Muhalefetin kalmadığı ülke -Aydemir Güler-
Ama muhalefetsiz bir mutlak hegemonya… görülmüş şey değildir. Bundan sonra da görülemeyecek. İktidarın muhalefeti toptan bitireyim derken, bu düzeni bitiş noktasına getirmesi daha yüksek olasılıktır.
Sağ partilerin sağ iktidarlara muhalefet etmesi, Türkiye’de pek görülen bir durum değildir. Tabii çok partili döneme geçildiğinde yasal alanda iki taraf da sağcıydı; ama bu geçiciydi. TKP’nin baskılanmasıyla ve bir Amerikancılık terörü estirerek hayatın böyle sürdürülebileceği düşünülmüş olmalı… Ama ne çare ki, on yılın sonunda, 27 Mayıs hareketi, yani Ordu bile sağın kontrolünde tutulamayacaktı. O ordu ki, 40’lı yıllarda Nazi sempatizanlığına itiraz etmemiş, 50’lerde NATO’ya bağlanmayı kabul etmişti.
Soldaki boşluğa, asıl işçi sınıfı ve sosyalizm aktı. 1965’te birinci TİP’in 15 milletvekili çıkarması üzerine CHP solculuğunu ilan etti. Mecburiyetten…
Yolların çatallandığı nadir dönemler sonra da oldu. 1974’te Erbakan, Ecevit’le koalisyon ortaklığı için diğer sağdan ayrıldı. Maksadı sağın sağa muhalefet ettiği bir durum yaratmak değildi. Milli Selamet Partisi eliyle dinci gericilik düzenin yedek güçlerinden çıkıp asli güçler sınıfına taşınmış oldu. Henüz çok erkendi, ama şeriatçıların iktidar olabileceği kamuoyuna ilan ediliyordu böylece. İlan yayınlandıktan sonra Erbakan, Demirel ve Türkeş’in yanına döndü.
Darbelerin kural olarak iktidardaki sağa karşı düzenlenmesi bir diğer “çok faydalı eserdir”. Bir kere, yeni gelen var olandan sadece bir tık daha sağdaydı. Darbenin sertliğini hissettirmemek için iyi yöntemdi. Yeni gelen, yerini aldığı “demokratik hükümetin” isteyip de yapamadıklarını hayata geçirecekti. Korkacak bir şey yoktu!
Sonra, baskı rejimine karşı gelenler listesine sağ da otomatik olarak girmiş oluyordu. Resmen mağdur olmuşlardı. Ara dönem kapandıktan sonra hayat yine sağdan, üstelik “demokrasi mücadelesi” adına sürebilirdi.
Sol ise konu haricine itilmiş olmakla kalmıyor, “demokrasi niyetine” darbecilerden uzun boylu farkı olmayan sağı desteklemeye yönlenmiş oluyordu. Hadi öyle demeyelim, sağa da açık bir demokrasi cephesini, “darbe karşıtı program” olarak önünde hazır buluyordu sol. Makul olan buydu. Nitekim 1970’lerde genel solculuk algısı, Milliyetçi Cephe ile memleketi darbeye hazır hale getiren Adalet Partisi’nin CHP ile koalisyon kurup darbeye set çekmesini ümit etmeye kadar gevşemiştir!
12 Eylül sonrasında da sol, bilumum sağcının siyaset yasağının kalkıp kalkmayacağı sorusuyla yapılan referandumda, olmadık bir sahtekârlık örneği değil, demokrasi sınavı görecekti. Hal böyle olunca kimileri Özal’la demokratikleşme görüşmesi yaptı, başkaları dergilerinde Demirel’e röportaj sayfalarını açtı…
Uzatmayayım; ne demiştik? “Sağ iktidara sağ muhalefet” formülü kalıcı olamaz. DYP ile ANAP birbirlerine muhalefet etmekten ziyade birbirlerini ikame etmişlerdi. Aynı Refah Partisi’nin diğer sağla rekabetinde olacağı gibi, mesele sağda ana akımın kim olacağıdır. Normali sağ iktidara, sol görünümlü bir muhalefettir.
* * *
Bugünse Türkiye’de düzen muhalefetsizliğe koşmaktadır.
AKP-MHP-BBP blokunun diğer sağcılardan müteşekkil gerçek bir muhalefeti olamayacağı yakın geçmişte görüldü. Diğer sağ, ya İYİP gibi, DEVA gibi CHP’nin cebine saklanarak, ya da ZP gibi ikinci tur numaraları çekerek Erdoğan’a büyük destek vermiştir. AKP zaman zaman kendi muhalefetini kendisi seçmekte ve karşılaşacağını bildiği toplumsal tepkiyi zararsız bir adrese yönlendirivermektedir. AKP’nin sağ muhalifleri bundan öte değildir.
Buna MHP’nin bir zamanlar AKP’ye gösterdiği milliyetçi ve laik tepki de dâhildir. Sadece yukarıdaki anlamıyla, yani muhalefetin adresini iktidarın tespit etmesi anlamında da değil. MHP partilerin içinde en “devlet partisidir” ve düzenin kritik kavşaklarında ağırlık merkezi nasıl tecelli oluyorsa, oraya aktardığı enerji belirleyici rol oynar. Hep böyle olmuştur.
Bu durumda muhalefet rolü, uzun süredir, -zaman zaman sol olmadığını ilan etse de- CHP ile -sol olmadığını dört dörtlük örneklerle sergilese de- solculuk ısrarından geri basmayan HDP/DEM’e kalmıştı. Bunların birbirlerini iten bir manyetik alana sahip olmaları, sağ iktidar açısından her daim çok kullanışlı oldu.
Şimdi Kürt hareketi, düzeni dengesizleştiren yanları törpülenerek merkeze çağrılıyor. Bu davet çoktan kabul edildi.
Ağalığı onurlandırılan Ahmet Türk ve yeni Menderes anıtı önerisi kabilinden katkıları kabul edilen Önder, uygun profil veriyorlar. Muhtemelen o cenahta kimileri “Suriye’de Alevi katliamı” veya “katliamcı HTŞ ile el sıkışma” gibi olaylara katlanamayacaktır. Önümüzdeki süreç Kürt hareketinin çekimine girmiş solcu/muhalif kesimler için zorlu geçecek… Velhasıl, Kürt hareketi başkalaşarak sağ merkeze bitişiyor.
CHP ise böyle giderse tasfiye olacağa benziyor. Birkaç gelişigüzel örnek:
Bir CHP Parti Meclisi üyesi MHP’den atılan fırça üzerine, anında Bahçeli övgüsüne döndü.
Genel başkan, asgari ücret başlığında “biz yokuz” diyeli beri siyasetten kendini gerçekten yok etti.
Önseçimden kaçmasıyla tanınan CHP’nin bu sefer de ikinci bir aday adayı bulamaması herhalde bir şaka olmalı.
İstanbul dükalığı, AKP’nin belediyeler üstünden açtığı bombardıman karşısında küme düştü.
Ankara dükalığı ise son olarak “zamanı belirsiz bir seçim için hizmeti aksatmadığını” açıkladı…
Cumhuriyet’in kurucu partisinin, artık bir parti olmaktan çıktığını söyleyebiliriz.
* * *
En başa dönersek, bu boşluğu, alavere dalavere yoluyla, sağdan doldurmak söz konusu olamayacaktır…
Lakin bütün bu hesaplarda bir büyük eksiklik göze çarpıyor. Türkiye, bir sağ iktidarın, bütün siyaset alanına yayılıp, neredeyse mutlak bir totaliter hegemonya kurabileceği bir ülke midir? Toplumun benzersiz bir gerilim yüklendiği koşullarda AKP böyle bir hegemonya kurabilecek parti midir?
Erdoğan’ın Türkiye’yi soktuğu dar koridorlarda başka şansı olmadığı anlaşılıyor. Ne kitlesel yoksullaşmanın girdaplarından ne de Ortadoğu bataklıklarından öyle demokratik demokratik geçemeyeceğini biliyor.
Ama muhalefetsiz bir mutlak hegemonya… görülmüş şey değildir. Bundan sonra da görülemeyecek.
İktidarın muhalefeti toptan bitireyim derken, bu düzeni bitiş noktasına getirmesi daha yüksek olasılıktır.
/././
DSÖ: Avrupa Bölgesi'nde kızamık vakaları son 27 yılın en yüksek seviyesinde
DSÖ, Avrupa ve Orta Asya'yı kapsayan "Avrupa Bölgesi'nde" geçen sene 1997'den bu yana en yüksek seviyede kızamık vakalarının bildirildiğini kaydetti.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ile Birleşmiş Milletler Uluslararası Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), 2024 yılı için Avrupa ve Orta Asya'daki 53 ülkeyi kapsayan kızamık vakalarına ilişkin bir rapor yayımladı.
Avrupa Bölgesi'nde 2024 için 127 bin 350 kızamık vakasının bildirildiği raporda, "Bu, 2023 için bildirilen sayının iki katı ve 1997'den beri bölgede görülen en yüksek vaka sayısı" denildi.
Vakaların yüzde 40'ından fazlasının 5 yaş altı çocuklarda görüldüğüne işaret edilen raporda, bildiren vakaların yarısından fazlasının hastaneye yatırıldığı kaydedildi.
Raporda, "(2024 ve sonrası için) 6 Mart 2025 itibarıyla alınan ön verilere göre kızamık nedeniyle toplam 38 ölüm bildirildi" bilgisi paylaşıldı.
Avrupa Bölgesi'nin, 2024'te küresel olarak tüm kızamık vakalarının üçte birini oluşturduğu da kaydedildi.
Raporda görüşlerine yer verilen DSÖ Avrupa Direktörü Hans Kluge, şu ifadeleri kullandı:
"Kızamık geri döndü ve bu bir uyarı çağrısı. Yüksek aşılama oranları olmadan sağlık güvenliği olmaz. Avrupa ve Orta Asya için yeni bölgesel sağlık stratejimizi şekillendirirken, gerilemeyi göze alamayız. Her ülke, aşılanmamış topluluklara ulaşmak için çabalarını artırmalı."
ABD'de kızamık salgını Mart'ta 12 eyalete yayıldı
ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (CDC) ise ülkedeki kızamık salgınıyla ilgili 8 Mart'ta açıklama yaptı.
CDC'nin resmi internet sitesinden yapılan açıklamada, ülke genelinde çoğu çocuk olmak üzere toplam 222 vakanın tespit edildiği, Texas ve New Mexico eyaletleri başta olmak üzere Alaska, California, Florida, Georgia, Kentucky, New Jersey, New York, Pensilvanya, Rhode Island ve Washington eyaletlerinde de kızamık vakalarına rastlandığı kaydedildi.
7 Mart itibarıyla Texas 198 kızamık vakasıyla söz konusu 12 eyalet içinde açık ara ilk sırada, New Mexico 10 vakayla ikinci sırada yer aldı. Açıklamada, Texas'ta bir çocuğun, New Mexico'da da bir yetişkinin kızamık nedeniyle hayatını kaybettiği belirtilerek salgının yayılmaya devam ettiği ve gelecek günlerde vaka sayılarında artış yaşanabileceği uyarısı yapıldı.
ABD Sağlık Bakanı Robert Kennedy, göreve geldikten sonra ilk açıklamasını, Başkan Donald Trump'ın düzenlediği kabine toplantısında, ülkede tekrar baş gösteren kızamık salgını konusunda yapmıştı. Texas'ta kızamık aşısı olmayan bir çocuğun hayatını kaybetmesine ilişkin soruya Kennedy, "Bu, olağan dışı bir durum değil, her yıl kızamık salgınları yaşıyoruz" yanıtını vermişti.
Ülkede 2000 yılından bu yana görülmeyen kızamıktan bir çocuğun ölmesini "olağan" olarak değerlendiren Bakan Kennedy, salgını "önemsiz" göstermeye çalışmakla eleştirilmişti.
Aşılanma oranları dünya genelinde düşüyor
DSÖ, geçen yıl Ocak ayında da Avrupa'da artan kızamık vakalarına dikkat çekerek bir acil uyarı yayınlamıştı. DSÖ'nün uyarısından birkaç gün önce İngiltere, ülkede kızamık vakalarında görülen artış nedeniyle "ulusal acil durum" ilan ederek, ebeveynlerin çocuklarına kızamık, kabakulak ve kızamıkçık aşıları yaptırmalarını teşvik etmek amacıyla bir kampanya başlatmıştı.
Avrupa'da kızamıktan koruyan MMR aşısının ilk dozunu olanların oranı 2019'da yüzde 96'yken, 2022'de yüzde 93'e düştü. İkinci doz olanların oranıysa aynı yıllar içerisinde yüzde 92'den yüzde 91'e düştü.
DSÖ'nün Avrupa bölgesinde 2020 ila 2022 yılları arasında 1,8 milyon çocuk kızamık aşısı olmadı.
Kızamığa karşı aşılanma oranları dünya genelinde düşüş gösteriyor.
AKP'li yıllarda kızamık vakası artıyor: Sebep aşı reddi
Aşılanma ülkemizde de AKP'li yıllarda düşüşte.
2011 yılında sadece 183 olan aşı reddi 2024 yılında 40 binin üzerine çıktı.
Türkiye’de de 2021 yılında 51, 2022’de 125 olarak kayda geçen kızamık vaka sayısı 2023’te 4 bin 959’a yükseldi.
AKP'li yıllarda aşı karşıtlığı rekor kırdı: Kızamık gibi hastalıklar hızla yayılıyor
Dünyaya yayılan saçmalığın her gün başka bir örneği ile karşılaşıyoruz.
Trump’ın ekibinden ABD Dışişleri Bakanı Rubio medyanın karşısına bir rahibin alnına çizdiği haçla çıktı ve Filistin halkını tehdit etti. ABD’de dinin siyasi suiistimali yeni bir şey değil ama iş hiç buraya kadar gelmemişti.
ABD Dışişleri Bakanı bu ölçekte kafayı sıyırınca İsrail 2 milyon nüfuslu Gazze’nin elektrik ve suyunu kesmekte çekince görmedi. Filistin halkını Gazze’den sürmek için uygulanan insanlık dışı bu yöntem şu anda bütün acımasızlığı ile devam ediyor.
Elon Musk Starlink uydularının finansmanı konusunda tartıştığı Polonya Dışişleri Bakanı Sikorski’ye “Sessiz ol, küçük adam” diye seslendi. Elon Musk’ın artık ABD’de bir çeşit bakan gibi koltuk işgal ettiğini unutmayalım.
Elon Musk kendisine ait Starlink uyduları ile Ukrayna-Rusya savaşında Ukrayna’nın bütün haberleşme ve istihbarat akışını üstlenerek savaşa katılmıştı. Şimdi Ukrayna’nın nadir element madenlerine çökmeye karar verince savaşın ortasında uydu haberleşmesini kesti. Maden anlaşmasına Ukrayna tamam deyince tekrar hizmete açıldı uydular. Herkesin gözü önünde bir şirketin uluslararası olaylarda böylesine bir şantaj uygulaması belki ilk kez görüldü dünya tarihinde.
Romanya’da seçilen Başkanın seçimleri iptal ederek göreve gelmesini engellemişlerdi. Şimdi Türkiye’de Cumhurbaşkanı adaylarından birini siyasi erk yargıyı ve medyayı kullanarak seçime giremez hale getirmek için elinden geleni yapıyor.
Dünyanın her yerinde sermaye sınıfının çıkarları kuralsız ve dolayımsız bir şekilde bütün bencilliği ve halk düşmanlığı ile yükseliyor.
Bu eğilimin temel nedenlerine bir kez bakalım.
a) Kapitalizmin yapısal krizi derinleşiyor
Sermaye sınıfı yatırımına karşı ne oranda kâr ettiğini temel ölçüt sayar. Bu ölçüt sermayeyi bütün insani düşünce ve dayanışmadan uzaklaştırır, her türlü suçu işleyecek bir kapasite kazandırır.
Kapitalizmin yapısal krizi bu kadar kısa bir yazıda ele alınamaz tabii, ancak çok kısaca üretici güçlerin gelişmesine bağlı olarak sermayenin kâr oranlarının düşmesi ile ilişkilidir. Giderek karmaşık makine ve otomatizasyon ürünlerine daha çok yatırım yapmak gerekir ama işçi sayısı azalır. Ayrıca görece azalan işçi sayısı işsizliği, yoksulluğu getirir, ancak pazara sürülen malların asıl tüketicisi de aynı nüfustur.
Bugün üretimi çok daha fazla otomatize etme olanakları doğmuştur, buna karşılık sermaye üretim araçlarından yoksun dev emekçi kitlesine karşı olağanüstü azınlık kalan nüfusuyla çaresizleşmektedir.
Üretici güçlerin gelişebilmesi için emekçilere bir şeyler satmaya çalışmayan ama onların ihtiyacını karşılayarak refah içinde olmalarını temel ölçüt haline getirecek bir dünya düzenine gereksinim var. Buna karşılık böyle bir düzeni kurabilecek emekçi sınıflar bütün güçleri ile iktidarı talep etmek yerine akıl dağınıklığını sürdürdüğü için böyle bir absürtlüğün doğmasına izin vermiş oluyor. Çoktan ömrü dolmuş ve asalaklaşmış bir sınıfın dünyayı büyüyen krizine rağmen yönetmekte ısrar etmesidir yaşadığımız saçmalıkların nedeni.
Sol okurları için aşağıda derlediğimiz ve dünyada kapitalizmin durumunu yansıtan tabloya bir göz atalım. Tablo Türkiye de içinde olmak üzere 6 kapitalist ülkenin milyarder sayısını, toplam işçi sayısını ve işsizlik oranlarını veriyor. Bu verilerin hiç çarpıtılmadığını, durumu kavramak için en iyi parametreler olduğunu iddia etmiyoruz. Buna karşılık kapitalizmin içinde bulunduğu durumun evrenselliği ve boyutları konusunda fikir veriyor.
Tablo 1: Dünyadaki altı kapitalist ülkede milyarder sayısı, çalışan nüfus sayıları ve işsizlik oranları*

Dolar milyarderi ve ücretli emekçilerin sayıları bir ülkede hem toplumsal eşitsizliğin boyutları hem de milyarderleri yaratan zenginliğin nasıl doğduğunu bize gösteriyor. Dünyayı böylesine bir absürtlüğe sürükleyen tekelci sermayenin nasıl asalaklaştığına ve dev emekçi yığınları ile ne yapacağını bilemez hale geldiğine işaret ediyor.
Daha sonra ele alacağımız uluslararası rekabette Çin’in 740 milyon modern proleterle nasıl bir baskınlık oluşturduğu da izleniyor. Öte yandan işsizlik oranları çalışan nüfus üzerinden düşünülünce nasıl emekçi kitlelerinin yığınsal olarak tehdit edildiğini de gösteriyor. Örneğin, sadece Çin’de 37 milyon kadar işsiz olmalı kaba bir hesapla.
Ayrıca yaşlılık sorunu var düzenin. Çünkü yaşama bakışta temel ölçütü kâr oranı olan bir sermaye için yaşlılık bir “verimlilik” sorununa dönüşüyor: Ne kadar sömürebildim onları ve şimdi ne kadar harcamak zorundayım onlar için?
İşsizliğin olmadığı ve yaşlılığın bir verimlilik değil, bir değer ve yaşam sevinci olduğu bir toplum mümkün bugün.
b) Emperyalist rekabet ve ticaret savaşları
Dünyayı yönetmeye çalışan sermaye sınıfını absürtlüğe iten bir diğer konu yapısal krizin üstüne tüy diken emperyalist rekabet. Ticaret, sermaye ihracatı ve gerekli hammaddeye ulaşma konularında inanılmaz bir rekabet yaşanıyor.
Aslında yaşananlar klasik tanımıyla üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin yansımasından başka bir şey değildir. Ancak sermayenin ulusal düzeyde devletleri olması rekabeti kızıştırıyor ve emekçi halkları yoksullukla ve en nihayet savaşlarla tehdit ediyor.
Oysa mesele pazarı kimin ele geçireceği değildir, yine aynı konuya geliyoruz, tüm insanların gereksinimlerinin en optimum şekilde nasıl karşılanacağıdır. Ticaret savaşı denilen olay sermaye sınıfının dünyayı sürüklediği absürtlüğün tepe noktalarından biridir. Eninde sonunda emekçi halkları temel gereksinimlerinden daha fazla mahrum edecektir.
Aşağıdaki fotoğrafta Çinli BYD şirketinin bir seferde ihraç ettiği 8 bine yakın otomobili taşıyacak kapasitedeki kargo gemisi görülüyor. Rekabetin günümüzde büyük ölçüde elektrikli araba pazarını ele geçirmeye dayandığını düşünürsek Çinli şirketin sırf dış pazara araba taşımak için inşa ettirdiği geminin büyüklüğü olayı daha iyi kavramamızı sağlayacak.

Yazıyı bitirirken rekabetin başlıca konusun olan elektrikli araba üretiminin insanlığın hangi sorununu çözebileceğine de işaret edelim.
Her hanehalkına ikişer üçer satılmaya çalışılan otomobiller; insanlığın toplumsal eşitsizlik sorununu mu giderecek? Yoksa iklim ve çevre sorunlarına mı çare olacak? Belki de savaşları durduracak!
Hiçbiri değil, insanlık büyük bir toplumsal eşitsizliğin pençesinde iklim ve çevre sorunlarına maruz kalıyor ve birçok yerel savaşa sürükleniyor. Elektrikli otomobiller petrole dayalı ulaşımı azaltıyor ama başka türlü ve büyük bir çevre sorununa yol açıyor.
İnsanlık önüne koyduğu bütün gerçek sorunların üzerinden gelir.
Bu absürtlüğün de üstünden gelmesini bilecek.
/././
7 Mart tarihinde belediye, polisle beraber altyapı hizmetlerini kesmeye geldiğinde Askent Sitesi sakinleri kesim işlemini engellemiş ve işlem bir hafta süreyle yeniden ertelenmişti.

Askent Sitesi Yönetim Kurulu Başkanı Yusuf Vardar, sürecin iki buçuk yıl önce Bakırköy Belediyesi Başkan Yardımcısı Cavit Ganiç’in "dönemin site yönetimine para vererek" karot aldırmasıyla başladığını belirtiyor. Sitedeki 4 bloğun karot sonucuna göre sitenin boşaltılması gerektiği site sakinlerine usülsüz bir şekilde muhtarlık aracılığıyla iletilmişti.
'Bu yalnızca bizim değil, Bakırköy’ün, İstanbul’un ve tüm Türkiye’nin sorunu'
Vardar, “Bizim sorunumuz kentsel yapılaşmaya karşı çıkarılan yasalardan, kanunlardan zarar görmemizdir. Eski yönetimimiz ve belediye yetkilileri hukuksuzca ve bize danışmadan karot alarak süreci başlattıktan sonra yönetimimizi değiştirdik. Yaklaşık olarak iki buçuk yıl boyunca istinaf mahkemelerinde kişisel davalar açarak, yürütmeyi durdurmaya çalışarak ve birtakım çözümler arayarak mücadelemizi bugüne kadar sürdürdük. Bu yalnızca bizim sorunumuz değil; bu Bakırköy’ün, İstanbul’un ve tüm Türkiye’nin sorunu. Kentsel dönüşüm adı altında bize sundukları şey, tamamen kentsel ranta dönmüş durumda. Biz 88 daireye sahip bir siteyiz ve bizler de insanız, etten kemikten yapılmış insanlarız. Burada yaşarken korkuyoruz, yaklaşık olarak 4 senedir kentsel dönüşüm yasalarının çıkması için uğraşıyoruz. Lakin bizi yönetenler, bunları çıkaramadıkları gibi bizi cezalandırmaya kalkışıyorlar. Kar kış demeden, hiçbir imkan sağlamadan insanları kapının önüne koymaya çalışıyorlar” diye tepki gösterdi.

'Bize burada ölme, orada öl diyorlar'
Hükümet dahil başvurdukları her makam ve kurumun 6306 sayılı yasaya işaret ettiğini söyleyen Vardar, “Peki bu yasa bizi koruyor mu, yoksa bizi öldürmeye mi çalışıyorlar? 6 yıl önce istinaf kararı alınan, kentsel dönüşüme giren yüzlerce bina, binlerce mağdur vatandaş dururken bizim bunlara inanıp beklenti içinde olmamız imkansız. Bizi yönetenlerden hiçbir şekilde yardım görmediğimiz gibi ilgisizlikle karşılaşmakta, hatta hakaret işitmekteyiz” diyor.
İnsanların şu anda çaresizce evlerinden çıkmaya zorlandıklarını söyleyen Vardar "Taşınabilenlerin gittikleri evler de çürük. Bize ‘burada ölme, orada öl’ diyorlar. Ekonomik durumlarının olmaması bizleri ilgilendirmiyor, diyorlar. Yönetimi, hükümeti, bakanlığı ilgilendirmiyorsa kimi ilgilendiriyor? Bunların müsebbibi biz miyiz? 26 yıllık bir deprem gerçeğine karşı hiçbir plan, proje çıkarmadan bizi bugünlere getiren yönetim kadroları değil mi?” diye sordu.
'Sosyal belediyecilikle övünen belediye bize ‘ne haliniz varsa görün’ diyor'
Vardar, hiçbir plan, güvence sunulmadan yurttaşlardan evlerini boşaltmalarını istenmesine dair “Peki bu insanlar nereye gidecek? Bizi göçe zorluyorlar, yerlerimizden ediyorlar. Bizim talebimiz planların çıkarılması, bu planlar çıkana kadar da bize makul bir süre tanımaları. Ortak bir çözüm üretmemiz gerekiyor. Sadece insanlara ‘çık dışarı, burası çürük bina’ demekle yönetecilik olmuyor. Sosyal belediyecilik böyle bir şey değil. Bizim istediğimiz rantsal değil halkçı bir dönüşüm. Haklı bir mücadeleyle yaşam alanlarımızı korumaya çalışıyoruz. Tüm komşularımızdan bize destek olmalarını, onların da yaşam alanlarını korumalarını istiyoruz” ifadelerini kullandı.
Site sakinleri, dönemin belediye başkan yardımcısı Cavit Ganiç’in kendileriyle “belediye yetkilisi değil, müteahhit sıfatıyla” konuşup binalarını yapmaya talip olduğunu söylüyor. Mevcut belediye başkan yardımcısı Ali Rıza Akyüz de aynı zamanda İmar Komisyonu başkanı olan bir müteahhit. Bu görevlilerin herhangi bir çözüm üretemediği söyleyen Askent Siteliler, aylardır belediyenin vaktiyle söz verdiği plan notu değişikliğini gerçekleştirmesini bekliyor.
1. Blok Yöneticisi Yasemin Bostan “Biz de buranın riskli olduğunu kabul ediyoruz, biz de anlaşmak istiyoruz. Ama anlaşabilme durumumuz yok. Şu an ne 5 kata, ne de artı bir kata anlaşabiliyoruz. Mevcut yerel yönetim bir senedir burada. Ayşegül Ovalıoğlu gelmeden önceki verilen ruhsatlar da iptal edilmiş. Şu an Bakırköy’de inşaat durmuş durumda. Tabii bu özellikle büyüklerimizde bir kaygıya ve korkuya yol açıyor. Ortada bir belirsizlik var. Ne Bakırköy Belediyesi’nden ne de oraya bağlı Kentsel Dönüşüm Müdürlüğü’nden hiç kimse bizi aydınlatmadı. Bize ‘ne haliniz varsa görün’ dediler. Evet burası riskli yapı ama bizim yeni bir binaya taşınma imkanımız da yok. Bir riskli yapıdan başka bir riskli yapıya geçeceğiz. Hiçbir şekilde yol göstermiyorlar” şeklinde konuştu.

Askent Siteliler, Bakırköy Belediyesi’nden taleplerini bir bildiri yayımlayarak dile getirdi. Bildiride yer alan talepler şu şekilde:
- Belediye Başkanımızın seçimlerden önce söz verdiği imar planı notu düzenlemesini hızlıca meclisten geçirip, askıya asmadan;
- Bakırköy Belediyesi önce Yenimahalle’de halka Kentsel Dönüşüm sürecinin nasıl olacağına dair bilgi veren toplantılar yapmadan;
- Bakırköy Belediyesi, Yenimahalle’de halka İBB ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yıkılacak binalar için uygulanacak finansal desteklerini anlatmadan, desteklerin sağlanması için uğraş vermeden; tüm taleplerimiz karşılanmadan belediye, Askent’e ve evlerimize yıkım tebligatları göndermemeli.
Bakırköy'de basın açıklaması: 'Bu yasa evlerimize çökme yasasıdır'
Askentliler, kentsel dönüşüm adı altında ranta açılan evlerine, mahallerine sahip çıkmak için bu akşam saat 20.00'de Bakırköy Özgürlük Meydanı’nda bir basın açıklaması düzenledi. Basın açıklamasına TKP Bakırköy İlçe Örgütü de destek verdi.
Basın açıklamasında, "AKP İktidarı, hiçbir şekilde denetlenmediği bir kentsel dönüşüm istiyordu, muhalefet iktidarın derdine derman oldu. AKP hayalini, muhalefet vekillerinin sayesinde bir yasa çıkararak gerçekleştirdi" denildi ve "Bu yasa evlerimize çökme yasasıdır. Bu yasa mülksüzleştirme yasasıdır. Bu yasanın adı 6306 sayılı Afet Yasası’dır. Bu yasanın en çok uygulandığı yerler de Chp’li belediyelerdir. Demek ki yurttaşlar olarak boşuna oy vermişiz" ifadeleriyle devam edildi.
Bakırköy Belediyesi'nin yıllardır deprem riskine karşı herhangi bir faaliyet yürütmediği vurgulanan açıklamada, "Bakırköy Belediyesi, her nasılsa olası bir depremde Bakırköy’ün öncelikli riskli ilçelerden biri olduğunu hatırlamış görünüyor. Bunun nedenini biliyoruz: İnşaat sermayesi, müteahhitler yaşadığımız evlerden para kazansın diye. Bakırköy Belediyesi, emekli aylıklarından başka hiçbir geliri olmayan bizleri olacak depremi bahane ederek, ömrümüz boyunca çalışarak alabildiğimiz, yaşadığımız evlerden çıkartıp, bir bilinmezlikle baş başa bırakmaya çalışıyor" denildi.
Açıklamanın devamında şöyle denildi:
"Bizler riskli yapılarda oturmak niyetinde değiliz! Elbette yaşadığımız konutların yenilenmesini, depreme dayanıklı hale getirilmesini istiyoruz. Bakırköy belediyesinin bizi hiçbir şekilde bilgilendirmeden, bize süreci anlatmadan, hangi adımları atacağına dair bizlerle hiçbir görüşme yapmadan hoyratça kolluk kuvvetleriyle birlikte gelip elektriğimizi, suyumuzu, doğalgazımızı kesmeye ve hepimizi sokağa atma çabasına karşı çıkıyoruz. Bakırköy belediyesini, bu uygulamalardan vazgeçmeye davet ediyoruz."

Patronlar Dünyası'ndan Özlem Ermiş Beyhan'ın haberine göre, listeye Türkiye’den 7 şirket girdi. Koç Holding, Türkiye'deki diğer aile şirketlerini açık ara geride bıraktı ve ilk kez dünya listesinde ilk 20'de yer aldı.
7 şirket listede
Türk şirketlerinden Yıldız Holding (Ülker) 107., Anadolu Grubu 119., Sabancı Holding 147., Borusan 318., Zorlu 322., Doğuş 383. olarak gösterildi.
Koç Holding hisselerin yaklaşık yüzde 50’si ailede olan bir şirket olarak, 67,79 milyar dolarlık gelirle listede ilk 20’de yer alırken, Yıldız Holding de hisselerin yaklaşık yüzde 50’si ailede bir şirket olarak 17,06 milyar dolarlık gelirle listeye girdi. Hisselerin yaklaşık yüzde 50’si ailede olan Anadolu Grubu da 15,87 milyar dolarlık geliri ile listede yer aldı. Sabancı Holding ise hisselerin yaklaşık yüzde 32’si aile olan bir şirket olarak 13,44 milyar dolarlık gelirle listede yer aldı.
Listede Borusan 6,37 milyar dolarlık gelirle hisselerin yaklaşık yüzde 75’i ailede bir şirket olarak sıralamaya girdi. Zorlu 6,21 milyar dolarla yine hisselerin yaklaşık yüzde 75’i ailede bir şirket olarak listede yer aldı. Doğuş ise 5,20 milyar dolarlık gelirle hisselerin yaklaşık yüzde 75’i ailede bir şirket olarak 500 aile şirketi içinde yer buldu.
Listenin ilk sırasında ABD’den Walmart yer alıyor. Hisselerin yaklaşık yüzde 32’si ailede olan Wallmart 648 milyar dolarlık geliri ile ikinci ile arasında büyük bir fark açmış durumda. İkinci 356 milyar dolarlık geliri ve yüzde 52 ailedeki hisse oranı ile Alman Volkswagen Grubu. Üçüncü sırada yine Almanya’dan 179 milyar dolarlık gelirle ve yüzde 75’lik aile hisse oranı ile Schwarz Group var. 4. sırada Cargill, 5’inci sırada ise Ford Grubu yer alıyor.
Koç Holding geçen yıl 65,8 milyar dolar gelir elde etti
Koç Holding, geçen haftalarda 2024 finansal sonuçlarını açıklamıştı.
Geçen yıl konsolide bazda 65,8 milyar dolar gelir elde eden holding, 4,4 milyar dolar kombine yatırım gerçekleştirdi. Böylece şirketin son 5 yıldaki kombine yatırımları 14 milyar dolara ulaştı.
***
Yalan fabrikaları, melekler-şeytanlar ve Aleviler -Can Serhat Halis-
Kimin “mazlum” kimin “zalim” olduğu, egemenlerin keyfince belirleniyor. Propaganda bombardımanı altındaki insanlık, adeta fareli köyden yükselen kavalın esrarına kapılmış biçimde tek yöne doğru hareket ediyor.
Günümüzde kitle iletişim araçları aktif birer yalan fabrikasına dönüşmüş durumda. Bu fabrikalarda üretilen her türden yalan, teknolojinin tüm imkânları kullanılarak dünyanın dört bir yanına taşınıyor ve insanlığın üzerine boca ediliyor. Tüm bir kapitalizm kendisini bu şekilde ayakta tutuyor.
Bu uğurda; basın-yayın kuruluşları, tartışma programları, akademik yayınlar, köşe yazıları, haber kanalları; hep bir ağızdan yığınların kulağına efsunlu yalanlar fısıldıyor. Fısıltıyla açılan bu yalan musluğu, bir süre sonra gümbürdeyerek akan bir propaganda seline dönüyor ve nihayetinde, sıradan insan bu selin akıntısına karşı koyamayarak sürükleniyor.
Yığınları sürükleyerek onların rızasını almış egemenler; çocukların üzerine bombalar yağdırılabiliyor, istediğine savaş açabiliyor, sivilleri öldürebiliyor, kentleri yerle yeksan ediyor, paşa gönlünce “özgürlük savaşçısı” ya da “diktatör” etiketi dağıtabiliyor.
Kimin “mazlum” kimin “zalim” olduğu, egemenlerin keyfince belirleniyor. Propaganda bombardımanı altındaki insanlık, adeta fareli köyden yükselen kavalın esrarına kapılmış biçimde tek yöne doğru hareket ediyor. İnsanları bu yolla mankurtlaştırdıktan sonra ise büyük yıkımları, “özgürlük ve demokrasi” adı altında istedikleri ülkelere taşıyorlar.
Melekler ve şeytanlar
Yakın zamanda Suriye’ye özgürlük ve demokrasiyi, geçmişi şiddetle örülmüş cihatçılarla götürdüler. Böylesine aleni bir anomaliyi gizlemek kolay olmasa gerek ki, tekrardan yalan fabrikaları devreye sokuldu. Cihatçılar artık “terörist” değil, “özgürlük savaşçısı” olarak servis edilmeliydi. Böylece düğmeye basıldı ve pr çalışmaları başladı.
Başı açık, modern kadın “haberciler” bölgede boy göstermeliydi. Cihatçıların, kendileri gibi olmayana ne kadar saygılı oldukları kanıtlanacaktı. Bunun için Şam’a gidip şirinlikler yapan, cihatçıları güzelleyen haberciler devreye sokuldu. Ezcümle, bacası sürekli tüten yalan fabrikaları; bu defa da Suriye’de kime “terörist”, kime “kahraman” diyeceğimizi belirliyordu. Batı bu sayede bir kez daha köpeksiz köyde değneksiz dolaşacaktı.
Pr tüm hızıyla devam ediyordu. Dünün “teröristi”, şimdinin “özgürlük savaşçısı” olmuştu. Berber koltuğundan yeni kalkmış, traşlı HTŞ liderleri CNN’de ağırlanıyor, kadın sunucu onu bir özgürlük savunucusu gibi takdim ediyordu. Tuhaf bir gerçeklik orta yerdeydi; vatan-millet edebiyatını 11 Eylül saldırıları üzerine kurmuş olan ABD, bu saldırıyı gerçekleştirenlerin Suriye’deki iktidarını alkışlıyordu.
Tüm bu süreçte cihatçıların en güçlü sloganı ise “Hristiyanlar Lübnan’a, Aleviler mezara” şeklindeydi. HTŞ lideri, daha önce yaptığı açıklamada, “iktidarımızda Hristiyanlara ve Alevilere yaşam hakkı tanınmayacaktır” diyordu. Elbette hedefi, kendi ifadeleriyle “Alevilerin mezara girmesi” olan bir iktidarın işbaşı yapabilmesi, sadece bu cihatçıların “melekleştirilmesi”yle mümkün değildi. Madem “Aleviler mezara girecek”ti, o halde Alevilerin de şeytanlaştırılması gerekiyordu.
İlk olarak Esad yönetiminin ne kadar zalim olduğu kanıtlanmalıydı. Bu başarıldıktan sonra ise zalimlikleriyle nam salmış bu yönetimin bir “Alevi diktatörlüğü” olduğu yalanına başvurdular. Madem Esad yönetimi Alevi iktidarıydı, o halde mevcut Aleviler Esad artığı sayılmalıydı. Esad artıkları ise yok edilmeliydi.
Bunun için harekete geçildi. Senaryolar, arşivlerden çıkan alakasız videolar, görseller, mizansenle hazırlanmış setler, -bir prodüksiyon şirketi olan- Beyaz Baretlilerin yaptıklarını aratmıyordu. Eski iktidarın zulmünü kanıtlamak için Vietnam Savaş Müzesi’nden alınmış, (ayaklarından ahşap yatağa prangalanmış) bal mumu replikanın görselini bile kullandılar. Yapay zekâya hazırlatılmış onlarca video, “Esad zindanları” etiketiyle milyonlarca insana ulaştırıldı.
Böylelikle, bu fabrikaların bacasından yayılan dumanı soluyan hemen herkes zehirlendi. Sonunda Esad’ın tüm icraatları, üzerine on eklenerek planlı şekilde Alevilerin hanesine yazıldı.
Alevi katliamı
Suriye’de Ortaçağa yakışır bir geleceğin kapısı açılmıştı artık. Elinde terlikle heykel döven Ortadoğulu görüntüsü, yıllar sonra Suriye’den dünyaya yayıldı. Üzerine Esad posteri asılmış eşeğe işkence yapan kalabalığı, talan ve yağma görüntüleri takip edecekti. Akabinde bu histerik hal mezar ve kilise yıkmaya kadar ilerledi. Sonraki adım ise çok bariz şekilde katliamı işaret ediyordu. Tüm bunlar, Alevileri bekleyen büyük katliamların habercisiydi adeta.
Yerel ve uluslararası kamuoyu ise, Colani ve ekibinin modern dünyaya entegre olduğunu ve ortaçağdan kalma katliamların yaşanmayacağını ileri sürüyordu. Oysa “siyasal İslamın” temel kodlarını ve esas eğilimini bilen, tarihsel serüvenine az çok şahit olmuş herkes, yaşanacak katliamların farkındaydı. “Siyasal İslamın” ana düsturu kendileri gibi olmayana yaşam hakkı tanımamaktı. Buldukları her imkanda bu ana düstur için çabalayacaklardı.
Nitekim geçtiğimiz hafta tüm dünyanın gözleri önünde, video kayıtları ve şehvet çığlıkları eşliğinde Suriye kıyılarında binlerce Alevi katledildi. Afrika’nın kuzeyinden, Kafkasya’dan, Asya içlerinden çıkıp gelmiş bir takım adamlar, hiç tanımadıkları insanların evlerine girdiler, aileleri paramparça ettiler, kadınları alıkoyup; yaşlı, çocuk, hasta ayrımı gözetmeden binlerce insanı sokaklarda havlamaya zorladılar, onları en olmadık işkencelerle öldürdüler. İnsanlığın belleğine yine onulmaz yaralar açtılar.
Tüm bu vahşet için hazır gerekçeleri vardı; “Esad artıkları” yok ediliyordu. Bu argüman tılsımlı bir değnek dokunmuş gibi, yaptıkları tüm vahşeti meşrulaştırıyordu. Böylesi bir meşruiyet kurgusu içerisinde, cihatçıların baş düşman olarak belirlediği Alevileri, -bu katliamları da aşan- topyekûn bir soykırıma uğratması (AB’nin ve Batı’nın görmezden gelişiyle tekrardan) an meselesi. Çünkü "bir kere olmuş olan, her zaman için mümkündür".
/././
Küba basını için değişim bir seçenek değil, aciliyet -soL/Küba Gerçeği-
"Değişim ve gelişimden kopan bir bilim körelir; toplum ve medeniyet adına pişmanlık verici bir israf haline gelir. Bu durum, mesleğe yön vermiş en önemli referans kaynaklarımızın akademik modellere dönüştüğü Küba gazeteciliğinde özellikle geçerli."
14 Mart Küba'nın ulusal kahramanı José Martí tarafından 1892'de kurulan Patria gazetesinin ilk baskısını anmak için "Küba Basın Günü" olarak kutlanıyor. Bu vesileyle 11-13 Şubat 2025 tarihleri arasında gerçekleştirilen 5. Julio García Luis Ulusal Sanal Basın Festivali’nde Ricardo Ronquillo tarafından yapılan açılış konuşmasını paylaşıyoruz.
-----
Küba basınında değişim yeni bir fikir değil. 1959'dan sonra basını rüşvetçi, teslimiyetçi ve yozlaşmış seçkinlerin elinden alıp halka vermek ve hiçbir zaman sahip olmadığı ifade özgürlüğü gücünü halka kazandırmak için yeniden şekillendiren devrimin kendisi de değişiyor ve bu değişimin gerçekleşebilmesi için ülkenin iletişim sisteminin bir parçası olan medya sisteminin de en ivedi şekilde dönüşmesine ihtiyaç duyuyor.
Devrimi bugüne kadar muzaffer kılan ve akıbetini bildiğimiz 20. yüzyıl sosyalizminin uygulamalarından miras kalan basın modelinin, Küba’nın ulusal kurtuluş projesinin direnişini ve zaferini 21. Yüzyılda da güvence altına alabileceği fikrine kendimizi kaptırmamız, sorumsuzluk demeyelim ama siyasi açıdan naiflik olur.
Kapsamlı tartışmalar sonrasında önüne demokratik sıfatını eklediğimiz kalkınmış ve sürdürülebilir sosyalizm kavramı somutlaşmak için değişime ihtiyaç duyar. Fidel’in en önemli görüşlerinden biri kapsamında belirttiği gibi, bunu değiştirilmesi gereken her şeyi değiştirerek yapmak gerekiyor. Bunların arasında kronik hataları ve deformasyonları nedeniyle gerçekliğin dışına düşen sözde reel sosyalizmden miras aldığımız basın ve kamusal iletişim modeli de yer alıyor.
Az önce söylediklerimizi göz ardı etmek Küba sosyalizminde ancak ciddi dengesizliklere sebep olabilir. Parti Merkez Komitesi Birinci Sekreteri ve Devlet Başkanının Halk İktidarı Ulusal Meclisi önünde gerçekleştirdiği son hesap verme oturumunda şikayetçi olduğu üzere, alınan kararların önemli bir kısmının temel iletişim kurallarının göz ardı edilmesi nedeniyle aleyhimize dönmesi de buna dahil.
Yaşadığımız değişimin gerçekleştiği kendine özgü bağlamı göz ardı etmek ciddi bir hata olur. Küresel iletişim kuralları bir bilgi-iletişim tiranlığının gölgesinde köklü bir şekilde yeniden tanımlanıyor. Küba gerçeği hızla bir sosyal ağ toplumuna dönüşüp iletişim alanında yaşanan sinsi bir savaşa doğru çekiliyor ve bunun karşısında yeterince güçlü kültürel “anti-viral” araçlarımız yok. Bunun yanında, iletişim alanını hedef alan ve giderek daha fazla şiddetlenip yozlaşan bir hibrit savaş, Covid-19'un yoğun etkileriyle birlikte bizi yaşamımızın her alanında ağır sonuçları olan uzun süreli bir kriz halinde tutuyor.
Bugün bile hal böyleyken, dünyayı -gerçekliğin beş para etmediği- utanç verici bir “post-gerçeklik” çağına sürükleyen teknoloji oligarklarının desteğini alan Donald Trump'ın imparatorluğun başına geçmesiyle tablonun ne kadar vahimleşeceğini kendimize sormamız gerekiyor. Dünyadaki derin adaletsizlikler son yaşanan pandeminin beraberinde getirdiği sorunların çözümünü geciktirdi; en aşırı ve insanlıkdışı fikirleri küresel düzeyde popüler kılma becerisine sahip olan yeni “infodemi”yi yok etmek ise çok daha zor ve maliyetli olacak.
Bu teknoloji oligarklarının baş belası patronları öncülüğünde girişecekleri ilk soygun, Panama’dan da önce, insan aklını manipülasyon yoluyla ele geçirmek, insanlığın tüm kanallarını zapt etmek olacak.
5. Ulusal Sanal Basın Festivali’ni işte böyle bir dönemde gerçekleştiriyoruz. Bu festival, geleceğe doğru ilerlemek için geçmişin deneyim, sorgulama ve analizlerinden beslenerek doğdu. Bu etkinlik, ilk buluşmamızda da vurguladığımız gibi basın sektöründeki toplu sızlanmalar dönemini aşmayı ve yerine toplu yaratıcılığımızı, uzun süredir devam eden bu çöküş döneminin yerine yeni projeleri ve bu projelerin somutlanmasını koymayı hedefliyor.
Festivalin doğuşu, Küba Gazeteciler Birliği Başkanlığı’nın 10. Kongre’de ortaya koyduğu proje bazlı bir çalışma sistemi kurma fikrine dayanıyor. Birliğin etkinlik, ödül ve yarışma sistemi, fazlasıyla bireysel çalışmaya odaklanmıştı; bu da medya kuruluşlarımızın bütünsel dönüşümünü pek az destekleyip teşvik ediyordu.
Aynı derecede önemli bir diğer mesele ise, teorinin raflarda tozlanmaya bırakılmayıp dönüşüme hizmet edeceği bir yol bulma gereğiydi. Değişim ve gelişimden kopan bir bilim körelir; toplum ve medeniyet adına pişmanlık verici bir israf haline gelir. Bu durum, mesleğe yön vermiş en önemli referans kaynaklarımızın akademik modellere dönüştüğü Küba gazeteciliğinde özellikle geçerli.
Bu nedenle, festivalin teorik kısmını Devrim dönemlerinde basın ile iktidar arasındaki ilişkiyi inceleyen en önemli bilim insanlarından biri olan Julio García Luis’i onurlandırarak tamamlarken, yenilik bölümünü ise değişim hayallerimizi şekillendiren şanlı Juan Antonio Borrego’yu onurlandırarak tamamlıyoruz. Her iki şahsiyet de hem bu dünyada hem de ölümlerinden sonra Küba’yı devrimcileştirmek için -zaman zaman duyarsızlık ve şüphecilik içeren- devrimcileşme irademizi her şeyi göze alarak mayınlardan temizlemiş ve bizlerin önünü açmıştır.
Eve kapanmanın kural haline geldiği Covid-19 adlı insanlık trajedisinin ortasında gazeteciliğimiz için ektiğimiz arayış ve keşfetme tohumları olmasaydı daha sonradan ülkenin 16 medya organında başlattığımız denemeyi gerçekleştirmek mümkün olmazdı. Aldığımız cesaret verici sonuçlar bu denemeyi ulusal medya sistemimizin geri kalanına da yaymamız gerektiğini söylüyor.
İlk festivalden bu yana geçen beş yıl içinde, ülkemizdeki sosyalizme hizmet edecek yeni bir basın ve kamusal iletişim modeli inşa etmek adına siyasi, hukuki ve kurumsal temeller oluşturuldu. Dünya çapındaki bilgi-iletişim totaliterliğinin dayandığı modelden farklı olarak barındırdığı kamusal niteliğinden ötürü seçkinlerin değil, halkın hizmetinde olan bir model... Küba’nın ve Küba Devrimi’nin tarihindeki ilk Sosyal İletişim Yasası'nda ortaya konulan ilkelerde de vurgulandığı üzere, basının da toplumsal denetim mekanizmalarına dahil edilmesini ve diğer kurumla gibi yurttaşlara hesap verme yükümlülüğü taşımasını sağlayan bir model...
Bunun için, üstat Julio García Luis'in “basın özgürlüğü, örgütlü toplumun medya araçlarına sahip olma hakkıdır” şeklindeki önermesiyle yetinmemiz tek başına yeterli değil. Bu önermeyi, toplumun sağlam, modern, güvenilir, yenilikçi, kendi içinde ve dünyadaki muadilleriyle eklemlenmiş bir medyaya sahip olma hakkı ile tamamlamamız gerekiyor. Böylesi bir medya, toplumu manevi ve ideolojik açıdan silahsızlandırmayı amaçlayan yalan, kibir ve nefret kuşatmasını yarmaya imkân tanıyacak bir toplumsal otorite ve etki gücüne de sahip olacaktır.
Tam da bu nedenle, Patria gazetesini ve Küba'nın yurtsever, antiemperyalist gazeteciliğini yeniden kuran José Marti’nin ilham veren vefatından neredeyse 130 yıl sonra, devrimci basınımız için değişim bir seçenek değil, bir aciliyettir.
Yazar: Ricardo Ronquillo
Yayınlandığı yer: Cubadebate
Yayın tarihi: 13 Şubat 2025
Çeviri: İlhan Şendil
"Küba Gerçeği", 2023 Şubat ayında Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) girişimiyle başlatılan bir yayın. Küba'da siyaset, ekonomi, yaşam, kültür gibi konularda Kübalı yazarların ürettiği makalelerin çevirilerini yayımlayan Küba Gerçeği'nde çıkan makaleler, artık soL'da paylaşılıyor.
/././
İngiliz ve Fransız nükleer cephaneliği Avrupa’yı koruyabilir mi?-Ogün Eratalay-
Dünyada ABD ve Rusya’dan sonra öne çıkan nükleer güç durumundaki İngiltere ve Fransa’nın son dönemde Avrupa’nın nükleer korunmasını sağlayıp sağlayamayacağı konuşuluyor. Son tahlilde siyasi bir karara bağlı olacak olan bu konunun teknik altyapısını ve geçmişini sizler için araştırdık.
ABD emperyalizminin Donald Trump’ın başkan seçilmesiyle beraber makas değiştirmeye çalıştığı biliniyor.Seçilmesinin ardından daha göreve gelmeden özellikle dış politika alanında önemli adımlar atan Trump, başa geçtikten sonra ABD siyasetinde arka arkaya önemli kararlara almış durumda. Elbette bu başlıklardan en önemlisi süregiden Ukrayna-Rusya Savaşı. 28 Şubat günü Beyaz Saray’da ağırladığı Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy’nin basın önünde düşürüldüğü durum simgesel olarak önemli bir dönüşümün kritik aşamasına işaret ediyor.
Trump’ın başlattığı süreç bu görüşmenin öncesinde Münih Konferansı sırasında da kendisini belli etmişti. Bu yaklaşıma göre ABD, küresel ölçekte asıl düşman olarak Çin Halk Cumhuriyeti tanımlarken, Rusya ile ilişkileri güçlendirerek bu ülkeyi Çin ile işbirliğinden olabildiğince koparmayı amaçlıyor. Trump yönetimi bu kapsamda Batı Avrupa ülkelerini Ukrayna Savaşı’nın başlamasına göz yummakla suçlarken, aynı zamanda NATO müttefiki olduğu bu ülkelerin silahlanmaya yeterli kaynak aktarmamasını da eleştiriyor.
Trump yönetimi bütün bu gündeme ilave olarak Avrupa’daki askeri varlığını seyreltmeyi gündem edince, Avrupa Birliği ülkelerinde bir “güvenlik fobisi” oluşmuş durumda. ABD emperyalizminin Ukrayna ve Polonya üzerinden son yirmi yılda yürürlüğe koyduğu Rusya’nın kuşatılması siyasetini benimseyen Avrupa ülkeleri, Rus karşıtlığını müzik repertuarlarını ve edebiyat külliyatını alt üst edip ayıklamaya vardırmıştı. Trump döneminde uygulamaya konmaya çalışılan bu makas değişikliğine derhal uyum sağlamaları beklenmiyordu.
Nükleer şemsiye nedir?
Tam bu aşamada Avrupa’nın kendi ordusunu kurma ve esas konumuz olan Avrupa’daki nükleer güçlerin (yani İngiltere ve Fransa) bölgedeki “Rus tehlikesine” karşı nükleer koruma sağlaması olasılığı konuşulmaya başlandı. Burada kastedilen özellikle Polonya gibi sınır ülkelerine nükleer silahların yerleştirilmesi ve olası Rus saldırısına karşı kullanılması veya caydırıcı olarak konuşlandırılması. Emperyalist bağımlılığın, dinci gericiliğin, milliyetçiliğin ve Rus karşıtlığının iktidarı olarak tanımlamanın hata olmayacağı Polonya’da Başbakan Donald Tusk bu talebi doğrudan ABD’ye iletti bile.
Avrupa’da nükleer güçler hangileri?
Dünyada nükleer silahlara sahip olduğunu resmî olarak bilinen ülkeler ABD, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, İngiltere ve Fransa. Nükleer silaha sahip olduğunu açıklayan ülkeler ise Hindistan, Pakistan ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti. Bu listeye ek olarak resmî olarak kabul etmese de İsrail’in nükleer silahlara sahip olduğu biliniyor. Bunun dışında NATO kapsamında ABD’ye ait nükleer silahlar Belçika, Almanya, İtalya, Hollanda ve Türkiye’deki üslerde kullanıma hazır şekilde bulunduruluyor. Bu listedeki İngiltere ve Fransa az önce bahsedilen senaryoda nükleer güvenlik sağlaması beklenen nükleer güçler.
İngiliz donanmasının nükleer denizaltısı HMS Victorious.İngiltere’nin nükleer silahları
Avrupa’da İngiltere ve Fransa merkezli bilim insanlarının gündemine girmiş olan nükleer tepkimeler ve bunun patlayıcı olarak kullanılması, İngiltere’yi 1940 yılı başlarında Tube Alloys adı verilen gizli programı başlatmaya sevk etti. Nazi Almanyası'nın Avrupa’yı işgal etmesiyle beraber program 1943 yılında Kanada’da yapılan Quebec Konferansının ardından tamamen ABD’ye devredildi. Manhattan Projesi sonucunda atom bombasını imal etmeyi başaran ABD, savaşın ardından atom bombasına dair bilgilerin İngiltere dahil olmak üzere diğer ülkelere verilmesini yasaklayan kanunu kabul etti. Bunun üzerine kendi programını geç de olsa yeniden başlatan İngiltere 1952 yılında Avustralya açıklarındaki Monte Bello Adaları'nda ilk başarılı nükleer testini gerçekleştirdi. Ancak ABD artık bu tarihte termonükleer bir silah olan hidrojen bombasına sahipti ve İngiltere’nin bu teknolojiye erişmesi ancak 1957 yılında oldu. İki emperyalist ülke 3 Temmuz 1958 tarihinde imzaladıkları ortak savunma antlaşmasıyla teknolojiyi ve üretimi tek elden devam ettirme kararı aldı. Bu kararda en büyük etken Soğuk Savaş döneminde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin (SSCB) 4 Ekim 1957 tarihinde Sputnik uydusuyla uzaya çıkması oldu.
Ortak düşmana karşı imzalanan bu anlaşma ekonomik ve askeri anlamda eşitler arasında olmadığı için zaman içinde güçlü olandan yani ABD’den yana olacak şekilde sonuçlandı. Sömürgelerini kaybeden ve dünya çapındaki imparatorluk günleri geride kalan İngiltere, küçülen ekonomisiyle zaman içinde ABD’ye nükleer anlamda bağımlı hale geldi. Savaş başlıklarının tasarım ve üretiminde tamamen ABD’ye bağımlı olan İngiltere ikili anlaşmalar uyarınca tedarik ettiği nükleer yakıt, füze sistemleri ve nükleer savaş başlıklarıyla nükleer gücünü devam ettirdi. En son 14 Kasım 2024 tarihinde süresiz güncellenen ikili anlaşma uyarınca İngiltere nükleer denizaltılarına 10 yıl yetecek nükleer yakıtı ve Trident programı için gerekli füze sistemlerini ABD’den sağlıyor..
Bugün İngiltere Vanguard sınıfı 4 nükleer denizaltıda operasyonel durumda bulunan denizaltıdan atılabilir termonükleer savaş başlıklı kıtalararası balistik ve taktik füzelere sahip. İskoçya’nın batı kıyısındaki Clyde Deniz Üssünde bulunan denizaltıların bir tanesi sürekli olarak devriye halinde açık denizlerde tutulmakta. Her bir denizaltıda ise 16 adet Trident II füzesi bulunmakta. İngiltere’nin toplamda yaklaşık 215 nükleer savaş başlığına sahip olduğu düşünülüyor.
Fransa’nın nükleer silahları
Fransa nükleer kabiliyetini “caydırıcı güç” (force de dissuasion) olarak tanımlamakta ve bugün bu kapsamda havadan ve denizden atılabilen nükleer silahlara sahip. Fransa NATO kapsamında ittifak üyesi olmasına karşın özellikle 1958 yılında başa geçen Charles de Gaulle döneminde “Sovyet işgal tehdidine” karşı ABD’ye aşırı bağımlı olunmasından hareketle Fransa’nın ayrı bir caydırıcı nükleer güce sahip olması gerektiği saptaması üzerine nükleer alanda adım atmaya başladı.
Bu kapsamda ilk başarılı atom bombasını 1960 yılında test eden Fransa, 1968 yılında hidrojen bombası teknolojisine de sahip oldu. Ülke bugün hava kuvvetleri envanterindeki Dassault Rafale F3 savaş uçağıyla uyumlu havadan karaya füzeye entegre edilebilen nükleer savaş başlıklarına sahip. Ayrıca aktif konumdaki 4 adet Triomphant sınıfı denizaltının her birinde 16 adet M51 balistik kıtalararası füze mevcut. İngiltere örneğinde olduğu gibi bu denizaltıların bir tanesi sürekli açık denizde operasyonel şekilde devriye görevinde. Fransa’nın ayrıca sahip olduğu Charles de Gaulle uçak gemisini de nükleer savaş başlığına sahip uçaklar konuşlandırılabildiği için Fransa’nın nükleer caydırıcı kabiliyeti belirli bir esnekliğe sahiptir. Fransa’nın toplamda yaklaşık 300 adet nükleer savaş başlığına sahip olduğu düşünülüyor. Ülke enerji üretiminde nükleer reaktörleri yoğun şekilde kullansa da 1992 yılı itibarıyla nükleer silah amaçlı plütonyum (Pu-239) üretimine son verdiğini açıklamış durumda.
Fransız nükleer denizaltısı Le Terrible’den başarıyla fırlatılan M51 nükleer balistik füzesi.İngiltere ve Fransa, ABD’den bağımsız bir şekilde nükleer güç kullanabilir mi?
İngiltere ve Fransa’nın ABD’den bağımsız şekilde nükleer güç kullanmasının önünde teknik bir engel yok. Ancak bu kararın siyasi olacağı ve küresel ölçekte ölümcül sonuçları olacağı çok açık. ABD emperyalizminin olası makas değişikliği girişimine ayak direyen kimi aktörlerin kıta Avrupasında Rusya’ya karşı silahlanma faaliyetine girişmesi muhtemel. Ancak nükleer silah konusu çok farklı bir boyutta ele alınmalı. İngiltere ve Fransa deniz ve havadan atılan füze sistemlerine sahip olsa da Rusya ile karşılaştırıldığında kısıtlı bir cephaneliğe sahip. Öte yandan Rusya, Ukrayna cephesinde kullandığı hipersonik füzelerle geleneksel hava savunma sistemlerinin bu silahlara karşı savunmasız halini göstermiş durumda. Dolayısıyla ABD’ye rağmen devreye sokulabilecek olası bir İngiliz-Fransız nükleer silah kabiliyetinin yaklaşık 5 bin 800 savaş başlığına sahip Rusya’ya karşı uzun vadede sürdürülebilir olmayacağı çok açık. Dolayısıyla artması muhtemel olan silahlanmanın yanı sıra bu güçlerin nükleer taktik kabiliyetlerini doğrudan saldırı yerine caydırıcı etken olarak kullanmaya çalışacaklarını tahmin etmek güç değil.
/././
'İLKE Vakfı'ndan yeni bir konferans ve rapor!-Rıfat Okçabol-
Kitabın kapağının altında yer alan bilgiden, konferansın İLKE Vakfı, BEBAM ve BÜ Eğitim Fakültesi’nin işbirliğiyle düzenlendiği anlaşılıyor.
İLKE Vakfı, 28 Eylül 2024 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi’nde (BÜ) düzenlediği konferansı 2025 başında, “IV. İstanbul Eğitim Konferansı Sonuç Raporu: Eğitimi Yeniden Tasarlamak: 21. Yüzyıl Becerileri”1 adıyla kitaplaştırmış.
İlgili web sayfasına göre İLKE (İlim Kültür Eğitim) Vakfı, “amacı, kaynağını İslam’dan alan insani değerlerin toplumda anlaşılıp yaşanmasına katkı sağlanmasına yönelik eğitim, araştırma, yayın, organizasyon, yardımlaşma ve dayanışma faaliyetlerini gerçekleştirmek” olan bir kuruluştur.2
Bu kitabın kapağının altında yer alan bilgiden, konferansın İLKE Vakfı, BEBAM ve BÜ Eğitim Fakültesi’nin işbirliğiyle düzenlendiği anlaşılıyor. Ancak eğitim fakültesinin akademik kuruluyla yönetim kurulunda böyle bir işbirliği kararı alınmadığı, bir başka deyişle fakülteye kayyım niteliğinde atananlar dışında fakültenin bu işbirliğine karşı olduğu ve karşı olanlardan sözleşmeli iki akademisyenin işine son verildiği biliniyor.
Kapaktan sonra gelen sayfadan, 5 kişilik düzenleme kurulunda, İLKE Vakfı yönetiminden 3 kişi ile BEPAM direktörü ve BÜ eğitim fakültesinden bir doçentin bu konferansı düzenlediği anlaşılıyor. Düzenleme kurulundaki bu doçentin, ilgili bölüm ve eğitim fakültesi istemese de kayyım niteliğinde tepeden atanmış bir kişi olduğu da biliniyor.
Sonraki sayfada bu konferansa, 38 okul yöneticisi, 86 eğitimci, 40 akademisyen, 62 öğrenci 9 sivil toplum kuruluşu olmak üzere toplam 281 kişinin katıldığı belirtiliyor.
Bu sayfanın ardından "Program Akışı" sayfası geliyor. Bu sayfada "Açılış ve Selamlama Konuşmaları"nı yapanların adları ile konferansta bildiri sunanlarla sundukları bildirinin adları yer alıyor. Sonra "EPAM: Politikaları Araştırma Merkezi" başlıklı bir sayfa yer alıyor. Bu sayfada, İLKE Vakfı’nın bir yan kuruluşu olan EPAM hakkında bilgi veriliyor. Örneğin “EPAM, toplumsal sorumluluk bilinciyle Türkiye’de yaşanan dönüşüm serüvenini eğitim alanında izlemek, anlamak, yorumlamak, açıklamak ve 'Geleceğin Türkiyesi' için politikalar geliştirmek temel misyonunu üstlenmiştir” deniyor. Bu sayfayı "İstanbul Eğitim Konferansı" başlıklı sayfa izliyor. Burada sırasıyla, "Kasım 2021’de Dijital Çağda Beceri Edinimi, Ekim 2022’de Dijital Çağda Beceri Edinimi, Ekim 2023’te de Mesleki ve Teknik Eğitimde Yeni Ufuklar" konularında düzenlenen konferanslar birer paragrafla tanıtılıyor.
Ardından, "Program Akışı" sayfasında adı bulunmayan ve İLKE Vakfı araştırmacısı olduğu açıklanan bir kişinin, “21. Yüzyıl Becerileri ve Türkiye’de Eğitimin Dönüşümü” başlıklı bildirisi yer alıyor. Bu bildirideki “Kısaca, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, Türkiye’nin kendi toplumsal, kültürel ve ekonomik gereksinimlerini dikkate alarak geliştirdiği bir eğitim vizyonu olarak karşımıza çıkmaktadır” (s.12) cümlesi her şeyi özetlemeye yetiyor!
Sonra konferansın "Açılış ve Selamlama Konuşmaları" sayfası başlıyor. İlk açılış konuşmasını yapan İLKE Vakfı başkanı, vakfın bünyesinde olan 3 derneği, 4 araştırma merkezi ile 4 yayınevini kısaca tanıtıyor. Konuşmacının, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, erdemli ve değer odaklı bireylerin gelişimine zemin hazırlayarak özgün ve başarılı bir model olma potansiyeline sahiptir” (s. 17) sözleri de her şeyi açıklamaya yetiyor.
İkinci konuşmacı olan BÜ Eğitim Fakültesi’nin kayyım dekan İ. Erdoğan, kısa konuşmasına, (model Batı’dan kopyalanmış şatafatlı sözler içerse de) “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’ni incelediğimde, modelin mütevazı ve sade yaklaşımının en çok hoşuma giden unsurlardan biri olduğunu belirtmek isterim” (s.18) diyerek başlıyor. Hızını alamıyor: "Bu model için “son yirmi, yirmi beş, hatta otuz yıllık eğitim deneyimlerinin titizlikle değerlendirildiği bir çerçevede hazırlandığını görmek son derece sevindiricidir” ve “Mavi Vatan’ ve ‘Türkistan coğrafyası’ gibi kavramlar, bu müfredatta ilk kez karşılaştığımız yenilikçi ifadeler olarak dikkat çekmektedir” diyebiliyor!
Kayyım dekandan sonra çok kısa konuşan TTK başkanı maarif modeli için, “21. Yüzyıl becerileri ile değerlerin dengeli bir biçimde harmanlandığı bir yaklaşımı benimsediğini vurgulamak mümkündür” (s.19) diyor. Bu ifadedeki "değerlerin" çağdaş değerleri değil yalnız "manevi" değerleri içerdiğini unutmamak gerekiyor.
Eğitim bakanı yardımcısının konuşmasıyla açılış konuşmaları bitiyor. Bakan yardımcısı, çoğu yabancı kaynaklardan alınmış açıklamalarla maarif modelini tanıtıyor. "Değerler/maneviyat" merkezli bu modeli, "insan merkezli"ymiş ve "bireylerin yaratıcılığını ve eleştirel düşünme yeteneğini güçlendirecek"miş (s.20) gibi sunuyor!
Bu sayfaları, UNICEF uzmanının “Yaşam Becerileri Yoluyla Eğitimi Dönüştürmek: Hümanist Bir Yaklaşım” ve OECD uzmanının da “Beceri Temelli Öğrenmeye dair Farklı Modeller: Dünyadan Örnekler” başlıklı bildirileri izliyor.
Bu kitabın başında verilen konuşmacı sırasına göre doçentin bildirisine yer verilmesi beklenirken, önce bir rektörün, “Yükseköğretim Yeterlilikler Çerçevesi, 21. Yüzyıl Becerileri Kapsamında Eğitim ve İstihdam İlişkisini Yeniden Düşünmek” başlıklı bildirisi yer alıyor. Rektör, eğitim-öğretim sürecinin eğitim boyutunu yok eden Avrupa Yeterlilikler Çerçevesi ile Türkiye Yeterlilikler Çerçevesi hakkında olumlu (!) bir şeyler söyleyip model eleştirel düşünceye yer verilse de iktidarın buna uymayacağını bile bile, “… öğrencilerimizin sadece akademik bilgiyle değil, aynı zamanda yenilikçi ve eleştirel düşünme yetkinlikleriyle donatılması büyük önem taşımaktadır” diyor!
Tepeden inme doçent, “21. Yüzyıl Becerilerinin Öğrenme Alanları ve Ölçme Süreçleri Üzerindeki Dönüştürücü Etkisi” adlı bildirisini sunuyor.
TTK üyesi de “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeline Göre Beceri Temelli Öğretim Programlarının Yapısı” adlı bildirisinde model hakkında güzellemeler yaparken, “Eğitim alanında bilgi eksikliği probleminden ziyade ahlaklı bireyin yetiştirilmemesi problemi karşımıza çıkmaktadır” (s.70) diyor! Ancak ahlaksızlığın öğrencilerde mi, yetişkinlerde mi yaygın olduğunu söylemiyor! Sonra da açık verip “Değerler eğitimi, programlarda örtük program mantığıyla yer alacaktır. Nitekim değerlerin öğretiminde rol model almak, en etkili yöntemlerden biridir” (s.73) diyor!
Son olarak ilahiyatçı akademisyen, “21. Yüzyıl Becerileri Odaklı Eğitim Anlayışı ve Türkiye Yüzyılı Maarif Modeline Yansıması: Eleştirel Bakış” adlı bildirisinde, ağırlıklı olarak OECD ve UNESCO kaynaklarından dünyadaki eğitimle ilgili gelişmeleri özetliyor. Bu arada maarif modeline atıfla “21. yüzyıl becerileri söyleminin özgün katkılarının ve bu anlayışın yeniliklerinin belirlenmesi gerekmektedir” (s.75) diyor. Dünyadaki gelişmeler için “… eğitimin giderek piyasa taleplerine göre şekillendiği ve ekonomik bir perspektifle yeniden tanımlandığı bir dönüşümü beraberinde getirmektedir. Eğitim politikalarının bu çerçevede şekillendirilmesi, eğitimin temel işlevleri ve kapsamı üzerinde önemli etkiler yaratmaktadır” (s. 78) diyor. ”Eğitim tasavvurumuzu geliştirirken insana ve çağa yabancılaşmamak esastır. Bu bağlamda insana nitelik atfettiğimizde onun fıtratını, özünü göz önünde bulundurmalıyız. Bunu kendi medeniyetimiz ve kültürümüz üzerinden okumalı, çağın gerçekliklerinden hareketle eklemeler yapmalıyız” (s.81) diyerek, kendisini bu konferansa davet edenleri herhalde şaşırtıyor.
Ardından gelen ve kimin yazdığı belli olmayan iki sayfalık “Sonuç ve Değerlendirme” kısmı, “Türkiye’nin eğitim sistemi, bireylerin potansiyellerini ortaya çıkaran, toplumsal adaleti destekleyen ve 21. yüzyılın değişen ihtiyaçlarına uyum sağlayan kapsayıcı ve yenilikçi politikalarla güçlendirilmelidir” (s.84) ifadesiyle son buluyor. Kitap, "Kaynakça" ile sona eriyor.
Yukarıda özetlenen "Eğitimi Yeniden Tasarlamak: 21. Yüzyıl Becerileri" raporu ile geçen haftalarda irdelenen "Türk Eğitim Sistemi ve Zorunlu Eğitimin Yansımaları Çalıştay Raporu"nu hazırlayan kuruluşların- dinci kesimlerin- ne denli "dava" peşinde olduklarını da gösteriyor. Bu konferansa UNICEF ile OECD uzmanlarının neden katıldıkları bilinmese de, diğer konuşmacıların maarif modeline ve dolayısıyla davaya destek için katıldıkları görülüyor. Bu arada dinci kesimlerin kayyım yönetimindeki BÜ’yü de saflarına kattığı anlaşılıyor.
Peki! Bizim "laik ve bilimsel eğitimi" savunan kesimler ne yapıyor? Laik ve bilimsel eğitimin dönüm noktası olan "3 Mart"ta bile her şehirde hatta her ilçede 3 Mart 1924’te kabul edilen devrim yasalarını tanıtıcı konuşmalar yapmak yerine, 1-2 kentte yapılan konuşmalarla yetiniliyor!
1https://ilke.org.tr/iv-istanbul-egitim-konferansi-sonuc-raporu, erişim 1 Mart 2025.
2https://ilke.org.tr/vakif-senedi, erişim 1 Mart 2025.
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder