Başpınar’da baskılara rağmen eylemler sürüyor: Grand Halı ve Yalçın Kardeşler işçileri fabrika önünde direniyor.
Antep Başpınar'da valiliğin eylem yasağı kararlarının mahkeme tarafından iptal edilmesine rağmen polis ve jandarma baskıları sürüyor. Yalçın Kardeşler ve Grand Halı işçileri direnişe devam ediyor.
Antep – Başpınar OSB’de yüzde 30 zam dayatmasına karşı insanca yaşanacak bir ücret talebiyle başlayan eylemler devam ediyor. Valiliğin eylem yasaklarına karşı direnişi sürdüren Has Çuval işçileri eylemlerine kazanımlar elde ederek son verirken Yalçın Kardeşler ve Grand Halı işçileri ücret zammı ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talepleriyle direnişlerini sürdürüyor.
Has Çuval’da işçiler, kıdem tazminatlarının eksiksiz şekilde verilmesi ve Kod 49 gerekçesiyle işten çıkarılan işçilerin çıkış kodunun kaldırılması üzerine anlaşmanın sağlanmasıyla eyleme son verirken Yalçın Kardeşler işçileri ise 28 Şubat’ta fabrika önünde yeniden başlattıkları eylemi sürdürüyor. Jandarmanın işçilere “ara buluculuk” girişimlerinin ardından sabah saatlerinde de fabrika önündeki direnişlerini sürdürüyor.
Grand Halı’da keyfi polis müdahaleleri karşısında direnişe devam
Gaziantep Valiliği tarafından 13 Şubat’ta tüm ilde eylem ve toplanma yasağı kararına rağmen Başpınar işçilerinin eylemleri devam ederken Gaziantep 5. İdare Mahkemesi, 27 Şubat’ta Başpınar'daki yasak kararı uygulamasına durdurma kararı verdi. 28 Şubat’ta ise Başpınar OSB’de Grand Halı işçileri yüzde 30 dayatmasına karşı iş bırakarak fabrika önünde toplandı.
Polis eyleme geçen işçilere mahkemenin durdurma kararı verdiği valilik yasağını bahane göstererek müdahale etti. İşçileri zorla fabrika önünden karşı kaldırıma süren polis dün sabah da fabrika önünde toplanan işçilere müdahale etti.
Grand Halı işçilerinin düşük ücrete karşı başlattıkları iş bırakma eylemi sürüyor. İşçiler, dün sabah saatlerinde yeniden gerçekleşen polis müdahalesine “Direne direne kazanacağız” sloganları ile cevap verdi. Bir işçi, polisin müdahalesine, “Bizi ikaz edeceğinize gidin ustabaşını ikaz edin, haklarımızı versin” diyerek tepki gösterdi. Bir başka işçi ise, “Böyle mi olur? Ben hakkımı istiyorum. Çıksın er meydanına vermiyorum desin. Ben terörist değilim işçiyim” dedi. Müdahale sırasında bir işçi bayıldı.
BİRTEK-SEN: Başpınar’da OHAL rejı̇mı̇ sürüyor!
Birleşik Tekstil İşçileri Sendikası (BİRTEK-SEN) dün gerçekleştirdiği basın açıklaması ile başlıca Grand Halı işçilerine yasak kararının durdurulmasının ardından gelen polis müdahalelerine ve Başpınar OSB işçilerinin eylemlerine yönelik polis ve jandarma baskılarına tepki gösterdi.
Açıklamada, “Mahkeme kararının ardından, dün itibarıyla fabrika önündeki direnişler yeniden hız kazanmış̧; Yalçın Kardeşler, Has Çuval işçileri eylemlerine yasak kararının bitmesinin ardından da devam etmiş̧, Grand Halı işçileri ise yüzde 30 sefalet zammını kabul etmeyerek direnişe geçmiştir. İşçilerin talepleri aynı olduğu gibi, gördükleri muamele de değişmemiştir” ifadelerine yer verildi.
“Polis ve jandarma ekipleri işçilere yasağın sürdüğünü, eylemlerine devam etmeleri halinde gözaltına alınacaklarını söyleyerek açıkça doğru olmayan bilgileri yaymıştır. Öyle ki işçileri gruplar halinde ikna ederek içeri sokmaya çalışmışlardır. Başpınar işçileri, evlerine bir lokma fazla ekmek götürebilmek için çıktıkları her direnişte polis ve jandarma baskısıyla karşılaşıyor. Antep’te OHAL rejimini aratmayan bu görüntüler, tamamen patronları ve onların çıkarlarını korumak içindir. İşçilerin ekmek kavgasının OHAL uygulamalarıyla bastırılmasına izin vermeyeceğiz!” açıklamasıyla keyfi yasak uygulamasına tepki gösterilirken sendika işçilerin eylemlerine yapılan baskıların bir an önce son bulması ve BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen’in serbest bırakılması taleplerini yineledi.
Türkmen halen tutuklu
BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen 14 Şubat’ta çalışma hürriyetini engelleme ve suç işlemeye tahrik iddialarıyla aynı hafta ikinci kez gözaltına alınmış, 17 Şubat’ta tutuklanmıştı. Türkmen’e 14 Şubat’ta yaptığı bir basın açıklaması nedeniyle ise hakkında yeni bir soruşturma başlatılmıştı. Dün “Devletin kurum ve organlarını aşağılama” suçlamasıyla hakim karşısına çıkan Türkmen’e duruşma sonunda ev hapsi ve adli kontrol ve yurt dışına çıkış yasağı uygulanmasına karar verildi. Türkmen’in tutukluluğu devam eden dosyası nedeniyle sürüyor.
***
Adım adım yargı nasıl AKP’nin aparatına dönüştü?
Yargıdaki kadrolaşma ve bağlı gelişen siyasallaşma süreci bir günde olmadı. İlk önemli hamle 2010'daki anayasa referandumu iken esas darbe başkanlık sistemi ile geldi.
Bugün yargı sistemi en çok siyasallaşma düzeyi ile tartışılıyor. Ancak yargıdaki kadrolaşma ve bağlı gelişen siyasallaşma süreci bir günde olmadı. Yıllara yayılan yasal düzenlemelerle yargı adım adım iktidarın sopası haline dönüştürüldü.
AKP, ilk iktidar yıllarından itibaren yargıyı kontrol etmek ve iktidarını güçlendiren bir araca dönüştürmek için çaba harcadı. Ancak bu yolda ilk önemli hamle 2007 referandumu oldu. Referandumla ilk kez cumhurbaşkanını halkın seçmesi gündeme getirildi. Ordu başta olmak üzere devlet bürokrasisi ve Avrasyacı siyasi blok buna ayak diredi. Genelkurmayın 27 Nisan muhtırasına yanıt Ergenekon operasyonu oldu. Devamında gelen Balyoz, KCK, askeri casusluk gibi operasyonel dava dosyalarına “yasal düzenlemeler” eşlik etti.
2010 anayasa referandumu
AKP’nin yargı üzerindeki hakimiyetini sağlayan dönüm noktalarından ilki 12 Eylül 2010 referandumu oldu. 2010 anayasa değişikliği ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu hükümetin güdümüne girdi. Anayasa Mahkemesinin yapısı değişse de üyelerinin atamasında cumhurbaşkanının belirleyiciliği arttı. 12 Eylül rejimini sonlandıracağı iddia edilen anayasa değişikliği rejimi, AKP’nin ve o dönem baş müttefiki olan Gülen Cemaatinin ihtiyaçlarına uygun yeniden tahkim edildi. Referandum sonrası Gülencilerin polis ve yargı içerisindeki etkinliği arttı. Referandumla devlet içindeki geleneksel güç odaklarının tasfiyesi de sağlanırken hemen sonrasında Erdoğan ve Gülenciler arasındaki egemenlik mücadelesi de başlamış oldu. Gezi direnişi, çözüm süreci, bölge illerindeki operasyonlar, kayyımlar ve yaygın tutuklamalar da bu dönemde oldu.
Öküz öldü, ortaklık bozuldu
AKP ile cemaat arasındaki ortaklık 17-25 Aralık 2013’te yargı ve emniyet içerisindeki Gülenci kadroların Erdoğan ve yakın çevresine yönelik başlattığı rüşvet ve yolsuzluk operasyonu ile bozuldu. 17 Aralık sonrası AKP tek hedef olarak kendi kadrolarını yargı içerisinde etkin hale getirmeye yoğunlaştı. 12 Ekim 2014 tarihinde yapılan HSYK seçimleri bu açıdan kritik bir yerde duruyordu. AKP, Yargıda Birlik Platformunu cemaate karşı bir koalisyon olarak sundu ve bir kez daha, ulusalcı ve liberal “sol”un bir kısmının desteğini alarak başarılı oldu. AKP, HSYK seçimlerini kazandıktan hemen sonra HSYK’nin kurumsal yapısını ve seçim yöntemini bir kez daha ihtiyacına uygun olarak değiştirdi.
2016: Allah’ın lütfu
2016’daki darbe girişimi ise AKP’nin yargı üzerindeki iktidarını mutlaklaştırdığı sürecin başlangıcı oldu. Erdoğan’ın “Allah’ın lütfu” diye nitelediği darbe girişimi sonrası yargıdaki cemaatçi kadrolar tasfiye edildi, yerine müttefik güçler konumlandırıldı.
Hakim ve savcıların üçte biri FETÖ üyesi olduğu iddiasıyla ihraç edildi, yerlerine çok sayıda hakim ve savcı alındı. Adalet Bakanlığı, ihtiyaç olan hakim ve savcıları alırken bizzat AKP üyesi kişileri tercih etti. 2016’dan bu yana AKP’de yöneticilik sıfatı bulunan binin üzerinde avukat, hakim ve savcı oldu. 70 puan barajı da kaldırıldığı için yargıda yandaş kadrolaşmanın önü açıldı. Hukukun askıya alındığı bu uzun süreli dönemde Anayasa da askıya alındı, ülke OHAL ile yönetildi.
Bu süreçte Erdoğan’ın en büyük destekçisi Devlet Bahçeli oldu. Başkanlık sistemine geçilmesi için ilk çağrıyı yapan da Bahçeli’ydi.
Son darbe: Başkanlık sistemi
16 Nisan 2017’de şaibeli bir halk oylamasıyla kıl payı kabul edilen anayasa değişikliği ile parlamenter sistem sona erdi ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen ve tüm yetkinin tek adamda toplandığı sisteme geçildi. HSYK’nin adındaki yüksek kelimesi çıkartıldı, Hakimler ve Savcılar Kuruluna (HSK) dönüştü ve yapısı değiştirildi.
HSK, yargının yürütmeye bağımlılığının temel taşı oldu. Yüksek yargıdaki atamalarda “tek adam” yani cumhurbaşkanı belirleyici hale geldi. Bu ortamda yüksek yargı kurumlarının başkanları, siyasi parti genel başkanı olan Cumhurbaşkanı ile beraber çay toplamaktan, onun önünde cübbelerini iliklemeye çalışmaktan çekinmedi.
***
10. Yargı Paketi: Tüm topluma yeni mengene -Eylem Nazlıer-
10. Yargı Paketi’ni değerlendiren ÖHD Genel Merkez Yöneticisi Avukat Erhan Çiftçiler, yeni düzenlemelerle siyasallaşmış yargı pratiğinin sonuçlarının daha da ağırlaştıracağını söylüyor.
Hükümet tarafından hazırlanan ve önümüzdeki günlerde Türkiye Büyük Millet Meclisine (TBMM) sunulması beklenen 10. Yargı Paketi tutuklama ve ceza infaz rejimine dair ciddi tartışmaları beraberinde getirdi.
Paketteki düzenlemeleri değerlendiren ÖHD Genel Merkez Yöneticisi Av. Erhan Çiftçiler Türkiye’de tutuklamanın artık bir cezalandırma yöntemi haline geldiğini vurguladı: “Tutuklama aslında bir mevzuat problemi değil. Mevcut yasalar bile tutuklamanın istisna olması gerektiğini söylüyor. Ancak pratikte bunun tam tersi bir tablo var. Özellikle siyasi davalarda tutuklamayı kural haline getirildi.”
Hukukçuların en çok eleştirdiği konulardan biri de çifte standart! Çiftçiler bunu şöyle açıklıyor: “Mesela bir kişi sokak ortasında başka birini bıçaklıyor ve bazen tutuklanmıyor. Ama bir gazeteci hükümetin hoşuna gitmeyen bir haber yaptığında veya bir sosyal medya kullanıcısı iktidarı eleştiren bir paylaşım yaptığında tutuklanabiliyor. ‘Propaganda’ veya ‘yanıltıcı bilgiyi yayma’ suçlarının alt sınırı 2 yılın altında olmasına rağmen insanlar uzun süre tutuklu kalabiliyor. Yani bu düzenleme, pratikte bir şey değiştirmeyecek.” Çiftçiler, hükümetin paketi “demokratikleşme” yönünde bir adım olarak sunmasının ise göz boyama amacı taşıdığını ifade etti.
İnfaz uygulamasında yapılacak değişiklikleri de yorumlayan Çiftçiler, adli suçlar için sık sık af kapsamı genişletilirken siyasi suçlar için cezaların ağırlaştırıldığına dikkat çekti: “Türkiye’de infaz rejimi adli suçlar için bir cennet, siyasi suçlar için ise tam anlamıyla bir cehennem. Yolsuzluk yapmış, hırsızlık suçu işlemiş bir kişi 20 yıl ceza alıyor, ancak bunun bir kısmını kapalı cezaevinde, bir kısmını açık cezaevinde geçiriyor ve denetimli serbestlikle hızla tahliye ediliyor. Sadece yazı yazan bir gazeteci ise ‘örgüt propagandası’ suçlamasıyla aldığı cezanın neredeyse tamamını cezaevinde geçirmek zorunda kalıyor.”
‘İnfaz sistemi köklü şekilde değişmeli’
Şu anda cezaevlerinin tamamen boşaltılsa dahi mevcut infaz rejimiyle dört-beş yıl içerisinde yine dolacağına dikkat çeken Çiftçiler, “Çözüm köklü bir infaz yasası reformu. Eğer demokrasi kaliteli değilse, hukuk güvenilir değilse, ekonomi kötüye gidiyorsa, toplumsal ahlaki yozlaşma varsa cezaevleri dolmaya devam eder. Sorun, mevzuat değil, sistemin kendisidir” dedi.
Mahpus sayısı sürekli artıyor
Ceza infaz ve tutuklama rejimine paralel olarak Türkiye’deki ceza infaz kurumlarının sayısı ve kapasitesi yıllar içinde önemli ölçüde arttı. Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü verilerine göre 2002 ile 2024 yılları arasında 40 bin kapasiteli 394 ceza infaz kurumu kapatılırken, 234 bin 532 kişilik kapasiteli 299 yeni ceza infaz kurumu açıldı.
Türkiye’de en fazla cezaevinin yer aldığı il İstanbul. Silivri ve Maltepe Ceza İnfaz Kurumu kampüsleri başta olmak üzere toplam 26 cezaevi bulunuyor. 2002’de 49 bin 512 olan mahpus sayısı yıllar içinde sürekli artarak 2025 itibarıyla 392 bin 456’ya ulaştı.
Mevcut ceza infaz kurumlarında 335 bin 799’u hükümlü ve 56 bin 657’si tutuklu olmak üzere toplam 392 bin 456 mahpus bulunuyor. Türkiye’deki cezaevlerinin toplam kapasitesi ise 301 bin 397.
Adalet Bakanlığının 2025’e dair en önemli vaadi ise yeni cezaevleri. Bakan Yılmaz Tunç 11 cezaevi yapımının sürdüğünü ve 2025 için 21 cezaevi projesinin ise etüt edildiğini bakanlığın bütçe görüşmeleri sırasında açıklamıştı.
***
Hak ve özgürlükler tehlike altında -Nisa Sude Demirel-
Ceza ve Ceza Muhakemesi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Barış Işık Barış Işık 10. yargı paketinde yer alan düzenlemelerin sonuçlarını madde madde anlattı.
Kamuoyuna 10. yargı paketi adıyla sunulan ‘Türk Ceza Kanunu ile bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanun teklif taslağı’ henüz Meclise gelmese de içeriğindeki düzenlemelerle tutuklamalar artacak, soruşturma süreçlerini muğlaklaşacak ve suç tanımları genişletilecek. İstanbul Okan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Barış Işık paketin sunulduğu şekliyle geçmesi halinde yaşanacak sorunları sıraladı.
Paketin gündeme getirilme biçimini eleştiren Işık, “Yargı paketleri adı altında kimin hazırladığı belli olmayan bir metin kamuoyuna servis ediliyor. Daha sonra kamuoyundaki tepkilere bakarak düzenleme yapılıyor. Ardından çok hızlı biçimde Meclise geliyor ve hızlı biçimde kanunlaşıyor. Bu antidemokratik bir yöntem” dedi. Paketin içeriğini de değerlendiren Işık “Yeni suç tipleri, genişletilen suç tanımları görüyoruz. Sanki cezaevinde az insan varmış gibi daha çok insanın daha uzun süre cezaevinde kalmasına sebep olabilecek ifadeler var. Ve bunlar kamu düzeni gibi aslında kişi özgürlüğüne aleyhte kavramlarla gerekçelendiriliyor” diye konuştu. Işık, taslakta yer alacağı ifade edilen düzenlemeleri başlık başlık değerlendirdi…
AYM’nin 2 defa iptal ettiği düzenleme yeniden taslakta
1- Taslakta yer alan madde 14 ile 'örgüte üye olmamakla birlikte' ifadesinin arkasına 'örgütün işlemeyi amaç edindiği suçlardan birini örgüt adına işleyen kişi' ifadesi ekleniyor. Madde 15'te ise 'örgüte üye olmamakla birlikte' ifadesi 'örgüte üye olmamakla birlikte örgütün çağrısı üzerine' şeklinde değiştiriliyor.
Silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme fiiline ilişkin ilginç bir ısrar görüyoruz. Çünkü Anayasa Mahkemesi buna ilişkin düzenlemeyi iki defa iptal etti. Anayasa Mahkemesi kararları esas itibarıyla ‘örgüt adına’ kavramının belirsiz ve kötüye kullanmaya müsait olduğunu, bu anlamıyla Kanunilik İlkesine aykırı olduğunu ifade ediyor. Örgüte üye olmayan birinin fiillerini örgütle ilişkilendirip terör suçu olarak tanımlamanın ifade özgürlüğünü, toplantı ve gösteri düzenleme özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğü kullanmasını engelleyecek nitelikte olduğunu belirtiyor. Ayrıca Türkiye'de zaten örgüt kurma, örgüt yönetme, örgüte yardım, örgüt propagandası gibi birçok suç tipi var; Türkiye'de bir terör suçları enflasyonu zaten var. Bir de ‘örgüte üye olmamakla birlikte’ suçlamasını muhafaza etmeye çalışmak, boşluksuz bir cezalandırma alanı yaratmak demek. Bu ‘her türlü fiili bir şekilde cezalandırmalıyım’ anlayışıdır. Anayasa Mahkemesi kararları ışığında fiilin suç olmaktan çıkarılması gerekirken, iptal kararlarında belirtilen bazı Yargıtay kararlarındaki kavramlardan da yararlanarak makyajlamak suretiyle suç tipi korunuyor. Ayrıca bu ısrar TCK 220 ve 314 başta olmak üzere Kanun’daki farklı maddeler arasında çatışmaya, anlam kargaşasına neden oluyor.
"Herkes tutuklanabilecek"
2- Taslakta yer alan 20. maddede tutuklama nedenlerine ilişkin maddeye iki yıldan az hapis cezası ile yargılanan kişilere ilişkin "Ancak, şüpheli veya sanığın davranışlarının yeniden bir suç işleyeceği hususunda kuvvetli şüphe oluşturması ya da suçun işleniş şeklinin veya suçtan meydana gelen zararın ağırlığının kamu düzenini önemli ölçüde bozması halinde tutuklama kararı verilebilir" değişikliği ön görülüyor.
Tutuklama bir ceza biçimi değil, en son başvurulması gereken bir koruma tedbiridir. Ama ülkemizde ne yazık ki bir cezalandırma biçimi, hükmü kesinleşmeyen kişiyi cezaevine koyma aracı olarak kullanılıyor. Zaten hali hazırda kanundaki ifadelerin aynısı kopyalanıp yapıştırılarak ve gerekçelendirilmeyerek tutuklama kararları veriliyor. Ancak şimdi bu metindeki düzenleme, çok basit suçlarda dahi tutuklama öngörüyor. Kişi ceza alsa infaz kanununa göre cezaevinde yatmayacağı suçlardan dahi tutuklanabilecek. Bu ciddi bir otosansür ve otokontrole sebep olabilecek bir şey. Muhalifler bakımından en ufak bir fiil tutuklama gerekçesi yapılacak. Bu düzenleme için sunulan gerekçede ise Almanya, Belçika, Hollanda gibi ülkelerdeki hukuka atıf yapılıyor. Ancak bu da kısmen yanlış bir bilgi. Mesela örnek verilen Almanya'da, Alman Ceza Mahkemesi Kanunu 212-a'da bu gerekçe tutuklamaya neden olabiliyor. Ancak istisnai hal çok ağır suçlarda ve bu suçların tekerrür ya da zincirleme şekilde işlenmesi durumunda geçerli. Sonuç itibariyle en ufak bir suça dayanarak kişilerin tutuklanması modern ceza hukukuna göre kabul edilemez. Artık herkesin tutuklanabileceği bir düzenleme.
3- Madde 21 ile Cumhuriyet savcısının yetki ve görevlerine 'yürütülen soruşturma kapsamında şüpheli hakkında adlî kolluk birimlerinde bulunan suç ve kabahat kayıtlarına ilişkin bilgi ve belgeleri görebilir' ifadesi ekleniyor.
Soruşturmada adli sicil kaydı zaten alınır ve şüphelinin daha önce işlediği suçlar gözükür. Ancak bizde fail değil fiil hukuku geçerli olduğundan, kişinin daha önceki işlediği suçlar kural olarak o soruşturmayı etkilemez. Ama şimdi adli sicil kaydının yanında, kolluktaki belgeler de talep ediliyor. Buna gerekçe olarak ise UYAP bilişim sisteminin entegre olması gibi ifadeler sunuluyor. Ancak bu teknik bir husus gibi gözükmüyor. Mesela 'adli kolluk birimleri' ifadesine emniyet istihbarat dahil olacak mı? Örneğin terörle mücadele birimlerinde suç işleme dışında kayıtlar söz konusu, bunlar olacak mı? Gözaltı kararları mı eklenecek? Buna neden ihtiyaç duyuyoruz, zaten kişinin suç teşkil etmeyen fiilleri delil olarak kullanılamaz. Suç teşkil etmese bile bazı bilgileri almak, kolluğun yönlendirmesi suretiyle soruşturmayı etkileme halidir. Muhalifleri “sakıncalı piyade” ilan etmenin hukuka aykırı bir biçimidir. Suç teşkil etmeyen fiillerin dosyaya girecek olması, istibdat rejimi örneği teşkil edecek sıkıntılı bir konu.
4- Madde 23'te "Hükümlünün bu infaz usulünden yararlanabilmesi için koşullu salıverilme tarihine kadar ceza infaz kurumunda geçirmesi gereken sürenin en az beşte birini ceza infaz kurumunda geçirmiş olması gerekir" ibaresi denetimli serbestlik usulüne ekleniyor. Farklı maddelerde de yine infaz hükümlerine ilişkin düzenlemeler var.
Son olarak infaz hukukuna ilişkin düzenlemeler olduğunu görüyoruz. Yine bazı köşe yazarları kısmi af geleceğine dair kimi bilgiler yazıyor. Bu bir iddia ve metinde öyle bir şey yok. Af ile koşullu salıverilme farklı kurumlar, ancak bu tartışmadan bağımsız olarak koşullu salıverme hükümleri üzerinden beklenen, “cezaevlerini boşaltacak” değişiklikler söz konusu değil.Esas olarak mutlak suretle “cezanın bir bölü beşini cezaevinde çekeceksin” diyor. Bir de özel infaz usulleri dediğimiz usullerden yararlanmasnın koşullarını kolaylaştırıyor..
/././
Suç ve suçlu üretme mekanizmasında bugün: ‘HDK operasyonu’-Nuray Sancar-
22 Şubat'ta sabaha karşı yapılan operasyonlarla 51 kişi gözaltına alındı. Gözaltındakilerin 30’u tutuklandı, bir kısmı ev hapsine, bir kısmı adli kontrol cezasına çarptırıldı. Gözaltına alınanların bir kısmı diğer apartman sakinlerini uyandıracak kadar gürültüyle yapılmış; mağdurlar, terör örgütü mensubu oldukları ajitasyonuyla en başta konu komşunun gözünde ‘tehlikeli’ ilan edilivermişti. Bu gözaltılar ‘Terör örgütünün taban yapılanması HDK operasyonu’ olarak tanıtıldı. İçlerinde siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler ve değişik meslek gruplarından kişilerin bulunduğu operasyonun kapsamının genişletileceği, 1640 kişilik bir listenin dolaşımda olduğu alttan alta yayıldı.
Yasal olarak kurulmuş, yıllardır faaliyette olan HDK’den bir katalog suç icat edilmesi, listede adını geçirmek suretiyle bir dizi insanın ve ailelerinin peşinen huzursuz edilmesi mevcut siyasal koşullarda olağanüstü gelmiyor. Çünkü 28 Şubat’ın rövanşının alınmaya çalışıldığı Ergenekon tutuklamaları, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yapılan FETÖ operasyonları dalga dalga seyretmiş; Demokles’in Kılıcı ‘Şüyuu hakikatten beter’ etkisi yaratarak bir sürü başın üzerinde sallandırılmış ve bu toplumsal hizalamanın şartı olarak görülmüştü.
Şimdi gözaltına alınanlar da yıllar önce bir toplantıya katılmış olmaktan, çok eski telefon görüşmelerinden vb. suçlanıyor. Tutuklananların bir kısmından, polis ifadesi yeterli görüldüğü için savcılık ifade almaya gerek bile duymamış. En önemlisi tutuklananlar arasında HDK’li olmayanlar çok. Ama yolu bir şekilde HDK ile kesişenlerin olağan suçlu kategorisine dahil edileceğinin ilanı bu operasyon.
O halde devletin ve kimi basının, adını ‘HDK operasyonu’ koyduğu gözaltı silsilesi HDK’nin de dahil olduğu emek ve demokrasi güçlerini yıldırmaktan başka bir niyet taşımıyor. Böyle bir şemsiye altına, hak direnişlerinde, protesto gösterilerinde, eylemlerde göze batan, öne çıkan herkes toplanabilir. Çünkü iktidarın muhalefetle ciddi bir derdi var.
Gözaltılar yaşanırken Antep Başpınar işçilerinin örgütlendiği BİRTEK-SEN’in Genel Başkanı Mehmet Türkmen de tutuklanmıştı. Kayyum dalgaları devam etmekteydi. CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı olarak öne çıkan ve anketlere göre Erdoğan’dan daha fazla ilgi toplamaya başlayan İBB Başkanı İmamoğlu hakkında adli soruşturmalar açılmış, üstüne 30 yıl önce Kıbrıs’taki üniversiteden İÜ’ye geçişinin hukuki olmadığı gerekçesiyle diploması tartışmaya açılmıştı. Hem de mevcut cumhurbaşkanının görevinin gerektirdiği yataylı-yataysız hiçbir üniversite diplomasının olmaması iddiasının sık sık gündeme getirilmesine rağmen!
Bütün bunlar olurken iktidar Öcalan’ın, örgütüne silah bırakma çağrısını beklemekteydi. Bu çağrı önceki gün gerçekleşti ve Öcalan PKK’nin feshedilmesi gerektiğini söyledi. Ne var ki bu durum bile her fırsatta yargının bağımsız olduğunu söylediği halde yargıyı uzunlu kısalı sopa olarak kullanan siyasi pratiği etkilemedi. Zaten bir şeye ikna etmek için bütün aşırı uğraşılar iddianın boş olduğu yerde gösterilir.
Bu gelişmelerin toplamından çıkan sonuç; baskıyla tutuklamalarla satın alınan nihai bir suskunluk ve boyun eğdirme sayesinde toplumun tartışma kanallarının kapatılarak oldubittiye getirilecek olan Anayasa’nın herhangi bir sözleşme mekanizmasından geçirilmeden çıkarılması olacak. Öte yandan iktidarın yıllardır inşa ettiği tek adam rejiminin çabuk dağılan temeli erken ya da normal bir seçimi eskisi gibi taşıyacak görünmüyor. Yoksulluk sınırının altında giderek daha çok biriken nüfusun geneli, eriyen ara sınıflar ve hatta TÜSİAD farklı farklı nedenlerle Şimşek ile başlatılan ekonomik programdan şikayetçi durumda. Oligarşik iktidar için sükuneti sağlamanın tek yolu ağzını açanı, klavyeye basanı içeri tıkmak oluyor.
Arka arkaya yaşanan birçok askeri darbe deneyimi ve girişimlerinin getirisi toplumsal ilişkilerin yeniden düzenlenmesi olmuştu. Öngörülen hizalanmayı pekiştirecek anayasaların hazırlandığı, kanunların yapıldığı bu süreçler AKP rejiminde yerini günlük kararnamelere, yasanın yeniden yapılandırılmasına bıraktı. Nihayet buna da gerek duyulmuyor. Yasa fiilin arkasından geliyor ya da fiile suç uyduruluyor. Süleyman Soylu’nun bir zamanlar dediği gibi ‘Bina yıkıldıktan sonra yasası gelir’! Yani önce tutukla, iddianame ve ifade arkadan gelir.
İç politikada geçerli kılınan bu hüküm yurttaşların haklarını, yasal avantajlarını, Ceza ve Medeni Kanunu çoktan ardiyeye kaldırmışken dış politikada da ürünlerini verdi. Türkiye Suriye iç savaşı sırasında yerleştiği ülkenin kuzey batısına plaka numarası vermek, oradan daha ilerilere gidebilmek için gün sayanlarla doldu.
İcra et istim arkadan gelsin mantığı dünyada da bir yönelim haline gelmiş durumda. Kanunu, yerleşik değerleri, kazanılmış hakların mukaddesatını tanımadan bildiğini okuyan liderler ve iktidar partileri çoğaldılar. HDK’yi bir suç örgütü olarak kodlayan, HDK’li olmayanları da HDK’lileştirerek kesin veya potansiyel suçlu ilan eden akıl ve akım dünyanın ve memleketin gidişatından beslendi. Halktan her seferinde bir ‘sarı öküz’ vermesini bekleyen siyasi iktidar giderek refleksinden korktuğu kitleyi zapturapt altına almak için durmadan suç ilan ediyor. Suç çeşitleri bugün en küçük itirazı da kapsayarak çoğalıyor.
Fakat öfke ve tepkinin cezalandırılarak ortadan kaldırılamadığı da her gün kanıtlanıyor. Başpınar işçileri sendikacılarının tutuklanmasına rağmen susmadılar ve valiliğe geri adım attırabildiler. Hakkını, ücretini, hayatını ve yaşam alanlarını savunanlar sessiz kalmayı reddediyor. Yerinden yurdundan edilen, cebi boşaltılan, geleceği çalınan, borç altında ezilen, evi barkı dağılan ama bunun karşısında iktidar partisinin kolladığı yandaşların ve tekellerin şiştikçe şiştiğini gören halkın güvensizliği ve güvencesizliği işte o rejim temeline küçük küçük travmalar gönderiyor. Emek ve demokrasi mücadelesi uydurulan suçlara sığmıyor.
/././
Sistemli baskılar nasıl perdeleniyor? Ne yapılabilir?-Yücel Demirer-
Geçen hafta oynanan Galatasaray-Fenerbahçe maçını yabancı bir hakem yönetti. Türkiye’de yabancı hakem uygulaması yeni değil. Profesyonel ligin kurulduğu 1959-1970 yılları arasında, 14 farklı ülkeden toplam 135 hakem görev yapmıştı. Ancak Erdoğan rejiminde “yerli ve milli”lik üzerinden ayrımların yapıldığı, bu eksen üzerinden kutuplaşmanın pompalandığı bir kesitte milyonların ilgisini çeken bir sorunun ‘yerli ve milli’ olmayan bir yönteme başvurularak çözülmek istenmesi dikkat çekiciydi. Futbol yönetiminin rejimin mutlak kontrolü altında olduğu, iktidar ortağı Bahçeli’nin yabancı oyuncuya sınırlama getirilmesini savunduğu koşullarda yabancı hakem görevlendirmesi özellikle akıllarda kaldı.
Aynı hafta içinde ‘Milli Muharip Uçak KAAN’ın uçuşunun birinci yıl dönümü kutlandı. F-16 uçaklarının yerini almak üzere tasarlanan KAAN ilk uçuşunu 21 Şubat 2024 tarihinde gerçekleştirmişti. Projenin ana yüklenicisi TUSAŞ’ın Genel Müdürü Mehmet Demiroğlu sosyal medyadan şu mesajı paylaştı: “KAAN’ımızın gökyüzüyle ilk buluşmasının yıl dönümünü kutlarım. KAAN yalnızca bir mühendislik başarısını değil Türkiye’nin ulusal savunma gücünü, mühendislik kapasitesini ve millî iradesini simgeliyor.”
KAAN’da kullanılan F110 motorunu American General Electric Şirketi üretiyor.
***
Ülkenin dört bir köşesinde yaşanan, yoğun bir baskı döneminden geçiyoruz. Gaziantep tekstil işçilerinden Boğaziçi öğrencilerine, muhalif belediye başkanlarından kamu emekçilerine kadar geniş bir kesim baskı altında tutuluyor. Yapıldığı dönemde suç sayılmayan anmalar, söylendiği anda soruşturmaya konu olmayan konuşmalar, gerçekleştirildiği sırada suç olmayan telefon konuşmaları suç sayılıyor. Çoktandır kural olan çifte standartlara dayanan yönetsel kararlar, doğrudan hedef aldığı kesimler kadar bir bütün olarak toplumun sesini kısmayı hedefliyor. Açlık sınırında dolaşan gelir düzeyinin yaygınlığı ve ondan doğan ekonomik baskı düşünüldüğünde, aslında baskı altında olmayan sadece küçük bir azınlık.
İktidar aygıtı bilgiyi, haberi, araştırma ve eğitimi kendi amacı doğrultusunda çarpıtarak, olup biteni anlama imkanlarını maniple ederek baskıyı gizlemeye ve varlığını meşrulaştırmaya çalışıyor. Gerçeklerin sistemli bir biçimde çarpıtılması ve iktidarın kendi imajını yüceltirken gerçeği ifşa edenleri cezalandırması baskıcı bürokrasinin temel faaliyet alanı olarak öne çıkıyor.
Bu süreçte rejim, baskıcı eğilimlerini gizlemeye çalışırken demokratik normlara uyuyormuş gibi görünmeye büyük önem veriyor. Öte yandan dikkati baskıdan uzaklaştırmak, demokrasiyle bağdaşmayan uygulamalarını perdelemek için birbiriyle çelişki halindeki görüşleri savunup, bir dönem ‘ak’ dediğine sonradan ‘kara’ demekten çekinmiyor. Yabancı hakem örneğinde olduğu gibi eğer kendisine puan kazandıracağına inanıyorsa ‘yerli ve milli’ olandan vazgeçebiliyor. Otoriter zemini perdelemek için popüler olanın peşine takılabiliyor.
Tam da bu nedenle, Ekrem İmamoğlu hakkında iki yıldan dört yıla kadar hapis ve siyasi yasak istemiyle düzenlenen iddianamenin kabul edilmesini, CHP’li Beykoz Belediye Başkanının sabaha karşı evine düzenlenen operasyon ile gözaltına alınmasını, PYD Yöneticisi Salih Müslim ile yaptığı röportajı YouTube’da yayınmladığı gerekçesiyle Nevşin Mengü’ye verilen bir yıl üç aylık hapis cezasını eş zamanlı süreçte izlenen perdeleme politikalarıyla birlikte düşünmek, baskı politikaları kadar, perdeleme adımlarını da bıkmadan deşifre etmek gerekiyor.
***
Abdullah Öcalan’ın geçen perşembe günü yaptığı açıklama tarihsel öneme sahip. Kökü derinlere inen bir meselenin çözümü için atılan bu kritik adıma dair yazarken hem hayatını kaybedenlere hem onların geride bıraktığı acılı insanlara hem de süreç içinde verilen emeğe hürmeten özenli olmak, üstelik ezen ulus komünisti olmanın mahcubiyetini elden bırakmamak gerekiyor. Detaylarına ve arka planına ilişkin bilgimiz olmayan bu konuda bir kitabın ilk cümlesini okur okumaz o kitabı anladığını iddia edercesine yorum yapmaktan kaçınmak görevlerin başında yer alıyor.
Öte yandan hayatımıza, o anda sahip olduğumuz bilgi ve algı düzeyi üzerinden yön veriyoruz. Hayatın akışı, hele de ülkemizdeki gibi çılgınca bir hızda ilerleyişi, henüz vakıf olmadığımız, önemi ima edilen ama biz sıradan yurttaşların bir türlü öğrenemediği arka plan bilgisini beklemeyi olanaksız kılıyor; çetin gündem, olup biteni bir an önce anlamlandırmak için bizi sıkıştırıyor.
Bu kuvvetli mıknatısların ortasında ‘Öcalan’ın çağrısı’ üzerine yazılacak detaylı yazı için gelecek haftayı beklemek doğru görünüyor.
/././
(Evrensel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder