenimi verebiliriz, düşüncesi oportünist bir düşüncedir.”
Yargı bize hep ilkleri yaşatıyor dedim ya, gerçekten öyle mi, diye sordum Hasan Fehmi Demir’e, “Bir kişinin tutuklama istemine yönelik yargı faaliyetinin bütün İstanbul’un sokaklarına yayılması, öte yandan adliyenin polise teslim olması, ülkemiz tarihinde görülmüş bir şey değil. Böyle bir sahneyi hayatım boyunca ne ülkemizde ne dünyanın başka yerinde gördüm” dedi.
Müvekkili, Ekrem İmamoğlu kararda belirtildiği üzere diğer suçlamadan tutuklandı, Silivri (Marmara) Cezaevinde...
100 LİRALIK DOSYA
Bu sıralar “Ya hep beraber ya (da) hiçbirimiz…” dizeleriyle hatırlanan B. Brecht’in, hikayesi hapishaneden geçen Üç Kuruşluk Opera eserinden mülhem, soruşturmaya ve ileride başlayacak kovuşturmaya 100 liralık dosya desek yeridir. Çünkü, Mahir Polat’ın aynı dosyadaki sorgusunda önüne getirilen “delillerden” biri gerçekten de 100 liralıktı.
İBB Genel Sekreter Yardımcısı, Tarihi Kentler Birliği Genel Sekreteri Mahir Polat’a ait MASAK’ın Mali Analiz Raporu’na göre, Polat, iki kişiye toplam 150 lira “transfer” yapmış. Bahsi geçen kişiler, zamanında örgüt üyeliğinden yargılanmış, hangi örgüt, ne zaman, neden? Belirsiz. Zaten önemli de değil.
Polat konuyu şöyle açıkladı ifadesinde: “O.İ. isimli şahsı sosyal medyadan Trabzon Spor taraftarı olması sebebi ile tanımaktayım. Kendisi sosyal medyasından maddi yardım mesajları atması üzerine ben de kendisine sadaka niyetine yukarıdaki tespit edilen 100 TL’yi gönderdim. Tarihini tam olarak hatırlamamakla beraber kadın bir şahsın sosyal medya üzerinden yardım talep etmesi üzerine sadaka niyetine yukarıda tespit edilen 50 TL’yi hesabına göndermiştim. S.K. isimli şahıs benim yardım etmiş olduğum bayan şahıs olabilir.” (Bağışların tarihi yok.)
Diğer bir delil de A.B. adlı kişiyle telefon görüşmeleri. Ancak, bu görüşmeler, suçlandıkları ‘Kent Uzlaşı’sından 5 yıl önce gerçekleşmiş…
O da tutuklandı, şimdi tutuklanan diğer 49 kişiyle birlikte Silivri’de.
Bunlar, gizli ve yarı açık tanıklar, MASAK raporları, sadece baz bilgisi veren HTS kayıtları, her internet sitesinin kullandığı ‘çerezlerden’ çıkarılan kişisel verilerden oluşan suçlamalar gerekçe gösterilerek tutuklanan kişilerle ilgili iddialardan sadece birkaçı. Hepsini bilahare yazacağız. Belli ki her şey daha yeni başlıyor…
/././
Toplumsal dönüşüm için bir eşik -Özge Güneş-
31 Mart 2024 yerel seçimlerinden bu yana 13 belediyeye kayyum atandı, çok sayıda belediye başkanı da tutuklandı. Yanı sıra gazeteciler, siyasetçiler gözaltına alındı, tutuklandı. Bu yazının yazıldığı saatler itibariyle aralarında gazetemizden arkadaşlarımızın da bulunduğu gözaltılara yeni isimler eklenmeye devam ediyor. O nedenle bu gelişmeleri yalnızca halkın iradesinin askıya alınmasıyla sınırlı olarak anlayamayız; aynı zamanda Türkiye’deki temsil sisteminin derin bir meşruiyet krizine sürüklendiğini ve demokrasi krizinin de yeni bir eşiğe dayandığını gösteriyorlar.
Ancak bu kez eşiğin karşısında sessizlik yok. Üniversitelerden başlayıp meydanlara yayılan bir itiraz dalgası var. Sessizliğin yerini alan bu itiraz, gasp edilen hakları yeniden almaya yönelen bir kolektif iradenin inşasına işaret ediyor.
Başka bir deyişle, ilk gününde gençlerin öncülüğünde şekillenen bu tepki, yalnızca bir hak arayışı değil; aynı zamanda geleceği kurmaya yönelen bir toplumsallık tahayyülünün ifade alanına dönüşüyor.
Bu tahayyülün en başat öznelerinden biri şüphesiz ki gençlik. Sosyolog Alberto Melucci, “Youth, Time and Social Movements” adlı makalesinde gençliğin sabit bir toplumsal kategori olmadığını öne sürüyor. Belirsizlik içinde anlam üreten bir toplumsal kategori olarak tarif ediyor.
∗∗∗
Türkiye’de yaşananlar, bu kuramsal çerçevenin sahadaki karşılıklarını düşündürüyor: Gençler, bastırılmak yerine, bu belirsizliği bir anlam kurma alanına çevirmek için harekete geçiyor.
Gençlerin eylemi sadece sistemin krizine değil, yeni bir toplumsal düzenin olanaklarına da işaret ediyor. Bu anlamda gençleri bu hareketin yalnızca görünür yüzü değil; geleceğin anlamını da yeniden kuran öznelerinden biri olarak görmek gerekir. Ancak bu kolektif itirazı sadece gençlik merkezli bir öznellik üzerinden okumak, sokağın ve meydanların çok katmanlı yapısını gözden kaçırma riskini doğurur.
