Trump ve yeni jeopolitik-Ergin Yıldızoğlu-
Cehennemin kapısında “Buraya girenler, bütün umudu terk edin” yazıyormuş. Jeopolitik kapısında “Girince, ahlak, adalet, dostluk, kavramlarını geride bırakın. Burada sadece güç var” yazıyor.
Geçtiğimiz hafta, ABD, Birleşmiş Milletler’de, Avrupalı müttefiklerine karşı Rusya ile birlikte oy kullandı. Trump ve Vance, Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski’yi Oval Ofis’te pusuyu düşürüp canlı yayında fena halde “fırçalayarak” aşağıladılar. Rusya’da Medvedev “kendini bilmez domuz Oval Ofis’te şamarı yedi” derken Avrupa başkentlerinde şok yaşanıyordu. Böylece ABD, Avrupa’nın stratejik dayanağı olma rolünü terk ediyor, 1945 sonrası dünya düzeni çöküyor. Tüm bunlar dünyanın güç, şantaj, pazarlık, haraç üzerine kurulu yeni bir düzene sürüklenmekte olduğunu gösteriyor.
ABD-AVRUPA İTTİFAKININ SONU MU?
ABD-Avrupa ittifakı, “Batı dünyasının” temel taşı olmuş, ortak “güvenlik”, ABD hegemonyası altında karşılıklı bağımlılık ilişkileri üzerine inşa edilmişti. NATO, AB-ABD ortaklığı, Balkanlar, Ortadoğu ve Doğu Avrupa’daki “krizlere” ortak tepkiler bu hegemonya ve ittifak ilişkileri üzerinde oluşuyordu. Şimdi, Trump’ın BM’de Avrupa karşı Rusya ve Kuzey Kore ile aynı safta yer alması, 1945’ten bu yana benzeri görülmemiş bir kopuşa işaret ediyor. Bu kopuş, Almanya’nın yeni şansölye adayı Merz’in, “Haziran ayına kadar NATO ölmüş olabilir” uyarısını güçlendiriyor.
Gerçekten de ABD, Avrupa güvenliğinin artık yalnızca Avrupa’nın sorunu olduğunu söylüyor, Trump Ukrayna’yı kapsayan güvenlik garantilerini reddediyor, Avrupa liderlerine karşı küçümseyici bir tavır sergiliyor.
‘MAFYA TARZI SİYASET’ İLE ÜÇ KUTUPLU DÜNYA
Trump’ın iktidara taşıdığı faşizm, ABD, Rusya ve Çin’in hegemonya bölgelerden oluşan üç kutuplu bir dünya düzeni yaratmayı, bunu Avrupa’da desteklediği faşist rejimler üzerinden denetlemeyi amaçlıyor. The Economist, “Trump, güç, tehdit ve gizli anlaşmaların uluslararası hukukun yerini alacağı küresel bir güç için mafya benzeri bir mücadele başlattı” diyor.
Örneğin, ABD Savunma Bakanı Hegseth, Meksika’ya yönelik askeri eylem uyarısında bulundu. Bir analist, “Ya ABD Grönland’ı almak için Danimarka’ya asker indirirse?” diye soruyor. Trump ABD’nin Ukrayna’dan 500 milyar dolar alacağı olduğunu iddia ederek, hiçbir askeri yardım sözü vermeden Ukrayna’nın stratejik metallerinin yarısını istiyor. Artık toprak, teknoloji, güvenlik ve ulusal egemenlik pazarlık konusudur.
PEKİ YA AVRUPA
Şimdi Avrupa’da Macron, Starmer, Merz gibi liderler tarihi bir karar vermek zorunda olduklarını düşünüyor, bu üç kutuplu dünya düzeni içinde “AB bağımsız bir küresel güç olabilir mi” sorusuna cevap arıyorlar.
Almanya’da Merz, “ABD’den bağımsızlaşmayı” savunuyor. Fransa, Avrupa savunma çerçevesini güçlendirmeye amaçlıyor. İngiltere’nin Washington ile Brüksel arasında bir köprü olma niyeti, geçtiğimiz hafta yaşananların ışığında gerçekçi görünmüyor. Avrupa ya kendi güvenlik altyapısını bir Avrupa ordusu biçimde kuracak ya da NATO’yu güçlendirerek kendi denetimi altına almaya çalışacak. Geçen yüzyılın ilk yarısına kıyasla çok daha yaygın, derin kapitalist ilişkiler dünyasında AB ya bir 4. emperyalist merkez olarak yükselmeye çalışacak. Ya da parçalanıp belki de tarihe paylaşılan bir alan olarak karışacak.
Trump’ın Zelenski’yi Oval Ofis’te aşağılamasını, kimi yorumcular, 1914’te Arşidük Franz Ferdinand’ın Saraybosna’da suikasta uğrayınca Avrupa’daki güç dengesinin altüst olmasına benzettiler.
Tabii ki Trump’ın Zelenski’yi aşağılaması dramatik bir suikast değil. Ancak dramatik bir mesaj taşıyor: Ukrayna’nın kaderi artık ABD’nin umurunda değil, Avrupa kendi başının çaresine bakmalı. Avrupa’nın kolektif güvenliği için kurulan 1945 sonrası sistem, yerini kaba kuvvetin egemen olduğu bir düzene bırakıyor.
1945 sonrası dünya düzeni, kolektif güvenlik ve kuralların güçten üstün olduğu fikri, aslında ABD hegemonyası anlamına geliyordu. Ancak Trump’ın ABD’si, hegemonya restorasyonu için müttefiklerinden rıza alma çabalarını terk ederek mafya tarzı bir küresel güç ilişkileri sistemine yöneliyor. Büyük güçlerin dışında kalan ülkelerin ulusal egemenlikleri, toprak bütünlükleri de artık tehlikededir. Faşizm yükselirken militarizm, sömürgecilik eğilimi de yükseliyor.
/././
Sağa kayış devam ediyor -Ergin Yıldızoğlu-
Almanya’da genel seçimlerde Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU/ CSU) oyların yüzde 29’unu olarak birinci parti oldu, yeni hükümeti kurmaya hak kazandı. Ancak seçimlerden en kazançlı çıkan partilerin faşist AfD ve sol Linke olduğu söylenebilir. AfD oylarını önceki seçimlere kıyasla 10 puan artırarak yüzde 21’le ikinci büyük parti konumuna yerleşti. Şimdi Meclis’te CDU/CSU’nun 208 iskemlesine karşılık AfD’nin 152 iskemlesi var. Solda Linke oylarını 6 puan artırarak yüzde 9 ile barajı geçti; 64 iskemle kazandı.
MERKEZ ERİDİ
Merkez partilerinden Sosyal Demokratlar (SPD), Yeşiller ve Liberal Demokrat Parti oy ve iskemle kaybettiler: SPD 9 puan oy kaybetti, iskemle sayısı 120’ye düştü; bu oranlar Yeşiller için 3 puan ve 85 oldu, Ulusalcı sol olarak tanımlanan BSW barajı geçemedi ama solun aldığı oy toplam yüzde 14’e yaklaştı. Kısacası merkez partiler eridi.
Peki, şimdi yeni hükümeti, seçimlerden birinci parti olarak çıkan CDU/CSU kurmuyor mu? O da bir merkez partisi değil mi? Üstelik, koalisyon ortağı SPD olmayacak mı?
Durum aslında daha karmaşık. CDU/CSU ile SPD arasında, kamu harcamaları, göçmen politikaları, hatta küresel ısınmaya karşı önlemler konularında ciddi farklar var. CDU/ CSU göçmenler konusunda AfD’ye çok yakın, göçmenlerin haklarını kısıtlamaya yönelik bir yasayı AfD desteğiyle, SPD oylarına rağmen çıkarmıştı. Şimdi, CDU/ CSU eğer SPD ile hükümet kurarsa göçmen hakları alanında taviz vermeye zorlanacak. Bu durumda, AfD’nin “Söz verdiklerini yapamıyor” suçlamasıyla karşı karşıya kalacak; toplumsal desteği daralmaya başlarsa CDU/CSU’nun koalisyonu sürdürme arzusu hızla kaybolabilir.
İkincisi, CDU/CSU başkanı şansölye adayı Metz’i merkez sağ olarak tanımlamak zor. Birincisi göçmen hakları konusunda AfD ile iş yaparak bir “kırmızı çizgiyi” aştı. İkincisi, savaş suçlusu ve soykırım kararlarını protesto etmek içini, herkesten önce Netanyahu’yu davet edecekmiş. Almanya geçmişte bir soykırım suçlusuydu; bugün yeni şansölyesi bir “soykırım inkârcısı”. Üçüncüsü, kamu harcamalarını, sağlıklı eğitim gibi refah yükseltici alanlara değil savunma sanayisinde yapmak istiyor. Bunun için de Rusya tehlikesini, NATO çökebilir korkusunu, militarizmi, Alman milliyetçiliğini körüklemekten çekinmiyor. Bu üç konuda kendisiyle aynı frekansta olan AfD’ ile iş yapma olasılığı da “asla” demesine karşın çok yüksek. CDU/ CSU yasa geçirmek için AfD ile işbirliği yapmıştı; SPD ile koalisyon kuramazsa ya da kurulan koalisyonu yönetemezse gidecek bir başka kapısı da yok. Trump yönetimi de o “kırmızı çizginin” kalkması için baskı yapıyor.
TARİH DE UMUT VERMİYOR
Almanya seçimlerinde geleceğe yönelik umut veren tek gelişme Linke’nin aniden hem de ağırlıklı olarak gençleri ve kadın seçmeni kendine çekerek oylarını yüzde 3’ten yüzde 9’a çıkartmış olması.
Almanya tek örnek değil ve genel olarak egemen sınıflar açısından faşist seçeneklerin artmakta olması de ilk değil.
İngiltere “imparatorluğu” çözülürken ABD’nin ve karşısında Almanya’nın yeni hegemonya adayları olarak öne çıktığı, dünyanın kaynaklarının yeniden paylaşma arzusu güçlenmeye başladığı, 19. yy sonunda ırkçılık, milliyetçilik yabancı düşmanlığı, göç dalgası yükseliyordu. Faşizm, düşünce ve hareket olarak şekilleniyordu. Elektrikli aletler, otomotiv, savaş sanayi, havacılık, haberleşme alanlarında, kimya, nükleer fizik alanlarında bilimsel, teknolojik gelişmeler hızlanmıştı. Bu ortamda, “yeniden paylaşım” arzusu I. Dünya Savaşı’na yol açtı. Savaşın yıkıntıları üzerine gelen pandemi, tüm çelişkileri daha da sertleştirdi, küreselleşme parçalanmaya başladı finansal kriz ekonomileri çökertti, toplumsal, uluslararası kutuplaşmaları derinleştirdi.
Günümüzde ABD “imparatorluğu” ittifaklarını kaybetmeye başlarken, karşısında yükselen Çin’in “Küresel Güney” kurduğu ittifaklar zenginleşirken, diğer benzerlikler de çok belirgin. Ancak iki önemli fark da söz konusu. O zaman dünya çapında güçlü bir işçi hareketi vardı. Bugün yok, Almanya’da Linke’nin oyunu artırması önemli ama bir fark yaratabilmesi için yüzde 30’lara çıkartmayı, kitlesel bir düzeye ulaşmayı başarması gerekiyor.
Almanya seçim sonuçları kapitalist uygarlığın andaki durumuna geleceğine yönelik gelişmeye başlayan eğilimlere ilişkin önemli ipuçları veriyor.
TÜSİAD ve öteki sınıf -Ergin Yıldızoğlu-
Rejimin TÜSİAD’in eleştirilerine verdiği tepki AKP’yi neoliberal kapitalizmin partisi sananların kafasını karıştırdı. Bu kesim bir iktidar (sınıflar) blokundan söz ediyordu ama bu blokun içindeki sınıflardan yalnızca birini büyük sermayeyi tanıyordu. Peki blokun öteki ortağı hangi sınıftı? Bu sorunun cevabına, geçen hafta, rejimin siyasi pratiğinde tanık olduk.
ESKİ VE YENİ
Rejimin tepkisinin siyasi, tarihsel arka planını Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Eski Türkiye’yi özlüyor olabilirsiniz ama yeni Türkiye’de haddinizi bileceksiniz.” ... “Eski Türkiye’de siyaseti istedikleri gibi dizayn ediyorlardı. Gazete manşetleri vasıtasıyla iktidarlara ayar veriyorlardı. Biz buna dur dedik” ifadeleriyle ortaya koydu.
Cumhurbaşkanı, iki “gerçeği” hatırlatıyordu: Birincisi artık bir “yeni Türkiye” var. İkincisi “eski Türkiye’de” “siyaseti dizayn eden, gazete manşetleri yoluyla iktidarlara ayar veren” bir güce, toplumsal konuma sahip TÜSİAD artık başka bir şeydir; “Eski Türkiye’de” siyasal iktidarın yanı sıra kültür endüstrisi yoluyla da iktidar olan bir “kesim” bugün artık bu konumunu kaybetmiştir; şimdi “haddini bilmelidir.” “Yeni Türkiye’de” siyasi iktidar ve medya üzerinden, topluma kültürel müdahale olanağı başka bir “kesimin” elindedir. Özel olarak rejimin, genel olarak siyasetin ve kültür savaşlarının merkezinde bu “kesimin” iradesi yatmaktadır.
VE SINIFLAR
Peki bu, başka “kesim” nedir? Birincisi bu “kesimin” bir tarihi ve bu tarih içinde bir evrimi olmalıdır. İkincisi, bu “kesimi”, bir sınıf tanımına izin veren öğeler üzerinde düşünmek gerekir. Burada birincisine değinemiyorum, yerim yok. İkincisine odaklanırsam: Üretim araçlarının mülkiyeti, toplumsal iş bölümü içindeki konumları, bu ikisinden dolayı toplumsal artığın paylaşılması sürecindeki yerleri ve pay alma kapasiteleri, sınıfları tanımlar.
“Üretim aracı” deyince akla önce, insan bedeninin uzantısı olarak işleyen “şeyler” (alet, makine) gelir ama doğrudan üreticinin bu “şeylerle” bir araya geldiğinde üretim yapabilmesi için iki koşulun sağlanması gerekir: (1) Bu “şeylerin” özelliklerinin, işleyiş biçimlerinin ve kullanılma amacının bilgisi. (2) Üreticilerini üretim araçlarıyla birleşmesinin bu biçimini kabul ettirecek bir ideolojik-psikolojik şekillenmeyi olanaklı kılan özgün bir “simgesel sistem”/kültür.
Gerçekten de “bilgi”, üretim araçlarının çok kritik bir bileşenidir. Buna, üretim sürecinin aynı zamanda yeniden-üretim süreci olduğu, verili düzeni mümkün kılan, koruyan söylemin, kodların üretilmesinin de kapitalist üretimin ayrılmaz bileşeni haline geldiğini de eklemek gerekir.
Bu noktadan bakınca da bilginin ve simgesel sistemin üretimi, kontrolü ve imhasına ilişkin pratikler, üretim aracı mülkiyeti, bu yolla artı-değerden pay alma olanağı, dolayısıyla sınıf pratikleri olarak karşımıza çıkıyorlar.
Peki Türkiye’de, geçmişte ve içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde bilgiyle arasında mülkiyet ilişkisi olan, bu yolla toplumsal ekonomik artığa ulaşma gücüne sahip bir sınıf var mıdır? Varsa nerededir?
Osmanlı düzeninden bu yana bilginin özgün bir biçimi olan dini bilginin mülkiyeti (üretimi, kontrolü ve denetimi), yaşam mekânları, beden pratikleri, bağlamında toplumun geri kalanından farklı, bu farkın temsil edildiği kurumlar ve ayrıcalıklar yoluyla toplumsal artı-değerden pay alan bir kesim vardır. Bu, AKP aracılığıyla devlete ulaşmış, bu yolla artı-değer dağılımını da düzenleme olanağı elde etmiş bir kesimdir. Bu “kesim”, siyasal İslamın lider/egemen sınıfı olarak İslami entelijansiya/ ruhban sınıfıdır. Devleti ve kültürü harekete geçirme kapasitesine bakarak da artık bunun “yeni Türkiye’nin” egemen sınıfı olduğunu da kabul etmek gerekir.
İlk 15 yılın ucuz/kolay yabancı kaynak girişinin beslediği “sahte refah” döneminde TÜSİAD ile bu artıdeğer üretimine ve ticarete dayalı kapitalizmden farklı bir ekonomi politiğe sahip, yeni egemen sınıf arasında kurulu ittifak, ekonomik kriz içinde, “pasta küçülürken bozuldu”, bir artı-değeri paylaşma (kâr, faiz, rant arasında) savaşı giderek sertleşti.
Bir “sınıf iktidarı” durumunun sonuçlarını hesaba katmadan muhalefet yapmak en iyi durumda havanda su dövmek, en kritik durumda, siyasi, hatta fiziki olarak intihar etmek anlamına gelecektir.
/././
Transatlantik yarılma -Mehmet Ali Güller-
Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski’nin Beyaz Saray’da uğradığı muamele, hem ABD ile Ukrayna arasındaki vasallık ilişkisini ortaya koydu hem de Transatlantik cephesindeki yarılmayı resmetti.
İlkini uzun uzun konuşmaya gerek yok: ABD parası ve silahıyla aslında ABD’nin olan bir savaşa girmenin faturası özetle. Emperyalist devlet, kullandığı aletine, “350 milyar dolar harcadım, 500 milyar dolar geri almak için madenlerini sömüreceğim” diyor.
Ama ikincisi, yani Transatlantik cephedeki yarılma, Türkiye ve dünya açısından kritik önemde.
ABD VE AB BM’DE KARŞI KARŞIYA
Transatlantik yarılmayı ortaya koyan gelişmeleri özetleyelim önce:
- ABD ve AB, önce Münih Güvenlik Konferansı’nda ağır bir tartışmayla karşı karşıya geldi. ABD liderliğinin AB’deki aşırı sağcı partilerle ilişkisi ve ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’in AB’yi “demokrasiniz zayıflıyor” diye suçlaması, yarılmanın su yüzüne çıkışı olarak değerlendirilebilir.
- Trump’ın Putin’le uzun telefon görüşmesi yapması ve Ukrayna’daki savaşı bitirme kararı alması, ABD ve Rusya heyetlerinin bu amaçla Riyad’da görüşmelere başlaması, Washington’un bu süreçte AB’yi masa dışında tutması, yarılmanın derinliğine işaret ediyordu.
- Ardından ABD ve AB BM’de karşı karşıya geldi. AB ülkelerinin hazırladığı ve Rusya’yı suçlayan, Ukrayna’yı destekleyen tasarıya ABD BM Genel Kurulu’nda “hayır” dedi! Öyle ki Çin ve İran bile tasarıya “çekimser” kalmıştı. Ardından ABD bir başka tasarı hazırladı ama içeriği AB ülkelerinin önergeleriyle tamamen değişti. ABD bu tasarıya Çin ve İran ile birlikte “çekimser” kaldı. ABD üçüncü olarak BM Güvenlik Konseyi’nde oylanmak üzere “Rusya’yı rahatsız etmeyecek” bir tasarı hazırladı; 10 ülke “evet” dedi, 5 ülke “çekimser” kaldı. ABD bu oylamada da yine BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri İngiltere ve Fransa’yla karşı karşıya kaldı.
‘ABD BM’DEN ÇEKİLMELİ’ TASARISI
- Cumhuriyetçilerin ABD Kongresi’ne sunduğu “Başkan ABD’nin BM üyeliğini tamamen sona erdirmeli” çağrılı tasarı ise ABD içindeki büyük çelişkiye işaret ediyordu.
- ABD ve AB, “en zengin kapitalistler” kulübü olan G7’de de karşı karşıya geldi. ABD, Rusya’yı saldırgan diye tanımlayan bildiriye karşı çıktı.
- İngiltere ise bu süreçte arabuluculuk çizgisi izliyor görüntüsü veriyor. Beyaz Saray’dan kovulan Zelenski’yi Londra’ya davet eden İngiltere Başbakanı Starmer, Ukrayna’ya “uzun savaş” stratejisini sürdürebilmesi için siyasi, ekonomik ve askeri destek açıkladı. Londra’nın Trump’ı Biden’ın “uzun savaş” stratejisine yeniden dönmeye ve Zelenski’yi de Trump’tan “özür diletmeye” çalıştığı anlaşılıyor.
YENİ DÜNYA DÜZENİ SANCILARI
Bu tablo, aslında “yeni dünya düzeninin” inşa sancılarıdır. ABD, uzun zamandır küresel liderliğini nasıl sürdüreceğinin mücadelesini veriyor. Trump’ın iktidarı ile “büyük savaşsız çözüm” arayışının öne çıktığı anlaşılıyor.
Hatta Trump cephesi içinde “ABD’nin dünyayı Çin’le paylaşması gerektiği” görüşü de bir eğilim olarak belirmiş durumda. ABD’nin Atlantik ve Pasifik Okyanusu arasındaki tüm bölgeyi nüfuz alanı olarak gördüğünü ve diğer bölgelerdeki yeni durumu kabul edilebileceğini ortaya koyduğu bir görüş bu.
ABD içindeki farklı eğilimlerin nereye evrilebileceğini kestirmek güç. Zira Trump kabinesi aslında bir koalisyondur ve bu nedenle Trump’ın II. dönemi, JD Vance’in I. dönemi olarak da okunabilir.
ABD-AB YARILMASI DÜNYANIN YARARINA
Özetle Trump-Vance-Musk koalisyonu, Rusya’yı Çin’den koparma stratejisi izliyor. Ancak ABD’nin Çin-Rusya stratejik işbirliğini zayıflatabilmesi çok olası görünmüyor, tersine bu çizginin ABD-AB işbirliğini zayıflatması daha olası. Yani ABD Rusya’yı Çin’den kopartayım derken AB’yi kaybedebilir.
Bu süreci iyi değerlendirebilirse AB de buradan kazançla çıkar. AB’nin stratejik özerklik başlatıp adım adım ABD’ye bağımlılıktan kurtulması, Brüksel’i çok kutuplu yeni dünyada önemli bir güç merkezi haline getirir.
En önemli boyutuyla bitirelim: Bu yarılma Türkiye’yi, bölgemizi, Küresel Güney’i nasıl etkiler? Transatlantik yarılma ve ABD-AB müttefikliğinin bozulması, elbette dünyanın büyük çoğunluğunun yararınadır.
/././
PKK’nin PYD’leşerek devletleşmesi -Mehmet Ali Güller-
İki koldan yürüyen müzakerelerin ardından Öcalan çağrısını yaptı: “PKK kongre toplayıp kendisini feshetmeli.”
Öcalan’ın çağrısından pek çok aktör memnun: İçeride Erdoğan memnun, Bahçeli memnun, Özel memnun, Babacan memnun , Davutoğlu memnun, hatta sürece karşı olan Perinçek bile memnun. Kürt aktörler memnun; Mesut Barzani memnun, PYD Eşbaşkanı Salih Müslim memnun, YPG Komutanı Mazlum Abdi memnun. Dış faktörler memnun; Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Brian Hughes “Sorunlu bölgeye barış getirecek” dedi, Washington memnun; Almanya Dışişleri Bakanlığı “tarihi fırsat” dedi, Berlin memnun; İngiltere Dışişleri Bakanlığı destek açıkladı, Londra memnun.
Terör örgütünün elindeki silahı bırakmasından ve kendisini lağv etmesinden birbirine karşıt kuvvetlerin memnun olması ender bir durum. Bu da gazeteci olarak bize, arka planını sorgulamayı yüklüyor.
ÖCALAN’IN ÇOK BOYUTLU KULLANIMI
Kürt kökenli bir Türk gazeteci olarak “Kürt sorunu” hep ilgi alanım oldu. Özellikle konuyu bölgesel ve uluslararası boyutlarıyla analiz ederek kitaplar (Büyük Kürdistan, Hükümet-PKK Görüşmeleri, Amerikan Koridoru) yazdım. O nedenle konuya güncelden ve taktik düzlemden çok, geniş tarih aralığından ve stratejik düzlemden bakmaya çalışacağım.
Önce şu saptamayla başlayalım. Öcalan’ın çağrısında PKK’nin ömrünü tamamlamasına gerekçe yaptığı “reelsosyalizmin 90’larda çökmesi” konusu kritik bir perdelemedir. Zira PKK gerçekte hiçbir zaman sosyalist olmadı, dahası 1980 öncesinde Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda “sosyalist örgütleri temizleme” amacı izlediği için hem Gladyo’nun işine geldi hem de sistem tarafından görmezlikten gelindi.
Bu, birincisi dış faktör olarak PKK’nin daha sonra ABD’yle kuracağı işbirliğinin zeminini anlamak açısından, ikincisi de iç faktör olarak Öcalan’ın siyasette kullanılması bakımından önemlidir.
ERDOĞAN’IN ÖCALAN KARTI
AKP hükümetinin rejimi ve sistemi erozyona uğratıp devletleşmesiyle bu süreçlerde Öcalan’ı kullanması arasında önemli bir ilişki vardır. Birkaç örnekle anımsatalım:
- Öcalan Ergenekon operasyonlarında kullanıldı. TSK ve ulusalcılara karşı Kürt hareketinin siyasi desteği alındı.
- Öcalan, Gezi’de “darbe gördüğü” için Taksim’e çıkmayan Kürt siyasi partisine ayar vermekte kullanıldı. Öcalan’ın “Taksim’i ulusalcılara bırakmayın” mesajıyla Gezi’nin ruhu hedef alındı, Taksim’deki PKK flamalarıyla geniş kitlenin Gezi’ye soğuması sağlandı.
- Öcalan seçimlerde kullanıldı. Örneğin iktidar, İmamoğlu’nun İstanbul seçimini kazanmaması için Öcalan’ı devreye soktu, Kürtlerin oyunu İmamoğlu’na vermemesi istendi.
- Kürt siyasi hareketi içindeki AKP’yi etkileyen çelişmelerde Öcalan kullanıldı Erdoğan’ın “Edirne’deki (Demirtaş) İmralı’ya hesap verecek” sözü o ilişkinin tipik göstergesidir.
ÖCALAN’IN ANAHTARI HANGİ KAPILARI AÇACAK?
Daha belirleyici olan ise stratejik düzlemde yaşananlardır. ABD, PKK üzerinden önce Irak Kürdistanı’nı kurdu, şimdi de Suriye Kürdistanı’nı kurmaya çalışıyor. Nasıl mı?
ABD Irak’taki büyük oyunuyla, Türk devletinin PKK’yle mücadele karşılığında Barzanistan’ı tanımasını sağlamış oldu! ABD benzer yöntemle Türk devletini PYD özerkliğini kabul etmeye zorluyor; PKK’nin silah bırakması, kendini lağv etmesi ve Suriye’deki yapının tanınması... (Nitekim YPG komutanı Mazlum Abdi “Öcalan’ın çağrısı bize değil, PKK’ye” diyor)
Öyle ki PKK’nin feshi “sihirli bir açacak” niteliği kazanmış durumda. Çünkü PKK çok boyutlu ilişkilerde tıkaç niteliği taşıyor; AKP-ABD ilişkilerinin önünde bir tıkaç, Türkiye’nin PYD özerkliğini kabul etmesinin önünde bir tıkaç, hatta Kürt siyasi hareketinin daha geniş zemin kazanmasının önünde bir tıkaç olarak duruyor. İşte Öcalan bu tıkacı çekerek ABD’yi, AKP’yi, PYD’yi, DEM’i, Barzani’yi rahatlatmış oluyor. Artık her aktör “PKK’nin feshi” anahtarıyla kendi yeni kapısını açabilir!
Erdoğan’ın yeni kapısı da Kürtlerin desteğiyle “sınırsız başkanlık” sağlayan yeni anayasanın kabulü ve seçim desteği.
Demokrasi tramvayından inen siyasal İslamcılıkla Türkiye’nin demokratikleşmesinin mümkün olmadığı, artık daha ağır bir faturayla görülecek.
Asıl mesele ise şudur: PKK zaten PYD’ye dönüştü, konu PKK’nin feshi değil, PYD’leşerek devletleşmesidir.
/././
Erdoğan'ın şemsiyesi -Mehmet Ali Güller-
Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski’nin Ankara ziyareti sırasında, siyasal sembol olarak yorumlanan bir görüntü vardı. Erdoğan, ıslanmasın diye Zelenski’ye şemsiye tutuyordu. O kare siyasi yorumlara yol açtı. Çoğunlukla “Ukrayna’ya Türk şemsiyesi” dediler, “ABD’nin sırtını döndüğü Zelenski’yi Erdoğan kanatlarının altına alıyordu” yani.
Bugün biz de Erdoğan’ın şemsiyesi üzerinden, hızlı kaymalar yaşanan Transatlantik ilişkiler düzlemindeki Türkiye’nin yerini tartışacağız.
RİYAD VE ANKARA FARKI
Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski’nin Ankara ziyaretinin zamanlaması kritikti. Washington, Ukrayna-Rusya savaşını bitirmek amacıyla Riyad’da yapılacak görüşmeye Zelenski’yi de davet etmişti. Zelenski Riyad’a değil, Ankara’ya geldi.
Riyad’da ABD ve Rusya dışişleri bakanları barış masasının kurulması gerektiğini konuşuyordu. Washington ve Moskova, savaşın ana nedeninin Ukrayna’nın NATO üyeliği olduğu gerçeğinden hareketle savaşa son vermeye çalışıyordu. Ancak Ankara’da Erdoğan tersine Kiev’in NATO üyeliğine destek veriyordu.
ZELENSKİ’NİN ERDOĞAN’DAN ASKER TALEBİ
Daha önce de birçok kez “Ukrayna NATO üyeliğini hak etti” diyen Erdoğan’ın desteğinin bu kez yeni boyutlar taşıdığı anlaşılıyordu. Zira Zelenski’nin şu sözleri Ankara açısından bir yenilik taşıyordu: “Herkes Putin’in savaşa dönmeyeceğine eminse, madem savaşı bitiriyorsak, neden biz Ukrayna’ya kuvvetlerin yerleşmesinden çekinelim. Bu nedenle güçlü ordulara sahip güçlü ülkelerin, Türkiye de dahil, güvenlik garantilerinin bu boyutunu da sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan ile konuştuk” (Hürriyet, 19.2.2025).
Bu sözler bir ölçüde Zelenski’nin Erdoğan’dan asker talebi anlamına geliyordu. Nitekim gazeteci Deniz Berktay da Kiev’deki basın toplantısında konuyu Zelenski’ye sordu ve yanıtını yorumladı: “Bana Ankara’nın şu anda nasıl bir rolünün olacağını bilemediğini ancak Türkiye’yi, Avrupa’da en kalabalık ordulardan birine sahip olarak Ukrayna’da garantör ülke olarak görmek istediğini söyledi. Yani ‘Türkiye, buraya asker göndersin’ diyor” (Cumhuriyet, 25.2.2025).
AVRUPA’YA JANDARMA OLMA DİLEKÇESİ
Türk askerinin Ukrayna’da güvenlik garantörü olması konusunun bir başka boyutu da Erdoğan’ın “AB’yi kurtarma” misyonu açıklamasıydı: “AB’yi ekonomiden savunmaya, siyasetten uluslararası itibara, içine düştüğü çıkmazdan sadece Türkiye kurtarabilir” (AA, 24.2.2025).
Avrupa’da “ABD bize sırtını dönüyor, kendi savunmamızı düşünmeliyiz” yorumlarının yükseldiği şartlarda Erdoğan’ın “AB savunmasını” kurtarmaya soyunması, “Avrupa’ya jandarma olma” dilekçesidir ve Türk halkının kabul edemeyeceği niteliktedir.
Atlantik sistemi için Kore’ye asker gönderebilme yanlışı geçen yüzyılda kaldı. Türk ordusunun Transatlantik ilişkiler için yeniden “kullanılması” artık mümkün olmayacaktır.
KISMİ DENGEDEN DENGESİZLİĞE
Bu mesajlardan anlaşıldığı kadarıyla Erdoğan, ABD-AB çatlağından yararlanabileceğini umuyor ama tersine 5-27 Kasım 2024 öncesindeki “kısmi denge” avantajını bile kaybediyor. Trump’ın seçildiği 5 Kasım’dan ve HTŞ’nin Şam’a karşı harekete geçtiği 27 Kasım’dan önce Asya’yla, Rusya’yla, İran’la belli oranda denge yürüten Erdoğan, ABD-AB çelişmesinden yararlanayım derken o ilişkileri erozyona uğratmış oluyor.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, konuğu Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile Ankara’da görüşürken Erdoğan’ın Kırım zirvesine gönderdiği Ukrayna’ya destek mesajının işaret ettiği asıl gerçek şu: Erdoğan’ın şemsiyesi, bırakın başkasını ıslanmaktan korumayı, sağanak ve rüzgâr nedeniyle kendisini bile koruyamayabilir...
/././
Petrol, silah, özerklik -Mehmet Ali Güller-
ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye politikası, daha doğrusu Suriye’den ABD askeri çekip çekmeyeceği konusu hâlâ belirsizliğini koruyor. Trump‘ın söylediklerine bakılırsa ABD askerleri çekilebilir ama Trump’ın İsrail’in güvenliğini esas alan Ortadoğu politikası buna ne oranda geçit verir, tartışmalı...
Zira Tel Aviv, İsrail’in güvenliği konusunu jeopolitik düzlemde, diğer faktörlere ek olarak Suriye’de Kürt ve Dürzi özerk bölgelerin kurulmasına da dayandırıyor. Dolayısıyla ABD ve İsrail açısından Ortadoğu’da “Kürt özerk bölgeleri” oluşturulması hâlâ stratejik hedef olarak duruyor.
HTŞ’NİN BOYUNU AŞAN PROBLEM
Ankara’nın ABD’den beklentisi Suriye’den çekilmesi ve PYD’ye desteğini kesmesi, HTŞ’den beklentisi ise PYD’yi silahsızlandırması...
Evet, HTŞ bu yönde bazı müzakere girişimlerde bulundu ama sorunu çözebilecek dayanakları zayıf. Çünkü:
1) ABD HTŞ ile PYD’nin uzlaşmasını istiyor. Washington bunu sağlamak için de “yaptırımları aşamalı olarak kaldırma” taktiğini kullanıyor. Ahmet eş Şara’nın Suriye’yi yönetebilmesi ve geçici yöntimini kalıcı hale getirebilmesi, yaptırımların kalkmasına ve alacağı ekonomik desteğe bağlı. Bu da eş Şara’yı Ankara ile Washington’un talepleri arasında bir denge gözetmeye zorluyor.
2) HTŞ’nin PYD’yi zor yoluyla teslim alabilmesi askeri uzmanlara göre pek olası görünmüyor. Çünkü Suriye ordusunun askeri kapasitesi, HTŞ’nin Şam’a yürüyebilmesini kolaylaştırması için bizzat İsrail tarafından tahrip edilmişti. Yani HTŞ’nin ve yeni Suriye ordusunun elinde ABD tarafından eğitilip donatılmış 80 bin kişilik PYD gücünü yenebilecek kuvvet yok. Türkiye’nin açık desteği ise Ankara’nın “Trump’la beyaz sayfa” beklentisini torpilleme olasılığı taşıyor.
3) ABD’nin Gazze planı baskısı altındaki Arapların ise Suriye’deki PYD özerkliğine karşı konumlanabilmesi çok etkili olabilecek gibi görünmüyor.
ŞAM VE ‘ÖZERK YÖNETİM’İN PETROL ANLAŞMASI
Tersine, bölgede PYD’nin lehine önemli gelişmeler yaşanıyor. Bunların başında da petrol anlaşması geliyor.
Suriye Petrol Bakanlığı Sözcüsü Ahmet Süleyman, PYD ile petrol satışı anlaşması yaptıklarını duyurdu: “Özerk Yönetim ile Suriye hükümeti arasında petrol konusunda bir anlaşma sağlandı. Suriye hükümeti, ‘Özerk Yönetim’den günlük 15 bin varil petrol alacak. Petrol, Haseke ve Deyrezor bölgelerinden tankerlerle Humus ve Banyas rafinelerine taşınacak” (Rudaw, 22.2.2025).
Şam’ın “Özerk Yönetim” ile bir petrol anlaşması yapmış olması, en azından şu aşamada HTŞ’nin PYD özerkliğini fiilen kabul ettiği anlamına gelmektedir.
FİİLİ ÖZERKLİK DURUMU
ABD’nin Irak’ta özerk bir Kürt bölgesi oluşturması yöntemi ile Suriye’de özerk bir Kürt bölgesi oluşturmaya çalışması yöntemi arasındaki önemli bir paralellik olan petrol konusu, özerkliğin çok önemli bir dayanağı durumunda.
Bir diğer dayanak ise ABD silahlarıdır elbette.
Ankara HTŞ’den PYD’nin elindeki silahları toplamasını istiyor. O silahlar her ne kadar sanki çoğunluğu Rus silahıymış gibi Türkiye’de propaganda edilse de esas olarak ABD silahlarıdır ve ABD, kendi silahlarının toplanarak Suriye ordusunun envanterine konulmasını özerklik konusunda taviz koparmadan kabul edecek gibi görünmüyor.
Silahlı ordusu olan ve petrolü merkezi hükümete satan bir kuvvet, zaten fiilen özerktir. Konu artık bu fiili durumun anayasallık kazanıp kazanmayacağı noktasındadır.
İKTİDARIN OYUN PLANI
Kısacası Ankara açısından sorunun çözümü sadece zor kullanmaya dayanmaktadır ve bu da ABD’yle ipleri koparma kararlılığı gerektirmektedir. Ne yazık ki Ankara zoru Rusya ve İran’la işbirliği temelinde daha kolay bir şekilde kullanabilme şansını, HTŞ’nin Esad’ı devirmesine destek vererek kaçırmış oldu.
İktidar bu nedenle, Trump’ın çok boyutlu yeni politikalarında kolaylaştırıcı bir rol oynama üzerinden ve açılımı da kullanarak yeni çözümler aramaktadır. Ancak bu da Türkiye’nin ulusal çıkarlarından büyük taviz olasılığı taşımaktadır.
/././
ABD, Çin-Rusya ortaklığını bozabilir mi?-Mehmet Ali Güller-
Küresel ölçekte, Avrupa güvenlik mimarisinde ve Transatlantik ilişkilerde çok hızlı gelişmeler yaşıyoruz. Bu baş döndürücü trafik, özellikle Avrupa açısından önem kazanıyor. Avrupalı liderlerin temel endişesi, II. Dünya Savaşı ile birlikte kotarılmış Transatlantik düzen ve ilişkilerin, ABD Başkanı Donald Trump’ın politikaları nedeniyle zayıflamakta olduğudur.
AVRUPA’NIN ÜÇ ENDİŞESİ
Trump-Musk merkezli Silikon Vadisi iktidarının üç uygulaması Avrupa’da bu endişeleri artırmış durumda:
1) ABD hükümetinin Avrupalı sağ partilerle ilişkisi ile Brüksel’e dönük demokrasi ve ifade özgürlüğü eleştirisi.
2) ABD’nin Avrupa’yı pek dikkate almadan Rusya’yla Ukrayna savaşını bitirmek üzere müzakerelere başlaması.
3) ABD hükümetinin Avrupa ülkelerini daha da olumsuz etkileyecek ek vergi hazırlığı.
TRUMP VE PUTİN ‘İTTİFAK’ MI KURUYOR?
Avrupalı liderlerin çoğunluğu, Trump- Putin telefon görüşmesiyle başlayan yeni süreci kabaca “ABD’nin AB’ye sırtını dönmesi” olarak yorumluyorlar. Bundan daha önemlisi ise bir kısmının olanları “Trump-Putin ittifakı” inşası diye yorumlamasıdır.
Önceki yazımda da işaret etmiştim, Fransa Başbakanı François Bayrou bu görüşü en net şekilde ortaya koydu: “Putin ve Trump arasında düşünülemez bir ittifaka tanık oluyoruz, bu da Avrupa’yı kendi topraklarında marjinalleştiriyor. AB’nin bu konuda ne kadar zayıf olduğunu görmek korkunç” (Sputnik, 19.2.2025).
Burada temel soru şudur: Paris’in ve AB’nin çoğunluğunun endişe ettiği “Trump- Putin ittifakı”, “ABD-Rusya ittifakı”na dönüşür mü?
RUSYA’YA BATI KAPISI AÇMA HAMLESİ
Trump’ın Ukrayna merkezli politikalarını daha önce bu köşede “Kissinger’ın dönüşü” metaforu ile incelemiştim. ABD’li ünlü stratejist Henry Kissinger, ölmeden önce yaptığı pek çok konuşmada, Ukrayna‘yı NATO üyesi yapma çabası üzerinden ABD’nin Rusya’yla karşı karşıya gelmesinin “Rusya’yı Çin’in Avrupa’daki ileri karakolu” yapacağını, bunun da ABD’nin çıkarlarına aykırı olduğunu belirtiyordu. Kissinger, özetle, 50 yıl önce ABD nasıl SSCB’yi yalnızlaştırmak için Çin açılımı yaptıysa 50 yıl sonra bu kez Çin’i yalnızlaştırmak için Rusya açılımı yapması gerektiğini savunuyordu.
İşte Trump’ın yapmaya çalıştığı budur. Trump tıpkı Kissinger gibi Ukrayna’nın NATO üyeliği konusunun bu savaşın ana nedeni olduğunu söylüyor, “Rusya G7’ye dönmeli” diyerek tıpkı Kissinger’ın işaret ettiği gibi Rusya’ya Batı kapısı açmaya çalışıyor.
Peki bu politikalar sonuç alabilir mi? Yani ABD, Çin-Rusya ortaklığını bozabilir mi?
PUTİN YELTSİN DEĞİL
Bu soruyu “Rusya, Yeltsin dönemindeki gibi Putin döneminde de aynı tuzağa yeniden düşer mi?” diye sorabilir ve yanıta şu iki ilişki düzlemine bakarak ulaşabiliriz:
1) Rusya, bir Atlantik ekonomi saldırısı altında, esas yaslanacağı adresin Çin ve Asya olduğunu çok iyi deneyimledi. Biden hükümeti yaptırımları başlattığında Rusya ekonomisinin çökeceğini, bunun da Putin yönetiminin yıkılmasına yol açacağını hesaplıyordu. Çin’in Rusya’yla yürüttüğü petrol ve doğalgaz merkezli ticaret, ABD’nin hesabının tutmamasını kolaylaştırdı.
2) Şi Cinping ile Putin’in derinleştirdiği çok boyutlu işbirliği, hem Pekin’de hem de Moskova’da Mao ile Stalin’in kurduğu stratejik ortaklığı aşan bir işbirliği olarak nitelendiriliyor. Çünkü iki ülkenin işbirliği 1+1’in 2’den fazla etmesi ölçeğindedir. İki ülkenin işbirliği, ŞİÖ ve BRICS platformlarının etkisini artırarak çok kutuplu dünya inşasını sağlamaktadır.
Elbette bu iki temel ilişki düzlemine başka düzlemler de ekleyebiliriz ve bu, şu sonucu daha da pekiştirir: Trump’ın Rusya- Çin ortaklığını bozabilme olasılığı yok ama Putin’in Trump’ın hamlesinden yararlanma olasılığı çok.
/././
(Cumhuriyet)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder