T-24 "Köşebaşı+Gündem" -24 Mart 2025-

İmamoğlu’nun ifadesi: Benim mal varlığım bir yüzükle yola çıkılan uydurma siyasi yaşam hikâyelerine benzemez!

“Cumhurbaşkanı, seçimlerde kaybettiği İBB ve ilçeleri ele geçirme sürecini yargı üzerinden yürütmektedir. Yürütülen bu sistemli operasyon, ekim ayında Başsavcının İstanbul’a tayini ile başlamıştır. Kula kulluk eden insandan adalet bekleyecek değilim!"

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun, İBB’de “yolsuzluk” iddialarına ilişkin soruşturma kapsamında “örgüt lideri” olduğu iddiasıyla sevk edilerek tutuklandığı hakimlikteki ifadesi ortaya çıktı. İmamoğlu savunmasında,  “Siyasi mücadelesini namertçe veren insanların yargıyı bir aparat olarak kullandıklarını yaşamaktayım. Uydurma suçlarla Ekrem İmamoğlu’nun itibarını zedeleyeceklerini düşünüyorlar. Kazanmak için her yolu mubah görmektedirler, bugün yaşanan bunun sonucudur. Algı yaratmak, leke atmak, aylar öncesinden bugünün mahkemesinin gününü veren, bugünkü mahkemenin işaretini veren ‘turpun büyüğü heybededir’ diyen Cumhurbaşkanının talimatı yerine getirilmiştir”  dedi. 
31 Mart seçimlerini hatırlatan İmamoğlu“Son seçimde İstanbul’da 1 milyonun üzerinde fark yiyen 17 bakan ve kendisi birebir onlarca mitingle İstanbul’da mücadele edip kaybeden Cumhurbaşkanı İstanbul’da kaybettiği İBB ve muhtelif ilçeleri ele geçirme sürecini yargı üzerinden yürütmektedir. Benim mal varlığım 3 nesildir devam eden aile şirketimden gelmektedir, bir yüzükle yola çıkılan ve uydurma siyasi yaşam hikayelerine benzemez, asildir” diye konuştu. Yargıyı da eleştiren İmamoğlu, “Yürütülen bu sistemli operasyon, ekim ayında Başsavcının İstanbul’a tayini ile başlamıştır. Dedikoduları İstanbul'un bütün sokaklarını sarmış olan bu şahıs yaranmak adına uydurma dava üstüne dava açarak hedefine varmak adına her türlü kötülüğü yapmaya hazır ve nazırdır. Kula kulluk eden insandan adalet bekleyecek değilim. Bütün bunlar İstanbul'dan Ankara'ya talimatları yerine getirme, kula kulluk etme vazifesinin sonucudur” dedi.

“Yargı aparat olarak kullanılıyor”

İmamoğlu’nun İBB’de yolsuzluk iddialarına ilişkin soruşturma kapsamında tutuklandığı İstanbul 10. Sulh Ceza Hakimliği’nde yaptığı savunmasında çok sert cümleler kurması dikkat çekti. Emniyet ve savcılık sorgularının aksine, bu kez çok daha sert ifadeler kullanan İmamoğlu ifadesinde özetle şunları söyledi: “Hakkımdaki bütün iddialar uydurma ve yalandır, bir kumpas içerisinde kurulmuş sistem karşısında mahkemeye çıkarıldım. Kumpas nizami şekilde burada da devam etti. Aynı düzen devam etmektedir, göreve geldiğim andan itibaren 1200 soruşturma teftiş geçirdim ancak bu soruşturmalar neticesinde herhangi bir şey bulunamadı. Siyasi mücadelesini namertçe veren insanların yargıyı bir aparat olarak kullandıklarını yaşamaktayım.

“Millet demokrasi tokadı vurdu”

Şehri tümüyle trafiğe kapatan, giriş çıkışı kontrollü hale getiren bu akıl korkak bir biçimde yaptıklarının ne kadar yanlış olduğunu görerek yalan ve iftira olduğunun da farkına vararak milletinden kaçarcasına uydurma suçlarla Ekrem İmamoğlu’nun itibarini zedeleyeceklerini düşünüyorlar. Bu namertlerin milletten aldığı ve alacağı cevabi çok iyi biliyorum. Namertlik peşinde koşan bir avuç insan 2019 31 Mart seçimlerinde yenilince milletin iradesini çalarak hırsızlık yapmıştır ve seçimi iptal etmişlerdir ve bir sonraki seçimde millet demokrasi tokadını bu bir avuç insanın suratına vurmuştur.

“Cumhurbaşkanının talimatı yerine getirildi”

Demokrasiden, hukuktan, adaletten nasibini almamış insanlar 2019 yılında kul hakkını yedikleri gibi ne tesadüftür ki 2025 Ramazan ayında da kul hakkini yemeye devam etmiştir. Milletin gözünün içine baka baka kul hakki yiyen bu zavallı bir avuç insan siyasi irade ve liderlerinin secimi kazanmak için her yolu mubah görmektedirler, bugün yaşanan bunun sonucudur. Kaldı ki 4 gün önce sabah 06:00'da evimden alınmak için talimat veren bu zavallı akıl bu sürecin sadece 3-5 gün öncesinde dosyalara uydurma MASAK raporları ile doldurarak; ‘kısa bir örneği 250 bin TL evrakta görülüyor şirketiniz bu binayı satın aldığı’ iddia edilirken bu binanın 2 büyük bankadan kredi alınarak alındığını araştırmamışlardır. Algı yaratmak, leke atmak, aylar öncesinden bugünün mahkemesinin gününü veren, bugünkü mahkemenin işaretini veren ‘Turpun büyüğü heybededir’ diyen Cumhurbaşkanının talimatını yerine getirmişlerdir. Milletimiz hak eden herkese cevabını verecektir.

Akın Gürlek soruşturmasında ifade veren İmamoğlu: Asıl tehdit 'Turpun büyüğü heybede' diyerek yargıya müdahale edenlerce yapılıyor

Başsavcıya sert eleştiri: Kula kulluk etme vazifesinin sonucu

Yürütülen bu sistemli operasyon, ekim ayında Başsavcının İstanbul’a tayini ile başlamıştır. Dedikoduları İstanbul'un bütün sokaklarını sarmış olan bu şahıs yaranmak adına uydurma dava üstüne dava açarak hedefine varmak adına her türlü kötülüğü yapmaya hazır ve nazırdır. Kula kulluk eden insandan adalet bekleyecek değilim. Namus haysiyet mücadelesini vererek yaşamının anlamına bunları katan bir kişi olarak bunun tam ter tersini yapanları da çok iyi tanırım. Bugüne kadar hakkımda açılan uydurma davaları özetlersek, diploma davası, ahmak davası, bilirkişi davası, Vali davası, Beylikdüzü’nde 10 senedir süren ve son 3 duruşmada savcının rapor aldığı dava ve Başsavcının kendisi ile ilgili uydurduğu tehdit davasıdır. Bütün bunlar İstanbul'dan Ankara'ya talimatları yerine getirme, kula kulluk etme vazifesinin sonucudur. Bütün bu süreçleri takip ederek namuslu bir baba, namuslu bir aile büyüğü, namuslu bir evlat ve Trabzonlu Ekrem İmamoglu, bir vatandaş olarak hukuksuzluğa karşı hukuki mücadelemi ve bu hukuksuzluğu yapanlara karşı da adil bir yargı sistemi ile hak arama mücadelesini nasıl vereceğini milletimiz şahitlik edecektir.

“Millet iradesine göz diktiler, ebedi istirahat yeri 2 metre yerdir”

Bu sürece dair son seçimde İstanbul’da 1 milyonun üzerinde fark yiyen, 17 Bakan ve kendisi birebir onlarca mitingle İstanbul’da mücadele edip kaybeden Cumhurbaşkanı İstanbul'da kaybettiği İBB ve muhtelif ilçeleri ele geçirme sürecini yargı üzerinden yürütmektedir. Buradan milletimize sesleniyorum, milletimiz bilsin ki sadece Ekrem İmamoğlu’nun diplomasına, işine, gücüne, namusuna, onuruna, malına, mülküne göz dikilmemiştir. Bu kişiler ayrıca milletin var olan iradesine de göz dikmiştir ve artık bugün itibariyle savcıların sevk ettiği karara bakarak ifade ediyorum ki milletimizin de malı mülkü, namusu, şerefi, haysiyeti, emeği tehdit altındadır. Bu akıl koltuğun, sarayın, İstanbul’un, memleketin, millete ait her şeyin kendisine ait olduğunu düşünmenin tezahürüdür. Mübarek Ramazan ayında hatırlatırım ki dünya fanidir, dünya mali kimseye kalmaz. Ebedi istirahat yeri 2 metre yerdir. Elbette önce yüce yaradan sonra milletime olan inancımla kendimi milletimize emanet ediyorum, milletimiz hak arama mücadelesine sorumluluk alarak devam etmelidir, millet büyüktür”

“Benim malvarlığım uydurma siyasi yaşam hikâyelerine benzemez”

İfadesinin devamında İmamoğlu İnşaat hakkındaki iddialara değinen İmamoğlu, şöyle devam etti:

“35 yıllık bir firmadır, sadece Beylikdüzü’nde 2000'in üzerinde insanı ev sahibi yapmıştır. Daha önceki ismi ve kollektif şirket adı ile geçmişi 1950'lere dayanmaktadır. Ortaya konulan birikim de bunun eseridir. Göze battığı düşünülen mal varlığı tespit edilmiş ise de bunun üzerinde mal varlığım olduğu geçmiş dönemlerde de bellidir. Benim mal varlığım 3 nesildir devam eden aile şirketimden gelmektedir, bir yüzükle yola çıkan ve uydurma siyasi yaşam hikayelerine benzemez, asildir benim iş hayati yolculuğum. Bir yığın vergi rekortmeni ve saygın iş adamlığı ile eştir. 1970'lerden 1980'lere, 1990'lardan 2000'lere, 2000'den bu günlere kadar gelmiştir. Dolayısıyla MASAK raporlarını ciddiye almıyorum, MASAK raporlarındaki uydurma bilgi ve belgeler hakkında suç duyurusunda bulunacağımı beyan ederim.

“Bilgim dahilinde yapılmış usulsüz işlem yoktur” 

Murat Ongun Belediyede Başkan Danışmanı olarak çalışmaktadır, benim bilgim dahilinde herhangi bir usulsüz işlemi yapmış olmayı kesinlikle kabul etmiyorum, yapılan teftişlerde de ve benim de bizatihi yaptığım tespitlerde kamu ahlakına şeffaflık ve hesap verebilirlik kişiliğime bu tür olaylara müsaade etmem. Kesinlikle bilgim dahilinde değildir. Benim Murat Kapki ile herhangi bir bağlantım yoktur. Murat Ongun benim danışmanımdır. Fatih Keleş benim meclis üyemdir. 1-2 saatte dosyanın ayrıntılı incelendiğini düşünmüyorum. Dolayısıyla HTS ile ilgili sorular tarafımca anlaşılamamıştır.”  

                                                        ***

Erdoğan’ın yaklaşan sonunun ilk günü -Mehmet Y.Yılmaz-

Dedikodulardan iddia üretmelerine bakarak bu operasyonun amacının İmamoğlu'nun adaylığının önüne geçmek olduğunu anlıyoruz. Bu çorabı örmeselerdi ön seçime ilgi böyle olmayacaktı.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun “suç örgütü lideri” olarak tutuklanmasına neden olan soruşturma sırasında alınan ifadesi 121 sayfa uzunluğunda.

121 sayfayı hızla taradığınızda “ifade” denilen şeyin “ifade” olmadığı da anlaşılıyor.

Çünkü esasen “sorgu” denilen şey “sorgu” değil.

İfadeyi alan savcı, savcı değil de mahalle kahvesinde pişpirik oynayan amca olsaydı bunu anlayışla karşılamak mümkün olabilirdi.

Nasıl bitirdiyse hukuk fakültesini bitirmiş, nasıl kazandıysa sınavı da kazanıp savcı olabilmiş, onun için bu “seviyeye” anlayış göstermek de zor.

Çünkü “sorgu” somut olaylar ve tespitler üzerinden yürümüyor.

Birtakım “bitki” isimleri verilmiş “gizli tanıklar” savcıya dedikodu yapmışlar, savcı da dedikoduları soru diye soruyor.

İmamoğlu da yanıt vermemiş zaten. Dedikoduya nasıl yanıt verilir ki?

Bu soruşturma, gerçekten kamu kaynaklarının gereksiz yere harcanıp, bazı kişilerin yolsuzlukla zengin olmalarını ortaya çıkarmak istiyorduysa, böyle yapılmamalıydı.

Mülkiye Müfettişleri, MASAK uzmanları filan bunun için varlar.

Madem bir ihbar geldi, savcı ihbar üzerine böyle bir çalışma yaptırmalıydı.

Gerçekten o işler öyle mi yürütülmüş, bunu somut belgelerle destekleyecek şekilde ortaya çıkarmalıydı.

Sora da karşısına İmamoğlu da dahil olmak üzere sorumlu tuttuğu kişileri alır, önlerine bu kanıtları koyar ve ondan sonra soracağı soruyu sorardı.

O vakit soruların yanıtsız geçiştirilmesinin de biz vatandaşlar açısından ifade ettiği bir şey olabilirdi.

Ama bu yapılmadı.

Çünkü savcının elinde delil melil yok.

Savcı dedikodu yapıyor, sulh ceza hâkimi dedikoduyu kanıt zannediyor ve seçimle iş başına getirilmiş bir yönetici tutuklanıyor.

Sadece bu bile bu operasyonun asıl amacını ortaya koyuyor: 

Ekrem İmamoğlu’nun, önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminden aday olmasının önüne geçmek.

Artık kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya çıktı ki Erdoğan ve partisi, önümüzdeki seçimi normal yollardan kazanamayacağının farkında.

Seçimi kaybetme korkusu o dereceye gelmiş ki böyle uyduruk operasyonlar ile güçlü bir rakibi engelleme peşindeler.

Bundan sonraki hedefin Mansur Yavaş olacağını da bugünden söyleyelim.

İki üç ay geçip, kamuoyundaki tepki bir nebze yatışınca bunun ipuçlarını görmeye başlayacağız.

Sonra operasyon için ne zaman düğmeye basarlar, onu bugünden söylemek zor.

Ancak bu tabloya bakıp demokrasimizin geleceği açısından ümitli konuşmak da mümkün.

Seçimi kazanacak bir adayı elemek istediklerine göre en azından normal koşullara yakın bir seçim yapılmasına izin verecekler demektir.

Seçim yapmayı tamamen kafalarından silmiş olsalardı, adayları bu yollarla eleyip, milleti ayağa kaldırmalarına gerek kalmazdı.

Erdoğan ve çevresine toplaşmış heyecanla el çırpan tayfası dün Türkiye’de neyin değiştiğini ne kadar fark edebildiler, bilemiyorum.

Bir millet yaşlısı, genciyle sokaklara döküldü ve normal şartlar altında CHP ilçe merkezinin yerini dahi bilmeyenler ve hayat boyu öğrenmeyecek kişiler bile o binaları bulup, gidip oy kullandılar.

Kuşkusuz ki çevresindeki kimse bunu Erdoğan’a anlatmayacak.

Zaten haberleri de havuz medyasından takip ettikleri için muhtemelen dünkü kuyrukları görmediler, duymadılar, bilmiyorlar.

İmamoğlu’nun başına bu çoraplar örmeseler, 150-200 bin kişinin arasında gerçekleşecek bir ön seçim yapılacak ve hayat normale dönecekti.

Yanlış hesapları milyonlarca kişiyi harekete geçirdi.

Dün Erdoğan’ın önümüzdeki seçimi kaybetme sürecinin ilk günüydü!

* * *

1 lira eşittir 1,09 Grivna

Kendisini iktisatçı zanneden Erdoğan’ın seçilmiş bir belediye başkanını yargı darbesiyle hapse attırdığı süreçte, paramızın değeri 11 yıldır savaşta olan Ukrayna parasının değeriyle neredeyse eşitlendi.   
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan

Ukrayna, 20 Şubat 2014 gününden beri Rusya ile savaşıyor.

Savaş, Rusya’nın Kırım’ı işgal ve ilhak etmesiyle başladı, Donbas bölgesindeki Rus ayrılıkçılara açık askeri estek vermesiyle genişledi.

Bundan tam sekiz yıl sonra, 24 Şubat 2022 tarihinde de Rusya’nın Ukrayna’yı işgal operasyonu başladı.

Savaş o günden beri aralıksız sürüyor.

Bu savaşta Ukrayna alt yapı ve enerji tesislerinin önemli bölümünü kaybetti.

Bazı kentlerinde taş üstünde taş kalmadı. 100 binden fazla insanın öldüğü, 20 binden fazla insanın en az bir uzvunu kaybettiği de biliniyor. Savaş hâlâ devam ettiği için kesin bir kayıp sayısı veremiyorum.

Ve dün itibariyle 11 yıl 1 ay 3 gün süren savaşın sonunda 1 Türk lirası, 1,09 Ukrayna Grivnası değerindeydi.

Erdoğan’ın kendisini iktisatçı zannetmesiyle başlayan ve seçilmiş bir belediye başkanını yargı darbesiyle hapse attırdığı süreçte paramızın değeri ile 11 yıldır savaşta olan Ukrayna parasının değeri neredeyse birbirine eşit.

Bu, Erdoğan’ın iktidar hırsının kendisine oy verenler de dahil bir milleti nasıl perişan ettiğinin bir vesikalık fotoğrafı sadece.

                                                       /././

Boykot başlatalım: X, Türkiye’de muhalif isimlere ait birçok hesabı askıya aldı, alıyor -Füsun Sarp Nebil-

Dijital hakları ve ifade özgürlüğünü korumak yalnızca Türkiye için değil, aynı zamanda dünya çapındaki demokrasiler için de önemlidir. Bu nedenle tüm dünyadaki kullanıcıları da yardıma çağırmak ve sosyal medya şirketlerine, kullanıcıların gücünü fark ettirmek gerekir.

Türkiye'yi 4 gündür sarsmakta olan Ekrem İmamoğlu'na yönelik hukuki süreçte, internet erişimin daraltılması ve RTÜK kanalıyla canlı yayınların engellenmesi ile haberleşme ve haber alma özgürlüklerinin, mitinglerdeki polis şiddeti ile gösteri ve toplantı yürüyüşleri özgürlüklerinin halkın elinden alındığı yetmiyor gibi, şimdi de X'in (eski Twitter) para kazandığı ülkenin iktidarına yaranmak uğruna muhalif çok sayıda ismin hesaplarını askıya aldığı anlaşılıyor. Bu konuda New York Times’dan, Financial Times'a kadar her yerde haber var.

Türkiye'de muhalif isimlere ait hesapların, Recep Tayyip Erdoğan'ın en önemli siyasi rakibinin tutuklanmasıyla başlayan yaygın protestolar sırasında X'te (eski adıyla Twitter) askıya alınması, ifade özgürlüğü, siyasi sansür ve sosyal medya platformlarının demokratik süreçlerdeki rolü konusunda ciddi endişelere yol açıyor.

Üstelik Elon Musk bunu ilk defa yapmıyor. 2023 seçimleri öncesinde de AKP'nin talebiyle bazı muhalif hesapları askıya almıştı.  Geçen sefer yaptığı hareketi "Global Govermental Affairs" hesabından duyurmuştu. Ama Wikipedia kurucusu gibi internet öncülerinden ağır eleştiriler aldıkları için olsa gerek. Bu sefer şeffaflık yok. Gizlice kapatmış gözüküyorlar.

Oysa, tarihsel olarak X (Twitter), özellikle basın özgürlüğünün kısıtlandığı ülkelerde, siyasi söylem ve aktivizm için bir platform olmuştu. Şimdi Hükümet baskısı altında hesapların askıya alınması, platformun ve de bizzat Elon Musk'ın kendisinin ifade özgürlüğünü koruma taahhüdü hakkında soruları gündeme getiriyor.

Bu durum, sosyal medya şirketlerinin kendi sermayeleri olan kullanıcıları artık takmadığının ve hükümet baskısı ile artık ifade özgürlüğüne önem vermediklerinin önemli bir göstergesi. Buna karşı tepkisiz kalınmamalı, tavır gösterilmeli, boykot ilan edilmeli ve toplu olarak X.com terkedilmeli. Başka sosyal medya kuruluşlarına geçilmeli.

X.com kimleri askıya aldı ve niçin?

Haberlere göre, Türkiye'deki muhalif figürlere, gazetecilere ve aktivistlere ait hesaplar, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın başlıca siyasi rakibinin tutuklanmasının ardından patlak veren yaygın protestolar sırasında X tarafından askıya alındı. Askıya alınan hesapların tam listesini "İfade Özgürlüğü Derneği" sayfasından görebilirsiniz. Bazı örnekleri şöyle listeleyelim;

Bu askıya almalar, bilginin serbest akışının kamuoyunun farkındalığı ve seferberliği için hayati önem taşıdığı kritik bir siyasi anda gerçekleşiyor. Yani başka deyişle, X'in hükümet baskısına uyduğu veya içerik kaldırma talepleri için aşağıdaki nedenlerden biri çerçevesinde işbirliği yaptığı ve sansüre ortak olduğu anlaşılıyor.

- 5651 sayılı yasa uyarınca verilen mahkeme kararları,

- Hükümet yanlısı bot ağları tarafından yapılan toplu raporlama kampanyaları,

- Platformun algoritmik moderasyonu veya "spam" veya "yanlış bilgi" gibi politikaların kötüye kullanılması.

Bunun sonucunda ise, protesto koordinasyon kanallarına erişim kaybı, dijital ortamdaki mesajlaşmaları engelleme, muhalif  seslerin susturulması gibi etkiler meydana geliyor.

Eleştirmenler, Elon Musk'ın X'i satın almasından bu yana, platformun kaldırma talepleri konusunda şeffaf davranmakta isteksiz olduğunu ve özellikle iş veya düzenleyici risklerin söz konusu olduğu durumlarda otoriter rejimlere itaat ettiğini söylüyor. Zaten Musk seçim zamanı olan askıya almalar için şöyle demişti : "Yerel yasalara uyacağız veya o ülkede kapanma riskini göze alacağız."

AKP hükümeti zaten yöneticilerini eleştiren içerikleri kaldırmaları veya hesapları askıya almaları için sosyal medya platformlarına baskı yapma konusunda uzun bir geçmişe sahip. 5651 sayılı internet yayınlarının düzenlenmesi ile ilgili kanunda 18 yılda yapılan 19 büyük değişiklik ve ilaveten sosyal medya ve dezenformasyon yasaları da zaten bunun bir başka göstergesi oldu.

Ne yapılabilir?

- Bireyler İçin: Mastodon, Bluesky, Telegram, Matrix, Signal gibi alternatif kanalları kullanın. İlla X üzerinde kalmak istiyorsanız, tamamen susturulmaktan kaçınmak için yedek hesaplar tutun ve takma adlar kullanın. Wayback Machine veya Nitter gibi araçlarla önemli hesapları/içerikleri arşivleyin. Türkiye dışında hashtag'ler kullanarak uluslararası farkındalığı artırın (örneğin, #TurkeyCensorship, #FreeSpeechUnderAttack).

- Sivil Toplum İçin: Dijital haklar gruplarıyla (ö Access Now, EFF, Article19) iletişime geçin. Kaldırma emirlerinin kamuya açıklanması için X'e şeffaflık talepleri gönderin. Açıklama ve yeniden yürürlüğe koyma talebinde bulunan kamuya açık beyanlar veya açık mektuplar yayınlayın.

- Gazeteciler ve Araştırmacılar İçin: Seçici yaptırımların askıya alınmalarını ve kalıplarını izleyin ve belgelendirin. Dijital baskıyı izlemek için OONI, NetBlocks, Censored Planet gibi araçları kullanın.

Bütün bunların ötesinde yeniden tekrarlayacağım; 

turk-internet.com, t24.com.tr gibi bağımsız medya organlarını destekleyin.  Okuyarak, reklamlarına tıklayarak ya da mali destek atarak.  Türkiye'de dijital hakları ve internet özgürlüğünü korumak için çalışan örgütlere fon sağlayın ve destekleyin. İnternet hizmetlerinin keyfi olarak kısıtlanmasını veya engellenmesini önleyen ve net tarafsızlığını sağlayan yasalar (bant daraltmalarını engelleyen) için baskı yapın.

X.com'un bu yeni askıya alma hareketi, sosyal medya şirketlerinin giderek artan strateji değişikliğinin yaşanan son örneği. Sosyal medya platformlarının asıl sermayeleri kullanıcılar olmasına karşın, bu şirketler sundukları hizmetler artık alışkanlık yarattıkları ve vazgeçilmez hale geldikleri için, kullanıcılara değil hükümet taleplerine öncelik veriyor. Halbuki engellendiklerinde savunanlar biz kullanıcılar olmuştuk. 

Dijital hakları ve ifade özgürlüğünü korumak yalnızca Türkiye için değil, aynı zamanda dünya çapındaki demokrasiler için de önemlidir. Bu nedenle tüm dünyadaki kullanıcıları da yardıma çağırmak ve sosyal medya şirketlerine, kullanıcıların gücünü fark ettirmek gerekir.

Bu nedenle herkesi X.com (Twitter) BOYKOTUNA ve diğer platformlara geçmeye davet ediyorum. Hesabınızı kapatmasanız bile kullanımınızı sona erdirin. Diğer platformlara geçin (ben ağırlıklı Bluesky tercih ediyorum).


NOT: İmamoğlu'nun 15 milyon civarı oy aldığının açıklamasının arkasından 21.40'da X.com geri adım attı. Bu saate kadar yapmadığı açıklamayı yaptı. Üstelik bu tür bir açıklamayı 2023 seçimlerinde yaptığı sansür zamanında yapmamıştı. Anlaşılan İmamoğlu'nun gelmekte olduğunu görüp, taraf değiştirdiler. Çünkü açıklama şu şekilde;

"Türkiye Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun, Türkiye'deki haber kuruluşları, gazeteciler, siyasi figürler, öğrenciler ve diğer kişilere ait 700'den fazla hesabın engellenmesine yönelik çok sayıda mahkeme kararına itiraz ediyoruz. Herkesin ifade özgürlüğü hakkını savunmaya kararlı bir platform sağlamak X için her şeyden önemlidir ve biz Türk hükümetinin bu kararının yalnızca hukuka aykırı olmakla kalmayıp aynı zamanda milyonlarca Türk kullanıcıyı ülkelerindeki haber ve siyasi söylemlerden alıkoyduğuna inanıyoruz. Bu ilkeleri hukuk sistemi aracılığıyla savunmayı sabırsızlıkla bekliyoruz. X, faaliyet gösterdiğimiz her yerde her zaman ifade özgürlüğünü savunacaktır."

                                                                /././

Yenikapı’dan Saraçhane’ye; farklı gençlik halleri ve olası riskler…-Candan Yıldız-

Türkiye’nin sosyolojik bölünmüşlüğü siyasetin yörüngesi sağa daha da kaydıkça derinleşiyor gibi… Ve gençlerin aidiyetlik krizi bu tabloyu daha olumsuz etkiliyor

candan yıldız yazı

Gezi’den sonra toplumsal itirazın yeniden canlandığı Saraçhane nöbetine Yenikapı’daki Nevroz alanından gittim.

Zira iki alanı da görmek istiyordum. Ortaklıklar ve farklılıkları gözlemleyebilmek için… 

23 yılda ittifaklarla iktidarını koruyabilen AKP’nin rejim değişikliği de dahil son 15 yılda nasıl bir sosyoloji yarattığını, farklı itirazların kalbinden gözlemlemek istiyordum.

TÜİK verilerine göre 15-24 yaş grubunda Türkiye nüfusunun yüzde 15’ini oluşturan gençler hem Saraçhane’nin hem de Yenikapı’nın çoğunluğunu oluşturuyordu.

Yenikapı’da konuştuğum gençler, 2016’dan beri tutuklu olan Selahattin Demirtaş’a bağlılıklarını ifade ederken Saraçhane’deki gençler sanki Özgür Özel’den çok  Ekrem İmamoğlu ile bağ kuruyordu.

Yenikapı’daki gençlerin çoğunluğunu güvenceli/güvencesiz işlerde çalışan gençler oluştururken Saraçhane’deki gençlerin çoğunluğunu öğrenciler ve orta üst sınıf ailelerin çocukları oluşturuyordu.

Tabii bütün bunlar benim çıplak gözlemlerim ve gençlerle konuşmalarımdan çıkan, yanlışlanabilme ihtimali olan sonuçlar.

Ama şu bir gerçek… Pazarcı babasını saldırıdan korumak için kavgaya karışan ve 17 yaşında cezaevine girmek zorunda kalan Kürt bir genç ile iktidar ve onun temsil ettiği değerlerle sorun yaşayan Türk bir gencin daha da ayrıştığı bir sosyolojiyi gözlemledim.

Örneğin Mansur Yavaş’ın Saraçhane'de “Doğu'da paçavra olan bayrakların sallandığı mitingde şeker veren polisler buradaki gençlere de versin” sözü Yenikapı’daki Nevroz alanında Özgür Özel’in mesajının yuhalanmasına yol açtı. Ve gençler bu ısrarından vazgeçmedi.

Saraçhane’de ise Mansur Yavaş’ın sözlerine sahip çıkan gençler olduğunu es geçmemek gerekiyor. 

Zira çeşitli araştırmalar da gösteriyor ki milliyetçilik gençler arasında yükselişte ve dünyadaki genel eğilim de bu yönde.

Saraçhane’deki gençliğin milliyetçilik yelpazesi geniş… Kimi kendini ‘Temiz Türk’ olarak tanımlarken kimi de ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ sloganı ile kendisini tarif ediyordu. Zafer Partili gençlerin dövizlerinde daha çok Türklük vurgusu öne çıkıyordu.

Kimi ‘Şaman torunları isyanda’ derken kimi ‘Sanmasınlar ki sineceğiz, bizler Mustafa Kemal’in evlatlarıyız’ diye bağırarak ‘ben buradayım’ diyordu.

Ortak noktaları Cumhuriyet, Mustafa Kemal Atatürk, AKP karşıtlığı ve Türklük… Bu gençlerin AKP ile sorunları var. Dışlandıklarını düşünüyorlar. Evet bir vatanları var ama devlet artık onların devleti değil gibi hissediyorlar.

Konuştuğum üniversite öğrencisi bir genç şunları söyledi:

“Ben muhafazakâr bir ailenin çocuğuyum. Uzun yıllar ailem AKP’yi destekledi. Ama şimdi onlar da desteklemiyor.  Ben Gezi’den korkarak büyüdüm. Gezi olduğunda 9 yaşındaydım ve o insanlara kötü gözle bakıyordum. Ama şimdi her şeyin farkındayım. Büyüdüm. Özgürlüğünüzün kısıtlanması, hukuksuzluk… Her şey ortada olmasına rağmen sessiz kaldık, sindirildik, hiçbir tepki göstermedik. Herkesin gözü önünde hukuksuzluk yapılıyor ve bunun hukuki zemini olduğunu söylüyorlar. Yalan söylüyorlar. Halk bastırılıyor, bir şey olduğunda da Silivri’ye göndeririz diye tehdit ediyorlar. Sonunda milletin burasına kadar geldi ve patladı. Bizim kuşak özgürlüğüne daha düşkün ve otoriterlik istemiyor."

Saraçhane’ye gelen gençlerde bir Gezi hafızası oluşmuş; o yıllarda çocuk olmalarına rağmen… Gezi sloganlarını bugüne taşıyorlar… Örneğin ‘Devrim televizyonlarda gösterilmeyecek’  sloganı…

Ya da ‘Anne arama direnişteyim’ sloganı…

Bu kuşakta Gezi hafızasının bu kadar güçlü olması beni şaşırtmadı değil.  Zira Gezi iktidar tarafından hep kriminalize edildi. Baskının gerekçesi yapıldı. 

Saraçhane’de Gezi’nin ruhu dolaşsa da, Taksim talebinin altında bu yatsa da, temas ederek dönüşmenin imkanları daha sınırlı gibi… Çoğulculuğun sınırları daha sınırlanmış gibi…

Konuştuğum gençlerden bazılarının farklı olana tahammüllerinin sınırı şu : ‘Etnisite benim için önemli değil, toplumun huzurunu bozmadığı sürece…’

Genel olarak siyah giyinmeyi tercih eden, anti kahraman ve aynı zaman da bir incel olan Joker’in maskesini takan bu gençler ideolojik olarak kendilerini bir ‘izm’le tanımlamıyorlar. Otoriterlikle dertleri var ve gurur duydukları geçmişin değersizleştirilmesini yeni bir Türklük inşa ederek aşmaya çalışıyorlar. 

Benzer bir Kürtlük inşası da söz konusu… Genç kuşak Kürtler daha homojen ve daha içe kapanık.

Türkiye’nin sosyolojik bölünmüşlüğü siyasetin yörüngesi sağa daha da kaydıkça derinleşiyor gibi… Ve gençlerin aidiyetlik krizi bu tabloyu daha olumsuz etkiliyor.

                                                               /././

İlişemedik bir kenarına şu koca sofranın -Eray Özer-

46 yaşındayım ve kendimi bildim bileli o dağın eteklerindeyim. İnandıklarımla, düşündüklerimle, eylemlerimle… Şikayetçi de değilim. Zeki Demirkubuz’un Masumiyet filminde Bekir’in dediği gibi: “Oğlum Eray, dedim kendi kendime. Yolu yok çekeceksin. Yol belli; eğ başını usul usul yürü şimdi. O gün bugün usul usul yürüyorum işte.” Buna rağmen ilişemedik bir kenarına bu koca sofranın. İsyanımız buna. Anlayın artık.

İnsan en büyük yaralarını çocukluğunda alır.

Açıktır çünkü her şeye.

İyiliklerle birlikte kötü ne varsa incecik zırhını deler, geçer. İnatçı bir virüs gibi yer eder her zerresinde.

Zalim bir baba. Sevgisiz bir anne. Acımasız bir arkadaş…

Tek bir söz yeter, zihninin kıvrımlarına tutunup bir ömür peşini bırakmayacak travmaların içini kemirmeye başlamasına.

Ana, baba, arkadaş yetmezmiş gibi devlet de örseler insanı.

Bazen bir polis, bazen bir doktor, sıklıkla öğretmen olarak çıkar çocuğun karşısına.

Yediği bir tokat, şiddetli bir azar, kalçadan hunharca yapılmış bir iğne devletin “ben buradayım” deme şeklidir.

Korkar çocuk. Çekinir. Ne olduğunu tam idrak edemediği bu otoriteye itaat etmesi gerektiğini hisseder.

Ben yuvaya giderken en çok “Yaramazlığa devam ederseniz birazdan şu duvardan bir bekçi atlayıp gelecek ve içinizden birini alıp götürecek” diye korkuturlardı bizi.

80’lerin başıydı ve biz, 12 Eylül’ün ana-baba muhabbetlerinden kulağına çalındığı dört-beş yaşındaki çocuklar, birinin bizi alıp bir bilinmeyene götürebileceğini bir şekilde bilirdik.

İşte o devletti.

Devlet meçhulden gelen bir üniformanın bizi bir meçhule çekmesiydi.

Silueti bir bekçide vücut bulmuştu.

Otoritesi polisten, askerden aşağıda, annemizden babamızdan yukarıda bir siluet bizi zihnimize hapsetmeyi becermişti.

Susardık hemen. Keserdik yaramazlık yapmayı.

* * *

Devlet, aslında bizim bir arada yaşayabilmek için kurduğumuz örgütlenmenin adı.

Demokrasi, bir aradalığımızı mümkün olan en makul hiyerarşiyle tarif etmemize yardımcı olacağına inandığımız birlikte yaşama pratiği.

Ama aslına bakarsanız vasatın üstünlüğüdür demokrasi.

Yani ortalamanın “en makul” neyse onun etrafında birleşeceğine dair inancın siyasal alana tatbik edilmesidir.

Demokrasi, kavramın cazibesi bir yana, aslına bakarsanız bir anlamda mediokrasinin yani ortalamanın günlük işleyişi belirlemesine dayanır.

Derdim bunca gürültüde entelektüel laf kalabalığı değil lakin biraz eşeleyelim bu kavramı.

Mediokrasinin Latince kökenine bakarsanız şunu görürsünüz: “Medius” yani orta ve “ocris” yani “dağ”.

Dağın ortasıdır mediokrasi.

Demokrasiyi mediokrasiden bir adım öteye taşıyan ise dağın eteklerinde yer alanları korumayı taahhüt etmesidir.

Çünkü toplum bilir ki, o dağın eteklerini ne kadar ortadan kaldırmaya çalışırsanız çalışın, o insanları topluca yakın yıkın, merkezdeki birileri oraya kayar ve o etekler yeniden şekillenir ama asla yok olmaz.

* * *

46 yaşındayım ve kendimi bildim bileli o dağın eteklerindeyim.

İnandıklarımla, düşündüklerimle, eylemlerimle…

Şikayetçi de değilim.

Zeki Demirkubuz’un Masumiyet filmindeki o meşhur sahnede Bekir’in (Haluk Bilginer) dediği gibi: “Oğlum Eray, dedim kendi kendime. Yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli; eğ başını usul usul yürü şimdi. O gün bugün usul usul yürüyorum işte.”

Hadi biz birkaç kişi eteklerindeyiz bu dağın.

Şu anda canı acıyan yüzbinler var sokakta.

Yamaçlarına dizilmişler halk denilen o devasa kütlenin.

Azınlık değiller, diğer yarısı olmuşlar bu koca kalabalığın.

Onların durumu da aynı değil mi?

Hadi onları da geçelim, koca bir ülkenin tamamı aynı örsten almadık mı en kocaman yaralarımızı?

Travmalarımızın bir kısmını o duvarın üstünden her an atlayıp gelebilecek bekçinin korkusuna borçlu değil miyiz?

Çocukluğumuzdan bu yana askerden, polisten, doktordan, hâkimden, bekçiden, öğretmenden korkmamız fısıldanmadı mı kulağımıza?

Bırakın bu insanları, paramızı yatırdığımız bankanın gişe memurunun önünde bile iki büklüm olarak yapmadık mı işlemlerimizi?

E tamam işte.

Daha ne ister bir ülke, topraklarında solup alıp veren bilinç sahibi bir canlıdan?

Tokadını yemişiz, iğnesini olmuşuz, cezasını ödemişiz.

Kapıdan atsanız bacadan girmiş, halk denen kalabalığın bir ucuna tutunabilmek için elden geleni yapmışız.

Devletimizin kadife eldiveninden yediğimiz tokatların izi yüzümüzde, sesimizi çıkarmadan sıramıza oturmuşuz.

Bu da yetmiyorsa eğer…

Bu toprakların kuytu bir köşesine sığamadıysak bir türlü.

Bir kenarına ilişemediysek şu koca sofranın…

İliştirmediyseniz bunca zaman…

İsyanımız buna.

Anlayın artık.

İyi haftalar.                                   /././ 

Halkı karşısına alan ekonomi politikaları sosyal barışı ortadan kaldırıyor!-Mustafa Durmuş-

Dayanıklı, adil ve eşitlikçi bir ekonomik düzenin kurulması ve doğaya ve emeğe en az zarar verecek üretim biçimleriyle ve teknolojiyle büyütülecek olan sosyoekonomik refahın adil paylaşılması gerekiyor

dünya para

Uluslararası örgütlerin raporlarında dünya ve Türkiye ekonomisi (2)

Uluslararası örgütlerin raporlarını ele aldığımız ve ilk bölümünü bir önceki yazımızda sunduğumuz yazı dizisinin bu bölümünde bir IMF çalışmasını değerlendiriyoruz.

Ekonomi politikaları ve çatışma/şiddet ilişkisi

Geçen yıl dünyada devletlerin içinde yer aldığı çatışmalar son yarım yüzyılın en yüksek düzeyine erişti. Keza devlet dışı şiddet ve çatışmalarda da benzer bir yükseliş söz konusu. Bu bağlamda, aşağıdaki harita 2000-2023 yılları arasında küresel çapta çatışma risk merkezlerinin dağılımını gösteriyor. Buradan Türkiye’nin yüksek çatışma riski taşıyan ülkelerden biri olduğu görülüyor.

Bu anlamda, sosyal barış ve politik istikrarın desteklenmesine yardımcı olabilecek ekonomik koşulların yaratılması ve buna uygun ekonomi politikalarının hayata geçirilmesi her zamankinden çok daha kritik bir öneme sahip.

IMF: “Ne kadar iyi ekonomi o kadar politik istikrar!”

IMF bünyesinde yapılan bir çalışmanın (1) bulguları ekonomik ve sosyal sorunlar ile devletlerin içinde yer aldığı askeri çatışmalar ve savaşlar arasındaki ilişkiyi ortaya koyması ve bu sorunu yaşamakta olan ülkeler açısından çözüm için bir yol haritası oluşturma açısından oldukça önemli.  

Genelde büyük silahlı çatışmaların (ve savaşların) ekonomi üzerindeki etkileri (reel yatırımlar, yabancı sermaye hareketleri, enflasyon, cari açık, döviz rezervleri, borç stokları, yoksulluk ve işsizlik gibi makroekonomik etkiler) hesaba katılarak bu tür gerilimlerden kaçınılması öğütlenir.

Sözü edilen IMF çalışması ise ilişkiyi tersinden kurup; makroekonomik istikrar ve büyümeyi teşvik etme çabaları da dahil olmak üzere; içermeci sosyoekonomik düzenlemeler ve makro ekonomik politikaların silahlı çatışmaların önlenmesinde kilit bir rol oynayabileceğini ileri sürüyor. IMF’ye göre, bu yolla hayatlar kurtarılabilecek, yaralanmalar, zorla yerinden edilmeler, göçler ve ekonominin büyük zarar görmesi önlenebilecektir.

Barış için harcanan 1 dolar en az 26 dolarlık bir maliyet tasarrufu sağlıyor!

Çalışma, makroekonomik istikrarı ve büyümeyi teşvik etmeye, kurumları güçlendirmeye ve yerelleşmeyi desteklemeye yönelik politikalarla çatışmaları önlemeye dönük olarak harcanan her bir 1 doların, çatışmalarla ilgili olarak ortaya çıkabilecek maliyetlerde 26 dolar ila 103 dolar arasında bir tasarruf sağlayabileceğini ortaya koyuyor (bu maliyetlere büyük insani ihtiyaçların yanı sıra hasıla kaybı da dahil). Yani çalışmaya göre, doğru ekonomi politikaları çatışmaların önlenmesine yardımcı olabilir ve maliyetlerde büyük tasarruflar sağlayabilir.

Çatışmalar ekonomiyi zayıflatıyor!

Araştırmaya göre, “çatışma tuzağına düşen ülkeler” (2000-2023 döneminde yaklaşık 35 ülke), çatışma tuzağından kaçınan 130 ülkeye kıyasla, daha yavaş büyüyor, daha düşük yatırım oranlarına, daha değişken cari hesaplara ve daha düşük kamu gelirlerine sahip oluyor.

‘Çatışma tuzağına düşmekten kaçınabilen ülkeler’de kişi başı GSYH son 20 yılda ortalama olarak 9 bin dolardan 13 bin dolara yükselirken, bu artış ‘çatışma tuzağındaki ülkeler’de görülenden çok daha büyük bir artıştır. Çatışma tuzağındaki ülkelerde yatırımların düzeyi daha düşük. Daha düşük GSYH'ye rağmen, çatışma tuzağındaki ülkelerde gayrisafi sabit sermaye oluşumunun GSYH'ye oranı yaklaşık yüzde 20 iken, çatışma tuzağından kaçınan ülkelerde bu oran yüzde 30. Kamu gelirleri çatışma tuzağındaki ülkelerde ortalama olarak GSYH'nin yüzde 20'sinin altında ama çatışma tuzağından kaçınan ülkelerde bu oran GSYH'nin yüzde 25'ine yakın”. (2)

Kısaca, çatışmadan uzak durmak, uzlaşma ve sosyal barışın tesisi bir ülkenin ekonomisinin gelişiminde son derece önemli bir etken.

Bu yüzden de çatışmaların henüz tam olarak patlak vermediği durumlarda, bunları önlemenin faydaları en yüksek düzeyde olduğunun bilincinde olarak, erken uyarı sistemlerinin geliştirilmesi devleti yönetenler açısından hayati önem taşıyor. Bu, özellikle sosyal gerilimlerin ve risklerin artmakta olabileceği ancak şu anda daha az görünür olduğu politik olarak kırılgan devletlerde son derece önemli.

Bu bulgular, iyi tasarlanmış ekonomi politikalarının ve kapasite geliştirmenin sadece politik kırılganlığın üstesinden gelmek için değil, aynı zamanda kırılgan devletlerde silahlı çatışma riskini azaltmak için de önemli olduğuna işaret ediyor.

Diğer yandan Türkiye’de yaşayıp gördüğümüz üzere, neo-liberal neo-otoriter yönetimler sosyo-ekonomik maliyeti ne kadar yüksek olursa olsun ekonomiyi çökertecek siyasal girişimlerden ya da müdahalelerden kaçınmıyor. 19 Mart ve bir süre öncesinden başlatılan ve büyük zarara neden olan operasyonların yapılabilmesini bu çerçevede ele almakta yarar var.

Aşırı sağın mutlak iktidarı ve veya “Günümüz Faşizm”i tehlikesi

İşin kötüsü, pratikte son 10 yıldır dünyada aşırı sağ hareketlerin ve iktidarların ciddi bir atılım yaptıkları görülüyor. Liberal demokrasiler birer birer ortadan kalkarken, batıda varlıklarını sürdürenler ciddi bir erozyona uğramış durumdalar.

Bu yönelimin kapitalizmin ve eksikli ya da tam burjuva demokrasilerinin başta emekçi sınıflar ve gençler olmak üzere toplumun geniş kesimlerinin ihtiyaçlarını karşılamaması ve giderek artan gelir ve servet dağılımı bozukluğu ve derinleşen yoksullukla bağının olduğu kuşkusuz.

Kendilerini “dışlanmış” hisseden bu kesimlerse sosyalist ideolojinin kendini tam olarak yenileyemediği bir dönemde, çareyi radikal, aşırı sağcı ve dinci hareketlere ve/veya günümüz faşizmine yönelmekte buluyorlar. Özetle, sosyalizmin güç kaybettiği bir dönemde, kapitalizmin bir türlü aşılamayan krizleri faşizmin yükselişine neden oluyor.

Küresel kapitalizme tam olarak eklemlenmiş olan Türkiye’nin de benzer gelişmelere sahne olması sürpriz değil. Siyasal İslamcı karakteri ağır basan bir milliyetçi İktidar Bloku tarafından uzun yıllardır yönetilen ülke de hızla aşırı sağa ve otoriterliğe kayıyor.

Sonuç olarak

“Sivil Darbe” olarak da nitelendirilen, İmamoğlu ve diğer bazı ilçe belediye başkanlarına 19 Mart’ta yapılan operasyonun ve ardından gelen tutuklamaların sosyal barışı tamamen ortadan kaldıracağı gibi ekonomiyi de yıkıma uğratacağı çok açıktı. Çünkü “her aksiyon bir reaksiyona neden olur”. Bu gerçek iktidarca da biliniyordu ancak halkın bunlara vereceği ciddi tepki hesaplanmamıştı.

Bu operasyonlar 2013 Gezi ayaklanması benzeri, belki ondan çok daha kitlesel tepkilere neden oldu. Günlerdir sokakları tutan ve 22 yıllık AKP iktidarı altında geleceğe ilişkin umutlarını yitirmiş olan gençler, sefalete sürüklenen işçiler, açlığa mahkûm edilmiş olan emekliler ve her gün erkekler tarafından öldürülen kadınlar, kısaca toplumun hemen her kesiminden milyonlarca yurttaş sokaklarda iktidarı protesto ediyor.

İktidar ise “sivil darbe” sonrasında, daha da sert adımlar atmayı sürdürüyor. Bu da bir yazımızda vurguladığımız gibi, krizlerinden bir türlü çıkamayan İktidar Blokunun ekonominin içinde bulunduğu durumu ve kitlesel protestoları gerekçe göstererek, demokrasinin tabutuna son çiviyi çakmakta kararlı olduğunu gösteriyor.

Böyle olunca da tartışmalı son “Kürt Açılımı Süreci” büyük bir akamete uğruyor. Çünkü aynı ülkede aynı iktidarın ülkenin bütününde demokrasiyi ortadan kaldırma ve daha da otoriterleşme stratejisini sürdürürken, aynı zamanda toplumun bir kesimi olan Kürtlerle barışı yeniden inşa etmesi oksimoron bir durum oluşturuyor.

Ayrıca yıllardır süren çatışmalar ve savaş haline ilave olarak ülkede sosyal barışın ortadan kaldırılması, sadece insani kayıplara değil, ciddi ekonomik ve ekolojik zarara da neden oluyor. Bu yüzden de böyle politikalardan vazgeçilmesi, bu çatışmalara son verilerek kalıcı bir barışın ve bununla desteklenen yasal düzenlemelerin yapılması ve ülkenin bütüncül olarak demokratikleştirilmesi gerekiyor.

Ayrıca böyle bir siyasal ve hukuksal yapının ekonomik alt yapıda hayata geçirilecek reformlarla da tamamlanması lazım. Yani dayanıklı, adil ve eşitlikçi bir ekonomik düzenin kurulması ve doğaya ve emeğe en az zarar verecek üretim biçimleriyle ve teknolojiyle büyütülecek olan sosyoekonomik refahın adil paylaşılması gerekiyor.

Böyle bir yapısal reform hem kalıcı bir demokratikleşmenin hem de kalıcı bir barışın teminatı olabilir. IMF çalışmasının da aslında daha teknik ifadelerle vermeye çalıştığı mesaj budur: “Ne kadar iyi bir ekonomi o kadar iyi bir demokrasi ve toplumsal barış”.

Ancak bunu, ayakta kalabilmesi uzunca bir süredir sürdürdüğü baskı, kutuplaştırma, çatışma ve kriz politikalarıyla mümkün olabilen İktidar Bloku gerçekleştiremez. Aksine bu blok tüm bunlar gerçekleşmesin diye her türlü sosyal ve ekonomik faturayı da halka ödettirerek ayakta kalmaya çalışıyor.  Bunu ancak emek, demokrasi ve barışı önüne temel hedef olarak koymuş olan ve bu amaçlar için politik alanda mücadele etmekten çekinmeyenler gerçekleştirebilirler.


Dip notlar:

- Hannes Mueller, Christopher Rauh, Benjamin Seimon, and Raphael Espinoza, The Urgency of Conflict Prevention – A Macroeconomic Perspective, IMF Working Paper, WP/24/256 (December 2024).

                                                                      /././

(T-24)

 

        

               


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

"İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor" + İki manşet ve pis bir iş - EVRENSEL-

" İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor"-Yücel Özdemir- İsrail’in Ortadoğu’da yaptıklarını en iyi Almanya Başbakanı Friedrich Merz’...