BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -2 Mart 2025-

1 Mart tezkeresinin reddinden sonra Amerika, BOP ve tek adam rejimi -Hatırlatmalar/Birgün-

1 Mart tezkeresinin Meclis’te reddedilmesini sağlayan en önemli güç kuşkusuz ki bütün ilerici toplumsal muhalefetin savaşa karşı birleşik tutumu ve mücadelesi oldu. Savaş tezkeresinin görüşüldüğü 1 Mart gününde Ankara’da Sıhhıye Meydanı’nda toplanan yüz bini aşkın insan, Meclis’te AKP saflarına kadar etki yaratabildi.

1 Mart 2023’te Irak’a yönelik savaş tezkeresinin Meclis’te reddedilmesinin üzerinden on yıllar geçti. ABD’nin Irak işgaline Türkiye’yi katmak için talep erttiği "yurt dışına asker gönderme ve Türkiye’de yabancı asker bulundurma" konusundaki yetki tezkeresi 62 bin ABD askerini kapsıyordu. 255 uçak ve 65 helikopteri aşmamak kaydıyla yabancı silahlı kuvvetlerin geçici olarak konuşlandırılmak üzere 6 ay süreyle Türkiye’de bulunması; bunların Türkiye dışına intikallerinin en kısa sürede tamamlanması ve yabancı Hava ve Deniz Kuvvetleri ile özel kuvvetlerin unsurlarının muhtemel bir harekâtta kullanılmalarını sağlayacaktı.

Irak işgaline karşı oluşan toplumsal muhalefet dalgası, AKP içerisinde de karşılık bulmuş ve tezkere oylamasında bir bölünmeyle sonuçlanmıştı.

Bu karar, ABD’nin 11 Eylül 2001’deki El-Kaide saldırıları sonrasında hızlandırdığı Büyük Ortadoğu Projesi ekseninde savaş politikalarına karşı, toplumsal muhalefetin dünya çapındaki en etkili karşı koyuşlarından birisi oldu.

1 Mart tezkeresinin Meclis’te reddedilmesini sağlayan en önemli güç kuşkusuz ki bütün ilerici toplumsal muhalefetin savaşa karşı birleşik tutumu ve mücadelesi oldu. Savaş tezkeresinin görüşüldüğü 1 Mart gününde Ankara’da Sıhhıye Meydanı’nda toplanan yüz bini aşkın insan, Meclis’te AKP saflarına kadar uzanabilecek bir etkiyi yaratabildi.

Bu karar süreç içinde Türkiye’nin AKP eliyle Ortadoğu’daki Amerikan planı içinde sürüklenmesine engel olamadı. Türkiye, ABD tarafından Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eş Başkanı olarak iktidara getirilen Erdoğan eliyle adım adım Suriye’ye kadar uzanacak savaşın içine sürüklendiği gibi, bu plana bağlı olarak İslamcı bir dönüşüme uğratıldı.

ECEVİT, GÜL, ERDOĞAN VE 1 MART TEZKERESİ

11 Eylül saldırıları sonrasında ABD Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilk sahnesini Afganistin işgaliyle kurdu. Bunun ardından -sonradan yalan olduğu ortaya çıkacak- kimyasal silahlar iddiasıyla Irak’ı hedef tahtasına koydu.

O dönemde, MHP, ANAP, DSP koalisyon hükümetinin başbakanı olarak görev yapan Bülent Ecevit, Irak’a yönelik müdahale planı karşısında temkinli bir tutum izlemeye çalışıyordu. Büyük ekonomik krizin etkisiyle sarsılan bu iktidarın sona ermesinde, ABD’nin Irak’a yönelik planına karşı gösterilen direncin de önemli bir etkisi oldu. IMF kıskacında Derviş’le izlenen yıkım politikalarının etkisinin toplumda derin bir yoksulluk olarak hissedildiği bu dönemde, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin erken seçim çağrısı, AKP iktidarının kapısını araladı.

Tayyip Erdoğan’ın, henüz iktidara gelmeden Beyaz Saray’da ağırlandığı bu süreçte, AKP ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne bağlı olarak adım adım iktidara taşındı. 28 Şubat’ta siyasal İslamcılara yönelik ince müdahale ile Erbakan’ın etkisizleştirilmesine paralel olarak, Erdoğan ve Gül ikilisi etrafında oluşturulan yeni siyasal İslamcı güç merkezi de doğrudan bu projenin bir parçası olarak gerçekleştirildi.

Türkiye’nin BOP içinde etkin bir görev üstlenebilmesi için, ABD ile uyumlu bir siyasal İslamcı güç merkezi AKP ve Cemaat ikilisi etrafında şekillendirildi. AKP’nin iktidara taşınması sonrasında başlayan dönem aynı zamanda ülkenin siyasal İslamcı bir faşizme dönüştürülmesi süreci olarak yaşandı.

1 Mart tezkeresi tam da bu noktada bir kırılma noktası olarak yaşandı. Erdoğan’ın henüz yasağını aşamadığı bir dönemde, gündeme gelen 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi, ABD için bir hayal kırıklığına dönüştü. Başbakanlık koltuğunda oturan A. Gül’ün tüm çabalarına, Erdoğan’ın bütün milletvekilleri üzerinde kurduğu büyük baskıya rağmen tezkere geçmedi. Bunun ardından başlayan süreç 1 Mart’ın dersleriyle birlikte, Türkiye’nin dönüşümünün hızlanacağı bir süreç olarak yaşandı.

1 MART, ABD VE TEK ADAM REJİMİ

Erdoğan ve Gül’ün tüm çabalarına karşın tezkerenin geçmemesi, ABD için ayrı bir değerlendirme konusu oldu. TSK’nın tezkereye ayak diremesi, sonrasında ordunun Büyük Ortadoğu Projesi’ne uyumlulaştırılmasını hedefleyecek Ergenekon operasyonlarını gündeme getirdi. Aynı dönemde siyasal İslamcı dönüşümün önünde engel olarak görülen solun etkisizleştirilmesine yönelik operasyonlar da bizatihi Amerikan planının parçası olarak gerçekleştirilmeye çalışıldı.

Öte yandan da ABD, kendi çıkarları için Türkiye’de kısmi demokratik ortamın yok edilmesi gerektiği hususunu özellikle 1 Mart’ın bir dersi olarak değerlendiriyordu. CIA Türkiye eski şefi Paul Bernard Henze, 2006 yılında Beyaz Saray’a sunduğu Türkiye raporunda bu konuda şöyle diyordu, “Türkiye’nin bu şekliyle, Amerikan politikalarının yanında olacağından emin olamayız. Ülkeyi kuranlar, denetim mekanizmasını çok sıkı tutmuşlar. Hükümeti ikna ettiğimizde Meclis, Meclis’i ikna ettiğimizde ordu, orduyu ikna ettiğimizde yargı karşımıza geçebiliyor. Eğer Amerika’nın çıkarı Türkiye’de bir federal devlet kurulması ise mutlaka ve öncelikle yargı, ordu, Meclis ve hükümeti tek elde toplayan başkanlık rejimine geçilmelidir. Bir kişiyi ikna etmek, birbirini denetleyen yapıyı ikna etmekten daha kolay olacaktır. Eğer o kişi Amerikan çıkarlarına yardım etmek konusunda tereddüt ederse, bir kişi üzerine kurulmuş yapıyı yıkmak, Amerika için sorun olmaz”.

O tek kişi zaten çok önceden seçilmiş Tayyip Erdoğan’dan başkası değildi. Wikileaks’in ortaya çıkardığı Amerika’nın gizli belgelerinde, Erdoğan hakkında yapılan şu değerlendirme de bu bağlamda hatırlanmalı, “Türkiye’nin en güçlü politikacısı olan Tayyip Erdoğan, bizim AK Parti hükümetini, Irak ve ABD’nin diğer stratejik çıkarları konusundaki kamuoyu görüşünü etkileyebilme yeteneğimiz açısından anahtar nitelik taşıyor.”

Bütün bunlar Türkiye’nin bu büyük karanlığa nasıl sürüklendiğini anlamak için olduğu kadar, ülkemizin bugün olup bitenlere bakarken de akılda tutulması gereken gerçekleri…

***

ERDOĞAN: BUSH BENDEN RİCA ETMİŞTİ

Sonraki yıllarda Erdoğan o dönemi anlatacaktı. Şubat 2016’da Güney Amerika turundan dönüşte uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlayan Erdoğan, “Suriye’de bir fiili durum oluşturulur mu” sorusuna Irak için Meclis’te çıkarılmak istenen tezkereyi hatırlatarak şunları söyledi: “Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım, karşı olanlar bunu açıkça söylemediler. Birileri de gizli kulisler attılar. O insanların kimler olduğunu araştırır bulursunuz. 1 Mart tezkeresi ilk anda kabul edilip Türkiye, Irak’ta olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı. 1 Mart tezkeresi ilk anda geçseydi, Türkiye masada olacaktı. O zaman Bush (ABD Başkanı), benimle yaptığı görüşmelerde bir ricada bulundu. Ama maalesef biz kendi arkadaşlarımızın yanlışıyla baş başa kaldık.”

Erdoğan bu açıklamasında Bush ile işgal konusunda yakın temas halinde olduklarını ve partisini ikna edemediğini söylüyor. Bu tutum kendisine 2004-2005 yıllarında Türkiye’nin BOP/GOP Eş Başkanlığı sürecinde fayda sağlayacaktı. Örneğin ABD Başkanı George Bush, 2004 NATO zirvesinin son gününde, Galatasaray Üniversitesi'nde, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'ni (GOP) savunan bir konuşma yaptı. Bush, Irak demokrasisinin doğuşunun ise Ortadoğu'da reformlara umut vereceğini, Tahran ile Şam'a mesajlar göndereceğini anlattı ve Türkiye'ye GOP'ta demokratik ortak rolü nedeniyle teşekkür etti. Sonraki yıllarda Erdoğan, üç ülke olarak GOP’un alt biriminde eş başkanlık rolü üstlendiklerini belirtti.

***

TOPLUMSAL MUHALEFETİN ETKİSİ

2002’nin ilk aylarında kurulan savaş karşıtı hareketin ortak platformu genişletilerek Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’na dönüştü. Koordinasyon’un oluşum sürecinde ilk toplantı "1 Aralık Koordinasyonu" ismiyle gerçekleşti. Platformda sendikalardan meslek odalarına, siyasi partilerden sanatçı inisiyatiflerine pek çok kesim vardı. Tezkerenin görüşüleceği gün Ankara’da çok büyük bir miting düzenlendi. Medya kuruluşları da bu mitinge ilgisiz kalmadı ve kamuoyunun ilgisini çekti. O günlerde AKP’de bölünmeler olacağı konuşuluyordu. Nitekim Ahmet Sever, Abdullah Gül ile 12 Yıl kitabında o günleri şöyle anlattı: “Elbette savaş isteyenler de boş durmuyorlardı. Sonra basından öğrendik ki Cüneyt Zapsu, Ömer Çelik ve Egemen Bağış tezkerenin kabulü için çırpınmışlar. Özellikle Zapsu, ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ile telefonda sürekli temas halinde olmuşlar.”

O dönemde Erdoğan henüz Başbakan değildi. Yaklaşık tezkerenin reddinden 8 gün sonra 9 Mart 2003 Siirt Milletvekili Yenileme Seçimi’nde Meclis’e girdi. Girer girmez de ABD ile ilişkileri sıkılaştırmak için çaba harcadı.

***

TEZKERE ÇIKMAZI

1 Mart 2003 tarihinde tezkere meclise geldi. AKP yönetimi büyük bir çıkmazla karşı karşıya kaldı. Tezkereyi geçirmek istese de özellikle sol, sosyalist muhalefetin başını çektiği savaş karşıtı eylemler ve toplumda açığa çıkan savaş karşıtı tutum AKP içinde de yarılmaya sebep oldu. Gerek Erdoğan gerekse Abdullah Gül tezkerenin geçmesi için çalışmışlar, milletvekillerini ikna etmek için uğraşmışlardı. Kabul için gerekli 267 oya ulaşılamadı 264 oyda kaldı. Tezkerenin reddinden sonra AKP ortaya çıkan durumun hükümetin bir tercihi olmadığını bunun hükümete rağmen gerçekleştiğini göstermek için girişimlerde bulundu. İncirlik Üssü tezkerenin reddinden kısa bir süre sonra ABD uçaklarına açıldı. Dönemin Savunma Bakanı Vecdi Gönül “ Tezkereyi geçiremesek de Türkiye’den 4300 uçuşa izin verdik şeklinde bir açıklamada bulunmuştu. Erdoğan ise The Wall Street Journal gazetesinde kendi adıyla çıkan bir yazıda “Ülkem sadık bir dostunuz ve müttefiğinizdir” diyerek ABD’ye yaranmaya çalışıyordu.

***

BOP VE AKP’NİN MİSYONU

ABD’nin Irak’ı işgali geliştirdiği BOP kapsamında şekillendi. Sovyetler’in çöküşü sonrası ABD Ortadoğu’da hem enerji geçiş alanlarını tutmak hem de bölgeyi küresel sermayeye uygun dönüştürme projesi çerçevesinde politikalar izlemeye başladı. Daha sonrasında adına BOP denilecek politika bölgede küresel sermayenin ihtiyaçlarına cevap verecek rejim değişikliklerini de zorunluluk olarak dayatıyordu. Bu bağlamda Soğuk savaş politikaları çerçevesinde gündeme getirdiği yeşil kuşak projesiyle ortaya çıkan radikal İslamcı dinamiklerin batıyla uyumlu ılımlı İslamcı bir dönüşüme uğratılması elzem hale gelmişti. 11 Eylül 2001 yılında Taliban’ın ABD’ye saldırısı bu süreci hızlandırdı.

Türkiye’de AKP'nin iktidara gelmesi ise bölgesel, sınıfsal ve uluslararası gelişen yeni dinamiklerin eseri olarak açığa çıkmıştı. 28 Şubat süreci ve Milli Görüş Hareketi içindeki bölünme ve emperyalizmin bölgeye yönelik politikalarına eklenme hevesi içindeki yenilikçilerin kurduğu oluşum emperyalizmin bölgeye yönelik yönelimlerine uygun bir muhteva taşıyordu. Daha sonra Erdoğan’ın 28 Şubat’ta milli görüş Gömleğini çıkarttık sözü bu durumu açıklıkla ortaya koymaktadır. Erdoğan AKP’nin kurulmasından sonra 2002 yılında ABD’yi iki defa ziyaret etti. Ocak 2002’de yaptığı ziyarette gerek Bush’la gerekse savunma bakanı Richard Perle ile yaptıkları görüşmelerde Irak’ın işgali durumunda Türkiye’nin her türlü yardım ve desteği sağlayacağı yolunda güvence verdi. ABD Mart ayında Türkiye’nin uluslararası koalisyona katılarak Irak’a asker göndermesini ve ABD asker ve mühimmatlarının Türkiye’de konuşlanmasını talep etti. Diğer yandan İncirlik başta olmak üzere hemen hemen bütün havaalanı ve limanların destek üssü olarak kullanılmasını talep ediyordu.

***

ÇUVAL OLAYI VE BOP EŞ BAŞKANLIĞI

ABD Temmuz 2003’te tezkerenin reddine karşılık CENTCOM öncülüğünde bir hizaya çekme operasyonu gerçekleştirdi. Süleymaniye’deki Türkiye Özel Kuvvetler Komutanlığı'na baskın yaparak 11 Askeri alıkoyarak başlarına çuval geçirmişti. Bu vaka “Çuval Olayı” olarak tarihe geçti. 60 saat alıkonulan askerler için Türk yetkililere uzun süre bilgi verilmedi. ABD misillemenin ötesinde Irak’ın yeniden şekillendirilmesi noktasında Türkiye’ye verilen bir mesajı da içeriyordu. ABD’nin Iraklı Kürtlerle süreci götüreceğini ve Türkiye’nin bu denklemi bozmaya yönelik hamlelerde bulunmaması gerektiğine işaret ediyordu. Türkiye 2004’te ABD’nin ilan ettiği BOP projesine destek sunduğunu hatta eş başkanı olduğunu ilan etti. Bunun bölgeye dair pratik sonuçlarından biri de Barzani liderliğindeki Irak’ın Kuzeyi'ndeki Kürt yönetimiyle hasmane tutumunu bırakarak siyasi ve ekonomik işbirliğine girmesi oldu.

***

PARÇALANAN TOPLUMSAL MUHALEFET

Irak savaş tezkeresi geçmemiş olmakla birlikte, sonrasında Türkiye BOP sahnesinin en önemli aktörlerinden birisi olmaya devam etti. Bu noktada, Türkiye’de oluşan muhalefetin de parçalanmasının etkisinden kuşkusuz ki söz etmek gerekir. Irak Savaşı’nda ortaya çıkan muhalefet birikimi, sonrasında hızla parçalanmaya uğratıldı. Bunun en önemli nedenlerinden birisi bir darbe-şeriat ikilemi içinde, AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştireceğine ilişkin liberal yanılgılar içinde oldu. Bu doğrultuda muhalefet içinden çok önemli bir kesim, bir biçimde uzun yıllar AKP’nin yanında saf tutarak, AKP karşıtı muhalefetten koptu.

Bir başka önemli nokta ise, Türkiye solunun önemli bir bölümünün ABD’nin Orta Doğu müdahaleleri karşısında hayırhah bir çizgi izlemesi oldu. Anti-emperyalist bir savaş karşıtı mücadele çizgisi karşısında solun önemli bir kesimi, ABD müdahalelerini bölgedeki diktatörlüklerin sona ermesi için bir fırsat olarak değerlendirdi.

NATO bombalarıyla Libya’nın yok edilmesi ve Kaddafi’nin cihatçı çetelerce linç edilmesini, “sonunda hayırlı oldu” diye alkışlayan, Suriye’deki cihatçı çeteleri “devrimin köstebekleri”, “diktatörün mezar kazıcıları” olarak ilan eden yaklaşımlarla birlikte, güçlü bir savaş karşıtı hareket oluşturmak hiç de mümkün olmadı.

Kuşkusuz ki soldaki bu yalpalamanın önemli noktalarından birisi de Suriye’de Kürt hareketinin ABD ile iş birliği içinde Rojava’da bir iktidar alanı oluşturmuş olması oldu. Bu da Türkiye solunun özellikle Kürt hareketi etrafında toplanmış kesimlerinin, Suriye ve Orta Doğu’da anti-emperyalist bir tutum almamasında etkili oldu.

Bu anlamda Irak’ta savaşa karşı oluşturulan toplumsal muhalefet süreç içinde adım adım parçalanarak, büyük bir dağılmaya uğradı.

                                                                ***

Devrimci hareketin onurlu ve hüzünlü bir parçası Kürşat Timuroğlu

Kürşat Timuroğlu, 1953 yılında Türkiye'de dünyaya geldi.

Sol görüşlü, mücadeleci bir ailenin çocuğu olarak daha küçük yaşlardan itibaren  devrimci  fikirlere tanıklık etti. Henüz iki yaşındayken öğretmen babasının tutuklanmasına ve evlerine yapılan polis baskınına şahit oldu; böylece yaşamın çok erken bir döneminde baskıyla tanıştı.

Ailesinden miras aldığı bu direnişçi ruh, onun gençlik yıllarına damga vurdu. Daha lisedeyken derslerinde özellikle matematikte çok başarılıydı ve ileride mimar olma hayali kuruyordu. Sola ilgisi onu erken yaşta devrimci literatürle buluşturdu. 17-18 yaşlarına geldiğinde Karl Marx, Friedrich Engels ve Vladimir Lenin'in eserlerini özgün dilinden okuyacak kadar kendini geliştirmiş, aynı anda İngilizce öğrenip Marksist klasikleri İngilizce kaynaklardan özümsemeye çalışacak denli azimli bir öğrenci olmuştu.

TÜRKİYE’DE DEVRİMCİ MÜCADELEYE ADIM ATIŞI

1970’lerin çalkantılı siyasi atmosferinde Kürşat Timuroğlu, genç bir üniversite öğrencisi olarak mücadeleye katıldı. İTÜ’ye mimarlık okumak üzere girmişti; fakat 12 Mart 1971 askerî darbesinin sert siyasi ikliminde okulda barınmasına izin verilmedi. Başarılı bir öğrenci olmasına rağmen hakkında disiplin soruşturmaları açıldı ve üniversiteden uzaklaştırıldı.

Aynı dönemde, 1970’lerin başlarında Kürt hareketiyle dayanışma içinde olan Devrimci Doğu Kültür Dernekleri‘nin (DDKD) İstanbul örgütlenmesinin kurucuları arasında yer almıştı.

Timuroğlu, daha gençlik yıllarında hem Türk hem Kürt emekçilerinin ortak mücadelesine inanmış bir devrimciydi.

Ne var ki bu aktif siyasi faaliyet, onu hızla devletin ve faşistlerin hedefi haline getirdi. 1975 yılında henüz 22 yaşındayken İstanbul'da silahlı bir saldırıya uğradı. Kürşat vuruldu ve ağır yaralandı. Saldırganın kaçmasına rağmen Kürşat mucizevi şekilde hayatta kaldı. Bu olay sonrası tutuklanarak Sağmalcılar Cezaevi’ne gönderildi ve yaklaşık yedi ay hapiste kaldı.

Dönemin tanınmış avukatı Orhan Apaydın, Kürşat’ın hukuki mücadelesini üstlendi. Yapılan duruşmalarda, Kürşat’ı vuran kişinin aslında bir sivil polis olduğu ortaya çıktı: Mustafa Şen adlı bu şahıs, önce kendini üniversite öğrencisi olarak tanıtmış ancak mahkemede sıkışınca polis kimliğini göstererek “Dur dedim, durmayınca vurmak zorunda kaldım” diyerek kendini savunmuştu. Böylece olayın bir provokasyon olduğu anlaşıldı ve Kürşat Timuroğlu haksız yere tutuklu bulunduğu cezaevinden tahliye edildi.

Bu suikast girişimi ve devlet içindeki karanlık güçlerin kumpası, Kürşat’ın ne denli tehlikede olduğunu gözler önüne serdi. Avukatı, duruşmalarda edindiği izlenimlerle Timuroğlu’na “Kürşat’ı kesinlikle vuracaklar, kurtuluşu yok” diyerek ciddi bir uyarıda bulundu.

Bu uyarı üzerine, henüz 23 yaşındaki Kürşat için sürgün yılları başladı.

SÜRGÜN: ALMANYA YILLARI VE MÜCADELENİN DEVAMI

1976'da Kürşat Timuroğlu, can güvenliği kalmadığı için sahte pasaportla yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Rotasını birçok başka politik mülteci gibi Avrupa'ya, Almanya'ya çevirdi. Hamburg kentine yerleşen Timuroğlu, burada kısa sürede dil öğrendi ve eğitimine devam etti.

Azmi sayesinde yalnızca altı ay içinde Almanca iletişim kurabilecek düzeye geldi ve kendini yeni yaşamına uyarladı.

Almanya’da ilk başlarda çeşitli işlerde çalışarak hayatını kazanırken bir yandan da devrimci faaliyetlerini sürdürdü. Mesleki olarak Hamburg Gençlik Merkezi’nde sosyal hizmetler alanında eğitmenlik yapmaya başladı; Türk ve Kürt göçmen gençlerin eğitimine ve uyumuna yardımcı oluyor, onların sorunlarıyla yakından ilgileniyordu.

Elbette Kürşat Timuroğlu için gurbet, mücadelenin sona erdiği bir sığınak değildi. 1980 darbesi sonrasında Türkiye’den Avrupa’ya göç etmek zorunda kalan binlerce devrimciyle birlikte, Devrimci Yol hareketinin Avrupa örgütlenmesinde aktif rol aldı.

1980’lerin ilk yarısında Avrupa’daki Türkiyeli devrimci örgütler arasında birlik arayışları vardı. Bu kapsamda 1982’de BİR-KOM adlı (Birleşik Komite) bir anti-faşist cephe kurulmaya çalışıldı.

Kürşat Timuroğlu, bu platformda Devrimci İşçi dergisinin temsilcisi olarak toplantılara katılıyor, Türk ve Kürt işçilerin Türkiye’deki 12 Eylül cuntasına karşı ortak mücadelesini savunuyordu.

Gerek konuşmaları gerek makaleleriyle geniş kesimlerin saygısını kazandı. Onu tanıyan yoldaşları, kendisinin hem entelektüel derinliği hem de örgütçü yetenekleriyle doğal bir lider olarak sivrildiğini belirtirler.

Etrafındakilere güven aşılar, mücadele azmiyle örnek olurdu. En sevdiği şeylerden biri de çocuklarla vakit geçirmekti – “sanki bütün dünyanın çocukları onundu” diyecek kadar yüreğinde engin bir sevgi taşıyordu babasına göre.

1980'lerin ortalarına gelindiğinde Kürşat Timuroğlu, Almanya’da yaşayan Türkiyeli işçiler arasında oldukça tanınan bir devrimciydi. Devrimci Yol’un Avrupa kanadında yayın faaliyeti yürüten Devrimci İşçi dergisinin ve aynı isimli işçi kolektifinin önder kadrolarındandı.

PKK TARAFINDAN HAMBURG’TA ÖLDÜRÜLDÜ

O dönem içinde PKK hem kendi içinde hem de sola yönelik bir şiddet politikasına yönelerek, Avrupa’daki sol gruplara yönelik saldırılara girişti. 1984-1987 yılları arasında PKK, Avrupa’da kendine muhalif gördüğü birçok devrimciye suikastler düzenledi. Bu tutum Avrupa’daki Devrimci Yolcular tarafından ciddi bir eleştiri konusu oldu. Bu tartışmalar  içinde Kürşat da PKK’nin hedefi haline geldi.

25 Şubat 1986, Hamburg. Soğuk bir kış günü Kürşat Timuroğlu, St. Georg semtindeki evinden kısa bir süreliğine dışarı çıktı. Amacı köşedeki dükkândan biraz erzak almaktı. Ancak evinin önünde pusu kuran karanlık bir gölge, haftalardır beklediği anın geldiğini düşünüyordu. Kürşat adımını sokağa atar atmaz, saldırgan bir kafeden fırlayıp ona doğru koştu ve tabancasını ateşledi.

İlk kurşunlar Kürşat’ı sırtından vurdu. Ne olduğunu anlamaya çalışarak sendeleyen Kürşat, yaralı halde kendini yakındaki bir dükkânın içine attı. Peşini bırakmaya niyeti olmayan suikastçı, dükkânın kapısına kadar gidip, yere yığılan Kürşat’ın başına son bir kurşun daha sıktı.

Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan 32 yaşındaki Kürşat Timuroğlu, iki gün boyunca komada kaldıktan sonra ne yazık ki yaşam mücadelesini kaybetti. Kürşat Timuroğlu 10 Mayıs 1986’da memleketi Ankara’da Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verildi.

KATİLİN YAKALANMASI VE YARGI SÜRECİ

Hamburg’daki suikastın failleri konusunda ilk başta Alman emniyeti kesin kanıt elde edememişti.

Gerçek fail, yıllarca gölgede kaldı. Ancak 1990’ların başında beklenmedik bir gelişme yaşandı. 1993 yılında Alman polisine gönderilen isimsiz bir ihbar mektubu, Kürşat’ın katilinin kimliğini açık ediyordu.

Bu mektupta, suikastı gerçekleştiren kişinin PKK üyesi Ferit Aycan olduğundan bahsediliyor; hatta söz konusu şahsın İstanbul’daki açık adresi ve telefon numaralarına kadar bilgiler veriliyordu.

Dava dosyalarına da girdiği üzere, katil 1986’da cinayeti işledikten sonra Suriye’ye, PKK kamplarına geçmiş; oradan Türkiye’de gönderilmişti. Ferit Aycan, 23 Aralık 1992’de İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne kendi gerçek adıyla başvurarak resmi bir pasaport almıştı.

Bütün bu inanılmaz detaylar, daha sonra Can Dündar’ın köşe yazısında “Koruma Altında Bir Katil” başlığıyla kamuoyuna duyurulacaktı. Dündar soruyordu: “Interpol’ün 1993’ten beri aradığı bir PKK’lı katil, nasıl olur da bunca güvenlik bariyerini aşıp pasaport alır, şirket kurar, ev satın alır, ülkeye defalarca girip çıkabilir? Kimler, ne amaçla korudu Kürşat Timuroğlu’nun katilini?”

Ferit Aycan, 18 Eylül 2000’de Hırvatistan sınırından geçerken rutin bir kontrolde yakayı ele verdi. 2 Ocak 2002'de Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi’nde sonuçlanan davada, Ferit Aycan “PKK’nın emriyle Kürşat Timuroğlu’nu öldürmek” suçundan ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.

UNUTULMAYACAK…

Kürşat Timuroğlu, aradan geçen on yıllara rağmen, dostlarının ve yoldaşlarının gönlünde yaşamaya devam ediyor. Onu tanıyan herkes, onun mütevazı kişiliğini, entelektüel birikimini ve sarsılmaz devrimci duruşunu saygıyla anıyor.

Kürşat Timuroğlu’nun hayatı ve mücadelesi, devrimci hareketin onurlu fakat hüzünlü bir parçasıdır. Ardında bıraktığı miras, birleşik mücadele ruhu ve devrimci ahlâkın önemidir. Ölümü ne kadar acı verici olsa da, Kürşat’ın adı mücadele tarihine altın harflerle kazınmıştır. Onun yaşam öyküsü, zulme karşı direnen herkes için ilham kaynağı olmayı sürdürecektir.

                                                               ***

Sofrada yangın var.

Artan yoksulluk, yurttaşın gündemindeki yerini koruyor. İPA verilerine göre nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde en yüksek gıda enflasyonuna sahip ülke Türkiye. İTO’ya göre ise İstanbul’daki yıllık gıda enflasyonu % 46,39.

Derinleşen ekonomik krizin gölgesinde günden güne artan gıda enflasyonu gündemdeki yerini koruyor.

İstanbul Planlama Ajansı (İPA) Başkanı Buğra Gökce, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde gıda fiyatlarında en çok artışın Türkiye’de olduğunu açıkladı.

Gökce’nin derlediği verilere göre Siyonist işgal altındaki Filistin’in gıda enflasyonu bile Türkiye’nin altında. Gökce, açıklamasının devamında şu ifadeleri kullandı: “İsrail’in başlattığı saldırılar nedeniyle Filistin’de gıda enflasyonu 2024 yılı Kasım ayında yıllık bazda yüzde 121’e çıkarken, 2025 yılı Ocak ayında yıllık gıda enflasyon yüzde 21,86’ya düştü. Aynı dönemde Türkiye’de gıda enflasyonu yıllık bazda yüzde 41,76 olarak gerçekleşti. İran’da yıllık gıda enflasyonu yüzde 27,3 olurken, Mısır’da yüzde 20,8, Suudi Arabistan’da ise sadece yüzde 0,8 olarak gerçekleşti. Yani bu Ramazan gıda fiyatları açısından en çok yoksullaşanlar bizim halkımız oldu.”

Bugünün BirGün'ü

Gökce, açıklamasına şöyle devam ettti: “TÜİK’e göre 2003’ten bu yana ortalama fiyatlar 24 kat, gıda fiyatlarıysa 35 kat arttı! Gıda fiyatlarındaki artış dar gelirlileri ve çalışanları daha fazla etkiliyor. En düşük yüzde 20’lik gelir grubu toplam gelirin yüzde 6,3’ünü alırken, bu grubun harcamaları içinde gıdanın payı yüzde 36,6. En yüksek yüzde 20’lik gelir grubu toplam gelirin yüzde 48,1’ini elde ederken harcamaları içindeki gıdanın payı sadece yüzde 14,5. Yani emekliler, çalışanlar, dar gelirliler gıda harcaması yaptıktan sonra başka harcama kalemlerine daha az oranda para ayırabiliyor, varsıl olanlarınsa bütçesinde gıda harcamaları önemli bir yer tutmuyor. Yüksek enflasyon ve gıda fiyatlarındaki artış nedeniyle bu Ramazan'da vatandaşın mutfağında yangın var.

İSTANBUL’DA YILLIK GIDA ENFLASYONU YÜZDE 46

İstanbul Ticaret Odası (İTO) da Şubat 2025’te İstanbul Tüketici Fiyat Endeksi’nin aylık bazda yüzde 3,19 arttığını açıkladı. Yıllık enflasyon oranı ise yüzde 45,35 olarak hesaplandı. Geçen aya kıyasla, en yüksek fiyat artışı yüzde 4,14 ile çeşitli mal ve hizmetler grubunda görülürken, onu yüzde 4,09 ile lokanta ve oteller, yüzde 3,93 ile konut, yüzde 3,41 ile gıda ve alkolsüz içecekler takip etti. Ev eşyası harcamalarında yüzde 2,3, eğitimde yüzde 1.98, eğlence ve kültürde yüzde 1,48, ulaştırmada yüzde 1,40, alkollü içecekler ve tütünde yüzde 0,25 oranında fiyat artışı yaşandı.

İstanbul Tüketici Fiyat Endeksi’ndeki değişimde, çeşitli mal ve hizmetler, lokanta ve oteller, konut ve gıda harcamaları gruplarındaki fiyat artışları etkili oldu. Toptan Eşya Fiyatları Endeksi ise Ocak 2025’teki yüzde 2,83’lük artışın ardından, Şubat 2025’te yüzde 2,33 yükseldi. Yıllık bazda toptan fiyatlar yüzde 35,10 artarken, yıllık ortalama değişim oranı yüzde 48,61 olarak gerçekleşti. Şubat ayında toptan fiyatlarda en yüksek artış yüzde 8,91 ile kimyevi maddeler grubunda kaydedildi. Gıda maddelerindeki artış yüzde 3,37 oldu. Yıllık ortalama bazda ise inşaat malzemeleri yüzde 95,42 ile en fazla fiyat artışı görülen grup oldu. Gıda maddelerindeki artış ise yüzde 46,39 oranında oldu. Onu yüzde 39,52 ile yakacak ve enerji, yüzde 36,80 ile işlenmemiş maddeler ve yüzde 31,60 ile madenler takip etti.

                                                                ***

Diyanet bütçeyi deldi geçti -Mustafa Bildircin-

Diyanet’in 2024 yılı mali tablolarının bulunduğu faaliyet raporu hazırlandı. 2024’te 97,2 milyar TL harcayan Başkanlık, 4-6 yaş grubundaki 224 bin çocuğa dini eğitim verdi, 2 milyar TL’lik mal satın aldı.

Aralarında icracı bakanlıkların da yer aldığı çok sayıda bakanlığı bütçesi ile geride bırakan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2024 yılı harcamalarının detayları belli oldu.

Başkanlığın 28 Şubat 2025 tarihinde yayımlanan 2024 Yılı Faaliyet Raporu, fahiş harcamaları gözler önüne serdi.

2024 yılına 91 milyar 824 milyon 805 bin TL’lik başlangıç ödeneği ile başlayan başkanlığın, yılı 97 milyar 259 milyon 407 bin TL’lik harcama ile tamamladığı öğrenildi. Diyanet’in 97,2 milyar TL’lik fahiş harcamasının 83 milyar TL’si, 140 bini dayanan personeli için yaptığı harcamalardan oluştu.

ÖDENEK ÜSTÜ HARCAMA

Diyanet’in 2024 yılına yönelik mali tablolarını da içeren faaliyet raporu, başkanlığın fahiş harcamalarına ayna tuttu. Çok sayıda bakanlığı geride bırakan bütçesinin yetersiz olduğundan hemen her yıl yakınan başkanlığın, 2024 yılında başlangıç ödeneğinin 5 milyar 434 milyon 602 bin TL üzerinde harcama yaptığı belirlendi.

MAL ALIMINA 1,9 MİLYAR TL

2024 yılına yönelik toplam 91,8 milyar TL’lik başlangıç ödeneği ile yetinmeyen ve 97,2 milyar TL’lik harcamaya imza atan başkanlığın gider kalemleri şöyle sıralandı:

• Personel: 83 milyar 95 milyon TL

• SGK Devlet primi: 10 milyar 471 milyon TL

• Mal ve hizmet alım: 1 milyar 989 milyon TL

• Cari transferler: 617 milyon 818 bin TL

• Sermaye giderleri: 1 milyar 85 milyon TL

4-6 YAŞA DİNİ EĞİTİM

Diyanet’in, iktidarın yönlendirmesi ve Milli Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere işbirliği yapılan kamu kurumlarının desteği ile çocuklar ve öğrenciler üzerinde giderek artan etkisi de 2024 Yılı Faaliyet Raporu’na yansıdı. Raporda, çocuk psikologlarının, “Erken yaşta dini eğitim, çocukta geri dönülemez zararlara yol açabilir” uyarılarına karşın sayıları giderek artan 4-6 yaş grubuna yönelik Kuran kurslarına ilişkin verilere de yer verildi.

2023-2024 eğitim-öğretim yılında 4-6 yaş Kuran kursu sayısının 6 bin 271’e ulaştığı belirtildi. Başkanlığın verilerine göre, 4-6 yaş Kuran kurslarında 2024 yılında toplam 224 bin 311 çocuk eğitim gördü.

Başkanlığın, “Yaygın Dini Eğitim” kapsamında yürüttüğü diğer bazı çalışmalar, şöyle paylaşıldı:

• Camilerde Kur’an Öğretimi Programı kapsamında camilerde açılan 6 bin 311 kursta 101 bin 541 öğrenciye,

• Camilerde Kur’an Öğretimi Hafta Sonu Kur’an Kursları Programları kapsamında 601 kursta 9 bin 303 öğrenciye,

• 7-10 Yaş Grubu Kur’an Kursları Öğretim Programları kapsamında bin 397 kursta 36 bin 667 öğrenciye,

• Kur’an Kurs-Okul İşbirliğine Dayalı Örgün Öğretimle Birlikte Hafızlık projesi kapsamında 184 kursta 18 bin 78 öğrenciye eğitim verildi.

***

BÜTÇEDEN ŞİKÂYET

Diyanet İşleri Başkanlığı, “Zayıflık” olarak gördüğü unsurlara da faaliyet raporunda yer verildi. Personel giderleri dışındaki bütçenin yetersiz olmasından şikâyet eden başkanlık, zayıflık olarak gördüğü diğer bazı unsurları ise şöyle sıraladı:

• Kurumsal aidiyet bilincinin geliştirilmesine ihtiyaç olması.

• Sosyal tesisler ile lojman imkânlarının yetersiz kalması.

• Yayın hizmetlerinin içerik ve erişim bakımından hedef kitleye arzu edilen ölçüde ulaşamaması.

• Personelin bir kısmının mesleki yeterliliğinin istenen düzeyde gerçekleşmemesi.

***

DEV ORDU

Diyanet’in faaliyet raporu, 2018 yılında 124 bin 407 olan personel sayısının 2024 yılı sonu itibarıyla 140 bini aştığını da açığa çıkardı.

Başkanlığın yıllara göre personel sayısı, tablolara şöyle kayda geçirildi:

• 2018: 124 bin 407

• 2020: 127 bin 892

• 2022: 137 bin 563

• 2023: 140 bin 185

• 2024: 143 bin 429                         ***

Yurttaş çakılıyor, onlar uçuyor -Mustafa Bildircin-

THY’nin 2024 yılı finansal tablolarına yönelik hazırlanan bağımsız denetçi raporu tamamlandı. BirGün’ün ulaştığı rapora göre 2023 yılına 4,6 milyar TL olan reklam harcaması 2024’te 7,1 milyar TL’ye fırladı.

THY’nin, 2024 yılı finansal tabloları, denetimden geçirildi. BirGün, kuruma yönelik bağımsız denetçi tarafından hazırlanan denetim raporuna ulaştı.

Rapor, THY’nin reklam harcamalarındaki fahiş artışı gözler önüne serdi. THY’nin, Ocak-Aralık 2024 dönemine ait finansal tabloları hazırlandı. AKP iktidarlarında tartışmalı hale gelen kurumların arasında yer alan THY’nin 2023 yılında 4,6 milyar TL olan reklam ve tanıtım harcaması 2024 yılında 7 milyar TL'yi aştı.

REKOR HARCAMA

Bağımsız denetçi tarafından hazırlanan rapora göre, THY’nin 2024 yılı reklam ve tanıtım harcaması 7 milyar 140 milyon TL oldu. Kurumun reklam ve tanıtım harcamasında 2016 yılı itibarıyla yaşanan çarpıcı artış da dikkati çekti. Covid-19 salgını döneminde reklam harcamalarını kısmak zorunda kalan kurum, 2020 ve 2021 yılları dışında reklam için hemen her yıl fahiş harcamalara imza attı.

THY’nin reklam ve tanıtım harcaması 2016-2024 döneminde yıllara göre şöyle sıralandı:

2016: 634 milyon TL.

2017: 610 milyon TL.

2018: 915 milyon TL.

2019: 994 milyon TL.

2020: 561 milyon TL.

2021: 696 milyon TL.

2022: 1 milyar 847 milyon TL

2023: 4 milyar 694 milyon TL

2024: 7 milyar 140 milyon TL

MADDİ MENFAAT

Kurumun finansal tablolarına yönelik denetim raporunda, yöneticilere sağlanan maddi menfaatin tutarına da yer verildi. THY Anonim Ortaklığı ve bağlı ortaklıklarında görev alan tüm yönetim kurulu üyeleri ile genel müdür ve genel müdür yardımcılarına 2024 yılında 633 milyon TL’lik maddi menfaat sağlandığı belirtildi. Yöneticilere sağlanan maddi menfaatin 2023 yılı tutarının ise 179 milyon TL olduğu bildirildi. Maddi menfaatin huzur hakkı, ikramiye, kullanımları için tahsis edilen taşıt araçları ve iletişim harcamalarını kapsadığı kaydedildi.

                                                             ***

Cengiz Bozkurt: Yasakçı zihniyet beni oyuncu yaptı -Sarya Toprak-

Yeni kitabı "Ben Gülüyor muyum?" üzerine BirGün’e konuşan Cengiz Bozkurt "Yasakçı zihniyet bilmeden de olsa benim oyunculuk kariyerime başlamama sebep oldu" diyor.

Oyuncu Cengiz Bozkurt’un ilk kitabı Ben Gülüyor muyum? İnkılâp Kitabevi etiketiyle raflardaki yerini aldı.

Bozkurt’un Devrimci Yol hareketinden Cannes Film Festivali’ne kadar birçok konuya değindiği kitap her ne kadar “ben gülüyor muyum?” dese de satır aralarında kahkahâlârınıza eşlik ediyor.

Cengiz Bozkurt ile hem kitabını konuştuk hem de kitaptaki bölümleri irdeledik…

Kitabın önsözünde, yazmaya başlama sürecinizin nasıl geliştiğinden bahsediyorsunuz. Yazmak sizin için nasıl bir deneyim?
Yeni bir deneyim. Açıkçası uzun süre kalem oynatabileceğimi düşünmeden oyunculuk ve tiyatro yönetmenlik kariyerime devam ettim. Neredeyse 40 yıla yaklaştı. Bana Bavul dergisine her ay sıkıştırarak yazı yazdıran öncelikle Ümit Bektaş oldu, sonra da Oğuz Alkan. Erdal Güney de açıktan beni hep cesaretlendirmiştir. Dostların ve birbirine yakın düşünen insanların yazdığı yayın organı olduğu için kendimi hep rahat hissederek yazdım. 
 
ODTÜ’de fizik okurken oyunculuğa yönelmişsiniz. O dönemden biraz bahseder misiniz? 
Evet, sanırım 1. sınıfa devam ederken "ODTÜ Tiyatro Topluluğu’na katılmak isteyenler şu gün şu saatte Barakalara gelsin" diye bir ilan gördüm. O ilanın peşinden gidince de hayatım değişti. Sahne tozu hikâyesi benim özelimde de gerçek oldu. Sonrasında her yıl oyun çıkarıp yine her yıl ODTÜ Tiyatro Şenliği’ni organize ettik. Sayısız grup ağırladık. Söylediğim tarihler 80’lerin ikinci yarısı. Oyuncu olmayı kafaya koymuştum ve bunu iyice pekiştirmek için 1990 yılında Londra’ya gittim ve Londra Üniversitesi’ne bağlı Goldsmiths güzel sanatlar fakültesini bitirdim.

1990’larda Londra’da yaşayıp tiyatroya devam ettiğinizden bahsediyorsunuz. Londra’daki tiyatro deneyiminiz, kariyerinizi nasıl etkiledi?
Londra’ya büyük göç 1989-1990 yıllarında yaşandı. Özellikle Maraş Elbistan ve Pazarcık, Kayseri Sarız ve Pınarbaşı bölgelerinden yoğun bir göç dalgası geldi... İnsanlar dil engeli ve yabancı bir ülkeye uyum sorunları nedeniyle dernekler, toplum merkezleri etrafında öbeklenmişti. Bizim de derneğimiz Türk Eğitim Birliği’ydi. Çocukların okula kayıtları, uyum sorunları, yetişkinlerin yardım, konaklama, İngilizce eğitimi vs konularında her türlü hizmeti gönüllü olarak verdiğimiz gibi bizi beraber tutan kültür sanat faaliyetlerine de ağırlık vermiştik. 40 kişilik bir koro kurmuş, müzik ve halk oyunlarının yanı sıra ODTÜ Oyuncuları’nda beraber çalıştığımız Umut Uğur’la TEB Oyuncuları’nı kurup Türkçe oyunlar sergilemeye başlamıştık. 90’ları böyle Türkçe tiyatro yaparak geçirdik. O sırada nehrin öteki yakasında Mehmet Ergen Southwork Playhouse’da İngilizce oyunlar çıkarıyordu. Oradan ayrılınca bizim mahallede iki katlı bir tekstil fabrikası bulmuş, gelin beraber çalışalım dedi. Onun öncülüğünde dört arkadaş daha 2000 yılında Arcola Theatre’ı kurduk ve bugüne kadar aksamadan İngilizce oyunlarla, repertuar tiyatrosu olarak her akşam oyun, her ay oyun değiştirme sistemiyle geldik. 25’inci yılındayız. Bu süreçte benim bilgi ve deney dağarcığım inanılmaz zenginleşti tabi ki.

Kitapta “Yasakçı zihniyet beni oyuncu yaptı” başlıklı bir bölüm var. O dönemi biraz anlatır mısınız? 
Ben ODTÜ’ye 1984 yılında girdim, darbe sonrası operasyonların yoğun şekilde devam ettiği yıllardı. Sanırım 1985’te darbe sonrası ilk öğrenci derneğini kurulmuştu, o zaman 17 bin civarı öğrencinin 650 kadarı direkt üye olmuştu. O yıllarda bu fişlenmek ve potansiyel gözaltı durumu demekti. Yine 1985 yılında ben ODTÜ Oyuncuları’na katılmıştım Çavuş Musgrave’in Dansı diye bir oyun çalışırken seçmelerde elenmiş, geri çekilmiştim. Sonrasında Marksizm propagandası yapılıyor diye topluluk meğersem kapatılmış, üyeleri şehre inmiş. Kıdemli yönetmen Yücel Çelikler beni Kızılay’da gördü, Fransız devrimini anlatan Marat-Sade oyununu çalışıyoruz artık şehirde deyince ben de provalara katıldım ve bugüne kadar geldim. Yasakçı zihniyet bilmeden de olsa benim oyunculuk kariyerime başlamama sebep oldu. 
 
Nuri Bilge Ceylan’ın Kuru Otlar Üstüne filminde rol aldınız ve Cannes’e katıldınız. Nasıl bir deneyimdi?
Aslında başrol oynamadığım için gitmek istemedim ama menajerim Yasemin Özbudun iyi deneyim olacağını söyledi ve gittik. Film boyunca kendi sahnelerimin çıkmasını bekledim. Okulun hademesi olarak benim de bir taciz hikâyem vardı, ama kurguda atılmış. Film iyiydi. Dakikalarca ayakta alkışlandı, o atmosferi yaşamak ve her yerin sinema koktuğu, ekiplerin sokaklarda gezdiği o ortamı görmek iyiydi. Salondan çıkarken Bilge hoca elini omzuma attı "Ne yapalım Cengiz, hikâye böyle istedi" dedi. Ben de "canın sağolsun" dedim, gülüştük. Benim için zenginleştirici bir deneyimdi. 
 
“Devrimci Yol” hareketiyle olan bağınız kitabın birçok bölümüne yansıyor. Devrimci Yol hareketinin bir parçası olmak hayatınıza nasıl etki etti?
Devrimci Yol bu ülkenin yüz akı bir devrimci harekettir. 1978 yılında, Sakarya Karasu’da yaşayan, 14 yaşında lise öğrencisi bir memur çocuğu olarak girdiğim bu yapıdan ne yurtiçinde ne de yurtdışında koptum. Londra’daki Türk Eğitim Birliği de orada Devrimci Yolcu’ların yeri olarak bilinir. Tartışma süreci, GBK, ÖDP ve SOL Parti oluşumlarında da hep vardım. BirGün’ün kuruluşunda da bulundum. Hiç kopmadım, kopmayı da aklımın ucundan geçirmedim. Benim hem dünyaya bakışımda hem de yurdumuza dair siyasi, sosyolojik, ekonomik, kültürel tüm değerlendirilmelerde hâlâ baş rehberim yoldaşlarım ve hareketimdir, siyasi ailemdir. O sayede belki de yaşama tutunma ve mücadele azmim beni hem ayakta dik tuttu hem de ayaklarımın yere sağlam basmasını sağladı. Çok şey borçlu hissediyorum. 
 
6 Şubat depremleri sonrası “Dayanışma Gönüllüleri” içinde aktif rol aldınız ve derneğin başkanısınız. Deprem sonrası dayanışma faaliyetlerinizi özetler misiniz?
Depremin ikinci yıl anmasında yine bölgedeydik. Elimizi bölgeden hiç çekmedik, hâlâ sorunların yarısı bile çözülmüş durumda değil maalesef. Hem İskenderun hem de Defne merkezli bir çok alanda faaliyet yürüttük, hâlâ da yürütüyoruz. İskenderun’daki yaşam alanımızı kapatma kararı alsak da özellikle eğitim faaliyetleri ile bölgede kalmaya devam edeceğiz. 6 Şubat ve sonrasında yaşananlar bizim üzerimizde derin izler bıraktığı gibi biz de bölgede izler bıraktık. Artık kopamayız.

Kitabınızda “Vicdan, cesaret ve kurban” kavramları üzerinde duruyorsunuz. Günümüz Türkiye’sinde bu kavramlar ne ifade ediyor?
Devrimci Yol hareketinin bize öğrettiği bir şey vardı. O da "insanların ibadet ve inanç tercihlerine saygı duymalı ve hatta onun güvencesi bile biz olmalıydık" fikri. Tüm ülkede kapsayıcı ve birleştirici siyaset yapma anlayışıyla şekillendi. Her milletten, her mezhepten insanın kendini içinde rahatlıkla bulabildiği, Türkiye’nin çimentosu sayılabilecek hareketin önemli sayıdaki unsuru Türk ve Sünni ailelerin devrimci mücadeleye girmiş çocuklarıydı. Sünni bölgelerde, Karadeniz’de, Trakya’da, İç Anadolu’da, Akdeniz ve Ege’de kök salabilmiş, mücadeleyi var edebilmiş olduğumuz için Türkiye’nin en kitlesel ve yaygın devrimci mücadelesini verebildik. Tersi bizi Alevi köylerine ve bölgelerine hapsederdi, diğer sol yapıların düştüğü durum bu. Ailelerimizin çoğu oruç tutar, namaz kılardı, yabancısı olmadığımız bir kültür bizim. Kurban bayramları desek bu toplumun dini ritüelleri. Onun üzerinde biraz kalem oynatmaya çalıştım. Yakın zamanda belki de 22 yıllık iktidarın ve icraatlarının da etkisi ile Sedat Göçmen Ağebeyimizin cenazesinin camiden kaldırılmasına tepki duyup, bu konuda yazanlar bile olmuş, garipsedim. Ayıpladım. Nerden kaldıracaktık, yol ortasından mı? Söylediklerimi tartışmalı bulanlar yine Sedat Ağabeyimizin Fırtınalı Denizin Yolcuları kitabında, sanırım Artvin Ardanuç’un bir köyüne giden devrimcilerin “Biz devrimcileriz, ne eksiğiniz var, bizden ne istersiniz?”’ diye sorduklarında, “Camimiz yok” cevabı alınca o köye cami yaptıklarını, hatta ilişkileri sağlam tutmak için cuma namazlarına da katıldığını unutmasın. Sedat Ağabey darbe sonrasında en çok devrimcilere sahip çıkıp kollayan köyün de o köy olduğunu not etmişti kitabında. Bazı kültürel değerlere bu kadar uzak düşmek bizi bu toprakların insanlarından uzak düşürür ve küçük alanlara hapseder. Yine aynı konuya kitabımda Fikri Sönmez için yazdığım ‘Selası Yarım Bırakılanlarız’ bölümünde değindim. Ben Devrimci Yol gibi Fatsa’da imamları bile örgütleyebilmiş bi hareketin kültürüne bu tartışmaları yakıştıramıyorum açıkçası.

Küba’ya iki kez gitmişsiniz ve Küba devrimini yakından gözlemlemişsiniz. Biraz bahseder misiniz?
Küba’ya 1996-97, 2018 ve en son yılbaşında olmak üzere dört kez gittim aslında ve her seferinde farklı bir sürece şahitlik ettim. Hiç romantizme kapılmadan insanların gidip, görüp deneyimlemesi gereken bi ülke olarak görüyorum. Devrimin 66 yılında kazanımları olduğu kadar açmazları ve yetersizlikleri de göz önüne alınmalı ve daha rasyonel bir yaklaşımla Küba’ya bakmak gerektiğini düşünüyorum.

“Sosyal medyada duyarlılık” üzerine yazılarınızda ironik bir bakış açınız var. Günümüzde duyarlılık gösterileri sizce gerçekten samimi mi?
Son zamanlarda hem bizim sektörde hem de başka sektörlerde her kesimden insanda kendini sosyal medya üzerinden görünür kılma çabası ve endişesi olduğunu fark ettim. Bunun tehlikelerine dikkat çekmeye çalıştım. Kolpa hassasiyetleri sosyal medya üzerinden pompalayarak kendilerine başka bir persona yaratmaya çalışan insanların aczini konuşmak istedim. Klavye aktivistlerinden, narsist kişilik bozukluğundan muzdarip bir sürü sahte şahsiyetin kendilerine saygın birer portre çizip, bunu da sosyal medya hesapları üzerinden kabul ettirebildiklerinin altını çizmeye çalıştım.

                                                                 /././

AKP’nin genel ahlâk yılı -Gözde Bedeloğlu-

Malumunuz, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ‘baş tacımız’ dediği emeklilerin hak ettiği saygıyı görmesi, hayatlarının bu özel dönemini daha huzurlu, daha sağlıklı ve güven içinde geçirebilmeleri adına 2024’ü ‘Emekli Yılı’ ilan etmişti. Emeklilerin sosyal haklarını genişletecek adımlar atacaklarını söyleyen Erdoğan, “Türkiye Yüzyılı’nın Emektarları projesi, devletimizin ve milletimizin emeklilerimize olan şükran borcunun bir nişanesidir” demişti. 2024 yılını geride bırakalı iki ay oldu. Türkiye Emekliler Derneği Mamak Şubesi, ‘Emekliler Yılı’nın sona ermesi sebebiyle Ankara Kızılay’da lokma dağıttı. Şube Başkanı Murat Tokgöz, “Allahtan tek dileğim bir daha böyle bir Emekliler Yılı’nı düşmanımıza bile yaşatmasın” dedi.

***

Cumhurbaşkanı Erdoğan 2025 yılını, yine malumunuz olduğu üzere ‘Aile Yılı’ ilan etti. TÜRK-İŞ Şubat ayı açlık ve yoksulluk sınırı verilerine göre, dört kişilik bir ailenin aylık gıda harcama tutarı, yani açlık sınırı 23 bin 324 lira! Bu, net asgari ücretin üzerinde. Gıda ile birlikte diğer tüm temel harcamalar için haneye girmesi gereken toplam gelir, yani yoksulluk sınırı ise 75 bin 973 lira! TÜRK-İŞ, ülkemizde insan onuruna yaraşır bir yaşam sürdürebilme imkanının çoğu ücretli çalışan için mümkün olmadığı notunu düştü. Diğer yandan, Kadın Cinayetlerinini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre, Ocak ayında 33 kadın öldürdü, 32 kadın ise şüpheli şekilde ölü bulundu. İktidarın ‘Aile Yılı’ ilan ettiği 2025’ten önceki yıl ise en yüksek kadın cinayeti verisinin kaydedildiği yıl olmuştu. Üstelik, kadınlara yönelik suçların önemli bir kısmının aile içinde, kocaları, babaları, oğulları tarafından işlendiği de biliniyor.

***

İstanbul Sözleşmesi’nin iptali gibi, kazanılmış hakları geri alınan, maddi ve sosyal güvenceden yoksun, şiddet gördükleri eve hapsolam, katilleri cezasızlıkla cesaretlendirilen, toplumsal cinsiyet ayrımcılığına uğrayan kadınlar en temel hakları olan yaşam hakkı için mücadele verirken, iktidarın güçlü ve sağlıklı aileden anladığı şey üç çocuktan ibaret. Doğurganlık hızının azalması ‘varoluşsal bir tehdit’ sayılırken, kadın erkek eşitsizliğini vurgulayan fıtrat türü açıklamalarla kadın düşmanlığının körüklenmesi dert edilmiyor. Emeklinin açlık çektiği Emekli Yılı ne kadar işlevseldiyse, şiddet ve taciz mağduru kadın ve çocukları görmezden gelen Aile Yılı da o işte kadar etkili. Dahası var… Türkiye’de açlık, yoksulluk, tecavüz, cinayet başını alıp gitmemiş gibi, iktidar, ailenin varlığına yönelik en ciddi tehditlerden biri olarak sürekli LGBT’yi öne sürüyor. Türkiye son beş yıldır, Avrupa LGBTİ+ insan hakları yılık değerlendirme raporunda, Azerbaycan’ın önünde, sondan ikinci olarak yer alıyor. Raporda Türkiye’nin aile, nefret söylemi ve suçu, eşitlik ve ayrımcılık ile iltica alanlarında hiçbir ilerleme kaydetmediği belirtiliyor. (1)

***

İktidar ve medyasında, LGBTİ+’lara karşı ayrımcı dil sıklıkla kullanılıyor. LGBTİ ‘terörü, propagandası, sapkınlığı” gibi nefret söylemleriyle LGBTİ+ bireyler ve hak savunucuları hedef gösteriliyor. Eylül ayında Kaos GL, İstanbul Marmaray’da çektiği LGBTİ+ destekçisi reklam filmini TCDD’nin suç duyurusu ve ölüm tehditleri nedeniyle geri çekmek zorunda kalmıştı. KaosGL.org genel yayın yönetmeni Yıldız Tar, gazetecilik faaliyetleri sebep gösterilerek 21 Şubat’ta tutuklandı. Şimdi AKP, İstanbul Sözleşmesi’nin iptalinde olduğu gibi, Aile Yılı kapsamında hedef aldığı LGBTİ+’ların haklarına bir darbe daha indirmeye hazırlanıyor. Yeni yasa tasarısında, “Doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlâka aykırı tutum ve davranışta bulunmayı alenen teşvik eden, öven veya özendiren kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” deniyor. Tanım, iktidar tarafından makul karşılanmayacak, giyim kuşam tavır, her şeyi içine katacak kadar geniş ve yoruma açık. Avukat Kerem Dikmen, durumu örneklerle açıklamış: “Nüfus kaydında erkek olan birinin etek giymesi, feminen olarak nitelenebilecek bir makyaj yapması; nüfus kaydında kadın olan birinin toplumsal cinsiyet rolleri ve normlarına göre erkeklikle özdeşleştirilen bir isim kullanması veya böyle hitap edilmesine dair beklentisini alenen dile getirmesi cezalandırılmaktadır.” (2) Taslak yasalaşırsa LGBTİ+ örgüt ve destekçileri yasal takibe uğrayacak, LGBTİ+ ifade biçimleri ‘hayasızlık’ olarak nitelendirilecek. İktidarın ‘güçlü ekonomisi’ işçiyi, emekliyi aç bıraktı; ‘güçlü ailesi’ de kadın ve LGBTİ+’lara koskoca bir hapishane olmak için sırasını bekliyor.

(1) https://www.ilga-europe.org/report/annual-review-2025/

(2) https://kaosgl.org/haber/lgbti-lar-medeni-kanun-ve-ceza-kanunu-nda-yapilmasi-ongorulen-degisikliklerle-hedefte

                                                                /././

(Birgün)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -3 Mart 2025-

TÜİK şubat ayı enflasyon verilerini açıkladı: Yıllık yüzde 39,05; aylık yüzde 2,27 Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre şubatta yıllık ...