Meydanlarda dile gelen itirazlar, yalnızca bir kuşağın değil; yıllardır siyasal, ekonomik ve kültürel olarak dışlanmış, görmezden gelinmiş çok sayıda toplumsal kesimin birikmiş sözüdür. Kadınlardan öğrencilere, emeklilerden emekçilere kadar geniş bir yelpazede karşılık bulan bu tepki, gelecekte yapılması muhtemel olanlara karşı da bir uyarı niteliğinde.
∗∗∗
Bu karşı çıkışı, onu idealize etmeden ya da kendinden başka bir şeye benzetmeye çalışmadan ele almak gerekir. Bu anlamda, şimdilik doğrudan kurucu bir rol üstlenmeyen ancak toplumsal anlam üretiminin ve yeni bir toplumsal sözleşme arayışının canlı bir zemini olarak yaklaşmak anlamlı olacak görünüyor.
Bugünden bakıldığında, bu hareketin talepleri arasında temel haklar olarak katılım, adalet ve özgürlük ön plana çıkıyor. Başka bir deyişle halk iradesinin gaspı dahil el konulan siyasal ve hukuksal güvenceleri yeniden inşa etme çağrısını içeriyor.
Bu çağrı yalnızca iktidara da yönelmiyor. Aynı zamanda muhalefet partilerine de yöneltilmiş bir çağrı olarak ifade buluyor. Toplumun yükselen itirazı, muhalefetin bu süreçte dönüşümün taşıyıcısı olup olamayacağını da test ediyor. Yalnızca yönetenlerin değil; temsil iddiasındaki tüm siyasal aktörlerin hesap verme ve yeniden şekillenme sorumluluğunu hatırlatıyor.
Son günlerde birçok üniversitede öğrencilerin sınıfları terk ederek boykot çağrısında bulunması, bu toplumsal itirazın yalnızca meydanlarda değil, gündelik hayatın rutin akışında da kendini göstermesinin kimi yolları arasında yer alıyor. Öğrenciler böylece, siyasette özneleşmenin, itaat etmeme hakkının ve kendi sözünü üretmenin somut bir biçimini ortaya koyuyor. Öğrenciler, ayrıca forumlar aracılığıyla karar alma, itiraz etme yoluyla yeni bir kolektif irade biçimini üretiyorlar.
∗∗∗
Nancy Fraser’ın adalet kavramına getirdiği üç boyutlu yaklaşım, bu noktada bize önemli bir kavramsal araç sunuyor. Fraser’a göre adalet; yeniden dağıtım, tanınma ve temsil boyutlarıyla birlikte düşünülmelidir. Sokaklardan yükselen itiraz, bu üç düzlemde de hissedilen kırılmalara verilen bütünlüklü bir yanıt olarak toplumsal adaletin eşitlik ve demokrasi temelinde kolektif olarak yeniden tanımlanması için bir zemin oluşturuyor.
Bugün meydanların ve sokağın kurduğu bu düzlem, yalnızca mevcut düzenin işleyişine değil, bu işleyişin dayandığı değer sistemine de bir müdahaledir. Türlü yollarla gasp edilmek istenen kamusal-toplumsal alan, kaybettiği ortaklığı yeniden üretme ve siyaseti yeniden tanımlama potansiyeline sahiptir.
Bu süreci, geleceğin demokratik ve katılımcı toplumunun inşasına dair, henüz tamamlanmamış ama giderek belirginleşen bir toplumsal müzakere süreci olarak değerlendirmek gerekir.
Ve bu müzakerenin nasıl süreceği yalnızca sokakların değil, siyasetin, kurumların ve gündelik hayatın vereceği ortak cevaplarla birlikte belirlenecektir.
/././
Türkiye’yi sarsan 7 gün -Hayri Kozanoğlu-
Erdoğan, siyasi yaşamının en riskli ve hatalı hamlesini yapmış görünüyor. Toplumsal muhalefet doğru eylem çizgisinde ilerlerse Erdoğan’ın siyasi ömrünün sonuna gelmiş olabileceği yorumu abartı olmaz. Yaşananlar başta gençler, kadınlar, toplumsal muhalefetin tüm unsurlarını harekete geçirdi. CHP de ‘sokak korkusu’nu aştı. Artık safları sıklaştırmak, farklılıkları değil ortak noktaları öne çıkartmak önem taşıyor.
Türkiye Lenin’in ünlü “Onlarca yıl geçer de hiçbir şey olmaz, öyle bir hafta gelir ki onlarca yıl içine sığar” sözünü doğrularcasına sarsıcı günlerden geçiyor. “Kartalkaya faciasının sorumluları bulunmadı, toplum tepkisiz kaldı; bakın Sırbistan’a, Yunanistan’a, gar ve tren kazalarına protesto için on binler sokaklarda” diye kitlenin pasifliğine dair karamsar yorumlar yapılırken; yıllardır birikmiş öfke ve hayatı değiştirmek için hâlâ tazeliğini koruyan umut bir anda büyük bir enerjiye dönüştü, yüz binler sokaklara-meydanlara döküldü, CHP’nin önseçim sandıklarının önünde “dayanışma” amaçlı uzun kuyruklar oluşturdu.
İmamoğlu’nun diplomasının iptali, hemen sabahında gözaltına alınıp ardından tutuklanması, bu arada toplumsal muhalefetin sokaklara taşması dizgesini zaten birlikte yaşadık. Şu ana kadarki gelişmelere bakarsanız, RTE siyasi yaşamının en riskli ve de en hatalı hamlesini yapmış görünüyor. Toplumsal muhalefetin doğru bir eylem çizgisi izlemesi halinde, siyasi ömrünün sonuna gelmiş olabileceğini bile söylemek abartı sayılmamalı.
Şu ana kadar yaşanan sürecin kazanımlarını, önümüzdeki riskleri, iç ve dış politikadaki parametreleri 10 maddede toparlama çabası, önümüzü görmek, geleceği planlamak açısından yararlı olabilir.
1- Giderek koyulaşan baskı ortamı, Gezi isyanının yeni yeni eklemelerle kriminalize edilmesi gayreti, politikacı-gazeteci-sendikacı-iş insanı demeksizin mesnetsiz sorgulamalar, yargılamalar, bazı durumlarda tutuklamaların yanı sıra ekonomik koşulların sade yurttaşlar için durmadan ağırlaşması toplumsal hoşnutsuzluğu artırmaktaydı. Tüm bunların kamuoyuna kaba, saldırgan, arsızca bir üslupla duyurulması da için için öfkeyi kabartmaktaydı. İmamoğlu’na yönelik diploma iptalinden, yolsuzluktan terör örgütü oluşturmaya kadar mesnetsiz suçlamalar; başta gençler, kadınlar, Cumhuriyet ve laiklik savunucuları, geçinemeyen emekliler toplumsal muhalefetin tüm unsurlarını harekete geçirdi, büyük bir kolektif enerji açığa çıktı. Bundan sonra safları sıklaştırmak, farklılıkları değil ortak noktaları öne çıkartmak büyük önem taşıyor.
2- “Normalleşme”, “helalleşme” söylemleriyle AKP rejimi ile köprüleri atamayan, bir nevi ortak çalışma (modus operandi) pratiği deneyen CHP, içinden geçtiğimiz süreçte sokak korkusunu aştı. Her direnişte, grevde, öğrenci hareketinde “sandığı” işaret ederken; daha bir yıl evvel seçilmiş yerel yöneticileri birer birer hapsi boylayınca, oy hakkına sıkışmış bir mücadelenin beyhudeliğinin farkına vardı. Saraçhane’yi karargah edinen, kitlelerin öz gücünün değerini kavrayan Özgür Özel kararlı bir lider imajıyla kürsüden kendi kanıtladı. Sandık ile sokağın birbirini dışlayan değil, aksine besleyen, güçlendiren dinamikler olduğu gerçeği bu süreçte daha net anlaşıldı.
3- 60’lardan başlayarak Türkiye’deki her toplumsal uyanışta gençlerin heyecanı, dinamizmi, gözü pekliği büyük rol oynadı. Üniversite dönemlerinde mayalanan tartışmalar, edinilen formasyon ülkenin düşünce yaşamına da damgasını vurdu. AKP rejiminin aşırı baskıcı, cezalandırıcı ortamında, yönetici görevlere üniversitenin iradesi dışında yapılan politik atamaların da etkisiyle özgür tartışma ortamı sönümlendirilmeye, öğrenciler disiplin altına alınarak toplumsal olaylara duyarlılıkları törpülenmeye çalışıldı. Ancak 19 Mart Çarşamba günü İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin barikatı yarmasıyla, adeta “uyuyan dev” uyandı, güçlü bir gençlik dinamiği açığa çıktı. Üniversite öğrencileri direnişin ana öznelerinden biri olarak ön saflarda yerini aldı.
4- Bahçeli’nin İmralı’ya yönelik iltifatkar mesajlarıyla başladığı kabul edilen “yeni barış süreci”, Kürt sorununda içtenlikle çözüm isteyenleri de zor bir duruma soktu. Çünkü bu yeni açılımın rejimin devamını sağlamak, Tek Adam’ın bir kez daha Saray’da ikametini uzatmak için bir kaldıraç olarak kullanılacağı; orta uzun dönemde Kürtler için de kendini konsolide etmiş bir baskı rejiminde özgürlüğü solumanın olanaksızlığı ortadaydı. Ortadoğu’nun güç denklemleri içerisinde ABD emperyalizminin cevaz verdiği, HTŞ’nin başını çektiği cihatçı güçlerin Suriye’ye Kürtlerin de yararlanacağı bir demokrasi getireceği beklentisinin de bir dayanağı yoktu. Nevruz kutlamalarına yönelik jestlere karşın, İmamoğlu soruşturmasında “Kent Uzlaşısı’nın bir suç sayılması”, Kürt hareketinin bir toplumsal dinamik olması gerçeğinden hareketle atılan adımların cezalandırılması, ayakların suya ermesini sağlamış görünüyor. DEM Parti'nin Saraçhane direnişiyle sergilediği dayanışma, Özel’in kürsüden verilen, Kürtleri incitici mesajları tamir etmek için gösterdiği özen Kent Uzlaşısı’nın sokağa taşındığı umudunu veriyor.
5- RTE’nin yaptığı celalli iftar konuşmalarına dahi kendi kitlesinin tepkisiz kalması, ajitatif mesajlarının coşkusuz, donuk bir ifadeyle karşılanması son hamlenin camiada bile karşılık bulmadığı izlenimini uyandırıyor. Çoğu orta sınıflaşmış, ekonomideki sarsıntılardan nasibini alacak olan muhafazakar kesimlerin huzurunun kaçtığı da tahmin edilebiliyor. Bu süreçte İyi Parti ve Zafer Partisi’nin açıkça operasyonun karşısında durması, laik duyarlılığı bulunan “milliyetçi” kesimin de muhalefet cephesine katılması, bırakın karşı saflarda gedik açmayı, Cumhur İttifakı’nın bütünlüğünü korumakta zorluk çekeceği, RTE’nin kendi camiasında bile artık “ikna ve rıza” mekanizmalarını harekete geçirmekte başarı kazanamadığı kuşkusunu uyandırıyor.
6- RTE’nin Trump ile yaptığı telefon görüşmesinden hemen sonra operasyonun düğmesine basması Washington’dan cüret, hatta onay aldığı yorumlarına yol açtı. Doğru, Trump insan hakları, demokrasi, özgürlükler gibi kavramları selefleri gibi göstermelik dahi olsa “pazarlıklarına” katmayan, tamamen güç ve kudret temelinde yabancı ülkelerle ilişki kuran sığ bir zihniyete sahip. Gelgelelim, RTE tüm kartlarını Trump’ın güçlü liderlerle çalışmayı tercih etmesi varsayımı üzerine kuruyor. Kendi ülkesini yönetmekte güçlük çeken, uyguladığı politikaları halkına bile kabul ettiremeyen, sallantıda bir cumhurbaşkanı imajı önümüzdeki dönemde Trump’ın da gözünden düşmesine, güvendiği dağlara kar yağmasına yol açabilir.
7- Zamanlamanın Avrupa’nın Türkiye’ye en fazla gereksinim duyduğu bir kavşağa getirilmesi de ilk anda bir avantaj gibi görünüyor. AB’nin kendi savunma güvenliğini sağlamak için yola çıktığını, bu doğrultuda kayda değer bütçeler ayırdığını biliyoruz. Türkiye NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip. Avrupa ülkelerindeki en büyük eksik, cepheye sürecek asker yetersizliğini kapatacak bir insan gücü tedariki de yapabilecek potansiyelde. Savunma sanayisi de AB’nin silah ve mühimmat açığını belli segmentlerde kapatacak bir düzeye ulaşmış durumda. Üstelik elinde 5 milyon kişiyi aşan bir mülteci kozunu da tutuyor. Gelgelelim bu kadar aşikar biçimde burjuva demokrasisini ayaklar altına alan bir rejimi Brüksel de kolayca tolere etmeyecektir. Solun elindeki 20 metropol kentin belediye başkanının İmamoğlu’na desteği bir başlangıçtır. Aslında İtalya dışında hiçbir büyük Avrupa ülkesinde aşırı sağ hükümetler bulunmuyor. Ayrıca Trump’la ittifak içerisindeki faşist, ırkçı partilerin İslam, azınlık karşıtlığından beslenmeleri olgusu da RTE’ye koltuk çıkma anlamında bir dezavantaj oluşturuyor.
8- Hemen ilk günden fırlayan dövizle, kısa sürede yükselen tahvil faizleri ve çakılan borsa endeksiyle, piyasa operasyonlara sert tepki verdi. Şimşek’in uyguladığı “rasyonel” politikaların ana ekseni, yüksek faizlerle sıcak parayı çekmek, böylelikle hem döviz rezervlerini tahkim etmek hem de TL’nin döviz karşısındaki değer kaybını enflasyonun altında tutarak fiyat artışlarını dizginlemek üzerine kuruluydu. Daha ilk günlerden 20 milyar doların üzerinde bir rezerv kaybı yaşandı. Daha keskin bir çöküş, çeşitli mekanizmaların devreye sokulmasıyla; gecelik faizlerin yükseltilmesi, uzlaşmalı döviz satışı, döviz depo işlemleri, en son da likidite senetleriyle önlenmeye çalışılıyor. Ama bunların hepsi yüksek faiz anlamına geliyor. Bu da önümüzdeki aylarda ekonominin daha da boğulması, yatırımların iyice durması, talebin yavaşlaması, ekonominin durgunluğa sürüklenmesi, işsizliğin patlaması demektir. Ayrıca 2023 seçimleri sonrası uygulanan reçete, dövizle borçlanmayı teşvik etti, özel sektörde hızlı bir kur oynamasıyla iflaslara yol açacak bir döviz açığı ortaya çıktı. Böyle bir güvensizlik ortamında, pek de olası görülmeyen devasa bir döviz girişi seçeneği dışında ekonomiyi rahatlatacak bir çıkış yolu görülmüyor.
9- Aynı Gezi direnişindeki gibi, insanları sokaklara döken tek bir neden yok. Hukuksuzluklara, adaletsizliklere, mağdur edilen İmamoğlu simgesiyle itiraz etmenin yanına, giderek yaşam koşulları kötüleşen, hayat pahalılığı altında ezilen emekçilerin, sefalete sürüklenen emeklilerin, borç yükünün yaşamlarını zindana çevirdiği kredi kartı borçlularının isyanı ekleniyor. Gençlerin duyduğu gelecek kaygılarının, liyakatin yandaşlık ilişkileri, tarikat-cemaat bağları karşısında hiçe sayılmasına karşı tepkilerinin de protestolarda kayda değer bir rolü bulunduğu yadsınamaz. 2014 Gezi sürecinde enflasyon yüzde 7,5’e kadar inmiş, Türkiye yatırım yapılabilir ülke statüsüne yükselmişti. Dolayısıyla iktidarın elinde ekonomik bir manevra alanı vardı. Bugün ise geniş halk kitlelerinin yaşam koşullarını düzeltecek, tepkilerini soğuracak ekonomik hamleler yapmaları olanaksız. O nedenle, önümüzdeki günlerde kaçınılmaz biçimde yükselecek enflasyonun da etkisiyle insanların yoksulluğu, mutsuzluğu, buna bağlı olarak da düzene tepkileri artacak.
10- Önümüzdeki günlerde toplumsal muhalefet sadece proteste eylemleriyle yetinemez. Geniş bir mutabakatın sınırlarını da göz önüne alan, çok temel taleplerin yükseltilmesi de yaşamsal önemde. Birinci madde doğaldır ki, ”İmamoğlu’ndan Demirtaş’a, Özdağ’dan, Atalay’a” uzanan tüm siyasi mahkûmların serbest bırakılması olmalıdır. Bunun yanına emeklilerin durumlarının düzeltilmesi, kredi kartı borçlarının faizlerinin affı/takvimlendirilmesi, işten çıkarmaların yasaklanması gibi ekonomik-sosyal boyutlu talepler eklenmelidir. Yandaş firmalar karşısında tüketimden gelen gücün kullanılması yanında üretimden gelen gücün de harekete geçirilmesi de büyük önem taşıyor. Meydanlarda açığa çıkan kolektif enerjinin işyerlerine, okullara, mahallelere taşınması, buralarda demokratik karar mekanizmalarına dayanan kalıcı örgütlenmelerin yaratılması da görev bilinmelidir. Böylece bu iktidarın uğurlanması şenlikli bir biçimde; şarkılarla, yaratıcı sloganlarla, ince bir mizahla hızlandırılabilir.
/././
Kuvvetli şüphe: Halk diz çökmeyecek!-Berkant Gültekin-
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, gizli tanıkların beyanlarıyla dolu somut delil fakiri bir dosya üzerinden 4 gün gözaltında kaldıktan sonra tutuklandı. Muhalefetin Erdoğan’ın karşısına rakip olarak çıkaracağı cumhurbaşkanı adayı ve çalışma ekibi, CHP’nin cumhurbaşkanı adayını belirlemek için ön seçim yapacağı gün cezaevine gönderildi. Görevden de alınan İmamoğlu’nun cezaevine koymadan bir gece önce de adaylık vasfı kazanamasın diye 31 yıl önce aldığı üniversite diploması iptal edilmişti. 2019’dan bu yana iktidara seri mağlubiyetler yaşatan ve son anketlerde de Saray’da alarm zillerinin çalmasına sebep olan İmamoğlu’nun seçime girmesini engellemek için rejim elinden ne geliyorsa yapıyor.
Ekrem İmamoğlu, danışmanı Murat Ongun, İPA Başkanı Buğra Gökce ve Beylikdüzü Belediye Başkanı Murat Çalık “yolsuzluk” iddiasıyla tutuklanırken, Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan, İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat ve Mehmet Ali Çalışkan’ın “terör” soruşturmasından tutuklanmasına karar verildi. İmamoğlu hakkında bu soruşturmadan tutuklama verilmedi, savcılık “zaten başka suçtan tutuklandığı için tutuklanmasına gerek görülmedi” mealinde tuhaf bir açıklama yaptı. “Nasıl olsa tutuklandı bundan tutuklama vermesek de olur” dendi açık açık. Bu açıklama bile başlı başına amacın suçu soruşturmak ve soruşturmalara ilişkin tedbir almaktan çok, İmamoğlu’nu bir şekilde tutuklama gayesiyle hareket edildiğinin kanıtı oldu.
GİZLİ TANIĞIN ANALİZLERİ!
Operasyonun yapıldığı ve 106 kişi hakkında gözaltı kararı olduğunun öğrenildiği 19 Mart sabahı, pek çok kişi “herhalde ciddi bir delil var” diye düşünmüştü. Fakat hem emniyette hem de savcılıkta yapılan sorgulamalar taraflı tarafsız herkesi şaşkına çevirecek cinsten. İktidara göbekten bağlı kesimlerden başka, dosyalarda aklı başında hiç kimseyi ikna edebilecek bir belge yok. Kod isimleri Doğan, Meşe ve Çınar olan gizli tanıkların “duyduğuma göre…” diye başlayan cümlelerinden mürekkep bir soruşturma dosyası düzenlemişler.
Gizli tanık kullanılarak geçmişte kimlerin ne gibi hukuksuzluklara imza attığını herkes biliyor. Şimdi de göz göre göre aynısı yapılmaya çalışılıyor. Gizli tanık, gidip yargı mercilerine bir belge sunsa ya da bir kanıtın yerini gösterse, tamam. Ancak dosyada gizli tanıkların şüpheliler hakkındaki görüş ve değerlendirmeleri var! Bir gizli tanık, Resul Emrah Şahan ile ilgili beyanında “Kendisi Marksist yapıda bir solcu”, “radikal solcu”, “PKK sempatizanı”, “İPA'ya PKK sempatizanı kişileri aldı” gibi “analizlerle” algı yaratmaya çalışmış. Gizli tanık belli ki sağ görüşlü bir vatandaş, solcu olmayı da suç zannediyor, “terörizm” sanıyor. Savcılık da onun fikirlerine değer verip dosyaya ilave ediyor. Ortada ne belge var ne bulgu. İmamoğlu ve diğer isimlere savcılık sorgusunda bunlar soruluyor.
48 insanı işte böyle söylentilere dayanarak cezaevine gönderdiler.
TEPKİ DENGELERİ SARSTI
19 Mart’ta gerçekleşen operasyondan sonra sokağa taşan ve günler geçtikçe büyüyen toplumsal tepki, şüphesiz siyasetin olağan dengelerini sarstı. Fakat esas sınav şimdi başlıyor. Yapılan sadece bir cumhurbaşkanı adayına yargı yoluyla yapılan bir siyasi müdahale değildir, seçme ve seçilme hakkına, yürütme yetkisinin seçim yoluyla devretme geleneğine dönük tarihi kırılma yaratabilecek bir saldırıdır ve bu dinamik hâlâ iş başındadır. Muhalefetin cevabı da saldırının ağırlığına denk olmalıdır. Bu tehdide karşı geniş demokrasi cephesinin oluşturularak birleşik halk muhalefetinin yaratılması, Türkiye için hayati ve ertelenemez bir zorunluluktur. Mücadelede ihmalin yakın vadede telafisi imkânsızdır.
