İnternetin fişinin çekilmesi: Tamamen hukuksuz, üstüne etkisiz, ve çok tehlikeli
40 saat süren internet kısıtlaması sessizce başladı, sessizce son buldu. İktidar neden ve neye dayanarak yasaklamaya gittiğini açıklamadı bile. Önceki örneklerden daha kapsamlı uygulanmasına rağmen sokağın sesini bastıramayan kısıtlama, günlük hayatıysa sekteye uğrattı.
Toplumda tepkiye ya da tartışmaya yol açacak herhangi bir gelişmenin ardından iktidarın attığı ilk adım internetin fişini çekmek oluyor. Ekrem İmamoğlu'nun gözaltına alınmasından dakikalar sonra böyle oldu.
19 Mart tarihinde başlayan erişim sorunları, popüler platformlarda yavaşlama ve zaman zaman tamamen erişilememe sorunlarına yol açtı. Kullanıcılar fotoğraf ve video paylaşamadı, mesajların iletilmesinde gecikmeler yaşandı.
Bant daraltma uygulaması sadece sosyal medyayı kısıtlamakla kalmadı. Hayatın her alanında temel bir ihtiyaç halini alan internetin trafiğinde aksamalar yaşandı. Dijital iletişime bağımlı olanlar hazırlıksız yakalandı.
Tam 40 saat süren kısıtlamanın başlangıcında ve sonlandırılmasında resmi bir açıklama yapılmadı. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) ile Ulaştırma Bakanlığı süreç boyunca sessizliğini korudu.
Keyfi, gizli, hukuksuz
İnternetteki kısıtlamanın hangi karara, hangi yasaya dayandırıldığı hâlâ bilinmiyor, sadece tahmin edilebiliyor.
Cumhurbaşkanı talebi ve BTK başkanı eliyle uygulanan bant daraltma uygulaması tamamen keyfi, gizli ve hesap verilebilirlikten uzak.
Hakim onayı almadan Elektronik Haberleşme Kanunu’nun 60. maddesindeki geniş yetki kullanılarak keyfi bir şekilde halkın haber ve bilgi alma hakkı engellenebiliyor.
Sosyal platformları aracılığıyla kurulan iletişim haberleşme niteliği taşıyor. Bu nedenle kullanıcıların fikrini beyan etmesi ifade özgürlüğü kapsamına giriyor ve anayasada yer alan haklardan biri olarak sayılıyor. Yani bant daraltma haberleşme özgürlüğünün kısıtlanması anlamına geliyor.
Planlı ve daha kapsamlı uygulandı
Türkiye bant daraltma uygulamasına yabancı değil ancak 19 Mart'ta yaşanan önceki örneklerden farklılık gösteriyor.
2022'de İstiklal Caddesi'ndeki bombalı saldırı, 6 Şubat depremleri veya TUSAŞ tesisine düzenlenen saldırı gibi sonrasında sosyal medyanın kısıtlandığı olayların aksine İmamoğlu'na yapılan operasyon ile internetin kısıtlanması eş zamanlı yaşandı. Bu da bant daraltma uygulamasının operasyonun bir parçası olduğunu gösteriyor.
Yaklaşık iki gün süren kısıtlamada uygulama farklılıkları da gözlendi. İstanbul'da yaşayan bir kullanıcının bildirdiği sorunla Konya'dan bildirilen sorun farklıydı. Benzer bir fark uygulamalar arasında fark edildi. X'e erişim tamamen kısıtlanırken Whatsapp gibi mesajlaşma uygulamaları sadece yavaşlatıldı.
Tek kararla günlük hayat sekteye uğratılabilir
İnternetteki kısıtlamanın haber alma hakkını ve halkın siyasete katılımını ne ölçüde engelleyebildiği ise soru işareti. İmamoğlu'nun gözaltına alınmasının ardından başlayan protestolar sosyal medya sansürüne rağmen günden güne büyüdü. İnternette bant genişliğinin daraltılması siyaset alanının daraltılmasını beraberinde getirmedi. BTK'nin hesabını da aşan halk, siyasete katılımının engellenmesine karşı sokakta bir araya geldi.
Öte yandan internet kısıtlamasının milyonlarca yurttaşı ilgilendiren bir boyutu daha var. İnternetin keyfi şekilde kısıtlanması, sadece bilgi akışını değil, eğitimden sağlığa günlük yaşamın işleyişini de sekteye uğratıyor. Siyasi bir operasyon için basılan düğme hayatın her alanında tehlikeli sonuçlar doğurabilecek potansiyele sahip. ***
Oğlunu kaçak madenin karanlığı yuttu: 'Yetkin’i elektrikçi çağırmadıkları için ölüme gönderdiler'-Özkan Öztaş-
Kaçak maden ocağında çalışan Yetkin Taş, elektrik akımına kapılarak hayatını kaybetti. Patron maaşını vermedi, ölümüne sebep oldu, sonra da cansız bedenini bırakıp kaçtı.
Türkiye'de, Zonguldak başta olmak üzere birçok kentte kaçak maden ocağı var.
Çalıştırılmasına göz yumulan bu ocaklar büyük tesisler değil, çoğu zaman dağlık bir alanda bir bahçede ya da deponun altı kazılarak oluşturulmuş yerler. Bu alanlarda yapılan kömür çıkarma işlemleri de profesyonel iş aletlerinden uzak şekilde, iş güvenliği olmadan yapılıyor.
Zonguldak Kilimli'de böyle bir kaçak madende çalışan 26 yaşındaki Yetkin Taş da 11 Mart'ta yaşamını yitirdi.
Elektrik arızasını gidermesi istenen Yetkin Taş, maden ocağındaki sudan yüksek voltajlı akıma kapıldı. Ardından patronu tarafından madenden kaçırılarak bir sağlık merkezine bırakıldı. Çünkü diğer kaçak madenlerde olduğu gibi ne çalıştığı yer resmi ne de bir sigorta girişi vardı.
'Patron için önemli olan kömür, oğlumun canı değil...' Çalıştığı kaçak madende yaşamını yitiren Yetkin Taş, henüz 26 yaşındaydı.
Yetkin'in ailesine ulaştık.
Telefonda sesi titreyen baba Ali Taş, “Ben üç aydır çalışıyor sanıyordum oğlum madende. Annesi, ‘Altı yedi ayı geçti’ diyor. Kaçak ocak… Sigorta yok, güvenlik yok. Oğlum zaten lise terk… Daha ne yapsın çocuk?” dedi.
O sabah Yetkin evde erken kalkmış. Banyosunu yapmış, traş olmuş. Annesi Cemile Taş sormuş: “Oğlum sahura kalktık, niyetli misin?”, “Niyetliyim anne,” demiş Yetkin. Sonra telefon gelmiş: “Ocakta su motoru geldi, bağlanacak.”
Baba Ali Taş anlatıyor: “Bu ocaklarda su motoru olur. Arızalanmış. Patron elektrikçi çağırmış ama elektrikçi ‘Bu adam bana para vermez’ diye gitmemiş. Yetkin de bana yazdı bir akşam önce, ‘Baba bildiğin bir elektrikçi var mı?’ diye. Saat gece dokuz buçuktu. ‘Oğlum,’ dedim, ‘Bu saatte kim gelir?’ Çağırmamışlar elektrikçiyi… Yetkin’i göndermişler o ıslak su motorunu tamire. Ne deneyimi var oğlumun elektrikten? Yok… Ama patron için önemli olan kömür… Oğlumun canı değil.”
'Savcı kesin elektrikten öldü dedi'
Adliyede savcıyla görüştüğünü anlatan Yetkin'in babası Ali Taş, "Soruşturma sürüyor. Savcı bana 'Elektrikten öldü, kesin' dedi. Savcı raporları bekliyor şimdi… Ne değişecek bilmiyorum" diyor.
Yetkin’in çalıştığı ocağın zaten daha önce mühürlendiğini söylüyor baba Taş. Maden sahibinin hakkında da arama kararı varmış. Şöyle diyor: “Turizmciymiş patron güya… Hep aynı hikâye, ocaklar onların elinde, hep suç kayıtları var ama ocaklar açık.”
Patron maaşını da vermemiş
Kaçak madende elektrik akımına kapılarak yaşamını kaybeden Yetkin Taş'ın çalıştığı madenden alacağı da varmış.
Yetkin Taş, madende çalıştığı süre boyunca biriken alacağı için babasına, “Baba, içeride 100 bin liradan fazla alacağım var. Sana 15-20 bin lira da vereceğim” demiş. Ali Taş, oğlunun bu sözlerine gülmüş.
"Uşak madende öldü o gün. Sabah evden tertemiz giyinip çıkmıştı" diyor baba Ali Taş.
'Patron oğlumu semt polikliniğe bırakıp kaçmış'
Ali Taş, oğlunun ölüm haberini Kilimli Semt Polikliniği’nde almış. Maden patronu Yetkin’i bir ticari taksiyle hastane kapısına bırakıp olay yerinden hızla uzaklaşmış.
“Kilimli’de çocuğu ambulansta gördüm o sabah. Saat 11.30 falandı. Gündüz saatleri…” diyor.
Ölüm nedeni açıklanınca hukuki süreç başlayacak
Ne bir elektrikçi vardı ortada ne bir mühendis… Kaçak ocakta bir işçi daha, kömür kadar bile değer görmeden öldü. Zonguldak’ın kadim kara toprağı bir evladını daha yuttu.
Yetkin'in adli tıptan gelecek "ölüm nedeni" açıklamasından sonra hukuki süreç başlayacak. Patron ise şu anda tutuklu. Ancak yoksulluk devam ettikçe kaçak madenlerdeki ölüm haberleri gelmeye devam edecek gibi görünüyor.
***
Protestoların ardından pek çok kentte ev baskınları: Gözaltılar var
3 gündür süren protestoların ardından sabah saatlerinde Ankara ve İstanbul başta olmak üzere ev baskınları yapıldı. Çok sayıda öğrenci gözaltına alındı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun 19 Mart'ta gözaltına alınmasının ardından birçok kentte yurttaşlar AKP zorbalığına karşı sokağa çıktı.
Valiliklerin yasak kararına rağmen yüz binlerce kişi eylem yaptı.
Eylemlerde öğrenciler ön sıradaydı. Pek çok üniversitede bir araya gelen öğrenciler, bulundukları kentlerin meydanlarına yürüdü. Dün binlerce öğrenci dersleri boykot etti. İstanbul'da Beyazıt Meydanı'nda toplanan öğrenciler Saraçhane Meydanı'na yürüdü.
En az 343 kişi gözaltında
3 gündür iktidar sokak eylemlerine gayri meşru ilan etmeye çalışsa da başaramamış, tepkili yurttaşlara sopa göstermişti.
Eylem yapan başta öğrenciler olmak üzere çok sayıda kişiye yönelik ev baskınları başladı. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana'da çok sayıda öğrenci gözaltına alındı.
DHA'nın haberine göre, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca yapılan açıklamada, "19 ve 20 Mart tarihlerinde sosyal medya üzerinden yaptıkları provokatif paylaşımlarla halkı sokağa çağırarak korku ve panik yaratan, halkı kin ve düşmanlığa tahrik eden ve 'Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet ettikleri tespit edilen 94 kişi gözaltına alındı" denildi.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya da sosyal medya hesabından açıklama yaptı ve İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Antalya, Çanakkale, Eskişehir, Konya ve Edirne’de 343 kişinin gözaltına alındığını duyurdu. Yerlikaya, "Toplumsal düzeni bozmaya, milletimizin huzurunu ve güvenliğini tehdit etmeye, kargaşa ve provokasyon peşinde koşanlara asla fırsat verilmeyecek, kesinlikle göz yumulmayacaktır" ifadelerini kullandı.
Hedefte öğrenciler var: 'Arama kararı gösterilmeksizin ev aramaları yapılıyor'
ÇHD İstanbul şubesi sosyal medya hesabından açıklama yaparak gözaltıları duyurdu. Açıklamada, "İstanbul genelinde muhaliflere yönelik ev baskınları olduğu haberini aldık. Gözaltına alınan kişiler Vatan Emniyet siyasi şubeye götürülüyor. Süreci takip ediyoruz, sokağın kriminalize edilmesine izin vermeyeceğiz!" denildi.
ÇHD Ankara şubesi de "Ankara’da ev baskınları ile öğrenciler TEM tarafından gözaltına alınıyor. Gözaltı sayısı çok olup gözaltılara ve arama kararı gösterilmeksizin ev aramaları yapılmaya devam ediliyor. Süreci takip ediyoruz" ifadeleriyle gözaltıları paylaştı.
'AKP'nin hukuku gayrimeşrudur'
Türkiye Komünist Gençliği (TKG)'nin sosyal medya hesabından yapılan açıklamada, "Eylemler sonrası İzmir ve Ankara'da üyelerimizin de içinde bulunduğu, yurt genelinde gözaltına alınan öğrenciler derhal serbest bırakılmalıdır. AKP'nin hukuku gayrimeşrudur. Arkadaşlarımızın yanındayız" ifadelerine yer verildi.
Türkiye Komünist Partisi ise "Bu ülke de gençlerimiz de sahipsiz değil" dedi. TKP'den şu paylaşım yapıldı: "TKP avukatları gözaltına alınan tüm öğrencilerin durumlarını takip etmek ve hukuki destek sağlamak için harekete geçmiştir. Bu ülke de gençlerimiz de sahipsiz değil."
TKP PM Üyesi Doğan: Hukuksuz operasyonların karşısında, öğrencilerin yanındayız
TKP Parti Meclisi Üyesi Avukat Mert Doğan, yapılan operasyonları siyasi bir baskı girişimi olarak değerlendirdiklerini belirtti. soL'a konuşan Doğan şunları söyledi:
“Her toplumsal hareketlilik sonrasında şafak operasyonu yapmak AKP hukukunun yaygın uygulaması haline geldi. Bugün öğrenci arkadaşlarımıza yapılan operasyonları da hukuki bir kolluk işlemi değil siyasi bir baskı girişimi olarak değerlendirebiliriz. Yargı erki özellikle son aylarda gerçekleşen soruşturmalarda bir hukuki suç incelemesi yapmıyor.
Yapılan, iktidarın talimatıyla baskı oluşturmak maksadıyla mesnetsiz soruşturmalar açmak ve şafak operasyonlarıyla güç göstermek. Öğrenci arkadaşlarımız buna boyun eğmeyecekler. Bizler her koşulda ve şartta, İstanbul’da gerek Vatan Emniyet’te gerekse Çağlayan’da ve diğer kentlerde öğrenci arkadaşlarımızın yanında olacağız. Yargı ve kolluk işbirliğiyle örgütlenen bu hukuksuz operasyonların karşısında, öğrenci arkadaşlarımızın yanındayız.”
Sol Gençlik de Ankara'da 3 üyelerinin gözaltında olduğunu duyurdu.
Emek Gençliği "Arkadaşlarımız sabaha karşı evlerinden gözaltına alındılar! İktidar bilsin ki, yasaklar ve baskılarla yılmayacak, faşizme geçit vermeyeceğiz!" diye yazdı.
TİP Genel Başkanı Erkan Baş sosyal medya hesabından açıklama yaparak, "Antalya’da MYK üyemiz Yunus Başaran, İl Başkanımız Enes Keskin ve İl Yönetim Kurulu üyelerimizin de aralarında olduğu arkadaşlarımız ev baskınlarıyla gözaltına alındı. İzmir’de PM üyemiz Orhan Kiper ve öğrenci yoldaşlarımız gözaltında. Ankara, İstanbul, İzmir, Çanakkale’de de ev baskınları yapıldığını biliyoruz. Avukatlarımız yakından takip ediyor" dedi.
Emek Partisi GYK Üyesi Halil İmrek gözaltına alındığını ve emniyete götürüldüğünü duyurdu.
Evrensel Gazetesi Adana muhabiri Volkan Pekal da gözaltına alındı.
***
Plan ne?-Aydemir Güler-
Türkiye’nin ihtiyacı emekçi halkın bütün sorunlarının siyasette güçlü biçimde temsil edilmesidir. Sola çeken bir ülke bu temsiliyetin sağlanması için daha elverişli bir ortam demektir. Bizim planımız da budur.
Siyasi iktidarın başlattığı operasyon, “bütün düğmelere birden basmaya” benziyor. Karşı tarafın yolsuzluk yapmak için “çete” kurduğu iddia ediliyor. Bu suçlamaya “terör örgütüne kaynak aktarma” tezi ekleniveriyor. Terör örgütü denince, gündeme getirilen başlıklar arasında, yerel seçimlerde DEM ile CHP’nin kimi ortaklıklarına yer verildiği için, tam akla PKK geliyorken, onun yanına FETÖ sıkıştırılıyor. O sırada Bahçeli, geçenlerde fesih kongresi için güvenlik tereddütlerini ve Öcalan’ın katılması gereğini telaffuz eden PKK’ye Malazgirt’te toplanma daveti çıkarıyor! Hepsi alınıp bir “dış güçler” senaryosunun içine sokulmak isteniyor. İktidarın silik mi silik ortaklarından biri protestolara “renkli devrim” girişimi adını takarak bu saçmalık yığınına yetişmeye çalışıyor…
Kamuoyuna da Erdoğan planının neyi ne kadar öngörüp hesapladığını tartışmak kalıyor!
“Erdoğan planı” denebilir, çünkü start işaretini CHP’li belediyeleri “silkeleme” komutuyla Cumhurbaşkanının verdiğini biliyoruz. İktidar, operasyonun bu boyutunu örtmeye zaten ihtiyaç duymamıştı. Tersine, açık oynamak bir tercihti.
Demek ki, operasyonun oluşturacağı basıncın CHP’yi dağıtmaya yeteceği varsayılıyormuş… Bunu da yine Erdoğan, Özel’in “darbecilik” suçlamasına neden yanıt vermeye değmeyeceğini söylerken açık etti: CHP’nin içine işaret etti.
Anlaşılıyor ki, iktidar ana muhalefet konumunu ortadan kaldırmak istiyormuş. Bu uğurda CHP’ye kayyum atamak bile hesaba katılmış…
Bütün bunların planlanmadan yapılması imkânsızdır. Ama bunların bütününden bir ana plan çıkartmak daha da imkânsızdır.
Yaşananların adını daha önce koyduk; Türkiye yönetilemiyor. AKP merkezli iktidar Türkiye’yi yönetemiyor.
Yukarıda “saçmalıklar” dedim. Güçlü iktidarların veya güçlü zamanlarında bu iktidarın nice saçma kumpası yutturmayı becerdiğini biliyoruz. O günlerde değiliz.
Ve ortada başka başlıklarda büyük projeler uçuşuyor. Malum süreç, Ortadoğu liderliği, Avrupa’nın güvenlik “mimarisi”, yeni anayasa, belki ekonomi politikasının uygun bir zamanda halkı içine soktuğu cenderenin gevşetilmesi ve seçime gidilmesi…
Bazen büyük projeler yönetme zorluklarının aşılmasının yolu olabilir. Ancak Türkiye örneğinde mesele “zorluk” olmaktan çıkıp yönetme krizine dönüşmeye başlamış bulunuyor.
Arada fark var. Yönetme krizi büyük proje kaldırmaz.
Erdoğan-Bahçeli projelerinin birer mayına dönüşmesi ciddi olasılıktır. İçinden mutlu sürprizlerin çıkmasını planladıkları kutuları nereye yerleştirdiklerini bile bu hengâmede unutmuş olabilirler. Şu anda siyasi iktidarın, günlük akışı yönetme becerisini de yitirdiği örnekler yaşanıyor. Yasaklar uygulanamıyor, CHP dağıtılamıyor, politik inisiyatif üstünlüğü yitiriliyor, muhtemelen değil, açıkça iktidar bloku oy kaybediyor…
CHP ise köşeye sıkıştırılmış kedinin tırmalaması gibi, onlarca yıldır özenle kaçındığı sokağa çıkmak zorunda kalıyor. Diploma iptal gecesi İmamoğlu ile Özel’in açıklamaları arasındaki açı, Erdoğan’ın CHP’nin kaldırabileceği ağırlık konusundaki tahmininin temelsiz olmadığını sergilemişti. İmamoğlu’nun dramatik betimlemelerine, Özgür Özel idare mahkemesine güven beyan ederek yanıt veriyordu. Bu fark kapanmasaydı, başka bir tabloyla karşı karşıya olurduk.
Şimdi ise Türkiye mücadele tarihinin bir kuralı iş başındadır: Sokak sola çeker.
“Sola çekmek”, bizde öyle renkli/kadife senaryoların, liberal/emperyalist manipülasyonların kolay kolay tutmayacağı anlamına gelir. “Sola çekmek”, halkın bütün sorunlarının, toplumsal atmosferin şekillenmesine katılması anlamına gelir. Yoksulluk da, laiklik de, Cumhuriyet de, geleceksizlik de kortejde yerlerini alır.
“Sola çekmek”, düzenin bütün aktörlerinin karakterine ters düşer. Kimileri konunun başlangıç noktasına, Cumhurbaşkanı adaylığına dönülecek anı şimdiden özlemiş, gecikmeden endişelenmeye başlamış olmalıdırlar.
Son olarak; sokak sola “kendiliğinden” çeker. Lakin siyasette kendiliğindenlik yetmez. Türkiye’nin ihtiyacı emekçi halkın bütün sorunlarının siyasette güçlü biçimde temsil edilmesidir. Sola çeken bir ülke bu temsiliyetin sağlanması için daha elverişli bir ortam demektir. Bizim planımız da budur.
/././
Altüst oluş çağı derinleşiyor -Erhan Nalçacı-
Sadece Türkiye’de değil, bütün ülkelerde altüst oluş çağı emekçilerin siyasi iradesini göreve çağırıyor.
Değerli sol okurları için Trump’ın başkanlığı ile hemen gündeme getirdiği Panama Kanalı meselesi üzerine bir yazı için hazırlık yapmıştım.
Ama bugüne hiç gitmeyecekti. Altüst oluş çağı böyledir işte, insana her hafta düzenli ve seçilmiş bir konuda akıllı uslu yazılar yazmasına izin vermez.
Daha önce giriş yaptığımız tanıma biraz daha açıklık getirelim.
Dünya kapitalizmi 1800’lerin sonunda emperyalist aşamasına geçti, dev bir hacme ulaşan sanayi şirketleri ve bankalar birleşiyor, tekelci sermaye devletleri üzerinde tam bir egemenlik sağlıyor, emperyalist rekabet büyük bir militarizasyona neden olurken, sömürülen ülkelerin ihraç edilen sermayeye bağlı araçlarca yönetilmeye başlandığı bir çağa tanıklık ediliyordu.
1900’lerin başında işçi sınıfı önderlerinin de çoğunun göremediği şey bu çağın aynı zamanda sosyalizme geçiş çağı olduğuydu. Çelişkilerin bu kadar derinleşmesi, üretimin bu kadar toplumsallaşması, işçi sınıfının teoriyle buluşması gibi nedenlerle dünyanın çeşitli yerlerinde sosyalizme geçilebilirdi. 1917 Ekim Devrimi sosyalizme geçiş çağının işaret fişeği oldu. Sovyetler Birliği’ni İkinci Dünya Savaşı sonrası halk cumhuriyetleri ve yeni sosyalist ülkeler izledi. Çin, Küba ve Vietnam devrimleri birbirini takip etti.
1980’lere gelindiğinde ABD’nin liderliğindeki emperyalist kamp sosyalizme karşı dengeyi sağlamış, hareketini kısıtlamayı başarmıştı. İleri bir hamle yapamayan devrim kendi içinde tökezledi ve örgütlenen burjuvazi tarafından alt edildi.
1990’dan beri bir karanlık çağın içindeyiz. Yine emperyalizm ve sosyalizme geçiş çağı ancak işçi sınıfının ideolojik, örgütsel ve siyasi olarak dünyaya güçlü müdahaleler yapamadığı ve geçen yüzyılın kazanımlarını kaybettiği bir dönemi tanımlamak için kullanıyoruz karanlık çağı.
Karanlık çağın bir özelliği hiç hak etmedikleri bir zafere ulaşan emperyalist kampın büyük bir yönetememe krizi yaşamadan çeşitli uluslardaki emekçi halklara müdahale edebilmesiydi.
Emekçi halkın kaybı çok büyük olsa da yıpranan sermaye siyaseti yerine bir başkasını alternatif olarak çıkarabiliyorlar ve emekçi halkın aklını başından almayı başarabiliyorlardı. Yer yer işçi sınıfını bölen ve tüketim kültürüne dayalı “orta sınıfları” yaratıp koruyabiliyorlardı. Dünya halkalarına karşı vahşice saldırılarına medya yardımıyla bahaneler buluyor ve meşrulaştırabiliyorlardı.
Şimdi ise emperyalizm ve sosyalizme geçiş çağının özel bir alt dönemine, altüst oluş çağına girmiş gözüküyoruz.
Bu çağın en önemli özelliği kapitalizmin yapısal krizinin derinleşmesi ve emperyalist rekabetin getirdiği yükün taşınamaz hale gelmesi nedeniyle egemen sınıfın eskisi gibi düzeni yönetememesidir. Tabi ki eşitsiz gelişim yasası çalışıyor, farklı ülkeler kendi özgünlükleri ile altüst oluş çağını yaşıyorlar.
Bu sürecin ne zaman başladığına ileride tarihçiler karar verecek, ama Trump’ın seçilmesi ile daha görünür hale geldi.
Filistin halkının halen devam eden katliamına bütün devletlerin bir şey yapamaması bu altüst çağının belirtisidir.
Trump madenlerinden sonra Ukrayna’nın bütün enerji altyapısına da talip olduğunu ilan etti. Milliyetçilik ve güç ideolojileri ile savaşa sürdükleri zavallı Ukrayna halkına ne diyecekler şimdi? ABD’nin sömürgesi olmak için mi çocuklarımızı savaşa gönderdik demezler mi? Rusya emekçileri de aynı şekilde, Ukrayna’ya ABD çöksün diye mi savaştık diye sormazlar mı?
Trump iki gün önce Eğitim Bakanlığı’nı ortadan kaldıran kararnameyi imzaladı. Çok masrafmış. Gerçi ABD’de eğitim esas olarak eyalet hükümetleri tarafından yürütülüyordu, ancak Federal Eğitim Bakanlığı emekçileri düzene bağlayan öğrenci kredileri ve yoksul öğrencilere destek verilmesi gibi başlıklarla ilgileniyordu.
Zaten hızla yoksullaşan ABD emekçileri için bir kazanılmış hak daha sosyal kesinti başlığında ellerinden alınıyor. Bütün bu kesintiler düzene bağlamakta zorluk çektikleri ve yönetemedikleri emekçi kitlelerin direnişiyle karşılanacak.
Benzer şekilde, bugünlerde Türkiye’de zorunlu lise eğitimini ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Gericiliğin şampiyonu olan Eğitim Bakanı’nın nasıl da asıl olarak sermayenin emrinde olduğu ortaya çıkıyor. Sermaye sınıfı azalan kâr oranlarını doğrultabilmek için ucuz emek gücüne ihtiyaç duyuyor ve gözünü 14-18 yaş arası gençlere dikiyor. Gündüz iş kazalarına kurban giderek ve üçte bir ücretle çalışacaklar, akşam esnek eğitim adı altında çevrimiçi göstermelik bir eğitime tabi olacaklar.
Demin belirttik, bu korkunç düzeni yönetebildikleri dönemde her zaman düzen içi bir alternatifi sermaye el altında bulundurur veya hazırlardı. Şimdi de AKP sonrası İmamoğlu sarsıntısız düzeni sürdürmek için ideal bir adaydı. Ne emekçi yanlısı, ne laik, ne anti-emperyalistti.
Ancak bu ülkeye ait bütün üretim araçlarını, liman ve madenleri, toprakları, akarsuları, yolları ne derseniz özelleştirme adı altında sermayeye devreden güçlü bir mekanizma kuruldu ki 25 yıldır yönetimdeler. Yapıştıkları ve çok büyük bir gelirin yönetildiği mekanizmayı terk etmek istemiyorlar. Düzeni en sorgulamayan emekçi bile kullandıkları yöntemlere isyan ediyor. Medya yalanlarını kimse okumak istemiyor, kuralsızlığı ve keyfiyeti kendileri için de tehdit olarak görüyorlar.
Bir yönetememe krizi kendisi gösteriyor.
Bu krize ülkemiz emekçileri müdahale etmeli. Bu müdahale; emekçi sınıfların kendine ait programının altını çizerse, örgütlü davranma yeteneklerini artırırsa ve kendi siyasi gücüne dair özgüven kazandırırsa çok kıymetli olur.
Sadece Türkiye’de değil, bütün ülkelerde altüst oluş çağı emekçilerin siyasi iradesini göreve çağırıyor. /././
Üniversitenin/profesörlüğün hali!-Rıfat Okçabol-
İÜ hukuk fakültesi mensupları dahil bu üniversitede çalışan 3515 akademisyenin ne tutum takınacakları merak konusu olmaktadır. Hatta ülkede var olan 80 kadar hukuk fakültesinin tutumu da merak konusudur.
12 Eylül darbecileri 6 Kasım 1981’de 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nu çıkardıklarında, duyarlı kesimler üniversiteyi üniversitelikten uzaklaştıracağı için bu yasaya karşı çıkmıştı.
Prof. Dr. İhsan Doğramacı 1981 sonunda YÖK başkanlığına getirilmişti.1982’nin ilk aylarında, yasa gereği Doğramacı’nın her üniversite için belirlediği 4 rektör adayından biri rektör olarak ve Doğramacı’nın/YÖK’ün seçtiği kişiler de dekan olarak atanmışlardı. Bu kişilerin çoğu Türk-İslam sentezi anlayışına yakın olan kişilerden seçilmişti. Üniversitelerin ne hale geleceği, bu atamalardan daha birkaç ay geçmeden belli olmuştu. İstanbul Üniversitesi, 2 Aralık 1982’de “haiz olduğu ahlaki faziletler ve meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler ifasıyla temayüz etmiş olduğu gerekçesiyle” darbe lideri Kenan Evren’e onursal hukuk doktoru unvanı vermişti!1
Demokrat Parti iktidarının Anayasa’ya aykırı olarak mecliste Tahkikat Komisyonu kurmasına 28 Nisan 1960 günü tepki gösteren-hukuka sahip çıkan- İÜ’nün, darbe liderine onursal unvan veren bir üniversiteye dönüşmesi- duyarlı kesimleri daha da kaygılandırmıştı. Herhalde bu kararı verenler arasında mensubu olduğu hukuk fakültesi dekanının da olmasına çok üzülen Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, öldüğünde cenazesinin hukuk fakültesine getirilmemesini vasiyet etmişti.
Bırakın üniversitelerde olmaması gereken diğer gelişmeleri, gerçeklerle örtüşmeyen gerekçelerle onursal unvan verilmesi devam etmişti. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, darbe yapıp Pakistan’ı şeriat ülkesine dönüştüren Ziya-ül Hak’a ve İÜ de NATO Genel Sekreteri Lord Carrington’a 1986’da onursal doktor unvanı vermişti. Üniversiteler, Kemal Gürüz ve Erdoğan Teziç’in YÖK başkanlığı zamanında üniversitelerine davet etmedikleri AKP liderine, Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK başkanı olmasından sonra "Medeniyetler İttifakına, dünya barışına ve ülkemizin dünyada yıldızının parlamasına katkı" gibi gerekçelerle, onursal unvan verme yarışına girmişti. Onursal unvan dağıtılması AKP lideri ile sınırlı değildi. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2012’de herhalde "Fetöcü" olduğu için futbolcu Hakan Şükür’e ve 16 Şubat 1969’da yaşanan Kanlı Pazar’ın yaratıcılarından olup "Laiklik anayasadan çıkarılmalı" diyen meclis başkanı İsmail Kahraman’a onursal doktor unvanı vermişti. Üsküdar Üniversitesi de, “toplumu birleştiren kişiliğiyle ve ilkeli duruşuyla Türk siyasetine, demokrasimize ve Türk Halkına yaptığı anlamlı katkılardan dolayı” parlamenter sistemin sona ermesini kabul eden başbakan Binali Yıldırım’ı onursal unvanla ödüllendirmişti.
Gerçeklerle bağdaşmayan ve ağırlıklı olarak siyasal nedenlerle verilen bu tür onursal unvanlar, üniversite senatolarının kararıyla olmaktadır. Senatolar, (2016 Ekiminden önce YÖK’ün belirlediği, günümüzde ise Cumhurbaşkanının seçtiği) rektör, (YÖK’ün atadığı) dekanlar, (rektörün atadığı) enstitü ve yüksekokul başkanları ile her fakültenin seçtiği üyelerden oluşmaktadır. Bu üyeler genellikle profesör unvanlı kişilerdir. Dolayısıyla gerçeklerle bağdaşmayan nedenlerle onursal unvanlar verilmesi ya da bilimsellikle, insan haklarıyla, laiklikle, …-üniversite anlayışıyla- bağdaşmayan kararların sorumluluğu üye olan profesörlere aittir. Bu tür olaylarda üye profesörlerin aymazlığı, onları kendilerine yabancılaştırdığı gibi üniversiteyi de topluma yabancılaştırmaktadır.
Profesörün örneğin “Yolsuzluk başka şey, hırsızlık başka şeydir, yolsuzluğa hırsızlık demek dinen iftiradır”; başı açık kızlara, “Sizin yüzünüzden melekler derse gelmiyor”; “Biyoloji kitaplarında ateizm öğretiliyor” ve “Helal olmayan katkıları içeren ilaçların inançları tehdit ettiğini” söylemesi, öncelikle yalnız bu sözü söyleyeni bağlayan bir durumdur. A partisi üyesiyken topa tuttuğu B partisine geçen profesörlerin bu anlaşılmaz tutumları da mensubu olduğu üniversiteyi değil de kendilerini bağlayan bir durumdur. Oysa üniversite senatolarının ya da yönetim kurullarının aldığı kararlar, hem bu kurul üyelerini hem de üniversiteyi ve hatta tüm üniversiteleri bağlamaktadır.
Ne yazık ki duyarlı kesimlerde 6 Kasım 1981 günü ve sonrasında oluşan kaygılar günümüzde tavan yapmıştır. Son yıllarda hemen her üniversitede ve dört yıldır kayyım yönetiminde olana Boğaziçi Üniversitesi’nde alınan kararlar, genelde bilimle, gerçeklerle, akademisyenlikle ve üniversiterlikle bağdaşmayan kararlar niteliğindedir.
Son örnek ise iki gün önce İÜ’nün yönetim kurulunun, 1990’da başka bir üniversiteden geçiş yapıp İÜ’den mezun olan Ekrem İmamoğlu ile 28 kişinin diplomalarını iptal etmesi kararı da, bu nitelikte olup hukuk açısından ise çok daha vahim bir karardır.
Üniversite yönetim kurulunda, rektör, dekanlar ve profesörler arasından seçilmiş üç üye bulunmaktadır. İÜ’de 17 fakülte olduğuna göre yönetim kurulunda 1+17+3=21 profesör vardır. Dolayısıyla bu 21 kişinin kararı üniversitedeki 3515 akademisyeni bağlayan bir karar olmaktadır. Hatta bu karar tüm üniversiteleri ve sayıları 200 bine ulaşan tüm akademisyenleri de bağlamaktadır. Çünkü
- E. İmamoğlu’nun İÜ’ye transfer olduğu Kıbrıs’taki üniversiteden yalnız İÜ’ye değil başka üniversitelere geçenler de olmuştur. İÜ’ye transfer olanların diplomaları sorunlu ise diğer üniversitelere transfer olanların diplomaları da sorunludur.
- Diplomaları iptal edilenler, sahte bir belge sunmamışlardır; sınav olduysa kopya çekmemişler ya da sınava başka birini sokmamışlardır, mülakat olduysa kendileri yerine arkadaşlarını mülakata sokmamışlardır, transfer sürecine herhangi bir şekilde hile katmamışlardır. Diplomalarının iptalini gerektirecek bir suç işlememişlerdir.
- Transfer sürecinde bir usulsüzlük varsa, bunun suçu diplomaları iptal edilenler değil, kimin transfer edileceğine karar veren birimdir, kuruldur, bölümdür, fakültedir.
- Kişi transfer olmak istediği bölüme başvurduğunda, bölüm durumu değerlendirerek başvuruları ya kabul eder ya da reddeder. Kabul/red kararı bölüme dolayısıyla bölümün bağlı olduğu fakülteye aittir.
- İlgili fakülte transfer olayında bir sorun olmadığını bildirmişse, son karar fakültenin bu kararıdır.
Tüm bu gerçeklere karşın 1-2 değil 21 profesörün yetkili olmadıkları bir konuda ve bir aşiret devleti kurumunun üyeleriymişçesine gerçekleri göz ardı ederek 28 kişinin diplomasını iptal etme kararı, üniversitelerin geçmişte aldığı kararların üstüne tuz-biber ekmiştir. Bu diploma kararı, 2019 yerel seçimlerinde bir zarfa atılan dört oydan yalnız İmamoğlu’na atılan oyları iptal eden Yüksek Seçim Kurulu kararına benzemektedir. Bu karar, profesörlerin üniversiteyi ne hale düşürdüklerinin (şimdilik) son örneğidir.
Bu 21 kişinin içinde hukuk fakültesi dekanının olması ve kurul üyelerinden bir tekinin bile, “Atatürk’ün askerleriyiz” diyen teğmenlerin ordudan atılması kararına karşı çıkıp emekliliğini isteyen komutan kadar olamamaları, bu kararın nelere yol açacağını öngörememeleri, olayın vahametini daha da artırmaktadır.
Bu noktada öncelikle İÜ hukuk fakültesi mensupları dahil bu üniversitede çalışan 3515 akademisyenin ne tutum takınacakları merak konusu olmaktadır. Hatta ülkede var olan 80 kadar hukuk fakültesinin tutumu da merak konusudur.
Böylesi bir kararın, bir Türkiye gerçeği (!) haline gelmesine izin verilmemelidir.
-----
1Bkz. YÖK başkanları ve üniversiteleri, ÜTOPYA yayınevi, 2021.
/././
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder