soL "Köşebaşı + Gündem" - 25 Mart 2025-

Gençlik geleceğine sahip çıkıyor: İnadıyla, hayaliyle!-Gamze Yücesan Özdemir-

Bir kez daha hayat, asfaltın içinden fırlayan çiçekler gibi, iktidarın planlarına sığmadı. Bugün büyük oranda kendiliğinden gelişen ve sokaklarda yükselen, gençlerin gelecek talebidir.

İstanbul büyükşehir belediye başkanının diplomasının iptaliyle başlayan süreç, gözaltılarla ve tutuklamalarla devam etti. Yurttaşlar, en çok da genç olanlar, önlerinde tutuşan atmosferin kendi cumhuriyetlerini, geleceği kuracak iradelerini yıkmaya dönük olduğunu gördüler. Ağır bir tablo vardı ortada. Vuruş halk iradesine geldi. Göğsümüze bir yumruk oturdu. Ta ki gençleri görene kadar, onların gözlerindeki ışıltıyı, coşkuyu ve inancı görene kadar... Olmaması gerekenin karşısında durdular, durmaması gerekeni yürümeye zorladılar. Bir kez daha anladık ki, karanlığın önündeki en büyük engel gençlerdir. Gençleri, bize verdikleri umudun sıcaklığıyla selamlıyoruz.

Egemenlerin zihnindeki dünya ile gençlerin kurmak istedikleri dünya arasında öyle bir fark var ki… Çocukların neşesini, kadınların gülümsemesini, emekçilerin umudunu, gençlerin geleceğini çalmak istiyorlar biliyoruz ama gençlerin dünyası çalınabilir gibi değil. Çok güçlü öncelikle, onlara karşı çıkmak değersizleştirir insanı. Çok dürüst sonra, çünkü seçim cumhuriyetin esası ve onlar da kayırmacılığa, yanaşmacılığa karşı. Kendi ülkelerinde bir şans istiyorlar, kendi ülkelerinde başkasının insafına kalmamak istiyorlar. Cumhuriyetin çok tanımı var, biri de başkasının insafına kalmadan var olabilmektir. Onurlu olarak var olabilmek cumhuriyettir. Genç yurttaşlar cumhuriyet diye yürüyorlar. Ay-yıldızlı bayrak cumhuriyetin, cumhuriyet de gençlerin. Söylemeye gerek var mı, gençler de bizim, hepimizin.

İstanbul Üniversitesi öğrencileri tarihi Beyazıt Meydanı'ndan büyük bir kalabalıkla Saraçhane’ye yürüyüp, barikatları aşıp alana girince, Saraçhane mitinglerinin de içini doldurdular. Üniversitelerde yaptıkları boykotlarla da tarihe önemli notlar düşüyorlar. Gençler İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de ve ülkenin genelinde son yılların en kitlesel eylemlerini gerçekleştiriyor. Gençlerin hepsi orada: Üniversitelisi, liselisi, güvencesiz işçisi, işsizi… Onların arayışına katılıp da orada olanlar da genç oluyor bu arada.

Cumhuriyetimizin içeriğini, şu anda olandan daha güzelini ve başka bir düzeni gençlerin dinamik, yaratıcı ve üretken eylemleri kuracak. Gelecekleri konusunda haklı kaygılar duyan genç insanları önemsemek iktidar için bir tercih olmasa gerek. Bu eylemlerde ortaya çıkan “hayalleri ve inatları” onları gerçek bir güç olarak toplum ve tarih sahnesinde yükseltecek.

Çünkü gençlik yarınlardır. Son yıllarda gençler yarınsızlıkla, geleceksizlikle ve güvencesizlikle karşı karşıyalar. Üniversite yaşamı, yarınları kurma iradesini engellemek için yapılandı: Kantin yerine ticari kafeler, üniversite toplulukları yerine kariyer ofisleri. Öğrencileri gelecekleri için kaygılara gömülmüş, siyasetten uzak ve kariyer peşinde koşan bireylere dönüştürmeyi amaçladılar. Gençlerin geleceğini gericilikle gasp etmek, toplumsal hayatını kültürel ve ideolojik erozyonla tüketmek istediler. Bilim ve evrensel akılla bağını kopartarak, hareketsiz ve şükreden yeni bir kuşak hedefliyorlardı. Ama olmadı. Bir kez daha hayat, asfaltın içinden fırlayan çiçekler gibi, iktidarın planlarına sığmadı. Bugün büyük oranda kendiliğinden gelişen ve sokaklarda yükselen, gençlerin gelecek talebidir. Kendilerini var edebilecekleri laik, sosyal bir cumhuriyetin savunusudur. Onlar insan yerine koyulmayı, haklara sahip yurttaşlar olmayı, toplumsal adaletten beslenen cumhuriyeti istiyorlar. Cumhuriyet, gençlerin seslerinde yükseliyor.

Çünkü gençlik harekettir. Bugüne kadar gençlerin direnme kararlılığını çalmak istediler. İtaatkar, boyun eğen, renksiz, yılgın ve solgun bir gençlik yaratmaya çabaladılar. Üniversite öğrenci hareketini susturmak için birçok yola başvurdular: İdari soruşturmalar, cezalar, polisiye önlemler. Tüm bunlara karşı bugün gençler seslerini yükseltiyor. Gençlik deviniyor ve yarını kurmak için hareketleniyor. Bugün öğrenci hareketinin canlanmasına ve siyasallaşmasına baktığımızda bazı özgünlükler görüyoruz.

Gençlik hareketi, 1960 ve 70’lerde yükselirken, üniversitelerde kantinler, topluluklar gençlerin siyasallaştıkları zaman ve mekanlardı. Gençler bu dönemde doğrudan üretim ilişkilerinin içinde olmadan, toplumsal düzen karşısında muhalif oluyorlardı. Üniversite ile çalışma yaşamı arasındaki mesafe, gençlere hayatı farklı kavrayabilme mesafesini de sağlıyordu. Günümüzde bunların hepsi çözülmüştür. 1980’ler ve özellikle 2000’ler sonrası üniversite çalışma hayatından ayrı bir dönem olmaktan, gençlerin siyasallaşabileceği imkanları sunmaktan uzaklaşmıştır. Bu bir yandan kantinlerin ve toplulukların yok oluşları ise, diğer yandan gençlerin çalışma hayatına katılmak zorunda oluşlarıdır. Ama diğer yandan bu yeni süreç, öğrencilerin kapitalist üretim ilişkilerinin en acımasız ve sert yüzüyle “gençlik ateşi” içindeyken karşılaşmasıdır. Bugün yükselen öğrenci hareketi tam da bu zorlu ve farklı dinamikler içinden gerçekleşiyor.

Çünkü gençlik devrimci romantizmdir. Gençliği soldurmak ve siyasetsizleştirmek çok uzun yıllara yayılan bir müdahaleydi. Ama olmadı. Gençliğin içindeki devrimci romantizm yükseldi yine. Devrimci romantizm hayalperestliği, insana olan inancı ve hesapsızlığı devrimcilikle birlikte var eder. İsyan ile devrimi, hayal ile inadı birleştirir. Duygusal ve naif olabildiği kadar öfkeli ve hiddetlidir de. “Mümkün”ün sınırlarını zorlar. Büyülüdür, neşelidir. Gençleri başka hangi özellikler ve sıfatlar tanımlayabilir? Ve yarını başka hangi nitelikler kurabilir?

Çünkü gençlik memlekettir. Gençliğin memlekete dair düşlerini soldurmaya büyük çaba sarf ettiler. Onları ülkeyi terk etmeye, bu topraklarda nefes alamayacak hale sürüklediler. Dünden bugüne bu topraklardaki gençlik hareketine can veren laik, halkçı ve cumhuriyetçi damarları kesmeye kalktılar. Bugün gençler gericiliğe, karanlığa, cumhuriyet karşıtlığına geçit vermemek için sokaklardalar, meydanlardalar. Onların memleket düşüyle kurulacak yarınlar. Yarını anlamak için gençlerin özgürlük mücadelelerinde ve devrimci anlarda yer alışına bakmak yeterlidir. Tarihimiz böyle deneyimlerle örülüdür: Emperyalistlere karşı bağımsızlık mücadelesinde en önde olanlar, baskıcı iktidarlar karşısında ayağa kalkanlar, halkının özgürlüğü ve ülkesinin bağımsızlığı uğruna darağacına giden fidanlar… Haziran’da sokağa duranlar, gericiliğe sırtını dönenler…

Gençler cumhuriyeti ve ülkelerini savunmak için zorbalığın karşısına bir duvar gibi dikiliyor. Gençlerin gözlerinin içine bakalım! Orada cesareti ve neşeyi görüyoruz. Orada umudu ve boyun eğmemeyi görüyoruz. Orada cumhuriyeti ve geleceği görüyoruz.                                      /././

Üniversiteler boykotta: Öğrenciler AKP'nin zorbalığına ve gericiliğine karşı ses yükseltiyor

AKP zorbalığına karşı üniversitelerde öğrenciler, boykot çağrısıyla eylemler düzenliyor. Binlerce üniversite öğrencisi sıraları boş bıraktı.

DTÜ, Ankara Üniversitesi, Bilkent Üniversitesi, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, Galatasaray Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Yeditepe Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi, Başkent Üniversitesi, Bursa Uludağ Üniversitesi, Bahçeşehir Üniversitesi, Ege Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi'nden öğrenciler boykot kararı aldı.

İBB Başkanı İmamoğlu'nun tutuklanıp görevden alınması ve Şişli Belediyesi'ne kayyım atanmasının ardından yurttaşlar genel oy haklarına ve memlekete sahip çıkmak için yurttaşlar günlerdir eylemde. Üniversiteler de eylemi büyütüyor ve boykot dalga dalga yayılıyor.

Ülkenin dört bir yanında boykot çağrısı yapan binlerce öğrenci üniversite sıralarını boş bıraktı.

ODTÜ eylemde

ODTÜ'de boykot çağrısı yapan binlerce öğrenci kampüs içinde eylemde. Öğrenciler üniversite içinde yürüyüş gerçekleştiriyor.

Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi öğrencileri "Hacettepe'den ODTÜ'ye selam olsun" diyerek akademik boykot başlattı.

Resim
                                    Fotoğraf: Türkiye Komünist Gençliği

Güvenlik bina kapılarını kilitledi

İTÜ Maçka kampüsünde güvenlik bina kapısını kilitledi. Bina içerisindeki öğrencilerin dışarıya çıkışı, bina dışındaki öğrencilerin ise içeriye girişi engellendi.

Güvenlik bina kapılarını kilitledi, öğrenciler eylem için camlardan çıktı

Ankara Üniversitesi'nde boykot uygulayan öğrencilere saldırı girişimi

Öğrenciler "Faşizme karşı omuz omuza, Birleşe birleşe kazanacağız" sloganları attı. Öğrenciler slogan attığı sırada bir grup ülkücü, öğrencilere saldırma girişiminde bulundu.

Saldırganları güvenlik güçleri zorlukla durdurabilirken, eylemcilere soda şişesi atıldığı görüldü.

Açıklama yapan öğrencilere destek veren Doç. Dr. Dinçer Demirkent, olaya ilişkin Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanlığı’na tutanak yazdı.

Ankara Üniversitesi'nde boykot uygulayan öğrencilere saldırı girişimi: Soda şişesi fırlattılar

Demirkent’in imzasını taşıyan tutanakta, Öğrenciler bir kamuoyu açıklaması yaparken açıklamayı yaptırtmayıp, Anayasaca korunan ifade hürriyeti ve akademik özgürlükleri engelleyecek ölçüde müdahalede bulunmaya çalışan, eylemlerin fiziksel saldırıya ulaşması güvenlik birimlerinin çabalarıyla engellenenler tarafından üzerime atılan cam soda şişesi ile tarafıma fiziksel saldırıda bulunulmuştur. Kamuoyu açıklamasını izlemek için bulunduğum yerde, öğretim üyeleri olarak akademik sorumluluğumuz gereği fiziksel saldırıya engel olabileceğimiz inancıyla durduğumuz bölgeye atılan soda şişesinin şiddeti, ciddi bir yaralamaya neden olabilecek niteliktedir” ifadeleri yer aldı.

Tutanakta, birçok akademisyenin saldırıya şahit olduğu belirtilirken, “Durumun ifade özgürlüğü ve akademik özgürlükleri engelleyecek boyutlarının tespiti, Soda şişesi atarak şiddet eyleminde bulunan kişinin tespiti ve ilgililer hakkında 2547 sayılı YÖK Kanunu gereğince işlem yapılması gereği” istendi. 

Nerede ne oluyor?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri de boykot pankartını astı.

Resim
                                              İstanbul Üniversitesi

Yıldız Teknik Üniversitesi Kimya Metalurji Fakültesi öğrencileri "ODTÜ'deki arkadaşlarımızın boykot çağrısını sahipleniyoruz ve boykotu büyütüyoruz" diyerek boykot çağrısını fakülteye astı.

Ege Üniversitesi'nde öğrenciler akademik boykotta kararlı olduklarını dile getirdi.

Ege Üniversitesi şölen alanında gerçekleşen basın açıklamasında, "Tüm sıra arkadaşlarımızı verdiğimiz mücadeleyi nasıl güçlendireceğimizi tartışmak, düşüncelerimizi ortaklaştırmak, hep birlikte karar alıp hep birlikte uygulamak için, akademik boykotu hep birlikte örgütleyebilmek için öğrenci meclisleri kurmaya çağırıyoruz" denildi.

Ege’de binlerce öğrenci yürüdü
                                                      Ege Üniversitesi

Dokuz Eylül Üniversitesi’nde ise binlerce öğrenci, kampüs içinde forum gerçekleştirdi. Forumda öğrenciler, yaşadıkları sıkıntıları konuştu. Boykot kararına devam edeceklerini belirten öğrenciler, gözaltı ve tutuklamalara tepki gösterdi.

Resim
                                           Dokuz Eylül Üniversitesi

Galatasaray Üniversitesi öğrencileri "boykot kararını" okul girişine yazarak akademik boykota başladı. Bursa Uludağ Üniversitesi'nde de boykot kararını duyuran öğrenciler akademik boykota başladı.

Resim
                                            Galatasaray Üniversitesi
                                                         ***

Saptamalar ve değerlendirmeler -Oğuz Oyan-

İktidar durmayacak. Duramaz. Bu arada İstanbul BB’ye kayyım atanmasını da gündemde tutmaya devam edecektir. Muhalefet de (CHP) duramaz. Durursa kaybeder.

Türkiye toplumu ve siyaset ilişkileri bir kırılma noktasından geçiyor. 23 Şubat 2025 tarihli Birgün Pazar’da ve 11 Mart 2025 tarihli soL Haber’deki yazılarımda tam da bu konulara değinmiş ve anamuhalefetin farklı bir duruşa geçmesinin kaçınılmazlığı üzerine oldukça sert eleştirilerimi dile getirmiştim. Son bir haftada yaşananlar bu gündemin ne kadar belirleyici önemde olduğunu gösterdi. Şimdi bugüne gelindiğinde söylenecek sözler çok birikmiş durumda. O yüzden maddeler halinde yazmalıyım. Öncelikle olan bitenler hakkında kimi saptamalarla başlayalım; sonra da biraz daha ileriye bakarak değerlendirelim.

Saptamalar

  • İmamoğlu’na yönelik 18 Mart Salı günü diploma ve 19 Mart Çarşamba günü 100’ü aşkın belediyeci ile birlikte gözaltı operasyonlarından sonra Türkiye geniş kitle tepkilerine sahne oldu. 19-23 Mart arasında beş gece boyunca Saraçhane daha önce görülmemiş kalabalıkların olağan miting sürelerini çok aşan saatler boyunca üst üste toplandığı bir gösteri alanına dönüştü. Ülkenin dört bir tarafındaki kitlesel tepkiler de buna eklendi. 23 Mart’taki tutuklama kararları toplumsal tepkileri büyüttü. Bu yazı yazılırken süren 24 Mart Saraçhane mitingi belki de bir zirve oluşturuyor.
  • İstanbul’da Saraçhane belirleyiciydi; ama tepkiler o mekanın ötesine taştı. İstanbul Üniversitesi öğrencileri Beyazıt’tan Saraçhane’ye akmadan önce kendi kampüslerinde eyleme geçtiler; Boğaziçi Üniversitesi ve İTÜ öğrencileri başta olmak üzere benzer tepkiler diğer üniversitelerde de oluştu. Ankara ve İzmir gibi metropollerde de ODTÜ, Dokuz Eylül ve Ege gibi önemli üniversitelerin öğrencileri, tepkilerin en aktif unsurlarını oluşturdular. Büyük metropollerin meydanları dolup taşarken, gece mitingleri süreklilik kazanırken, irili ufaklı birçok kentte -AKP’nin oy deposu sayılanlar da dahil olmak üzere- tepkiler yayıldı ve ülke çapında süreklilik kazandı.
  • CHP’nin örgütlediği veya varlığını hissettirdiği alanlar dışında polis şiddeti çok daha yoğun oldu. Özellikle de Ankara ve İzmir’de. Hatta İstanbul’da ilk günler miting sonlarında CHP yetkilerinin alanlardan çekilmesi sonrasında da polis müdahaleleri hemen artış gösterdi. Bu nedenle özellikle öğrencilerden CHP yetkililerine önemli eleştiriler geldi. Öğrencilerin yürüyüşlerinin polis barikatlarıyla engellenmesine CHP yetkililerinin de ikna/uzlaştırma çabalarıyla dolaylı destek olması ciddi tepkiler aldı.
  • Üniversite öğrencileri toplumsal tepkilerin en ön saflarında oldular, en büyük şiddete de onlar muhatap oldu ve olmaktalar. 24 Mart Pazartesi itibariyle, yani güvenlik güçlerinin gösterici avı henüz devam ederken, gözaltına alınanların sayısı 1.100’ü aşmıştı bile. Bunların çoğu gösterilerde kaydedilen öğrencilerdi; ama gözaltıların gazetecilere ev baskınları biçiminde sürdüğü de görülmekte. Kolluk ve yargı şiddetinin bir caydırıcılık unsuru olarak devreye sokulması devam edecek gözüküyor.
  • Göstericilerin tepkileri sadece İmamoğlu ile sınırlı değildi. Mevcut istikrar programının tüm yükünün emekçi kesimlere bindirilmesi nedeniyle ekonomik ve toplumsal talepler, gelir dağılımının bozulmasına ve Saray şatafatının sürmesine itirazlar önemli başlıklardı. Öğrenciler, yurt ve yemek sorunlarını, üniversitelerinin anti-demokratik biçimde yönetilmesini, İstanbul Üniversitesi gibi en köklü kurumun yönetim kurulunun topluca İmamoğlu’nun diplomasının geçersiz sayılması skandalına imza atarak kariyer hesapları uğruna inanılmaz bir itibarsızlığı sineye çekmelerine haklı ve sert tepkiler verdiler.
  • Meydanları, sokakları dolduran göstericilerin sayısı, mükerrerlikler ayıklansa bile birkaç milyon kişiye ulaşmış görünüyor. Kaldı ki dünküyle birlikte altı günün brüt sayısı bunu rahatlıkla ikiye katlayabilir. Beş haftadan fazla süren Gezi Direnişinin kalabalıklarına beş günde ulaşılması beklenemezdi, ama Gezinin ilk beş-altı gününden daha kitlesel tepkilerin oluştuğu açık. Kuşkusuz iki olay arasında birçok farklılık var. Ama toplumsal tepkinin kitlesellik düzeyi bakımından Geziden sonraki en önemli toplumsal tepki zinciri ortaya çıkmış durumda.
  • Henüz bu olaylar başlamadan önce CHP’nin 23 Mart Pazar günü için planladığı Cumhurbaşkanı aday adayını belirleme “ön seçimi” de kitlesel tepkileri doruğa çıkaran bir eylem oldu. 15 milyona yakın yurttaş 5.500 yerde kurulan sandıklara giderek İmamoğlu için oy kullandılar. Tek aday olduğu için katılımın az olacağı düşünülen bir oy verme işlemi, iktidarın faşist baskısı sonunda birdenbire patlama yapmıştı. Üstelik 1 CHP üyesine karşılık 8 üye olmayan yurttaş sandıklarda kuyruğa girip bu “meydan okuma” eylemine dönüşen oylamada tepkisini beyan etmiş oluyordu. Dolayısıyla, üyelere yönelik bir aday adayı belirleme sürecini “dayanışma sandıkları” konularak iktidarın faşizan uygulamalarına karşı bir meydan okumaya dönüştürmek son derece yerinde bir karar olmuştur. 15 milyon kişinin, CHP seçmenlerinin dahi dışına taşan bir kitlenin harekete geçmesi/geçirilmesi, Gezinin tamamı boyunca sokaklara çıkan insan sayısının aşılması bakımından da kuşkusuz çok anlamlı bir olaydır.
  • AKP/MHP iktidarının saldırganlığına karşı kısa sürede ülke çapında örgütlenen bu devasa mitingler ve direnişler kuşkusuz dünya toplumsal direnişler tarihine geçecek ölçüdedir. Aslında ne 1789 ne de 1917 Devrimlerinin ilk günlerinde bu kadar büyük kalabalıklar toplanabilmiştir. Ama kuşkusuz hareketlerin hedefleri, liderliği ve sınıfsallığı bakımlarından 2025 ile devrim momentleri arasında nitelik farkı vardır. Öte yandan sermayenin iktidarı da hiç olmadığı kadar örgütlenmiştir. Türkiye’de Gezi olaylarının tekrarı olasılığına karşı müdahale hazırlıkları artık çok daha kapsamlıdır.
  • Ayrıca iktidar hegemonyasına, onun yargıyı bir aparat olarak kullanma fütursuzluğuna karşı beklentileri çok aşan tepkiler ortaya çıkmasıyla iktidarın itibarı bundan yara almış ve hedeflerine tam ulaşamamıştır. İstanbul BB’ne kayyım atamaktan -belki de şimdilik- vazgeçmek durumunda kalınması, kuşkusuz Saraçhane’den ve Türkiye’den yükselen kararlı tepkilerin sonucudur.
  • Buna rağmen dünyadan gelen destekler çok cılız kalmıştır. Hükümetler düzeyinde hiçbir resmi destek alınmamıştır. Belediye başkanlarından ve medyadan gelen destekler de sınırlı kalmış ve coğrafi olarak Avrupa’yı pek aşamamıştır. Kuşkusuz bunun jeopolitik nedenleri vardır ve iktidarın bu operasyonlara girişirken bunun hesabını yapmadığı düşünülemez. Ukrayna ve Ortadoğu’da savaş riskleri bitmez hatta büyüme eğilimi taşırken, Türkiye gibi silahlı kuvvetleri güçlü ama zayıflayan yönetici kadroları ve ekonomisi bakımından her an cephe önüne sürülebilecek zaafiyette olan bir ülkenin karşıya alınması göze alınmamıştır. Batı’nın ekonomik ve militarist çıkarları ön plandadır.

Değerlendirmeler

  • İktidar durmayacak. Duramaz. Bu arada İstanbul BB’ye kayyım atanmasını da gündemde tutmaya devam edecektir. Muhalefet de (CHP) duramaz. Durursa kaybeder. CHP’nin kendi dışındaki toplumsal/siyasal kesimleri de eylemli muhalefet içinde tutmayı başarması gerekecektir.
  • Soru şudur: CHP teşkilatları ve özellikle Meclis grubu ve Parti Meclisi üyeleri, böylesine militan ve uzun soluklu bir muhalefet biçimine ne denli uygundur? Aslında bu soru AKP için de sorulabilir. Ancak fark şuradadır ki, iktidar partisi güvenlikçi/idareci kadrolardan ve yargıdan bol miktarda militan devşirebilecek ve sahaya sürebilecek güçtedir. Esasen 22 yıldır en iyi örgütlendiği alan burasıdır; önceleri FETÖ desteğiyle şimdi de fiili koalisyon ortaklarıyla.
  • Öte yandan CHP içinde bütünlüğü hâlâ bozan iç hizipler bulunabilmektedir. Üstelik bu hizipler fikri planda değil Kurultay iptali/CHP’ye kayyım atanması gibi karanlık kariyer hesapları üzerinden ve bir AKP aparatı tarzıyla yapılabilmektedir. Bugünkü eylemlilik halinin devamı, bu küçük hesapçıların tasfiye edilmesi bakımından da kritik olabilir.
  • Faşizan yönetimler, kendi üstlerine yapışmış yolsuzluk, hırsızlık, adaletsizlik, tiranlık, emperyalizme teslimiyet, terör örgütleriyle (başta FETÖ) iş görmek gibi toplum nazarında itibarsızlaştırıcı konumlanmalarını kendi siyasi rakipleri üzerine sıçratarak ilerlerler. Hitler rejiminin bu konularda listesi kabarıktır ve yeni yöntemler aramaya pek de gerek yoktur. Kuşkusuz her zamanın ve ülkenin kendi özgüllükleri vardır; hiçbir şey tam olarak taklit edilemez; gene de zengin bir iftira atma/ karartma/ itibarsızlaştırma/ tasfiye etme vs. repertuarı tarihi olarak hizmete hazır durmaktadır. Tekelci sermayenin faşist partisini oluşturan Nazilerin, “burjuvaziyi Marksist olmakla” (!) suçlamaları (bkz. Hitler, Kavgam kitabı) ve sonuçta Marx’ın Yahudi kökeni üzerinden giderek Yahudi sermayeyi tasfiye etmenin gerekçesi yapmaları, çarpıtmada sınır tanımazlığın örneklerindendir.
  • İngilizcede bir tabir vardır: “Street fighter” yani “sokak dövüşçüsü”; idari/siyasi kariyerleri veya ekonomik/siyasi rekabetleri için kuralsız dövüşenleri kasteder. AKP iktidar koalisyonu yakın zamana kadar bu sıfatla anılabilirdi. Kendisine ısmarlama elbise gibi biçtiği 2017 anayasasına bile uymayabilen, kendi çıkardığı yasaları, kararnameleri bile yeri geldiğinde ayak bağı olarak görebilen bir iktidar için bu sıfat uygundu. Ama 18-19 Mart’tan itibaren başvurduğu darbe sürecini artık bu tabirle anmak çok yetersiz kalacaktır. Ortada bir sivil darbe vardır ve buna direnmemek demek dinci-faşist bir iktidar yapılanmasının kapısını ardına kadar açmak anlamına gelecektir. Nitekim dün akşamki Saraçhane mitingini “faşizme meydan okuyorum” diyerek açan Özgün Özel’in bu gerçeğin (nihayet) farkına vardığı anlaşılmaktadır. Tabii devamını da getirmek kaydıyla.

Sonuç: İleriye dönük öneriler

CHP yönetimi geleneksel hareketsizliğini/edilgenliğini aşan bir sürece girmiştir/girmek durumunda kalmıştır. 2010’dan, Kılıçdaroğlu döneminden beri kendi program ilkelerini bile savunamaz duruma geriletilmiş bir konumdan bugün iktidara meydan okuyabilen bir noktaya gelebilmiştir. Bunu önemsemek gerekiyor. Ama bu kadarı uzun vadeyi kurtarmayacaktır.

CHP, şu iyice sağcılaşmış ve artık sermayenin ve emperyalizmin yörüngesinden çıkamayan “sosyal-demokrasi” yaklaşımı üzerinden kendine bir alan açma fikrinden vazgeçmelidir. CHP’nin hem emperyalizme hem de dinci gericiliğe vereceği yanıtlar Avrupa’da değil kendi geçmişinde, Cumhuriyetin kuruluş evresinde bulunmaktadır. Cumhuriyetin kurucu ilkelerinin önce sahiplenilmesi sonra da -özellikle “emeğin Cumhuriyeti” hedeflenerek- kamucu bir çizgide aşılması, böylece ilerici bir program inşası amaçlanmalıdır. Buna içten ve dıştan yönelebilecek eleştirileri, özellikle de sahiplenilecek bir anti-emperyalist çizgiye ABD, AB, NATO ve (kuşkunuz olmasın) Sosyalist Enternasyonal çevrelerinden gelecek eleştirileri göğüslemeyi göze almadan elbette yola çıkılamaz. Esasen CHP, kendi tarihinden utanmadan /sıkılmadan bunu başarabilecek bir kadro ve program yapılanmasına gitmeden düzlüğe çıkamaz.

                                                        /././

Dublin’den Londra’ya yurtseverler ayakta -Çağdaş Gökbel-

Geçtiğimiz pazar günü, ‘St. Stephens’s Green Park’ta gerçekleşen eylem Türkiye’den İrlanda’ya olan göçün tarihinde yer alacak büyüklükteydi. Bu tarihi kayda geçmek ve buna tanıklık etmek bizim görevimiz...

Türkiye’de anayasal haklar uzun süredir saldırı altında. Bugün saldırılar artık öyle bir noktaya geldi ki, anayasal düzen fiilen tamamen ortadan kaldırıldı. Meseleyi çok fazla uzatmadan nasıl bir yıkımla karşı karşıya olduğumuzu özetlemeye çalışacağım.

Anayasal düzenin fiilen ortadan kalktığı bir ülkede can güvenliği yoktur. Fiilen ne demektir? Ortada bir anayasa olduğu iddia edilir, ancak kimse bu kitapta yazan kurallara riayet etmemektedir. Bu büyük toplum sözleşmesini bugünün iktidar sahipleri tamamen yırtıp atmıştır. Büyük Fransız devriminden bize miras kalan "Cumhuriyet" ideali tamamen ortadan kalkmıştır. İnsanın doğuştan gelen hakları sanki hiç yokmuş gibi davranılmaktadır. Türkiye’de artık bıçak kemiğe dayanmıştır; peki yalnızca Türkiye’de mi?

  • Yaşama hakkının,
  • Toplantı ve gösteri düzenleme hakkının,
  • Seyahat özgürlüğünün ve tüm bu haklardan başlayarak çeşitlendireceğimiz haklardan yoksun bırakılıyoruz. 

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ise "genel oy" hakkına yönelik büyük bir saldırı anlamını taşıyor. Anlaşılıyor ki iktidarın bu çizgiyi geçmesine izin verildiği takdirde, "genel oy" hakkı da elimizden alınacak ve sandık diye kutsamaya doyamadıkları demokrasinin o büyük alameti farikası ortadan kaldırılacak.

İşte bu yüzden milyonlar sokakları dolduruyor, işte bu yüzden Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde insanlar, yurttaş olmaktan gelen haklarını savunmak için mücadele ediyor. Muhtemelen İrlanda tarihinde görülmemiş bir kalabalık ve bir enerji ortaya çıktı. Gençler kendiliğinden örgütlendi, kartonlar alındı ve herkes bir işin ucundan tuttu. Geçtiğimiz pazar günü, ‘St. Stephens’s Green Park’ta gerçekleşen eylem Türkiye’den İrlanda’ya olan göçün tarihinde yer alacak büyüklükteydi. Bu tarihi kayda geçmek ve buna tanıklık etmek bizim görevimiz...

Yazıyı daha fazla uzatmak ve gerçek kahramanları gölgelemek istemiyorum. Bu yazıya son noktayı koymadan önce, şu önemli uyarıyı ekleme ihtiyacı hissediyorum. Türkiye’deki dostlar asla yüzünü batıya dönmemeli. Bunu derdimizi İngilizce anlatmayalım ya da Avrupa kamuoyuna duyurmaya çalışmayalım anlamında ifade etmiyorum. Avrupa’daki ve ABD’deki yönetici sınıflardan kolaycı bir kurtuluş beklemeyelim. Türkiye’deki liberaller ne kadar saçmalarsa saçmalasın artık AB ve ABD onlara atfedilen "medeni değerlerin" biricik temsilcisi değiller. Geçmişte ne kadar böyle oldukları ise ayrı bir tartışmanın konusu. Komşularımızın başına gelenlere bakalım. Irak işgal edildi ve parçalandı. Suriye, uzun ve kanlı bir iç savaşın sonunda IŞİD’in içinden çıkan bir teröristin (Colani) kontrolü altına girdi ve ülkenin geleceği belirsiz. İngiltere, Afganistan’daki Taliban rejiminin yaratılmasında büyük roller oynadı. Şimdi, bu kirli ve karanlık tarihi detaylarıyla yazarak meseleyi fazla uzatmak istemiyorum.

Bugün, tüm bu karanlık işlere imza atmış olan "batı koalisyonundan" ülkemize aydınlanma ve medeniyet taşımasını bekleyemeyiz. Bu koalisyonun ülkemize ve coğrafyamıza taşıyacağı tek şey kan ve gözyaşı olabilir. AKP iktidarının 22 yıllık serüveninin bize bunu öğretmiş olması gerekiyor. Anayasal haklar sadece Türkiye’de saldırı altında değil. Bazıları şaşıracak, bazıları da şok olacak belki ama anayasal haklar ABD başta olmak üzere pek çok ülkede saldırı altında ve insanlık hızla 1789’un gerisine doğru çekiliyor. Bugün, ABD’deki toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliklere bakan bir kişi bu ülkede "özgür seçimlerin" yapıldığını iddia edebilir mi?

Mevcut dünya konjonktüründe AKP gücünü doğrudan batıdan alıyor. AB’den gelen kınama mesajlarına ve demokrasi soslu hamasete inanmayın. İngiltere’nin öncülüğünde kurulacak olan "Avrupa güvenlik mimarisinde" Türkiye çok kritik bir noktada duruyor. Avrupa, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar Türkiye’ye ihtiyaç duyuyor. Yine Trump’ın başını çektiği ve zaman zaman Nazizm emareleri gösteren ABD’deki sağ koalisyon, İsrail’in güvenliği ve Suriye’deki durum yüzünden Türkiye’ye ihtiyaç duyuyor. Amerika’dan gelen mesajlar, Trump ve Erdoğan’ın yaptığı telefon görüşmesi hepsi bize batı koalisyonunun Türkiye’deki demokrasi ve insan haklarını zerre umursamadığını gösteriyor.

Öyleyse umut nerede, nereye tutunacağız?

Bize umut veren şey, Avrupa ve ABD’nin varlığı olamaz! Türkiye’den binlerce kilometre uzakta Dublin’de yaşayan genç insanlarımızı harekete geçiren şey, Türkiye’deki yoksul insanlarımızın direnişidir. Üniversite öğrencilerinin bir biçimde öncülük ettiği ve toplumun tamamına yayılan bu direniş bize gerçek kahramanların kimler olduğunu göstermektedir. Artık kişileri birer fetiş nesnesi ve kutsal lider olarak görmekten vazgeçmeliyiz. Sokaklara çıkan, televizyonların ekranlarında mücadele ederek bir şekilde söz alan gençleri izlediniz mi? Pek çoğu parti yönetimlerine çöreklenen siyasetçilerden ve televizyonları ele geçiren uzman görünümlü şarlatanlardan kat be kat ilerideler. Türkiye’yi bu gençler yönetse kısa sürede ülke yeniden ayağa kalkar. İşte yüzümüzü dönmemiz gereken güç burasıdır. Dublin’de, Londra’da ve batı Avrupa’nın başkentlerinde sokağa çıkan insanlarımızdır. O insanlar, ülkelerini asla unutmadıklarını ve kalplerinin hâlâ Türkiye için attığını açık bir biçimde gösterdiler. Göçmenliğin getirdiği tüm zorlu şartlara rağmen sokaklara döküldüler ve ülkelerine sahip çıktılar. Aşağıdaki fotoğraflara baktığımda saf umudu görüyorum. Umarım okurlar benimle aynı duyguları hisseder. Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!

d1
d2
d3
d4
d5
d6

                                                             /././
Halkın sıradan dertleri -Nevzat Evrim Önal-

Halkın kendi partisinde örgütlenmeye ve o partinin iktidara gelmesi yoluyla kendi devletini kurmaya ihtiyacı var. Bu görevi üstlenebilecek tek parti günlerdir eylem alanlarında, kortejlerinin disipliniyle, sloganlarının netliğiyle ve mevcut pazarlık masasına dahil olmama konusundaki kararlılığıyla kendisini gösteriyor.

Kriz birinci haftasını dolduruyor. Ne var ki, eğer olan biteni anlamak için müzakere ve pazarlıklar siyasetinin “şifrelerini” çözmeye çalışırsanız, kendinizi gazetelerin Pazar bulmacalarındaki gibi bir labirentte bulmanız kaçınılmaz. Zira ne iktidar ne muhalefet cephesinde, ne de bu cepheleri oluşturan partilerin herhangi birinde net bir doğrultu bulunuyor. Hiç kimsenin geri adım atmayacağı ilkeleri, kırmızı çizgileri yok. Kurulan her cümle, verilen her beyanat en az iki anlam taşıyor. Alan kazanmak ya da karşı tarafın bir hamlesini engellemek için her türlü yalan, iki yüzlülük ve kaypaklık serbest.

Altını çizerek söylüyorum, kesinlikle sadece AKP’den falan bahsetmiyorum. Sermaye siyasetinde “aktör” kelimesi, “fail” biçimindeki anlamını tamamen kaybetmiş ve “rol kesen” anlamından ibaret hale gelmiş görünüyor.

Durum böyle, çünkü sermaye siyasetindeki her bir aktör müstakil bir sermaye öbeğinin çıkarlarını savunuyor. Bir ideolojiye sahipmiş, liberal, sosyal demokrat, milliyetçi ya da dinciymiş gibi görünüyorlar ama bulundukları ideolojik taraf bir yerden sonra önemsiz. Önemli olan, savundukları parasal çıkarlar. Bu yüzden göz açıp kapayıncaya kadar taraf değiştiriyor, bir partiden diğerine geçebiliyor ya da bulundukları parti içinde birbirleriyle de kolaylıkla itişebiliyorlar. Çünkü her bir ideoloji kendi içerisinde öyle ya da böyle tutarlı düşünsel bir bütündür; bu yüzden sınırsız sayıda ideoloji yoktur ve olamaz. Ama her bir sermaye öbeğinin, her bir holding ya da tekelin çıkarı, geri kalan tüm holding ve tekellerin çıkarının karşısındadır. Böylelikle sermaye düzeni neredeyse sınırsız çıkarın çatışmasından oluşuyor ve bunun adına rekabet deniyor.

Engels boşuna “rekabet ahlaksızlığın doruğudur” demiyordu.

Devletin bu rekabetin kurallarını koyan ve uygulayan bir yapı olması beklenirdi; ama sermaye kendi devletini de çürütüp her dalgada yıkılan ve bir sonraki dalga gelene kadar alelacele, yamru yumru tekrar inşa edilen kumdan kaleye dönüştürdü. Günümüz dünyasında ne düzen partileri birer ideolojinin temsilcisi ne de devlet bu ideolojilerin her birinin gücü ölçüsünde yer bulduğu bir üst-yapı. Bu modern kurumların hepsi sermayenin sınırsızca birikebilme çabasının ve bu doğrultuda birbiriyle sürekli içinde olduğu rekabetin aşındırıcı etkisi altında çürüyüp dağıldı. Çatışan çıkarlar birbirlerinin üstüne binip hiçbir “aktör”ün kendi başına çözemeyeceği bir Gordion düğümü oluşturdu. Bu aktörlerin her biri yapabileceği tek şeyi yapıyor, ellerinde tuttukları ipe, yani kendi çıkarlarına var gücüyle asılıyor ve böylelikle düğümü daha da kör hale getiriyor.

***

Öte yandan, halkın çok basit, sıradan ve birbirini çelmeyen dertleri var.

Emekçi halk korkunç bir yoksullaşma yaşadı ve daha fazla yoksullaşmamak, kaybettiklerinin en azından bir kısmını geri kazanmak, sağlıklı biçimde beslenebilmek, düzgün konutlarda oturabilmek, hastalandığında tedavi alabilmek, çocuklarını okutabilmek istiyor.

Gençler gittikleri üniversitelerde düzgün, bilimsel eğitim alabilmek, gençliklerini özgürce yaşayabilmek, alacakları diplomaya güvenebilmek istiyor.

Kadınlar horlanmadan, erkek şiddetine uğramadan, ikinci sınıf vatandaş görülmeden, çalıştığında aynı işi yapan erkeğe göre daha düşük ücret almadan yaşayabilmek istiyor.

Hepsini “insanlık onuruna yaraşır bir yaşam” şemsiyesi altında toplayabileceğimiz bu istekler, aslında “talep” bile olmaması, hayatın olağan akışında herkesin sahip olabilmesi gereken şeyler. Ama içinde yaşadığımız düzen öyle alçak ki, bu insanca ihtiyaçların her birini bir lükse, ayrıcalığa dönüştürüp üzerine bir fiyat etiketi takıyor. Bu yüzden yoksul halk günden güne hayal kırıklığı ve öfke biriktiriyor; kendisi bağımsız bir taraf olamadığı için de bu öfkeyi nerede göstermesi mümkünse orada gösteriyor. Birkaç gündür süren olağanüstü boyuttaki eylemlerin açıklaması bu. İmamoğlu bir vesile, aslolan sıradan insanların hayal kırıklığı, mutsuzluğu ve öfkesi.

Ve bu mutsuzluk, hayal kırıklığı ve öfke de her biri kendi çıkarlarının ipini çekiştiren düzen aktörleri için yalnızca bir parametre. Hiçbiri halkın gerçek dertleriyle ilgilenmiyor, yalnızca o dertlerin yarattığı duyguları ve gerilimleri bakıp fırsat-tehdit analizi yapıyor.

***

Bu yüzden emekçi halkın canhıraş biçimde kendi siyasi partisine ve kendi devletine ihtiyacı var.

İhtiyacı var, çünkü sayıları on milyonlarca olsa da, toplumun büyük çoğunluğunu oluştursa da, dertleri ortak olsa da, içinde yaşadığımız düzenin siyaset mekanizmaları otomatik olarak emekçi halkı iktidarsızlaştırıyor ve onu burjuva aktörlere tabi hale getiriyor. Bunu normal koşullarda daha örtülü biçimde, temsili demokrasinin hileleri ve ayak oyunları, barajları ve koalisyonları ile yaparken, bugün içinde olduğumuz olağanüstü koşullarda doğrudan doğruya yüz yıllık seçme ve seçilme hakkını gasp etmeye kalkarak yapıyor.

Buna direnmek mutlak surette bir insan hakkıdır. Ne var ki, halk kendi çıkarlarını sadece direnerek ne savunabilir ne ilerletebilir. On milyonlarca insandan oluşan modern toplumda siyaset doğrudan demokrasi ile değil ancak bir siyasi özne ve onun programı etrafında örgütlenerek yapılır. Düzen kendi devletini ve siyasi partilerini delik deşik edip güvenilmez hale getiriyor olabilir; bu, halkın kendi çıkarlarını savunacak bir özneye olan ihtiyacını azaltmıyor, büyütüyor. Ekmek için de, onur için de, bir kez daha eşit yurttaşlar olabilmek için de, insan kalabilmek için de halkın kendi partisinde örgütlenmeye ve o partinin iktidara gelmesi yoluyla kendi devletini kurmaya ihtiyacı var.

Bu görevi üstlenebilecek tek parti günlerdir eylem alanlarında, kortejlerinin disipliniyle, sloganlarının netliğiyle ve mevcut pazarlık masasına dahil olmama konusundaki kararlılığıyla kendisini gösteriyor. Türkiye Komünist Partisi, mevcut fırtınalı ortamda ısrarla emekçi halkın çıkarlarını vurguluyor: “Mevzu herhangi bir cumhurbaşkanı adayı değil, seçme seçilme hakkının gasp edilmesi” diyor, eylem çağrılarını “Cumhuriyet için, laiklik için, bağımsızlık için” yapıyor.

Bu yüzden, lafı döndürüp dolaştırmadan, uzun ve karmaşık analizlere hiç girmeden yazmak istiyorum. Bugün mutsuzluğunu, hayal kırıklığını ve öfkesini iki yüzlü sermaye aktörlerinin pazarlık masalarına malzeme etmek istemeyen herkesin yeri Türkiye Komünist Partisi saflarıdır.  

                                                             /././

Galata Köprüsü'nde oturma eylemi yapan öğrencilere polis saldırısı

İstanbul'da çok sayıda üniversite öğrencisi Beşiktaş İskele Meydanı'nda buluşup yürüyüşe geçti. Kabataş'tan yürüyen öğrencilerden bir grup Galata Köprüsü'nde oturma eylemi başlattı. Polis öğrencilere saldırdı.(https://haber.sol.org.tr/haber/galata-koprusunde-oturma-eylemi-yapan-ogrencilere-polis-saldirisi-397027)

                                                                 ***

AKP yine 'camiye zarar verildi' yalanına sarıldı, gerici gruptan provokasyon çağrısı

Saraçhane'de dün geceki polis saldırısında çok sayıda yurttaş Şehzadebaşı Camii'nde sıkıştırıldı, Vali Gül camiye zarar verildiğini iddia etti. İBDA-C'ye yakınlığıyla bilinen grup, "had bildirmek" için Şehzadebaşı Camii’nde iftar çağrısı yaptı. Erdoğan da Saraçhane’deki protestoları hedef alarak “cami avlularının meyhaneye çevrildiği”ni iddia etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/akp-yine-camiye-zarar-verildi-yalanina-sarildi-gerici-gruptan-provokasyon-cagrisi-397023)

                                                                   ***

Patron örgütü TÜRKONFED'den çağrı: 'Hukukun üstünlüğü toplumsal güvencemizdir'

İBB'ye yönelik operasyon hakkında açıklamada bulunan patron örgütlenmelerinin çatı kuruluşu TÜRKONFED, "hukukun üstünlüğüne dayalı kurumsal işleyişin esas alındığı bir toplumsal yapı" için çağrıda bulundu.(https://haber.sol.org.tr/haber/patron-orgutu-turkonfedden-cagri-hukukun-ustunlugu-toplumsal-guvencemizdir-397025)

                                                                ***

Kartalkaya bilirkişi raporu: Turizm Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı ve itfaiye müdürlüğü asli kusurlu

Kartalkaya'daki otel yangınına ilişkin bilirkişi raporu hazırlandı. Raporda, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Bolu İl Özel İdaresi, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile yangın önlemi açısından eksiklikler tespit edip gereğini yapmayan Bolu Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü yetkililerinin birinci derecede etkili olduğu belirtildi.

Bolu Kartalkaya Kayak Merkezi'ndeki Grand Kartal Otel'de 21 Ocak'ta yangın çıkmış, 78 kişi hayatını kaybetmişti.

Bolu Cumhuriyet Başsavcılığınca yangına ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında, 31 şüpheli gözaltına alınmış, bunlardan 22'si tutuklanmış, 8'i adli kontrol şartıyla olmak üzere 9'i serbest bırakılmıştı.

Yangın faciasına ilişkin bilirkişi raporu hazırlandı.

Alanında uzman öğretim üyelerinden oluşan teknik bilirkişi heyetince Bolu Cumhuriyet Başsavcılığına rapor sunuldu.

Yangın adım adım nasıl çıktı?

Raporda, yangının saat 03.16 sıralarında otelin 4. katında bulunan restoran kısmındaki "showroom" diye tabir edilen alanda bulunan grill plate cihazının açık olması ve termostatının çalışmaması nedeniyle aşırı ısınmadan kaynaklı toplama kabında bulunan yağda aşırı ısınma ve buharlaşmayla başladığı kaydedildi.

Raporda, yağ haznesinde parlamanın başladığı, burada başlayan ateşin saat 03.24'te yakınında bulunan çöp bidonuna sıçradığı, ateşin buraya bulaşmasıyla yangın büyümeye başladığı belirtilerek, çöp bidonundaki ateşin ise yakınında bulunan LPG fleksi hortumunu erittiği ve saat 03.26'da buradan çıkan gazın alevlenmesiyle yangının kontrol edilemez büyüklüğe ulaştığı anlatıldı.

‘Binanın yapısı ve iç mekanlarda aşırı ahşap dekorasyon malzemesi kullanılması…’

Restoran kısmında LPG gazının etkisiyle büyüyen yangının, önce dumanların merdiven boşluklarının baca rolü görerek üst katlara yayıldığı ve binadaki ahşap kaplama nedeniyle yangının önce otelin üst kısımlarına sonrasında dış kısmındaki kaplamaya sıçrayarak büyüdüğü aktarılan raporda, şu ifadelere yer verildi:

"Yangını mutfak çalışanlarının kişisel çabalarıyla müdahale edilemez zaman fark etmeleri, LPG vanasının pratik olarak kullanılamaz ve müdahale edilemez konumda oluşu, resepsiyon görevlisinin yangını öğrenmesiyle insanları tahliye edilmesi için uyarılmasında gecikmesi, yangın uyarı sistemlerinin çalışmaması veya yetersiz olması, çalışanların otopark ve lobi giriş kapılarını açarak ateşin ve dumanın otel içinde hızla yayılmasına sebep olması, personelin yangına müdahale konusunda bilinçsiz olması, merdiven ve asansörler otelde sonradan yapılan tadilat esnasında çatıdan doğal atmosfere çıkışları kapatılarak 11. ve 12. kat yerleşim yeri olarak düzenlendiğinden yangın gazları merdivenleri baca olarak kullanmış ancak dış atmosfere tahliye edilemedikleri için kısa sürede tüm oda katlarının (koridorlar ve odalar dahil) süratle zehirli ve yanma gücü yüksek gazlarla dolması, binanın yapısı ve iç mekanlarda aşırı ahşap dekorasyon malzemesi kullanılması, binanın arka cephesindeki yanıcı yalıtım malzemesinin yanıcı olması..."

İkinci yangının nedeni ne?

Raporda, asansörlerle ilgili değerlendirmede, “Binaların Yangından Korunması Hakkında Yönetmelik şartlarını sağlamadığı, asansör boşluklarının baca vazifesi gördüğü, yangının ve dumanın diğer katlara yayılmasında etkili olduğu görüldüğünden binadaki tüm asansörlerin ve özellikle makine dairesi asansörlerin yeterli havalandırma ve dumandan arındırma bacası bulunmadığı, dumanın katlara yayılmasını engelleyecek asansör kuyularının basınçlandırılmadığı, dosya kapsamında asansör basınçlandırma hesapları yer almamıştır” ifadesi yer aldı.

Keşif sırasında söz konusu basınçlandırma yapıldığına dair emareye rastlanılmadığı aktarılan raporda, herhangi yangın veya duman sızmasına karşı dayanımı ve yangın algılama sisteminden sinyalin iletilmesini sağlayan bağlantıların bulunmadığı, bu durumda asansörlerin binada yangın tehlikesine dair sinyal gelmediğinden normal çalışma rejiminde çalışmasını asansör ekipmanlarının yangından tahrip olana kadar sürdürdükleri anlatıldı.

Raporda, "White Fox" isimli bar alanı otel dış cephesinde kullanılan ahşap baskılı XPS malzemelerin yanarak çatı üzerine akması/düşmesiyle çatıdan başlayarak bu alanın da yanmasına neden olduğu belirtilerek, "White Fox" barın duvar bitişik olan, sentetik ve genellikle kolay yanıcı kıyafetler ve kayak malzemeleri bulunan alanda ikinci yangına neden olduğu kaydedildi.

‘Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın gerekli tüm denetimleri özensiz ve yetersiz yaptıkları saptanmıştır’

Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 2008'den bu yana yaptığı 13 denetimde esas itibarıyla işletme kalitesiyle ilgili denetim yaptığı tespit edilse de insan ve çevre sağlığıyla mal ve can güvenliğinin sağlanmasına, müşterinin haklarının korunmasına yönelik tedbirleri denetlemekle de görevli olduğu belirtilen raporda, “Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkililerinin yukarıda izah edildiği üzere özellikle can ve mal güvenliği, personelin niteliği ve eğitim düzeyi başta olmak üzere gerekli tüm denetimleri özensiz ve yetersiz yaptıkları, mevcut eksiklikleri tespit etmedikleri saptanmıştır” ifadesine yer verildi.

Otelin belediye mücavir alan sınırları dışında da olsa talep halinde belediyenin yangın denetim raporu düzenleyebileceğine işaret edilerek bununla ilgili olarak 2007 ve 2024 tarihlerinde talep üzerine denetim yapıldığının belirtildiği raporda, ilk olarak 22 Kasım 2007'de Bolu Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü tarafından “itfaiyenin yangın denetim raporunun yetersiz ve eksik inceleme yapılarak düzenlendiği”nin tespit edildiği aktarıldı.

Kartalkaya'da yangın! Grand Kartal Otel kaç senelik? Yangın neden başladı?  - Köroğlu Gazetesi | Bolu son dakika haberler

‘LPG kullanımından kaynaklanabilecek tehlikeler için gerekli risk analizleri yapılmamış’

Otel yetkililerinin talebi doğrultusunda Bolu Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü tarafından 16 Aralık 2024'te yapılan denetimde, Bolu Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü tarafından, altında denetim ekibi, altında bir imza ve iş yeri yetkilisi, altında C.Ö. ismi ve imzası bulunan 16 Aralık 2024 tarihli "İnceleme ve Denetleme Kontrol Formu" düzenlendiği belirtilerek, söz konusu belgeye göre 8 yetersizlik tespit edildiği vurgulandı.

Bolu Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü İnceleme ve Denetleme Kontrol Formu'nda yer alan maddeler ile bilirkişi heyetinin tespitleri de raporda şöyle sıralandı:

"Bina tahliye planları ve yangın ekipleri oluşturulmuş mu? (Yeterli olarak işaretlenmiştir ancak otelin mevcut durumu dikkate alındığında söz konusu bu karar kesinlikle hatalıdır). Isı kaynakları kontrolü (Yangın emniyeti açısından önemli olmasına rağmen değerlendirilmemiştir.

Heyetimizce yerinde yapılan incelemede muhtelif akaryakıt tankları, depoları, standart dışı bidonlarda benzinler, muhtelif LPG tüplerinin vs. dikkate alınmadığı tespit edilmiştir).

Parlayıcı ve patlayıcı madde değerlendirmesi (LPG ve doğal gaz algılama dedektörü vb. hususu yangın emniyeti açısından çok büyük önem arz etmesine rağmen hiç değerlendirilmemiştir. Tesiste bulunan LPG depoları ve dağıtım hatları ile ilgili tesisat kurulum ve onay belgeleri talep edilmemiş, sorgulanmamıştır.

Özellikle insan yoğun alanlarda LPG kullanımından kaynaklanabilecek tehlikeler için gerekli risk analizleri yapılmamıştır."

‘Bolu Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü’nün Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkililerine bildirmesi gerekirdi’

Dosyadaki bilgi ve belgelere göre itfaiye denetimiyle ilgili rapora ilişkin, aynı şirket bünyesinde bulunan Gazelle Otel Müdürü'nün, itfaiye müdürlüğünden sorumlu belediye başkan yardımcısı ile görüşerek raporun usulsüz bir şekilde iptal edilip, Grand Kartal Otel binasına zeminden bitişik ve otelden girip çıkılabilen bir mekan olan 70 metrekare kapalı alana sahip kafe restoranla ilgili "yangına uygunluk" raporu tanzim edilmiş olduğu tespitine de raporda yer verildi.

Raporda, Bolu Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü ile ilgili "Bahse konu eksikliklerin can ve mal güvenliği açısından oluşturdukları tehlikeler dikkate alındığında, itfaiye yetkililerinin tespit ettikleri eksiklikleri mutlaka elektronik ortamda kayıt altına alması, raporun tutulduğu gün iş yeri açma ve çalışma ruhsatı vermeye yetkili olan İl Özel İdaresi/Valilik ile tesisin tüm birimleriyle bütünleşik turizm işletmesi olması nedeniyle Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkililerine bildirmesi gerekirdi. Söz konusu kritik bildirimin yapılmamasından dolayı talep üzerine tesis bünyesinde denetimi eksik yapan itfaiye yetkililerinin görevlerini gereği gibi ifa etmediğinden dahili olan yetkililerin cezai sorumlulukları ayrıca değerlendirilmesi gerekir" ifadesi yer aldı.

Raporda, otel ile ilgili yapı ve yapı kullanım ruhsatı verme, umuma açık istirahat ve eğlence yerlerinin ruhsatlandırılması (iş yeri açma ve çalışma ruhsatı) ve önceden ruhsatlandırılması yapılan yerlerin denetimlerinin İl Özel İdarelerinin yetki ve sorumluluğunda olduğu belirtilerek, otelde yangına karşı gerekli önlemlerin alınıp alınmadığını periyodik sürelerde olmasa da denetleme görev ve sorumluluğunun bulunduğu kaydedildi.

‘Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının denetim yetkisi ve sorumluluğu bulunmaktadır’

Raporda, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı açısından doğrudan yangın önlemelerinin alınıp alınmadığını denetleme yetkisi olmadığı belirtilerek, "İş sağlığı ve güvenliğine ilişkin işverene mevzuatla yüklenen yükümlülüklerin yerine getirilip getirilmediği konusunda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının denetim yetkisi ve sorumluluğu bulunmaktadır. Söz konusu otel bakımından iş sağlığı ve güvenliği açısından gerekli tedbirlerin alınıp alınmadığı bakımından Bakanlığın denetim sorumluluğu bulunmaktadır" ifadesi kullanıldı.

Raporda, otelin Sürdürülebilir Turizm Sertifikası yönünden denetleyip belge düzenleyen FQC Global AŞ firması tarafından denetim ve raporlamada, iş sağlığı güvenliği uzmanı olmadığı halde varmış gibi ifade edildiği, yetersiz ve eksik Acil Eylem Planını uygun olarak değerlendirdiği aktarılarak, yangın ihbar ve otomatik söndürme sisteminin olup olmadığına ve çalışır halde bulunup bulunmadığına değinilmediği, özellikle restoran ve lobi alanında yangın algılayıcılarının mevcut olmadığının belirtilmediği anlatıldı.

Kartalkaya'da otel yangını faciası... Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri  Ersoy: "Otelde iki tane yangın merdiveni var"

‘Kusurların ağırlığına göre sınıflandırılmaya gidildi’

Raporun sonuç ve kanaat kısmında ise yangın nedeniyle alınmayan önlemlerden ve yapılan yanlış uygulamalardan kaynaklı sorumluların kısmen tespit edilmeye çalışıldığı belirtildi.

Kurumların birinci derece etkili oldukları aktarılan raporda, gerçek ve özel hukuk tüzel kişilerin yönünden ise birinci derece asli, ikinci derece asli, birinci derece tali ve ikinci derece tali kusurlu şeklinde kusurlarının ağırlığına göre sınıflandırılmaya gidildiği kaydedildi.

Raporda, olayın öngörülebilir, basit önlemlerle engellenebilir ve sonuçları yok edilebilir yangın olduğu, belirtilen ihmaller zincirinin olayın gerçekleşmesi, engellenememesi, yayılması ve çok fazla kişinin hayatını kaybetmesiyle doğrudan ilişkili ve illiyet bağının birçok noktadan birden fazla kere kurulduğu belirtilerek, şu ifadelere yer verildi:

“Otelin işletme belgesini veren ve onaylayan Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilileri inceleme konusu olayda denetim süreçlerinde yetersiz kaldıklarından, Bolu İl Özel İdaresi yetkilileri gerekli denetimleri zamanında ve gereği gibi yapmadıklarından, Bolu Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü yetkilileri gerekli tüm denetimleri özensiz ve yetersiz yaptıkları, mevcut eksiklikleri gereği gibi işlemediklerinden, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yetkilileri gerekli denetimleri zamanında ve gereği gibi yapmadıklarından birinci derecede etkili olmuşlardır.”

Raporda, otel sahipleri ve yönetim kurulu üyelerinin eksiklikleri bilerek gidermemeleri ve birden fazla sayıda ihmal sebebiyle otelin işletmesinden sorumlu genel müdür ve sıralı yetkili yöneticilerin eksiklikleri bilerek gidermemeleri ve birden fazla hususta gerçekleştirdikleri ihmaller sebebiyle mimari proje sorumlularının binanın tasarımındaki yanlışlıklar sebebiyle, görev yapmış iş sağlığı ve güvenliği uzmanlarının riskleri doğru öngöremedikleri, gerekli önlemlerin alınmasını sağlamadıkları, iyileştirme ve düzeltmeleri yapmadıkları ve ilgili makamlara bildirimde bulunmadıklarından, otelde kurulu LPG tesisatında yukarıda belirtilen ihmalleri gerçekleştiren yetkili ve sorumluların birinci derecede asli kusurlu olduğu belirtildi.

‘Güvenli Turizm Sertifikası veren ve otel yönetimini doğru yönlendirmeyen denetim kuruluşu FQC Global AŞ firması asli kusurlu’

Raporda, mutfakta yangın sırasında görevli personel, otelin sorumlu teknik personeli, yangın sırasında çalışan resepsiyon görevlisinin birinci derecede tali kusurlu olduğu aktarılarak, şunlar kaydedildi:

"Otelin asansörlerinde yukarıda belirtilen ihmalleri gerçekleştiren yetkili ve sorumluları, proje müteahhidinin ve sorumluların tasarımı yanlışlıklar içeren projeyi dahi projeye uygun şekilde imal etmediğinden, projeyi tasarlayan, uygulayan ve onay veren gerçek ve/veya tüzel kişiler otelde sonradan yapılan tadilatlarda merdiven ve asansör tepe noktalarını konaklama alanına dahil ettiklerinden, otele Sürdürülebilirlik ve Güvenli Turizm Sertifikası veren ve otel yönetimini doğru yönlendirmeyen denetim kuruluşu FQC Global AŞ firması yetkilileri ikinci derecede asli kusurludur. Sorumlu/yetkili teknik personelin sorumluluğu altında çalışan diğer teknik personel ikinci derecede tali kusurludur."

Raporda ayrıca otele ve çıkan yangının ilk anları ile yangın sonrasına ait fotoğraflar ile çeşitli kroki ve belgeler de yer aldı.

                                                          ***

Doğan Öz'süz 47 yıl geçti -Ali Rıza Aydın-

"İnsanlık düşmanlarına, piyasaya, gericiliğe, yozlaşmaya, işbirlikçiliğe ve sömürüye karşı bütünsel mücadele veren, devleti ve hukuku toplumsal ilişkilerin ürünü olarak gören şair ruhlu insandı. Yaşama ve olaylara sınıfsal baktı, katli sınıfsaldı."

24 Mart 1978’de planlı olarak vahşice katledildiğinde 44 yaşındaydı Savcı Doğan Öz.

47 yılın yarıya yakını (23 yıl) AKP dönemiyle, çoğunluğu (45 yılı) 12 Eylül darbesi, hukuku ve devamıyla geçti. AKP bu hukukun üzerine kendi hukukunu ve hukuksuzluğunu, yönetim biçimini, keyfiliğini ekledi. 

Artık hukuk kılıfına yargı kılıfının da eklendiği dönemdeyiz. Artık seçme ve seçilme hakkının gasp edildiği, halk için hiçbir şeyin yönetilemediği, devletin ve hukukun holdinglere ve tarikatlara hizmete dönüştüğü, toplumsal kaynakların sermayece yağmalandığı, laikliğin ve cumhuriyetin sömürücüler ve gericilerce yok edildiği dönemdeyiz. 

Bu düzenden bir an önce kurtulmak için düzenlenen eylemlere katılan Yurtsever Hukukçular, Ankara’da Nazım Hikmet Kültür Merkezinde 21 Mart günü yapacakları 47. yılın anma etkinliğini ertelemek zorunda kaldı. 

Hukuku ve yargıyı çıkarlarına uygun biçimlendiren ve kullanan siyasal iktidar kendisi ve yandaşları için cezasızlığı, karşıtları için düşman ceza yöntemini uygulayacak düzeni her geçen gün yaygınlaştırarak uyguluyor. 

Yargı, Tahsin Yücel’in “Gökdelen” romanındaki gibi özelleştirilemedi ama “siyasal iktidara özel” duruma getirildi. Adına “adalet” denilenin “adaletsizlik” olduğu her geçen gün birçok olayda kanıtlanıyor. Aslında kanıtlanan, eşitsizliğin olduğu yerde adaletin de olamayacağı. 

Savcı Doğan Öz, Savunman Halit Çelenk ve Yargıç Ali Faik Cihan’ın başa oturduğu sav-savunma-karar ustaları adalet savaşımlarında hep adaletsizliği yaratan koşullara dayandılar. Bu uğurda yargılanmaktan da kurtulamadılar. Önce insan, sonra hukukçu oldular. 

Doğan Öz 1972 yılında, ölüm cezasının kaldırılması hakkında bir bildiriye imza koyduğu için hakkında açılan soruşturmaya yaptığı savunmasında şöyle diyordu: “Çağdaş ceza hukuku artık ‘doğuştan suçlu tip’ kavramını, kişiyi suça iten toplumsal ve ekonomik etmenleri yok etmeden kabul etmemektedir. Suçlu insan yoktur; suça itilen insan vardır”.

İnsanı suça iten nedenleri ve suçun kaynağını sorgulayan, kontrgerillanın üzerine giden; yolsuzluklara, devlet güvenlik mahkemelerine, Batı’nın istihbarat örgütlerine, idam cezasına, siyasi ve ekonomik işlevi açık faşist örgütlenmelere ve çetelere, yolsuzluklara, Komünizmle Mücadele Derneğine karşı savaşım veren bir hukukçuydu.

İnsanlık düşmanlarına, piyasaya, gericiliğe, yozlaşmaya, işbirlikçiliğe ve sömürüye karşı bütünsel mücadele veren, devleti ve hukuku toplumsal ilişkilerin ürünü olarak gören şair ruhlu insandı. Yaşama ve olaylara sınıfsal baktı, katli sınıfsaldı.  

Düzeni sorgulamasına izin verilmediği gibi katili İbrahim Çiftçi Askerî Mahkeme tarafından dört kez idama mahkûm ettiği halde Askerî Yargıtay soruşturmadaki kimi noksanlıklar nedeniyle her seferinde Mahkeme kararını bozdu. Son bozma kararında yargılamayı yürüten Askerî Mahkeme, gerekçeli kararında yargı tarihine geçecek kararı vermek zorunda kaldı. “İtiraz üzerine verilmiş olsa dahi Askerî Yargıtay Daireler Kurulu kararlarına direnilemeyeceği muhtelif Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararlarından anlaşıldığından ayrıca Askerî Yargıtay Daireler Kurulu kararları mahkemeleri bağladığından Mahkememiz eski kararında direnememiştir. Bir oy farka dayansa da sekizde yedilik oy çokluğuna dayanan Askerî Yargıtay Daireler Kurulu’nun bozma ilamına, hukuki zorunluluk nedeniyle uyulmuş”tur diyerek sanık İbrahim Çiftçi’nin beraatına karar verdi. 

Böylece 1970’lerdeki birçok cinayette olduğu gibi, akla sığmayacak yollarla ve kararlarla, faili belli cinayetler faili meçhul (!) gibi cezasız kaldı. 

Tetiği çekenlerin dahi cezalandırılmadığı ortamda emir verenler ve düzen bugünlere geldi. Yargı da aynı düzenin parçası yapıldı.

Doğan Öz katliamıyla hem hak aramanın ve yargının çürütülmesinin yolu açıldı, hem de hukuk ve yargının düzen içi hallerini analiz ederek toplumcu gerçekçiliği arayan mücadele insanlarının yolu kapatılmak istendi. Ardından 12 Eylül 1980 darbesi ve devamıyla, AKP’yle bugünlere gelindi. 

“Dostlar biz ölmeyiz / 

Yarının doğması bizden yana / 

Kötülerin savaşına savaş açtık / 

Hak bizden yana” ve “Onurlu bir savaş sürer yurtta / 

Tutsaklığı onursuzluğu yok etmeye yönelen” dedi Doğan Öz. 

Sömürülenler için adaletin sömürüden kurtulmakla geleceğinin inancını taşıyan devrimciliğiyle unutulmayacak, yaşamaya devam edecek. Saygıyla anıyoruz.

                                                     /././

Zor günler -Engin Solakoğlu- 

Akepe iktidarı zor günler yaşıyor. Çıkabilir mi? Biz izin vermezsek çıkamaz. Şu an Türkiye’de direniş hattı Cumhuriyet ve seçme hakkıdır. Bu direnişin arkasında “renkli devrim” görenler en az günlerdir Brüksel ne diyecek diye boynu tutulanlar kadar ahmaktır.

Akepe iktidarı zor günler yaşıyor. Buradan çıkabilir mi? Çıkabilir. Akepe iktidarı ülke içinde giderek daralan bir azınlığın desteğine sahipken dışarıda durum öyle değil.  Trump yönetiminin ABD “sen benim sırtımı kaşı ben de seninkini” politikasını uygulamak konusunda hiçbir kısıtı yok. 

İki yönetim arasında bir süredir devam eden zemin yoklamaların somut bir sonuca doğru ilerlediğini bu hafta öğrendik. Frenkçe söylersek CAATSA yaptırımlarının hafifletilmesi, Türkçe konuşursak Türkiye’nin yeniden F-35 programına geri alınması ve “rektifiye” F-16 uçakları satışının gerçekleşmesi. Bunlar bedava değil elbette. Silahlara ödenecek bedeli çok aşacak siyasi ve diplomatik bedeller karşımızda duruyor.

ABD tarafının açıklamalarına bakılırsa Akepe’nin karşısına konan ilk somut talep S-400 bataryalarına dair. “Neslin deden, ceddin baban” nidalarıyla alınan ve halka Akepe’nin kurgusal anti-emperyalizminin nişanesi olarak pazarlanan hava savunma sistemi buharlaştırılacak. Bunda bir  yenilik yok. ABD öteden beri bu “kötü örnek” ortadan kalksın, kendi av sahasında avlanmaya kalkışacak yabancı avcılara da ibret olsun istiyor. Trump ile Erdoğan arasında yapılan telefon görüşmesine dair haberlerde beni şaşırtan S-400 bataryalarının Türkiye’deki bir ABD üssüne teslim edilmesi olasılığına dair kısım oldu. Üstelik bu unsuru iktidarın operasyon hesaplarında da gördüğüm için güçlü bir olasılıktan söz ediyor olabiliriz.

Burayı biraz açalım. ABD’nin hem siyasi hem ticari gerekçelerle istemediği bir silah alımı yaptınız. Aldığınız silahın teknik özellikleri, yararı filan ayrı bir hikâye. Yalnız şu kadarını biliyorum. 2 bataryalı bir hava savunma sisteminin 780 bin km2’lik bir ülkeyi koruması mümkün değil. Bırakın ülkenin tamamını, hava üslerinizin ve stratejik varlıklarınızı koruması da imkânsız. Ama oldu bir kere. Alım yapıldı. Sebeplenenler sebeplendi. Güzel. Bunun kullanılamayacağı zaten belliydi. Bu kez de siyasi pazarlık konusu olarak kullandınız. O da makul sayılabilir asimetrik ilişkilerde. Sonuçta pazarlığı yaptığınız güç sizi iktidara taşımış. Siz besleyen eli ısıracak değilsiniz her halde. Bu silah sistemini aldığınız ülkeye iade edebilirsiniz. Kabul etmezse de kendi deponuza kaldırabilir ya da Rusya’yı da ikna ederseniz silah piyasası bakımından daha liberal görünen bir “dost” ülkeye gönderebilirsiniz. Fakat Rusya’dan aldığınız bir silahı ABD’ye teslim etmek nedir? Hadi çok çaresizdiniz, koltuk altınızdan kayıyordu ona da razı oldunuz diyelim. O silahı kendi topraklarınızı işgal etmiş bulunan bir ABD üssüne teslim etmek ne anlam taşır? Bu, aksini iddia etmenize, dünya liderliği iddianıza, muhayyel imparatorluk ve fetih palavralarınıza karşın kendi topraklarınızda egemen olmadığınız üsler bulunduğunun ve hiyerarşik konumunuzun düşüklüğünün itirafıdır.

Biz böyle bir teslimiyetçiliği tarihimizde ilk kez görmüyoruz. Koltuk veya taht korumak uğruna böyle bir tavize razı olmak, ikinci Mondros mütarekesidir. Şaşırtıcı değil. Bağımsızlıktan nasipsizlik, ülke yerine koltuk tercihi şu andaki  yönetimde bulunan siyasi geleneğin fıtratında mevcuttur.

Mondros mütarekesi ile benzerlik burada biter. Önümüzde şekillenen pazarlık süreci salt yabancı bir iradenin boyunduruğunu kabullenmekten ibaret değildir. Aynı zamanda halkının canını o iradenin çıkarlarına kurban edebilme taahhüdüdür. ABD nerede olmanı istiyorsa orada bulunmanın, ABD-İsrail planlarının sadık bendesi olmanın ilânıdır.

Akepe iktidarı zor günler yaşıyor. Buradan çıkabilir mi? Çıkabilir. Avrupa Birliği’nden gelen sözde tepkilerin hiçbir ciddiyeti ve zorlayıcılığı yoktur. Esasen Avrupa sisteminin elinde siyaseten etkili olabilecek tek bir enstrüman bulunmaktadır. O da Avrupa Konseyi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'dir (AİHM). Çok karıştırıldığı için tekrarlayalım. Avrupa Konseyi’nin ve AİHM’in Avrupa Birliği ile organik bir bağlantısı yoktur.  Bununla birlikte Konsey ülkesi ülkelerinin çoğunluğunun AB üyesi olmasından ötürü arada bir etkileşim mevcuttur. Rusya’yı tek kalemde Konsey üyeliğinden çıkartıveren Avrupa “aklı”nın Türkiye’de on yıllardır süren hukuksuzluğa, AİHM kararlarıyla dalga geçilmesine  sesini çıkartmaması, Konsey’in ihraç mekanizmasını işletmemesi Akepe’nin Avrupa’da da arkasını sağlam bir kazığa oturttuğunu göstermektedir. O kazığın üstünde Gümrük Birliği ve Geri Kabul anlaşmaları yazılıdır. Hatta şimdi o kazığın üstüne “savunma işbirliği” ibaresini de kondurmak için hazırlıklar sürdürülmektedir. Avrupa sermayesi ve o sermayenin kontrol ettiği iktidarlar Akepe’den bu yüzden memnundur. Akepe’nin yerini alabilecek herhangi bir burjuva iktidarının dahi en azından aylar sürebilecek yeni bir pazarlık süreci başlatabileceğinden kaygı duyduğu için Türkiye’de değişim istememektedir. İkinci Mondros mütarekesini ve benzerlerin göz kırpmadan imzalayabilecek bir siyasi yapı Avrupa sermayesinin “yüksek” çıkarları bakımından tercih sebebidir. “Düvel-i Muazzama”ya boyun eğmek Hürriyet ve İtilaf Fırkasının takipçilerinin fıtratında mevcuttur.

Akepe iktidarı zor günler yaşıyor. Buradan çıkabilir mi? Çıkabilir. Biraz önce Merkez Bankası’nın pazartesi günü yabancı finans kuruluşlarıyla toplanacağı haberi geldi. Uluslararası finans çevreleri  Akepe’den memnundur. Akepe sayesinde ülke onyıllardır kaz gibi yolunmaktadır. Birçok iktisat hocasının yinelediği gibi, kısa vadeli para girişlerine sağlanan yüksek gelir mali sermayeyi mutlu etmektedir. Bunların gak guguk hak hukuk derdi yoktur. Vurup kaçarlar. Kimilerinin ileri sürdüğü gibi istikrarsızlıktan da şikâyet etmezler. Aksine bu gibi her kriz vurup kaçmak için yeni bir fırsat yaratır. Kokuyu alır kaçarlar, tavizi alır dönerler. Merkez Bankası’nın toplantısı emekçi halkın ekmeğinden kesilerek yaratılacak yeni tavizlerin, daha da ağırlaşacak yoksulluğumuzun habercisidir. Düyun-u Umumiye’ye boyun eğmek  “Ulu Hakan”n takipçilerinin fıtratında mevcuttur.

Akepe rejimi zor günler yaşıyor. Buradan çıkabilir mi? İktidar değişim dinamiklerini uluslararası aktörlere teslim ederseniz, ABD ne diyor, Avrupa ne diyor, sermaye ne diyor diye ağzınızı açarsanız çıkabilir. Medusa’nın Salı belgeselinde mahduma anlatılır gibi anlatıldığı üzere Akepe bize bu üçlünün ve ülkedeki uzantılarının armağanıdır. Getiren götürür denebilir ama getirenin götürmesi için sağlam bir rahatsızlık gereklidir. O da şu anda ortalıkta görünmemektedir.

Kimilerinin hâlâ ahmakça bel bağladıkları çevrelerin Türkiye’yi oturtmuş oldukları çerçeve bellidir. Türkiye emekçisi aç karnına üretecek, çocukları emperyalizmin cephelerine sürülecek ve sermayenin kasaları dolmaya devam edecektir. Türkiye halkının, eşitlik, özgürlük, insan gibi yaşamak gibi asgari taleplerinin bu çevrelerin gözünde hiçbir değeri yoktur. Tümüyle çarpık ve “kültürcü” bir bakışla Türkiye’nin böyle bir kara düzeni hak ettiği inancındadırlar. Gözlerindeki Türkiye Mondros ve Sevr’dir. Onlara göre, Lozan, Montrö ve Türkiye Cumhuriyeti, devrimleriyle ve yarattığı toplum modeliyle  tarihin bir yol kazasıdır ve düzeltilmelidir. 

Akepe iktidarı zor günler yaşıyor. Çıkabilir mi? Biz izin vermezsek çıkamaz. Şu an Türkiye’de direniş hattı Cumhuriyet ve seçme hakkıdır. Bu direnişin arkasında “renkli devrim” görenler en az günlerdir Brüksel ne diyecek diye boynu tutulanlar kadar ahmaktır. Türkiye’nin “renkli devrimi” 2002 yılında gerçekleşmiştir. Türkiye halkı şimdi Cumhuriyetini geri almak için harekete geçmiştir. Ne iktidar ne muhalefet tarafından durdurulamaz. Durdurulamamalıdır. Halkın talebi sonuna kadar haklı, hayat kadar meşrudur. Bu halk Mondros’u imzalayanlara, Duyun-u Umumiye’yi kuranlara, işgal subayları karşısında temenna edenlere  boyun eğmediği gibi, onların uzantılarına da  boyun eğmez.

Cam kürem yok. Bu işin sonu ne olur diye soranlara verilecek peşin bir yanıtım da. Üniversitelerde süresiz boykot belirleyici bir etki yaratmayabilir. Genel grev çağrıları Türkiye’deki sendikacılığın içinde bulunduğu sefalet yüzünden şimdilik yanıtsız kalabilir. Ölçüsüz, vicdansız kolluk şiddeti sokağı bir süre sonra yıldırabilir.

Bir tek şunu söyleyebilirim. Benim dün gece Saraçhane’de, partimle ve çark çekicin altında yürüdüğüm dönüş güzergahında ve gecenin birinde tıklım tıklım Marmaray vagonlarında gördüğüm halk bu deli gömleğine ilanihaye razı olmaz. Ama bugün ama yarın ama üç ay sonra o gömleği paralar ve kendisini küçümseyenlerden hesap sorar. 
Akepe iktidarı zor günler yaşıyor. Çıkabilir mi? Çıkabilir ama ileride daha zor günler yaşamak üzere...                             

                                                  /././

soL





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -19 Haziran 2025-

İsrail yardım ve şarj noktalarında toplanan Gazzelileri hedef alıyor: Bir günde 69 Filistinliyi katletti -soL- Gazze’deki Sağlık Bakanlığı’n...