Yaşanan 4 günlük süreç, üniversite gençliğinin lokomotifi olduğu halk muhalefetinin neler kazandırabileceğini net şekilde gösterdi. Öncelikle, operasyonun yaşandığı gün oluşan karamsar hava, halkın hukuksuzluğa teslim olmayacağını beyan eden iradesiyle dağıldı. Bu andan itibaren moral üstünlük rejim karşısındaki muhalif kitlelere geçti. Daha ilk günden ülkeye dair umudu artıran bu diriliş, ülkenin dört bir yanına dalga dalga yayıldı. Toplumsal kesimler iktidarın verdiği mesajın ne anlama geldiğini doğru kavradı ve demokrasiye sahip çıkmak için kolları sıvadı. Halkın eylemliliği elbette uzun süredir biriken ekonomik, sosyal ve siyasi tepkinin dışavurumuydu. İmamoğlu’nun gözaltına alınması tepkiyi açığa çıkaran tetikleyici bir unsurdu. Rejimin profesyonel politikacılara sıkıştırmak istediği siyaset sahnesi, yurttaşın inisiyatifiyle genişledi ve düzenin güç gösterisini sınırladı.
DİRENÇ İBB’Yİ TUTTU
Toplumsal direniş hem muhalefetin ufkunu açtı hem de iktidarın estirmeye çalıştığı fırtınanın önüne set çekti. İmamoğlu’na “kent uzlaşısı” üzerinden açılan “terör” soruşturmasının amacı, bu dosyadan tutuklama yoluyla İBB’ye kayyum atanmasının taşlarını döşemekti. Gel gelelim halk muhalefetinin güçlü ve kararlı müdahalesi, Saraçhane’yi terk etmeyen milyonların onurlu duruşu, bu planının şimdilik rafa kaldırılmasını sağladı. Direnç, İBB’nin ele geçirilmesini engelledi. Karşı duruşun ilk meyvesi bu geri adımla alındı. Yine de burada rehavete kapılmak ya da ölümü düşünüp sıtmaya razı olmak hata olur. Sandıkla Şişli Belediyesi’ni alamayan ve hiç alamayacak olan iktidar, şimdi kayyum yoluyla belediyeye girdi. Dolayısıyla bu tehlike bütünüyle bertaraf edilebilmiş değil, fırsat bulunduğunda yine İBB’ye dönük bir teşebbüsle yüz yüze kalınması son derece muhtemel. O nedenle 19 Mart’ta ortaya çıkan birleşik halk muhalefetinin daimi kılınmasını ve onu besleyen kanalların mümkün olduğunca çoğaltılması gerekir.
Şimdi her şey yeniden başlıyor. Şurası kesin ki iktidar bloku, böyle yüksek bir tepkiyi ve kitlesel uyanışı beklemiyordu. Yaratılmaya çalışılan korku imparatorluğunun, peş peşe yapılan gözaltıların, açılan soruşturmaların yurttaşları korkutacağını, sindireceğini ve tepki vermekten alıkoyacağını düşünüyorlardı. Cumhuriyetin yarattığı ilerici birikimi, solun köklü geçmişini küçümsediler.
Kısıtlı bir muhalefet öngörüyor, kolayca bununla başa çıkabileceklerini hesap ediyorlardı. Ancak şimdi 19 Mart sonrası Türkiye ile karşı karşıya kaldılar ve bu Türkiye, mutlu azınlığın hukuksuzluğuna karşı sonuna kadar adaleti, demokrasiyi ve özgürlüğü savunmaya devam edecek. Bu memleket asla bir avuç zorbanın istediğine boyun eğmeyecek, karanlığa gömülmeyecek. Dürüst, temiz ve onurlu insanlar işsizliği, sömürüyü, sefaleti, nefreti ve yozlaşmayı bu toprakların kaderi yapmak isteyen zalimlere diz çökmeyecek. Düzenin sahiplerini tedirgin eden kuvvetli şüphe tam olarak budur.
/././
“Onurlu yaşamak meselesi bu”-Gözde Bedeloğlu-
Fethullah Gülen’in, “mezardakiler bile ‘evet’ oyu kullansın” dediği 2010 Anayasa değişikliği referandumuyla ilgili dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 12 Eylül ve vesayetçi anlayışla hesaplaşılacağını söylemişti. Erdoğan, “Bu ülkede bir daha darbelerin yaşanmaması, demokrasinin kesintiye uğramaması için” ‘evet’ kampanyası yürütüyordu. Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Hakimler-Savcılar Yüksek Kurulu’nu yeniden yapılandırmayı içeren 2010 Anayasa değişikliği taslağı halk oylamasına sunuldu. ‘Evetçi’ iktidar, bürokratik vesayetin kaldırılacağını söylerken, ‘hayır’ cephesi AKP’nin yargıyı tamamen denetimi altına alacağı konusunda uyarıyordu. Sandıktan ‘evet’ çıktı. Erdoğan, sürece destek veren ‘okyanus ötesinden kardeşlerini’ kutladı ve teşekkür etti. Bundan sonra demokrasi ve temel hürriyetlerin kuvvetleneceği iddia edildi. Ancak 2016 yılında Cemaat, kanlı bir darbe girişimiyle yönetime el koymaya kalktı. Ardından tartışmalı kayyım uygulamaları başladı. 2010’un devamı niteliğindeki 2017 referandumuyla da mühürsüz oylar sayılarak Türkiye’de rejim değişikliğine gidildi.
∗∗∗
Referandum sonrasının en tartışmalı görüntülerinden biri, 30 Ağustos resepsiyonunda dönemin AYM Başkanı Zühtü Arslan’ın, Erdoğan’ın önünde eğildiği fotoğraf olmuştu. Daha önce de dönemin Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, Erdoğan’ın karşısında düğmesiz cübbesini iliklemeye çalışmıştı. Güngör, yargının taraflı olduğunu reddetmiş ve “Yargı şimdiye kadar hiç bu kadar tarafsız ve bağımsız olmamıştı” demişti. 2019 yılında Adli Yıl Açılış Töreni’nin sarayda düzenlenecek olmasına tepki gösteren, başta İstanbul, Ankara, İzmir olmak üzere, 50’den fazla baro, bunun yargının yürütmeye biat etmesi anlamına geleceğini söyleyerek törene katılmama kararı aldı. Ancak o dönem Metin Feyzioğlu’nun başkanlık yaptığı Türkiye Barolar Birliği (TBB) aksi yönde karar aldı. Feyzioğlu, kendisini eleştiren avukatlara “Tuzu kuru olanların ne dediği önemli değil” diye cevap vermişti. 2021 yılındaki TBB başkanlık seçimlerini kaybeden Feyzioğlu oldu. Kazanan ise, hükümetin baroları bölme planı olan ‘çoklu baro’ düzenine karşı çıkan Erinç Sağkan oldu. Feyzioğlu bugünlerde TC Prag Büyükelçiliği görevini sürdürüyor. Avukatlar, savunma hakkı ve hukukun üstünlüğü için, gerek tutuldukları cezaevlerinde gerek mahkeme salonlarında mücadele etmeye devam ediyor.
∗∗∗
İstanbul Barosu, 65 bin üyesiyle yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın en büyük barosu. Önceki gün avukatlar, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın kararıyla, İstanbul Baro Başkanı İbrahim Özden Kaboğlu ve yönetim kurulu üyelerinin görevden alınmasını protesto etmek için “İşte Taksim, işte direniş” sloganlarıyla İstiklal Caddesi’nde yürüdü. Baro yönetimi, “basın yayın yoluyla terör örgütü propagandası yapmakla” suçlanıyor. Sebep, 21 Aralık 2024’te yapılan bir sosyal medya paylaşımıyla, gazeteciler Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’in Suriye’de öldürülmesiyle ilgili olarak etkin bir soruşturma yürütülmesini talep etmek. Baro, konuyla ilgili uluslararası sözleşmeleri hatırlatarak, çatışma bölgelerinde basın mensupları ve sivillerin hedef alınmasının suç olduğuna dikkat çekmişti. Avukatlar, taleplerinin gerekçesiz olarak reddedildiğini ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini söylüyor. Hukuk sisteminin olmazsa olmazı, ceza muhakemesinin amacına ulaşabilmesinde bir zorunluluk sayılan savunma hakkı, bizzat temsilcilerinin hakkı çiğnenerek engelleniyor. Savunma hakkı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer aldığı gibi bir insan hakkıdır. TİP Milletvekili Avukat Can Atalay hakkında verilen AYM kararını tanımayarak, iktidarın rafa kaldırdığı Anayasa’da da savunma hakkı açıkça düzenlenmiştir: “Herkes, yargı mercileri önünde savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”
∗∗∗
2010’dan başlayıp bugüne kadar gelinen süreçte yargı adım adım iktidara teslim edildi. 2017’de değişen rejimle de, meclisin yasa yapma yetkisi daha çok cumhurbaşkanlığı kararnamelerine bırakıldı. Devleti ayakta tutan şüphesiz ki hukuktur ve bunu en iyi hukukçular bilir. Savunma hakları engellenen ve mesnetsiz iddialarla hapsedilen avukatlarla birlikte halkın savunma hakkı gasp ediliyor. Savunma yoksa, yargılama da yoktur. Hapisteki hukukçulardan biri, Soma davası avukatlarından Selçuk Kozağaçlı. Yıllar önce hepimize haklı bir soru sormuştu: “Ne için yaşıyoruz? Gelecek yok. Hukuk yok. Anayasa yok. Bu yaşamak çok kutsal öyle mi? Öyle değil. Yaşamın kendisi değil kutsal olan. Kutsal olan adil bir yaşam. Kutsal olan onurlu bir yaşam. Onurlu yaşamak yaşamamak meselesi bu.” Artık cevap vakti.
/././
Merkez Bankası gemileri yaktı -Havva Gümüşkaya-
İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Merkez, dövizi tutmak için önlem aldı. Mevduat faizleri yüzde 45’e geldi, Finansal Piyasalar Uzmanı Cibre “Tahviller müdahale edilmeyen tek nokta ve orada yangın devam ediyor” dedi.
Ekonomi yönetimi döviz kurundaki yükselişin önüne geçmek için birçok adım attı. Kurdaki yükselişi engellemek için döviz rezervleri satışının 20 milyar dolara ulaştığı tahmin ediliyor.
Ayrıca TL mevduat hesaplarında vergi indirimi üzerinde çalıştığı iddia edildi. Bloomberg'e göre Hazine ve Maliye Bakanlığı, TL'yi teşvik edecek yeni adımlar atmaya hazırlanıyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanmasının piyasalara etkisinin kontrol altında tutulması için gemileri yakan TCMB'nin aldığı önlemler ve Nisan ayında faiz indirimini pas geçeceğine yönelik beklentiler, mevduat faizlerini hareketlendirdi. TL mevduat faizi yüzde 45’e dayanarak politika faizinin üzerine çıktı.
Benzer adımlar Borsa yönünden de geldi. İmamoğlu'nun tutuklanmasının ardından Sermaye Piyasası Kurulu’nun (SPK) aldığı önlemler ile borsa yeni haftaya yükselişle başlamıştı. Ancak Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik operasyon haberlerinin servis edilmesiyle yeniden düşüşe geçti. Sabah saatlerinde BIST 100 endeksi yüzde 4 yükselişle 9 bin 386 puana kadar yükselirken yaşanan dalgalanmanın ardından endeks 8 Kasım 2024 tarihinden bu yana ilk kez 9 bin puanın altını gördü.
S&P’DEN RİSK DEĞERLENDİRMESİ
ABD merkezli kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poor's (S&P), Türkiye’deki siyasi gelişmelerle ilgili bir değerlendirme yayımladı. S&P tutuklamaların, Türkiye ekonomisine duyulan güven ve döviz kurunun istikrarı açısından risk oluşturabileceğini belirtti.
S&P değerlendirmesinde 2023'ün sonundan bu yana Türkiye'deki yetkililerin hane halkını tasarruflarını altın ve dövizden çıkarıp tekrar yerli paraya çevirmeye ikna etme konusunda önemli bir ilerleme kaydettiği belirtildi. Değerlendirmede bu durumun ülkenin döviz rezervlerini artırdığı ve enflasyonun düşmesini teşvik ederek Türkiye'ye ilişkin notu desteklediği ifade edildi.
Ancak siyasi gerginliklerin geri dönmesinin bu reformları sekteye uğratabileceğini belirten S&P, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın son dönemdeki acil müdahaleleriyle döviz satışlarının, likidite ve vadeli işlemlerin arttığını, gecelik borçlanma faizinin de yükseltildiğini söyledi.
S&P artan belirsizliğin hane halkı harcamaları, sermaye girişleri, döviz kuru, büyüme ve enflasyon üzerindeki ikinci tur etkilerinin, yakın zamana kadar mevduat dolarizasyonunda ve enflasyonda kayda değer bir düşüşü kesintiye uğratarak önemli olabileceğini vurguladı.
***
YABANCILAR ÇIKIYOR
Finansal Piyasalar Uzmanı İris Cibre, Merkez Bankası’nın müdahaleleriyle döviz kurunun 38 lira seviyesinde tutulduğunu belirterek şu değerlendirmeyi yaptı: “Çarşamba günü İmamoğlu’nun gözaltı haberi ile başlayan finansal piyasalardaki çöküş, yüksek oynaklık ile beraber biraz yavaşladı. Hafta boyunca Merkez Bankası ve hafta sonu SPK’nın aldığı tedbirler ve kur üzerinde Merkez Bankası’nın talebi karşılayarak 38 seviyesini duvar yapması ve borsa tarafında da sürekli kamu bankalarının satışları karşılaması, paniğin yavaşlamasında etkili oldu. TL likidite çekilmesi ile getiriler de yükseldi. TLRef yüzde 45,97 ile koridorun üst bandında gerçekleşti. Fakat, tahviller müdahale edilmeyen tek nokta ve orada yangın devam ediyor. 2 Yıllık tahvil faizi yüzde 51,34, 10 yıllıklar ise rekorla yüzde 33,61 seviyesinde. Hem borsada hem de tahvillerde yabancı satışları söz konusu.”
***
YERLİLER DÖVİZE KOŞTU
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre İmamoğlu'nun gözaltına alındığı 19 Mart gününde döviz mevduatları 1,4 milyar dolar artışla 206,4 milyar dolar seviyesine yükseldi. 19 Mart günü döviz kurunda yüzde 3,3’lük artış yaşanarak dolar/TL kuru rekor seviyeleri görmüştü. TCMB’nin döviz rezervlerinin de İmamoğlu’nun gözaltına alınması ile başlayan döviz satışları nedeniyle 2 günde 14 milyar doların üzerinde gerilediği hesaplandı. Döviz satışının cuma günü, perşembe gününe göre artarak devam ettiği belirtilirken geçen haftanın tamamında 20 milyar doların üzerinde olduğu öngörülüyor.
***
19 MART’IN FATURASI DA YURTTAŞA KESİLECEK
CHP Mersin Milletvekili Gülcan Kış, ülke ekonomisinde yaşanan sert çöküşü “19 Mart Sivil Darbesi” olarak tanımlayarak “Saray rejiminin koltuk sevdası, ülkeye bir günde trilyonluk fatura çıkarmıştır. Krizden sonra Merkez Bankası tarafından, halkın kemer sıkma politikasıyla biriktirilen 26 milyar dolar rezervi yakıldı. Bu parayla her bir emekliye 41 bin lira ikramiye verilebilirdi. Ya da bir Osmangazi Köprüsü, bir Yavuz Sultan Selim Köprüsü, bir Atatürk Barajı, üç Avrasya Tüneli yapılır; üstüne emeklilere 787 lira daha ikramiye dağıtılırdı" dedi. Kış, yaşanan yıkımı şöyle özetledi: “15 Temmuz darbe girişiminde Borsa İstanbul’un kaybı yüzde 7,1, 6 Şubat Kahramanmaraş Depremi’nde yaşanan kayıp yüzde 11,3, 19 Mart’ta yaşanan yargı darbesinde BIST 100 endeksi sadece birkaç günde yüzde 16 değer kaybetti. Yani bu siyasi müdahale; doğal afetten de askeri darbe girişiminden de daha büyük bir ekonomik yıkım yaratmıştır. Türkiye ekonomisi, bir kişinin siyasi hırsları uğruna çökertilmiştir.”
***
32 ŞİRKET HİSSE GERİ ALIMI YAPTI
BIST 100 endeksinin yüzde 8'e yakın değer kaybettiği 21 Mart Cuma gününde 32 şirket hisse geri alımı gerçekleştirdi. BloombergHT’nin haberine göre şirketler hisselerinde 340,7 milyon TL hisse geri alımı yaptı. Bu 32 şirket içinde en yüksek alıma 106,2 milyon TL ile BİM öncülük etti. BİM'i 51 milyon TL ile Gübre Fabrikaları, 50 milyon TL ile Turkcell izledi.
***
(Birgün)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder