T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Mart 2025-

Özgür Özel'in gündeme getirdiği, İmamoğlu operasyonunda gözaltına alınıp emniyetten bırakılan Serdar Haydanlı kimdir?

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı (İBB) Ekrem İmamoğlu’nun da gözaltına alındığı İBB'ye yönelik yolsuzluk soruşturmasında, gizli tanığın "İBB'ye naylon fatura kesiyor" iddiasında bulunduğu  Serdar Haydanlı'nın henüz emniyetteyken ifadesinin alınmadan serbest bırakıldığını söylerken, "Yandaş medya Serdar Haydanlı ile ilgili tüm haberlerini sildi. Çünkü Serdar Haydanlı, AKP'nin reklamcısı" dedi. Haydanlı'nın Cumhurbaşkanlığı tarafından düzenlenen, Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılı etkinliklerini yürüttüğü öğrenildi. İBB'den İmamoğlu dönemi öncesinde pek çok kez ihale alan Haydanlı'nın şirketi 4.5G GRUP, yerli otomobil Togg'un lansmanını da üstlendi. Ayrıca, Sanayi Bakanlığı'nın düzenlediği Teknofest etkinliklerinden birini de yürüttü.   

TIKLAYIN - Togg Lansmanı, Teknofest etkinliği: İBB operasyonunda emniyet şubeden serbest bırakılan Serdar Haydanlı'nın şirketinin yürüttüğü organizasyonlar

CHP lideri Özgür Özel, İBB'de basın açıklaması yaptı. "Bir kanıt yok, gizli tanık var" diyerek Serdar Haydanlı'nın şubeden serbest bırakıldığını ve iktidara yakın medyanın da Haydanlı hakkında haberleri sildiğini söyledi.

"Okuduğumuza göre naylon fatura kesmiş" 

Özel, şunları söyledi:

"İsim Serdar Haydanlı, şubeden serbest. Niye aldınız oğlum bırakın deyip şubeden bırakılan arkadaş. Tutar mısın başkanım? Efendim, gizli tanığın bütün suçlamalar içinde çocuğa kayın biradere bir şey diyemiyor ya Ekrem Bey'e. Naylon faturaları kesen isimdir dediği kişi Serdar Haydanlı. Gizliliği yok, şubeden serbest. E sabah gazetesinin bu haberine göre İBB'nin bütün algı operasyonlarını yapan kişi Yırtılmasın da hah, bir arkadaş şey diyor. İBB algı operasyonlarını yapıyordu. Kim bu Serdar Haydanlı? Her taşın altından çıkan isim. 4,5G şubeden serbest. Ekrem İmamoğlu soruşturmasında adı geçen kim bu Serdar Haydanlı? Şubeden serbest. Ekrem Bey burada yan yana gibi gösteriyorlar. Ekrem Bey'in ilk sabah görüntüsü. Serdar Haydanlı kazandığı parayla bir papağan almış omzuna. Türkiye yüzyılı, Türkiye yüzyılı, Türkiye yüzyılı diye konuşan papağan şubeden serbest. O anda bu arkadaş Ekrem Bey ile ilişkiye bak küstü bir fotoğraf koymuşlar. Sabah böyle adamları sevmez. Böyle şey, çağdaş bir görüntüsü var. İmamoğlu soruşturmasındaki kilit isim Serdar Haydanlı'nın gizemi. Şimdi arkadaşlar siz gazetecisiniz. Kiminizi Ankara'dan tanırız, kiminizi buralarda biliyoruz. İyi gazetecilersiniz. Bu haberleri arasanıza. Bu haberler bende var. Arasanıza. A haber, yandaş kanalların hepsi, TRT, tüm haberleri sildiler bunları. Hani inanıyor ya insanlar. A haber yalan mı söyleyecek ya? Koskoca şey. Bak, algı operasyonlarını yapan kişi. Ekrem İmamoğlu'nun naylon fatura kesip İBB'yi soydurup algı operasyonu yapan Serdar Haydanlı, şubeden serbest.

Niye biliyor musunuz arkadaşlar? 100. Bunu, bunu sorduğunuzda bunu Ekrem Bey'e sordular. Serdar Haydanlı bilemedi. Biz de bilemedik. Biz de okuduğumuza göre naylon fatura kesmiş. Gördüğümüze göre AK Parti döneminin bütün işlerini yapan, sözleşmesi 2021'de bittiği için ya ben bu Ekrem Başkan'ın da bu huylarına gerçekten, adamın sözleşmesi var demiş. Sordum. 2021'e kadar iş mi yaptı İBB'de? İhaleye girse alsa yine yapardı diyorlar. Açık ihale kazanmış. 2 yıl boyunca buranın reklam işlerini yapmış, parasını da almış. Bu arkadaşı Ekrem Bey tanımıyor. Biz tanımıyoruz. Ama Cumhurbaşkanı Cumhurbaşkanımız tanıyor. İletişim Başkanımız tanıyor. Çünkü bir tek ona muafiyet veriyor Türkiye yüzyılını anlatsın diye.

Kamu ihale kurumuna tabi olmadan vergi muafiyetleriyle ışık hızıyla 100. yıl gelmiş. Türkiye yüzyılı anlatacağız. İletişim Başkanlığı kimi ilan ederse ona imkan var. O da bir tek bunu. O da bir tek 4,5G'yi. O da bir tek, o da bir tek. O da bir tek bu arkadaşı muaf tutmuş. O arkadaş da bir tek bu arkadaş sabah 6'da evden alınıp herkes gibi şubeden serbest bırakılmış. Bakın, herhangi bir firmanın 7 yönetim kurulu üyesini de aldılar İBB'ye reklam yapıyor diye. Konuyla ilgili ilgisiz. Bugün akşam serbest bırakılırlar. 4 gündür içeride tutuluyorlar. Şubeden serbest değiller. 21 yaşında üniversite öğrencisi, babası şirket kurarken oğlum da hissedar olsun diye yazmış. Şubede, elde, elde, elde. Serdar Haydanlı evde. Çünkü ona gelen telefonla bırakıldı. Oysa ki gizli tanık ifadesinde naylon faturaları kesen isim diyor. Ben daha ne diyeyim arkadaşlar? 

"A Haber'de tartışalım"

Şimdi ben karşıma Adalet Bakanı olur. İletişim Bakanı olur. Eğer cesareti varsa Sayın Cumhurbaşkanı olur. Birini istiyorum. Soruları A Haber'in spikeri soracak. Ben cevaplayacağım, karşımdaki cevaplayacak. Akın Gürlek'i al hepsini bunların. Yap bir algı operasyonu. Hepsini aldılar. Listeye göre alıyor ya. 2019-21 arası iş yapan firma diye şu bu arkadaşı da Serdar Haydanlı'yı da aldılar. Serdar Haydanlı bir de mahir adam. Yani ben Ekrem Başkan'la telefonda görüşemezken o nasıl başarıyorsa gözaltındayken ben Türkiye protokolünün 4. ismiyim. İBB Başkanım'la gözaltına alındığı andan itibaren bir telefon görüşmesi yapamadım. Bu arkadaş kimi aradıysa, hadi HTS kayıtları var ya. O sabah kimlerle görüşmüş? Hadi çıkaralım. Biz bunları çıkaracağız yarın. O aradığı kimi aramış? Sonra Akın Gürlek'i kim aramış? Akın Gürlek de şubeye hangi talimatı vermiş? Şubeden serbest. Bunun dışında bir soruya cevap vermeyeceğim. Bu haberi yapmayanlar, bu haberi yapmayanlar yarın günü geldiğinde bu basın toplantısını izleyip sen bunun haberini nasıl yaptın sorusuna bana değil, evlatlarına cevap verecekler evlatlarına.

"A Haber Serdar Haydanlı haberini silmek zorunda kaldı"

Bu haberi görmeyenler bu haber yayınlanırken yayından çıkanlar, bu basın toplantısını görmeyenler, ey A Haber, sende şu kadar, şu kadar namus, şu kadar izan, şu kadar insaf varsa hadi ya fikri takip diye bir şey var. Fikri takip diye bir şey var. Attın o karayı. Algı operasyonlarını yapan her taşın altından çıkan. Yapsana bir fikri takip. Kim bıraktı bunu diye. Ama sen haberi silmişsin be. Haberi silmişsin haberi. Şimdi kim algıcıymış? Kim yalancıymış? Kim namusluymuş? Kim masum insanların namusuna kara çalarmış? Gördük mü arkadaşlar? Buradan sonra hadi buyurun gidin Çağlayan'a. Sorun sorun. Sorduğunuz sorudan biz utanmıyoruz. Ekrem İmamoğlu'nun sorduğu ve soracağı sorulardan kim utanacak? Görelim bakalım. Bugün kimi mahkum ederseniz edin, vicdan terazisinde kimi mahkum ederseniz edin, tarih önünde makbul mahçupsunuz, mahkumsunuz. Yarın, bugün göreceğiz bakalım."

2019 öncesi İBB'den ihale aldı

2015 yılında 4.5G GRUP şirketini kuran Kaydanlı, telekomünikasyon ve bilişim alanlarında çalıştı. Organizasyon etkinlikleri düzenleyen Haydanlı, İBB'de İmamoğlu göreve gelmen önce bir yılda, değeri yaklaşık 3,5 milyon dolar olan ihale aldı. 

                                                       /././

FT: Türkiye Merkez Bankası, İmamoğlu gözaltısından sonra TL'yi kontrol altında tutmak için 12 milyar dolar harcadı

Britanya merkezli The Financial Times (FT) gazetesi İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun gözaltına alınmasından sonraki üç günde Türkiye Merkez Bankası'nın lirayı kontrol altında tutabilmek için neredeyse 12 milyar dolar harcadığını yazdı. 

FT, konuyla ilgili bilgi sahibi kaynaklardan aldığı bilgilere ve resmî verilere dayanarak yaptığı hesaplamaya göre; Türkiye Merkez Bankası'nın İBB Başkanı İmamoğlu'nun gözaltına alınmasının ardından çarşamba günü TL'yi desteklemek için 11,5 milyar dolar para harcadı. Gazete, müdahalenin "benzer hamlelerin neredeyse 4 katı olduğunu" yazdı. 

İmamoğlu'nun gözaltına alınmasının ardından TL, dolar karşısında yüzde 11 varan rekor bir düşüş yaşamıştı. 

İmamoğlu: Üzülüyorum, olan yine milletimize oluyor 

Gözaltındaki İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu da bu sabah saatlerinde X hesabı üzerinden yaptığı açıklamada gözaltına alınmasının ekonomik sonuçlarına değindi. 

"Çok üzülüyorum, olan yine milletimize oluyor" diyen İmamoğlu, şöyle devam etti: 

"Bizim üzerimizden milletin iradesine vurdukları bu darbe, yıllardır harap hale getirdikleri ekonomimizi ve Türkiye’nin geleceğini daha büyük bir tehlikeye sokuyor.

Bu siyasi darbe yüzünden üç gündür ülkemizin ekonomisi daha da eriyor. Kendi bozdukları ekonomiyi millete çile çektirerek düzeltmeye çalışanlar, yine milletimizin sırtına kaldırması güç bir yük yüklüyorlar."

CHP'li Öztrak: Emekliye 41 bin lira verilirdi

CHP Tekirdağ Milletvekili Faik Öztrak da İmamoğlu'nun gözaltına alınmasının ekonomiye etkisine dikkati çekerek “Hukuksuz gözaltının ardından Türk lirasının değerindeki çakılış Türkiye'nin dış borcunun karşılığını 684 milyar lira artırdı. Bu parayla, bu yıl her bir emekliye 41 bin lira emekli ikramiyesi vermek mümkün” demişti. 

TIKLAYIN | CHP’li Öztrak, İmamoğlu'nun gözaltına alınmasının maliyetini hesapladı: Emekliye 41 bin lira verilirdi

“Hukuksuz gözaltının ardından Türk lirasının değerindeki çakılış Türkiye’nin dış borcunun karşılığını 684 milyar lira artırdı. Bu parayla, bu yıl her bir emekliye 41 bin lira emekli ikramiyesi vermek mümkün. Sarayın sebep olduğu, kurdaki tsunami hükümetin ‘yüksek faiz, kontrollü kur’ politikasıyla döviz açığı artan şirketlere tam 185 milyar lira kur farkı zararı yazdırdı. Bunun faturası milletimize işsizlik ve pahalılık olarak çıkacak.” diyen Öztrak şöyle devam etmişti: 

"Bununla da yetinmediler, ileriye dönük kur sözleşmelerinin önünü açtılar. Borsa, Maraş depreminden daha fazla değer kaybetti, şirketlerin değeri tam 831 milyar lira düştü. Bu parayla 1 Osmangazi Köprüsü dâhil İzmir Otoyolu, üstüne ilave olarak 1 Yavuz Sultan Selim Köprüsü, o da yetmez, üstüne ilave olarak 1 Atatürk Köprüsü ve üstüne 3 tane de Avrasya Tüneli yapılırdı. Kalan parayla da her bir emeklinin ikramiyesine 787 lira ilave yapılırdı.”

                                                                ***

Dijital hayatta kalma rehberi: Dijital özgürlük bir haktır -Füsun Sarp Nebil-

Ülkemizin internet hızları mobilde de, sabitte de, dünya ortalamasının bile çok altında. Bunun da normal zamanlarda bir sansür türü olduğunu unutmayın. Altyapının geliştirilmesi için baskı kampanyaları yapılması gereklidir.

AKP hükümeti tarafından bilmem kaçıncı defadır uygulanan bant genişliği kısıtlaması ve internet sansürü, dijital haklar, ifade özgürlüğü ve bilgiye erişim açısından önemli engeller. Daraltma, toplumun uygun bulmadığı uygulamalara karşı başlatacağı toplumsal hareketin engellenmesi, insanların birbiri ile haberleşmesinin kesilmesi, muhalefeti bastırmak ve bilgi akışını kontrol etmek için sürekli yapılıyor. Genellikle sosyal medya platformları hedef alınsa da, diğer -kimisi sağlık, finans gibi önemli olanlar da dahil olmak üzere- çevrimiçi hizmetleri de etkiliyor.

Bir hükümet internet bant genişliğini kısıtladığında veya sosyal medyaya erişimi kısıtladığında, bu yalnızca ifade özgürlüğünü değil, aynı zamanda özellikle kriz zamanlarında hayati bilgilere erişimi de etkiliyor. AKP'nin bu gibi önemli konulara bile aldırmadığı ortada; 6 Şubat depremi sonrasında internet erişiminin kısıtlandığını hatırlayın.

Ancak kısıtlamalara karşı, çaresiz olduğumuzu sanmayınız. Çin gibi bir ülke bile tam anlamıyla sansürlemeyi beceremiyor. İran aynı şekilde çuvalladı, sansür sadece VPN kullanımını patlattı. Merak etmeyin, engelleme yapan hükümetlere karşı, her an yeni çözüm geliştiren küresel özgürlükçüler var. Şu kapatılırsa bu, öbürü kapatılırsa şu çözümler hazırlanıyor.

Ancak, sansür başlamadan önce hazırlıklı olmak gerekir.  Aşağıda okuyacağınız, VPN'leri, Tor'u, Psiphon'u, Briar'ı önceden yüklemiş olun. Erişim kesilmeden önce bu araçları arkadaşlarınız ve ailenizle de paylaşın. Rehberlerin ve haber kaynaklarının çevrimdışı kopyalarını kaydedin.

Şu anda bant daraltmanın büyük oranda sonlandığı anlaşılıyor ama yine de hazırlıklı olmak için elimizde neler var öğrenelim. Çünkü AKP iktidarda kaldığı sürece buna başvuruyor. En son 2023’te "kısıtlamaları nasıl aşarız" diye yazmışım.  Bireylerin, kuruluşların ve uluslararası toplumun bu önlemlere karşı koymak için uygulayabileceği birkaç strateji bulunuyor. 

Bunlar;

  1. Daraltmayı ya da sansürü engelleyen araçlar
  2. Teknik çözümler
  3. Farkındalık ve mücadele
  4. Taban seferberliği - bağımsız medya ve aktivistlere destek
  5. Yasal ve politik önlemler

olarak sınıflandırılabilir. Şimdi detaylarına bakalım;

Daraltmayı ya da sansürü engelleyen araçların kullanımı

1. Sanal özel ağlar (VPN'ler)

VPN'ler, kullanıcıların bant genişliği kısıtlamasını aşmalarına ve internet trafiğini diğer ülkelerdeki sunucular üzerinden yönlendirerek engellenen web sitelerine erişmelerine yardımcı olabilir. Ancak VPN 2 uçlu bir araçtır. Bir tarafı güvenlik sağlarken, diğer tarafı istihbarat kurumlarına ya da bizzat siber suçlulara sizin bilgilerinizi aktarıyor olabilir. Bu nedenle gizlilik ve güvenliğe öncelik veren VPN hizmetlerini kullanmak önemlidir.

VPN'ler internet trafiğinizi şifreler, diğer ülkelerdeki sunucular üzerinden yönlendirerek kısıtlama ve sansürü aşmaya yardımcı olur. VPN ile ilgili daha detaylı bilgi almak isterseniz, 2016'da yazdığım şu yazıya bakabilirsiniz.

Genellikle kısıtlayıcı ülkelerde çalışan güvenilir VPN'ler: ProtonVPN, Mullvad, NordVPN, Surfshark, Windscribe (ücretsiz katman mevcuttur) olarak veriliyor.

Buna karşılık AKP 2016'dan beri VPN'i de engellemeye uğraşıyor. Bu nedenle VPN'lerin bazıları çalışmayabilir. Ama o tarihte de, sonraki yıllarda da tam olarak VPN engellemesinin mümkün olamayacağını (en azından her an yeni VPNler çıkıyor ya da farklı protokoller var) yazmıştım.

Size tavsiyem, düzgün ve ücretli VPN kullanın. Kullanmakta olduğunuz VPN'in de her an kısıtlanabileceğini aklınızda tutarak, birden fazla VPN seçeneğini hazır edin. Bu arada İran'daki sansüre karşı Google'un ileri sürdüğü Outline VPN de var.

2. Tor ağı

Tor tarayıcısı, bağımsız internet geliştiricilerin sansüre ve kişisel gizliliğe karşı geliştirdikleri bir araçtır. Kullanıcıların internete anonim olarak erişmelerini ve trafiği merkezi olmayan bir sunucu ağı üzerinden yönlendirerek sansürü aşmalarını sağlar. VPN ile farkını daha önce yayınlamıştık.

Tor, trafiği anonimleştirmeye ve sansürü aşmaya yardımcı olur. Tor'a doğrudan erişim engellenirse, Tor köprülerini veya Snowflake  taşıyıcılarını kullanabilirsiniz. Tor'u buradan indirebilirsiniz: Tor Project

3. Psiphon veya Lantern gibi "sansür karşıtı araçlar" kullanın

Bunlar, yoğun sansürlü ortamlarda çalışmak üzere tasarlanmış hafif, mobil uyumlu araçlardır. Psiphon.ca ve Get Lantern adreslerine bakabilirsiniz.

4. Proxy sunucuları (ya da kendi VPN'ninizi kurmak)

Proxy'ler, VPN'ler veya Tor ile aynı düzeyde güvenlik sunmasalar da, engellenen içeriğe erişmek için de kullanılabilir. Bunu kısıtlamaları aşma yazımda anlatmıştım.

Teknik çözümler

1. Merkezi olmayan platformlar

Son 5-6 yılın ifadesi "merkezi olmayan sosyal medya" kavramı. Sansüre ve kısıtlanmaya karşı geliştirildi. MastodonBluesky gibi. Artık X.com gibi hükümetin taleplerini yerine getiren sosyal medyaları değil, merkezi olmayan diğer sosyal medya platformları ve iletişim araçları kullanın.

İnternete ihtiyaç duymadan Bluetooth veya Wi-Fi üzerinden çalışan Briar mesajlaşma yazılımı, Sansüre Dayanıklı DNS (DNSCrypt gibi) ve IPFS tabanlı içerik dağıtımı gibi araçlar aşırı durumlarda yardımcı olabilir.

2. Alternatif DNS sağlayıcılarına geçin

Bazen sansür DNS aracılığıyla uygulanır. Şunlar gibi genel DNS sunucularını kullanın:

1.1.1.1 (Cloudflare) 8.8.8.8 ve 8.8.4.4 (Google DNS) 9.9.9.9 (Quad9)

Bunları telefonunuzda veya bilgisayarınızda manuel olarak ayarlayabilirsiniz. (Gerçi BTK bunları da blokladı)

3. Mesh ağları

Mesh ağları, kapatılması veya kısıtlanması daha zor olan yerel, merkezi olmayan internet altyapısı oluşturabilir. Yukarıda bahsettiğimiz Lantern gibi ağlar. Ama bunları aynen amatör telsizcilik gibi oluşturmak lazım.

Farkındalık ve mücadele

1. Kamuoyunun farkındalığını hep birlikte artıralım

Kamuoyunu internet sansürü ve bant genişliği kısıtlaması konusunda eğitin ve kısıtlamaları aşmak için araçlar ve yöntemler hakkında bilgilendirmeliyiz. Bu yolla internet sansürüne karşı toplu bir karşı duruş başlatılabilir. İnternet sansürü yapanlar, bunu bırakmak zorunda kalabilir.

2. Sivil toplumla iş birliği yapın

Sansür ve kısıtlama örneklerini belgelemek ve kamuoyuna duyurmak için yerel ve uluslararası derneklerle çalışılmalıdır. Derneklerin hukuk gücünden yararlanarak, tepki gösterilmelidir.

3. Bağımsız medyayla etkileşim kurun:

İnternet kısıtlamalarının ifade özgürlüğü ve bilgiye erişim üzerindeki etkisini vurgulamak için bağımsız medya kuruluşlarını kullanın. turk-internet.com gibi bağımsız kuruluşların önemini fark edin ve destekleyin.

4. Uluslararası farkındalığı artırın

Basın kuruluşlarıyla, dijital haklar gruplarıyla (örneğin Access Now, Electronic Frontier Foundation, Reporters Without Borders) iletişime geçin ve NetBlocks.org veya OONI (Ağ Girişiminin Açık Gözlemevi) gibi hizmetler aracılığıyla ağ kesintilerini belgelendirin.

5. Bilgileri çevrimdışı veya Bluetooth/USB ile paylaşın

Çevrimiçi paylaşım kısıtlandığında, Araçları ve bilgileri yaymak için çevrimdışı dosya paylaşım uygulamalarını (SHAREit, Briar veya Bluetooth FTP gibi) kullanın. USB belleklere veya microSD kartlara VPN yükleyicileri veya sansür atlama kılavuzları dağıtın.

Yasal ve politika önlemleri

1. Mahkemede kısıtlamalara itiraz edin

İnternet kısıtlamalarına karşı, ifade özgürlüğü ve bilgiye erişim konusundaki anayasal hakları ihlal ettiği iddiasıyla yasal itirazlar yapılabilir. Bunu özellikle dernekler daha iyi yapabilirler.

2. Bu saçmalığın değişmesi için politik kampanya yapın  

Net tarafsızlığını koruyan ve internet hizmetlerinin keyfi olarak kısıtlanmasını veya engellenmesini önleyen yasa ve yönetmelikleri savunun. Kampanyalarla ve verileri kullanarak, bu engellemelerin neye mal olduğunu duyurun.

Taban seferberliği - bağımsız medya ve aktivistlere destek

1. Protestolar ve kampanyalar:

İnternet kısıtlamalarının sona ermesini talep etmek için barışçıl protestolar ve çevrimiçi kampanyalar düzenleyin.

2. Dilekçeler:

Halkın desteğini toplamak ve hükümete politikalarını tersine çevirmesi için baskı yapmak üzere dilekçeler başlatın.

3. Bağımsız medyayı finanse edin:

Sansür ve etkisi hakkında haber yapabilen bağımsız medya kuruluşlarına finansal ve teknik destek sağlayın.

4. Aktivistleri ve gazetecileri koruyun:

Sansürü ifşa etme çalışmaları nedeniyle hedef alınan aktivistlere ve gazetecilere yasal, finansal ve teknik destek sunun.

Uzun vadeli stratejiler

1. Dijital okuryazarlık programları

Kamuoyunu dijital haklar, çevrimiçi güvenlik ve açık internetin önemi konusunda eğitin.

2. Dayanıklı altyapı oluşturun

Merkezi kontrol ve kısıtlamaya daha az duyarlı, bağımsız internet altyapılarını destekleyin ve hatta oluşmalarını sağlayın.

Bant genişliği kısıtlaması ve internet sansürü önemli zorluklar oluştururken, teknik araçlar, yasal işlem, savunuculuk ve uluslararası baskının bir kombinasyonu bunların etkisini azaltmaya yardımcı olabilir. Bireylerin, sivil toplumun ve uluslararası toplumun dijital hakları korumak ve internetin herkes için özgür ve açık bir alan olmasını sağlamak için birlikte çalışması hayati önem taşımaktadır. Türkiye'de ve benzer sorunlarla karşı karşıya olan diğer ülkelerde, sansüre direnmek ve ifade özgürlüğü ve bilgiye erişim ilkelerini desteklemek için sürekli çabalara ihtiyaç vardır.

Son olarak hatırlatalım; ülkemizin internet hızları mobilde de, sabitte de, dünya ortalamasının bile çok altında. Bunun da normal zamanlarda bir sansür türü olduğunu unutmayın. Altyapının geliştirilmesi için baskı kampanyaları yapılması gereklidir.                                       /././

Gün ışığında demokrasinin çarpıcı iki örneği ve Türkiye’de yaşananlar -Sami Selçuk-

Benim ülkemde, bırakınız yüksek demokrasiyi, gün ışığındaki demokrasiyi ve de nesnel değerlendirmeyi, savcılar, iki bin yıllık hukuk ilkelerini bir yana bırakarak dış dünyaya yansıtılan sözlerde bile, o sözleri yazılı ya da sözlü olarak yansıtan kişilerin iç dünyalarına girip dürtülerinin, amaçlarının ne olduğunu, arka düşünceleri olup olmadığını araştırıyor, “Demek sen, terörü övüyorsun, kışkırtıyorsun” ya da “Cumhurbaşkanına sövüyorsun” gibi sonuçlar çıkartarak insanlar hakkında davalar açıyor, bununla da yetinmiyor, onların tutuklanmalarını bile istiyor, yargıçlar da, yine iç dünyalara girerek tutuklama kararları veriyorlardı.

1984 yılının eylül ayında incelemeler yapmak üzere, T. Ceza Yasası’nı aldığımız ülkenin başkentine, Roma’ya gitmiştim.

Havanın çok güzel olduğu bir gün, Roma’da dolaşırken karşıma giriş kapısının üzerinde “Yargıçlar (ve Savcılar) Kurulu” yazan bir bina çıkmaz mı?

Hemen içeri girip kendimi tanıtmıştım.

Kurul üyesi bir asliye hukuk yargıcı gelip beni toplantı salonuna götürmüş ve Kurulun çalışmaları hakkında bilgi vermeye başlamıştı. Eğer bir gün önce gelmiş olsaydım, Kurulun Cumhurbaşkanının başkanlığında yaptığı toplantıya katılmış olacaktım.

Bir ara Kurulun doğal üyelerinden Yargıtay Başkanı ile Yargıtay Nezdinde C. Başsavcısı da benimle tanışmış, özellikle Başsavcı, kendisini ziyaret etmemi, benimle makamında görüşmek istemişti. 

Meslektaşım yargıç, Kurulun tarihçesini, oluşumunu, yetkilerini, görüşme biçimini anlatıyor, ben de notlar alıyordum. Kurul üyeleri yerlerini almaya başlayınca, Kurulun toplanmak üzere olduğunu anlamış ve yargıç meslektaşıma teşekkür ederek ayrılmak üzere izin istemiştim.

Ancak meslektaşım, kalabileceğimi, Kurul toplantılarının herkese açık olduğunu söyleyince çok şaşırmış, bunun üzerine kendisi hakkında disiplin soruşturması yapılan bir yargıç ya da savcının da bu toplantılara katılıp katılamayacağını ya da izleyip izleyemeyeceğin sormuş ve şu yanıtı almıştım: “Elbette katılıp izleyebilir. Ancak söz hakkı yoktur.”

Bu yanıt, beni çok şaşırtmış ve bana kendi ülkemdeki uygulamayı düşündürtmüştü.

Çünkü benim ülkemde bu türden toplantılar ve görüşmeler, yalnızca gizli kapılar arkasında yapılıyordu. Bununla da kalınmıyor, sözgelimi, bir disiplin yaptırımı uygulanan bir yargıç ya da savcı, buna itiraz edince, bu başvurusu çoğu kez yalnızca reddedilmekle kalmıyor, kendisine değişmez ve kalıplaşmış bir yanıt veriliyordu: “Dosyanızdaki bilgi ve belgelere göre itirazınız reddedilmiştir.

Yanılmıyorsam, günümüzde de öyle.

Bu yanıtı alan yargıç ya da savcı da, “Dosyamda bulunan ve sözü edilen belge ve bilgiler acaba nelerdir?” diye kara kara düşünüyor ve bunun yanıtını bir türlü bulamıyordu.

Demek, rejim, özellikle demokrasi anlayışı açısından Batı ile aramızda büyük bir uçurum vardı. Batı ülkeleri Fransız düşünür Attali’nin vurguladığı üzere, bilinen kökleşik (klasik) demokrasi anlayışını çoktan geride bırakmış, “yüksek demokrasi”nin (la hyperdémocratie, Jacques Attali, Une brève histoire de l’avenir, Paris, 2006, s. 11) bir uygulaması olan ve bin iyiyi bir kötüye kul köle etmeyen “gün ışığındaki demokrasi”ye (la démocratie à ciel ouvert) çoktan adım atmış; çağdaş (contemporain) değil, çağcıl (moderne) insanı yaratmaya çoktan başlamışlardı bile.

Çünkü o ülkelerde, “Avrupa Birliğine neden bizi almıyorsunuz diye sordum?” ardından da “Avrupa insan Hakları Mahkemesi ne karar verirse versin, öder geçeriz” diye çalım satanları hiç kimse ciddiye almıyor; elbette iktidara da taşımıyordu.

Geçelim.

Ertesi günü Yargıtay nezdindeki başsavcıyı ziyaret etmiş ve orada da düşünce özgürlüğüne saygı açısından Doğu insanının aklının alamayacağı, bilincinde hiçbir zaman bulunmayan bir olayla karşılaşmıştım.

Zira başsavcının karşısındaki koltuğa oturmuş konuşurken gözüm onun koltuğunun arkasındaki yağlı boya resme takılmıştı. İtalya’nın tanınmış tarihsel önderlerinden ya da hukukçularından benim bildiğimce hiçbirine benzemiyordu, resimdeki yüz.

İşte bu durumu anlayan başsavcı, resmin kendisinden önceki bir meslektaşına, İtalya’nın yetiştirdiği çok değerli ve ünlü bir hukukçuya ait olduğunu belirttikten sonra sözlerini şöyle bitirmişti:  “Mussolini’den önceki faşistlerdendi.”

Evet, İtalya, yaşadığı acılı faşist dönemi çoktan geride bırakmış, yukarıda belirtildiği üzere bir bakıma yüksek demokrasiye, onun uygulama biçimlerinden biri olan gün ışığındaki demokrasiye çoktan adım atmıştı. Bütün bunlara karşın acılarını yaşadığı, ancak artık tarihe gömülen faşist dönemi ve yandaşlarını asla yadsımıyor, hatta onlardan bilime ve ülkesine hizmeti geçenleri nesnel bakışlarla değerlendiriyor, minnetle anmayı sürdürüyordu. Nitekim parlamento binasında da geçmişin ünlü komünist ve faşist milletvekillerinin büstleri yana yanaydı.

Buna karşılık biz Türkler, “demokrasi,” “özgürlük” sözcüklerini her gün milyonlarca kez söylüyorduk söylemesine, ancak “demokrasi ve özgürlük bilinci”ne, “Ben ileride öyle bir rejim istiyorum ki, o rejimde padişahlığı savunanlar bile bir parti kurabilsinler” diyen Atatürk’ün dışında, hiçbirimiz ulaşamıyorduk. 

Demek, Hollandalı düşünür Johan Huizinga (18721945), “Dönemler çökerken bütün eğilimiler, özneldir. Yeniçağın koşulları olgunlaşırken, bütün eğilimler nesneldir” (İleten: Carr, Edward, Hallett, [Misket Gizem Gürtürk], Tarih Nedir, İstanbul, 1980, s. 166) derken yerinde bir belirlemede bulunmuştu. 

Oysa benim ülkemde, bırakınız yüksek demokrasiyi, gün ışığındaki demokrasiyi ve de nesnel değerlendirmeyi, savcılar, iki bin yıllık hukuk ilkelerini bir yana bırakarak dış dünyaya yansıtılan sözlerde bile, o sözleri yazılı ya da sözlü olarak yansıtan kişilerin iç dünyalarına girip dürtülerinin, amaçlarının ne olduğunu, arka düşünceleri olup olmadığını araştırıyor, “Demek sen, terörü övüyorsun, kışkırtıyorsun” ya da “Cumhurbaşkanına sövüyorsun” gibi sonuçlar çıkartarak insanlar hakkında davalar açıyor, bununla da yetinmiyor, onların tutuklanmalarını bile istiyor, yargıçlar da, yine iç dünyalara girerek tutuklama kararları veriyorlardı.

Elbette sürekli yaşanan bu türden olaylar, bir bilgisizlik, kınanası bir hukuk ayıbıydı ve de bu nedenle bir hukuk skandalıydı.

Oysa o savcılara, o yargıçlara fakülte sıralarında, hukukun, özellikle suç hukukunun temeli olan ve uymaları gereken ilkeler, elbette saatlerce öğretiliyor ve ileride unutmamaları için sınavlarda bu konularda sorular soruluyordu: Bunlara göre, suç hukukunda Roma hukukundan bu yana, yani iki bin yıldır geçerli olan temel ilke gereğince “(Hukukçu,) yargıç, saikleri yargılayamaz” (De internis non judicat praetor), dolayısıyla savcı da, yargıç da bunlarla asla ilgilenemezdi. Çünkü çağcıl suç hukuku, insanların iç dünyasıyla ve yaşam biçimiyle asla ve kesinlikle uğraşmaz, dolayısıyla “Hiç kimse açıkladığı düşüncesi yüzünden cezalandırılamaz” (Cogitationis poenam nemo patitur. Ulpianus) ve yine “yasalar, amacı, niyeti cezalandıramaz”dı (Beccaria, Cesare, [Sami Selçuk], Suçlar ve Cezalar Hakkında, Ankara, 2010, s. 187).

Aynı doğrultuda İtalyan hekim Cesare Lombroso’nun (18351909) “doğuştan suçlu insan” (homo criminalis, uomo criminale) kavramından yola çıkarak, yasa, suç ve ceza üçgeninden “suçlu toplum” kutbuna geçen, değerleri çiğneyen hastalıklı kişi ve en sonunda da yönetilmesi ve toplumsallaştırılması gereken “tehlikeli suçlu” (Agtaş, s. 238, 241) algısını geliştiren olgucu (pozitivist) okulun en büyük ustası Ferri bile “Suç istenci (irade) fizik davranışla dış dünyaya yansıtılmayıp, bilinç içinde ve bireysel alanda kaldığı sürece hukuk düzeni bozulmuş ve çiğnenmiş; suç yoluna girilmiş olunmaz;” Eski TCY’nin kaynağı olan 1889 tarihli İtalyan Ceza Yasası’nın 1887 tarihli Zanardelli Raporu ise, ünlü on dördüncü paragrafında “suç (ceza) hukuku, insanların iç dünyalarıyla ilgilenmez,” ilgilenemez demiştir.

Elbette haklıdır. Çünkü “Benim edindiğim bütün bilgiyi herkes edinebilir, ancak yüreğim yalnızca benimdir.” (Goethe).

Ne var ki, ben, sık sık aşağıdaki durumu yaşamaktaydım, günümüzde bile yaşamaktayım.

Benim ülkemin bütün hukukçuları, ceza olsun, hukuk olsun, her hukuk dalında bütün bu bilgileri besbelli ki fakülte sıralarında öğretilip sınavlarda bunlara doğru yanıtlar verdikleri için kendilerine diplomalar verildiği halde, onları özümseyip ileride uygulamak amacıyla değil, sadece sınıfları geçip bir hukuk fakültesi diploması almak amacıyla öğrenmekte, ancak mesleklerini yürütürlerken hiç düşünmeden kendilerinden önceki ablalarına ya da ağabeylerine öykünmekle, onları taklit etmekle yetinmektedirler. Bu öykünmeci (mukallit) hukukçu anlayışı yüzünden de, yazılı ve sözlü görüşlerin ardındaki niyetler, amaçlar, güdüler üzerinde sürekli durulmakta, kendinde başlayıp kendinde biten insanların iç dünyalarına, bir bakıma Tanrı’nın dokunulamaz alanına girilerek, ulaşılan sonuçlara göre, savcılar tarafından davalar açılmakta, yargıçlar da ulaşılan bu sonuçlara göre kararlar vermektedirler.

Sözgelimi, bu ülkede Ozan Hasan Hüseyin Korkmazgil (19271984), Pir Sultan Abdal’la ilgili şiirinde “acıyı bal eyledik” mısraları yüzünden “komünizm propagandası yapmak” eylemiyle, bir bakıma S. Zweig’ın diliyle “Yalan ve algıya bağımlı propaganda” gücüyle yargılanabilmiştir. Çünkü her suçta aranan ve ne yaptığının “bilinç”inde olmaktan ve neye yöneldiğini gösteren “irade”den ibaret “kasıt” öğesi, insanların iç, bir bakıma tanrısal dünyasına girilerek, çoğu zaman amaçla, dürtülerle sürekli karıştırılmakta, dolayısıyla hukukta yanlış ve çok üzücü kararlara, yargı yanılgılarına yol açılmaktadır.

Bu türden yargılamalar, hukuk açısından çok çarpıcı bilgisizliklerin bizim ülkemizde yirmi birinci yüzyılda bile yaşandığını gösteren üzücü ve kahredici örneklerdir.

En sonuncuları ise, teğmenlerin ant içme töreninde ve TÜSİAD toplantılarında yapılan konuşmalar nedeniyle yaşanmıştır.

Birincisinde, söylenmesi gereken sözler, eğer disiplin açısından aşılmışsa, sadece bir uyarıyla yetinilmeliydi.

İkincisinde ise, yapılan uyarılar, eleştiriler doğruysa, konuşanlara uyardıkları için teşekkür edilmeli; yanlış olanlara ise yanıtlar verilmeliydi. O kadar.  

Bütün bunların tam tersi yapıldı. Kimileri, eleştiri çizgisini aşarak ağız oluşu sövdüler.

Demokrasi bilinci dışlandı, en üst düzeyde görevliler çok çirkin ve utandırıcı örnekler sergilediler.

Çok yazık, çok ayıp ve de çok çok utandırıcı!?

Oysa bundan yaklaşık altı yüzyıl önce ölen ve Nietzsche’nin “Bir zamanlar böyle bir insanın yaşamış olması, bugün yeryüzünde yaşamanın sevincini artırıyor” dediği Michel E. Montaigne (1533-1592) şunları dile getirmişti: “Bana karşı çıkıldığı zaman öfkem değil, dikkatim uyanıp, dirilir. Bana karşı çıkıp eleştirene, beni bilgilendirene doğru yönelip, eğilirim. Gerçek, doğru davası, her birimizin ortak davası olmalıdır (...) Gerçeği, doğruyu kimin elinde bulursam bulayım, yaklaşıp, okşarım. Yenik düşmüş silahlarımı ona uzatıp, teslim olurum (…) Ödünç alıp aktardığım düşünceleri ne sayar, ne de biriktiririm. Tartıp, değerlendiririm. Eğer onları sayıp biriktirseydim yüküm iki kat olurdu.”

Kılığını, sazını beğenmeyip Ankara sokakların sokmadığımız Âşık Veysel (1894-1973), “Beni hor görme kardeşim / Sen altınsın, ben tunç muyum?” diye sorular sormuş, “Karnın yardım gazmayınan, belinen / Yüzün yırttım tırnağınan, elinen / Yine beni karşıladı gülinen / Benim sadık yârim kara topraktır” diyerek düşünceler karşısında demokratik hoşgörünün en çarpıcı örneklerini dile getirmişti.

İlkin, her gün birbirlerine söven siyasetçilere sesleniyorum: Kendinize istediğiniz özgürlüğü başkaları içinde isteyiniz ve de “Eyy TÜSİAD, yeni Türkiye’de HADDİNİZİ BİLECEKSİNİZ...” gibilerden tehditlerle, kabadayılıklarla ülkenin yararı için görüşler sergileyenleri kaçacaklarmış gibi polislerin kollarında karakollara, savcılıklara sürükleyerek “hadler bildirme”ye kalkışmayınız.

Kalkışmayınız ki, Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde hüküm üstüne hüküm giyme rekorlarını kırmasın; eğer ülkenizi gerçekten seviyorsanız, onca ülke arasında bu hukuksuzlukla açık ara birinci olmasın.

Sonra da, hukukçulara ve de kolluk güçlerine sesleniyorum: “Hukuk, şerefli yaşamak”tır. İnsan, devlet için değil, devlet, insan içindir. Devletin temel görevi, insanı şerefli yaşatmaktır” (Alman Anayasası, m. 1). İşte sizler, aslında herkes için böyle bir yaşamayı sağlamak için varsınız. Öyleyse insanların iç dünyasına asla girmeyiniz ve de Miladın ikinci, üçüncü yüzyılında yaşayan Ulpianus’un şu sözlerini de hiçbir zaman unutmayın: “Hiç kimse açıkladığı düşüncesi yüzünden cezalandırılamaz” (Cogitationis poenam nemo patitur). “Yasalar, amacı, niyeti cezalandıramaz” (Beccaria, Cesare, Suçlar ve Cezalar Hakkında, Ankara, 2004, s. 187).

Eski TCY’nin kaynağı olan 1889 tarihli İtalyan Ceza Yasası’nın 1887 tarihli Zanardelli Raporunun ünlü on dördüncü paragrafını da asla unutmayınız: “Suç (ceza) hukuku, insanların iç dünyalarıyla ilgilenmez.

Özellikle de bunu berrak bir hukuk terimi olan “KASIT” kavramıyla, bu kavramı kirleterek açıklamaya asla kalkışmayınız.

Her şeyden önce bu konuda aşağıdaki kaba yanılgılardan uzak durunuz.

Bu terimin doğru adı, “kast” değil, “kasıt”tır. Kast, Hindistan’daki sınıflarla ilgilidir. Bu bir.

İkinci olarak, 2004/5237 sayılı Türk Ceza Yasası’ndaki kasıt tanımı, ilkokul öğrencilerinin bile yapmaması gereken yanlış bir Türkçe cümle kuruluşuyla sakattır ve şöyledir: “Kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir” (m. 21).

Evet. Yanlış apaçık ortada: Etkin ve edilgin eylemler “ve” bağlacıyla asla bağlanamaz. Ancak ne yazık ki, bu yasal, evet hem de yasal tanımda bağlanmıştır:

Doğru anlatım, ya “bilerek ve isteyerek” ya da “bilinerek ve istenerek” olacaktı.

Aslında 2004/5237 sayılı Türk Ceza Yasası, buna benzer dil yanlışlarıyla dolu bir metindir.

Bu yüzdendir ki, özellikle hukukçular ve anadilini sevenler için Türk Ceza Yasası’nın ilk 75 maddesini doğru Türkçeyle yazmak gereği duyulmuştur (Doğru Dil ile Türk Ceza Yasası, İmge kitabevi, Ankara, 2023).

                                                               /././

Uluslararası raporlarda dünya ve Türkiye ekonomisi (I) -Mustafa Durmuş-

Emperyalistler arasındaki rekabet gümrük vergileri ve ticaret üzerinden yoğunlaşacak. Diğer yandan Avrupa’daki silahlanma yarışı orta vadede birinci ve ikinci dünya savaşları benzeri bir yeniden bölüşüm savaşı ihtimalinin de var olduğunu ortaya koyuyor.

Küresel finansal krizin (2008-09) ardından 15 yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen küresel ekonomik durgunluk bütünüyle aşılamadı. Kuzey ve Güney ülkeleri arasındaki gelişkinlik ve refah farkı daha da açıldı ve ülkelerdeki zengin yoksul uçurumu daha da derinleşti. Ekolojik sorunlar daha da büyüdü.

Dünyada aşırı sağ ve militarizm yükselişe geçti

Bu süreçte dünyada giderek aşırı sağcı, faşizan yönetimler işbaşına geldi.  Trump-Musk liderliğindeki ABD emperyalizmi, değişik araçlarla hegemonya savaşlarını yeniden başlattı. Dünyanın bazı sıcak noktalarında (Ukrayna, Filistin, Suriye gibi) sıcak çatışmalar ve savaş yaşanıyor. Paralel bir biçimde, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, kaynaklar giderek artan bir biçimde silahlanma için ayrılıyor.

Davos’ta ele alınan uluslararası riskler

Bu yılın başlarında “Süper Zenginler Kulübü” olarak da bilinen Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF) gerçekleştirdiği rutin Davos toplantılarının ardından yayınlanan Küresel Riskler Raporunda kısa vadeli (2 yıl) ve uzun vadeli (10 yıl) zarfındaki en belirgin 10 küresel riski ele alındı.

En büyük üç risk

WEF’e göre, kısa vadede en ciddi küresel risk “Yanlış Bilgi ve Dezenformasyon” olurken, bunu “Ekstrem Hava Olayları” ve “Devlet Temelli Çatışmalar” izliyor. Bu risklerin önemi küresel ticareti, sermaye hareketlerini, ekonomik büyümeyi yavaşlatma ve uzun vadede enflasyonu yükseltme potansiyeli taşıması ve aynı zamanda toplumsal refah düzeyini düşürmesi ve küresel bir yoksullaşmanın, açlığın ve kitlesel protestoların da önünü açmasından geliyor.

Kısa vadeli risklerin başında gelen “dezenformasyon” sözcüğü, “doğru olmayan bilgileri kullanarak insanların kafasını karıştırmaya ve onları manipüle etmeye yönelik kasti girişimleri” tanımlamak için kullanılıyor. Genellikle örgütlü olduğu, daha zengin kaynaklardan beslendiği ve yapay zekâ ve diğer otomasyon teknolojileriyle desteklendiği için, demokrasiler ve temel hak ve özgürlükler için çok büyük bir risk oluşturuyor.

Nitekim bugünlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesine ait şirketlerin bazı ticari faaliyetleri ve Belediye Başkanı İmamoğlu ile ilgili başlatılan soruşturmalar ve gözaltılar konusunda yandaş medya ve trollerce halkı yanıltmayı amaçlayan dezenformasyon faaliyetlerinin örgütlü bir biçimde artırıldığına tanık oluyoruz.

Dünya Bankası ve OECD ne diyor?

Diğer bazı uluslararası kuruluşların yayınladıkları raporlarda da buna benzer tespitler yapılıyor. Örneğin, ocak ayında yayınlanan Dünya Bankası’nın “Küresel Ekonomik Beklentiler Raporu”na göre, “küresel büyüme 2025-26 yıllarında yüzde 2,7’de sabit kalacak. Bu oran, Covid-19 Pandemisi öncesindeki 10 yıllık ortalama oran olan yüzde 3,1'in altında. (1)

OECD’nin mart ayında yayınlanan ara raporu (2) daha iyimser. Ancak kuruluşça dünya ekonomisinin bu yıl ortalama yüzde 3,1 ve gelecek yıl yüzde 3,0 büyümesi öngörülüyor. Yani OECD dünya ekonomisinin hızlı değil ancak “ılımlı” büyüyebileceğini düşünüyor. Aynı yıllarda Türkiye ekonomisi ise sırasıyla; yüzde 3,1 ve yüzde 3,9 büyüyecek. Özetle, küresel ekonomide tüm sosyo-politik sonuçlarını da bünyesinde barındıran, bir uzun süreli durgunluk hali (stagnasyon) devam ediyor.

Türkiye’de enflasyon G20 ortalamasının yaklaşık 10 katı!

Geçen yıl G20 ülkelerinde ortalama yüzde 5,3 olan enflasyon oranının 2025 yılında yüzde 3,8’e ve gelecek yıl yüzde 3,2’ye düşmesi beklenirken, Türkiye’de enflasyonun bu yıl yüzde 31,4 ve gelecek yıl yüzde 17,3 olması öngörülüyor. Bu yıl Arjantin’de enflasyonun yüzde 28,4 olarak tahmin edildiği dikkate alındığında, Türkiye’nin enflasyonda Arjantin’i geride bırakarak ilk sıraya yerleşeceği ve ülkede enflasyonun G20 ortalamasının neredeyse 10 katı düzeyinde olacağı anlaşılıyor.

Böylece, özellikle de 19 Mart’ta İmamoğlu’na yapılan operasyonun ardından döviz kurundaki yaklaşık yüzde 4’lük artış hesaba katıldığında, TCMB’nin bu yıl sonu itibarıyla yüzde 24 olan enflasyon hedefinin fazlasıyla aşılacağı ve 2026 yılında tek haneli enflasyona erişmenin hayal olacağı ortaya çıkıyor.

ABD’nin başlattığı ticaret savaşları belirleyici olacak

OECD raporu, yakın zamanda açıklanan bir dizi ticaret politikası tedbirinin (gümrük vergileri) devam etmesi halinde küresel ekonomik görünümün daha da bozulacağına dikkat çekiyor.

Şöyle ki, ABD, Çin'den yapılan ticari mal ithalatına uygulanan gümrük vergisi oranlarını yüzde 20 puan artırdı. Çin de buna karşılık hedefe yönelik misilleme önlemleri aldı ve çelik ve alüminyum ithalatına uygulanan gümrük vergilerini artırdı. ABD ayrıca, Kanada ve Meksika'dan ithal edilen mallara uygulanan ikili tarife oranlarında yüzde 25 puanlık bir artış yaptı. Şu anda bu yüksek tarifeler yalnızca ABD-Meksika-Kanada Anlaşması (USMCA) ile uyumlu olmayan ithalatlar için geçerli olmakla birlikte Nisan ayı başından itibaren tüm ithalatlar için geçerli olacak. Kanada da buna karşılık olarak ABD’den ithal edilen belirli ürünlere uygulanan gümrük vergilerini arttırdı ve Nisan ayından itibaren etkilenecek ürün yelpazesini genişletmeyi planladığını açıkladı. Meksika herhangi bir spesifik ticaret politikası değişikliği getirmedi ancak ABD tarafından planlanan daha geniş kapsamlı tarife artışlarının açıklandığı şekilde devam etmesi halinde misilleme yapma niyetinde olduğunu belirtti.

Emperyalistler arasındaki rekabet kızışıyor!  

Kısaca emperyalistler arasındaki rekabet gümrük vergileri ve ticaret üzerinden yoğunlaşacak. Diğer yandan Avrupa’daki silahlanma yarışı orta vadede birinci ve ikinci dünya savaşları benzeri bir yeniden bölüşüm savaşı ihtimalinin de var olduğunu ortaya koyuyor (tarihsel deneyimlerden vergi-ticaret gibi araçlarla çözülemeyen emperyalistler arasındaki çelişkilerin askeri yöntemlerle yani savaşlarla çözüldüğü biliniyor).

Bu noktada enerji kaynakları kadar, Grönland ve Ukrayna’da olduğu gibi, ileri teknoloji ürünlerinin imalatlarının gerekli kıldığı hammadde ve kıymetli metallerin büyük bir çatışma alanı haline geldiği de unutulmamalı.

Dünya ticaret hacmi daralacak

Açıklanan bu ticaret politikasına ilişkin kararlar, raporda yer alan projeksiyonlarda varsayıldığı gibi devam ederse, yeni ikili tarife oranları, bunları uygulayan devletler için gelirleri artırsa da küresel ekonomik faaliyetler, gelirler ve düzenli vergi gelirleri üzerinde ciddi baskılar oluşturacak. Bu önlemlerin üç yıl boyunca sürmesi halinde dünya ticaret hacminin yüzde 2,0 oranında düşmesi bekleniyor.

Yeni ikili tarife oranlarının uygulanması ve buna bağlı olarak politika ve jeopolitik belirsizlikteki artış, özellikle de yatırım ve ticaret üzerinde, bir engel oluşturacak. Buna ilave olarak, artan ticaret maliyetlerinin nihai mal fiyatlarına kademeli olarak yansıması, birçok ülkede enflasyon üzerinde yükseltici bir baskı oluşturması ve sıkı para politikasının (öngörülenden daha uzun), bir süre daha sürdürülmesine neden olabilecek.

Avrupa pazarı daralıyor, silahlanma bütçesi büyüyor

Bir başka emperyalist blokun kapsadığı Avrupa ekonomileri, her ne kadar temel projeksiyonlara dahil edilen tarife önlemlerinden doğrudan daha az etkilenecek olsa da artan jeopolitik riskler ve politika belirsizlikleri bu ekonomilerin büyümesini sınırlayacak. Nitekim raporda, Euro bölgesi büyümesinin 2024'te yüzde 0,7'den 2025'te yüzde 1,0'e ve 2026'da yüzde 1,2'ye yükselmesi, Birleşik Krallık'ta ise 2025'te yüzde 1,4 ve 2026'da yüzde 1,2 olması öngörülüyor.

Emperyalist ülkelerin bir alt-emperyalist uygulayıcısı konumundaki Türkiye’ye gelince, ihracatının yüzde 40’ının üzerinde bir kısmının AB ülkelerine yapıldığı (3) göz önüne alındığında, bu gelişmelerin ihracat yönlü olarak Türkiye ekonomisini olumsuz etkilemesi ve ithalat yönlü olarak da maliyetleri artırması kaçınılmaz görünüyor. Her türden ithalata ağır bir biçimde bağımlı olan ülkede ithalat maliyetlerindeki artışların enflasyonu maliyet yönlü olarak yukarı çekmesi de kaçınılmaz olacak.

Son olarak raporda, borç sürdürülebilirliğini sağlamak, hükümetlerin gelecekteki şoklara tepki verebilmesi için alan bırakmak ve yaşlanan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak, iklim değişikliğini yavaşlatmak ve uyum tedbirleri ve savunma harcamalarını önemli ölçüde artırma planlarından kaynaklanan büyük mevcut ve yaklaşan harcama baskılarını karşılamaya yardımcı olacak kaynakları yaratmak için kararlı mali eylemlere (mali disiplin) ihtiyaç duyulacağına vurgu yapılıyor.

Emekçiler için yeni kemer sıkma önlemleri yolda

Ayrıca “Yükselen Ekonomiler”in beşerî ve fiziki sermayeye yönelik büyük yatırım ihtiyaçları ve hala yetersiz sosyal güvenlik ağları da bulunuyor. Düşük getirili borçların vadesi geldikçe ve bunlar yeni ihraçlarla değiştirildikçe birçok ülkede borç servisi (ana para ve faiz ödemesi) maliyetleri artarken, bazı düşük gelirli ülkelerdeki hükümetler artık borç servisi için eğitim veya sağlıktan daha fazla kaynak ayırıyor. (4)

Ursula von der Leyen tarafından önerilen ve 6 Mart'ta Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen “Yeniden Yapılanma Avrupa Planı” (ReArm Europe Plan), ABD’nin tüm askeri yardımları askıya almasının ardından, AB üyesi devletlerin savunma harcamalarında 800 milyar Euro’luk bir artışı öngörüyor. Bu rakam 2020'de Covid-19 salgınına yanıt olarak Yeni Nesil AB ile harekete geçirilen 750 milyar avrodan daha fazla. (5)

Özetle OECD raporu, kemer sıkma önlemlerinin artacağına dikkat çekiyor. Bu da yukarıda sözü edilen ekonomik ve jeopolitik gerilimlerinin faturasının her zaman olduğu gibi dünya halklarına ve emekçilere ödettirileceği anlamına geliyor.

Örneğin, Trump yönetiminin Meksika, Çin ve hatta AB'ye gümrük vergisi uygulama tehdidi, birçok sektörde ama özellikle de hem ticaret politikaları hem de göçle derinden bağlantılı bir sektör olan tarımda çalışanlar ve işletmeler için ciddi riskler oluşturuyor. Aynı zamanda, mevcut yönetimin toplu sınır dışılar ve kısıtlayıcı vize politikaları da dahil olmak üzere göçmen işgücüne yönelik agresif tutumu, çiftlikleri, gıda üretimini ve tedarik zincirlerini harap edebilecek ilave aksaklıklar yaratıyor. Bu politikalar tüm emekçileri, küçük işletme sahiplerini ve tüketicileri tehdit ediyor. (6)

Yüksek borç stokları

Son olarak, küresel ekonomik büyümeyi yavaşlatacak olan bir diğer faktör yüksek küresel borç stokları. Çünkü küresel borç stoku 2024 yılında 7 trilyon dolar artışla 315 trilyon dolara ulaştı.  Küresel borcun küresel GSYH'ye oranı son 4 yılda ilk kez yükseldi. Yani borç nominal GSYH'den daha hızlı artarak GSYH'nin yüzde 328'ine ulaştı. (7) Kısaca, dünya artık her zamankinden çok daha borçlu (kuşkusuz bu borçlar bazı süper zenginlerin ve zengin ülkelerin de alacağını/servetini oluşturuyor). Bu yüksek borçlar sistem için ciddi bir risk oluşturuyor.

Devam edecek…


Dip notlar:

Global Economic Prospects. World Bank Group, https://www.worldbank.org/ (January 2025).

OECD Economic Outlook, Interim Report: “Steering through Uncertainty, March 2025.

https://tcmbblog.org/analizler/turkiyenin+abye+ihracatinda+talep+kosullari+ve+pazar+payi+gelismelerinin+etkisi (13 Kasım 2024).

OECD Economic Outlook, agr.

https://www.socialeurope.eu/europes-military-build-up-will-social-spending-be-sacrificed (14 March 2025).

https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/tariffs-and-immigration-policies (18 Mart 2025).

IIF, Global Debt Monitor, March 2025’ten aktaran https://www.voronoiapp.com/economy/315-Trillion-in-Global-Debt-Broken-Down-by-Sector (9 September 2024).

                                                                  /././

Cenevre’de perşembenin gelişi çarşambadan belliydi -Hasan Göğüş-

Cenevre Toplantısı’nın belki de dişe dokunur tek sonucu önümüzdeki temmuz ayı sonlarında aynı formatta yeni bir toplantı yapılmasına ve BMGS’nin yeni bir kişisel temsilci atamasına ilişkin varılan mutabakat oldu. Bu şekilde diyalog sürecinin canlı tutulması sağlanmış oluyor.

Kıbrıs görüşmeleri maratonunun son turu, yeni adıyla, “Genişletilmiş Formatta Gayri Resmi Toplantı”, 17-18 Mart tarihlerinde Cenevre’de yapıldı. Hadi katılımcı tarafların sayısındaki artış nedeniyle “genişletilmiş” denmesini anladık da, koca Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin, iki cumhurbaşkanı ve iki bakanın uluslararası ilişkilerin bu kadar civcivli olduğu bir dönemde, işlerini güçlerini bırakıp Cenevre’de buluşmalarının “gayri resmi” olarak nitelendirilmesini anlamak pek kolay değil. Herhalde işin başından “Biz buraya kerhen havanda su dövmeye geldik, fazla ciddiye almayın” mesajı verilmek istenilmiş olmalı. Nitekim gerek Kıbrıs Rum gerek Türk tarafının görüşmelerin başlamasından önce yaptıkları açıklamalar derin görüş ayrılıklarının el’an devam ettiğini gösteriyor. KKTC Cumhurbaşkanı Tatar, İsviçre’ye hareketinden önce basına verdiği demeçte, Cenevre’deki hedeflerinin artık tükenmiş, iki tarafın rızasını yansıtmayan federasyon temelinde bir çözüm aramanın beyhude olduğunu yineleyerek, bu çerçevede daha fazla zaman geçirilmemesi gerektiğini, Cenevre’de, müzakerelere başlamak için ortak zemin olmadığının altını çizeceklerini belirtti. Rum Hükümeti Sözcüsü Konstantinos Letimbotis ise Rum tarafının uluslararası toplum, BM ve Güvenlik Konseyi tarafından defalarca belirlenen, üzerinde uzlaşılmış, siyasi eşitliğe, iki toplumlu, iki kesimli federasyon çözümüne bağlı kalmayı sürdürdüğünü söyledi.

Genişletilmiş formattaki gayri resmi görüşmeler, 17 Mart akşamı BMGS Gutteres’in İntercontinental Oteli’nde verdiği çalışma yemeği ile başladı. Ertesi sabah Genel Sekreter aynı otelde heyetlerle ayrı ayrı görüşerek mekik diplomasisi yürüttü. Daha sonra Birleşmiş Milletler’in Cenevre’deki Merkezi “Palais des Nations”da heyetler arası görüşmelere geçildi.1+6 formatında gerçekleşen görüşmeler yaklaşık üç saat sürdü. Crans Monta’da sekiz yıl önce düzenlenen son Kıbrıs görüşmelerine katılanlardan masada sadece tek bir kişi vardı, o da dışişleri bakanı olarak Crans Montana’da masayı devirenlerden GKRY Cumhurbaşkanı Christodoulides.

Cenevre’de ne oldu?

Cenevre’de 60 yıllık Kıbrıs sorununun üç saatlik görüşmelerle çözümlenmesi beklenmiyordu. Öyle de oldu. BMGS Gutteres basına yaptığı açıklamada görüşmelerin yapıcı bir havada cereyan ettiğini, Tatar ve Christodoulides’in Ada’da dört yeni geçiş noktası açılması, mayınların temizlenmesi, askeri şehitliklerin restorasyonu, gençlik konusunda teknik bir komite kurulması ,ara bölgede güneş enerjisi üretilmesi alanlarında işbirliği yapılması için güven artırıcı önlemler üzerinde çalışılmasına mutabık kaldıklarını belirtti. Aslında bu önlemlerin önemli bir bölümü geçtiğimiz ay Christodoulides tarafından Tatar’a sunulan sekiz maddelik öneri paketinde de yer alıyor.

Cenevre Toplantısı’nın belki de dişe dokunur tek sonucu önümüzdeki Temmuz ayı sonlarında aynı formatta yeni bir toplantı yapılmasına ve BMGS’nin yeni bir kişisel temsilci atamasına ilişkin varılan mutabakat oldu.Bu şekilde diyalog sürecinin canlı tutulması sağlanmış oluyor.

CTP Genel Başkanı Tufan Erhürman’ın Ankara Kent Konseyindeki konferansı

KKTC’nin eski Başbakanlarından ve Ana Muhalefetteki Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin(CTP) Genel Başkanı Tufan Erhürman, geçtiğimiz hafta Ankara Kent Konseyi’nin “Söz Onda” konferanslar serisi çerçevesinde önemli bir konuşma yaptı. Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin CTP’nin görüşlerini açıkladığı konuşmasında Erhürman, Kıbrıs’taki mevcut durumdan Christodoulis’in memnun ve rahat olduğunu, GKRY’nin uluslararası alanda Kıbrıs’ın meşru hükümeti olarak tanındığını, Ercan havaalanı uluslararası uçuşlara kapalı tutulurken, Larnaka’dan Güney’e turist akını yaşandığını, İsrail’e ve Fransa’ya Baf’taki havaalanından yararlanma imtiyazı vererek Türkiye’ye karşı güvenlik açığını kapatmaya çalıştığını, avronun 40 liraya ulaşmasıyla Kıbrıs Türk halkının Kuzeye göre daha ucuz hale gelen Güney’den alış veriş yapmaya başladığını söyledi.

Erhürman sözlerine devamla Güney’de bulunan hydro karbon kaynaklarının Baf’ta dünyaya gelmiş bir Kıbrıs Türkü olarak anasının ak sütü gibi kendisine de helal olduğunu, Baf’ta bulunacak tarihi bir eser üzerindeki anadan babadan gelen hakkını söke söke almanın çocuklarına karşı bir sorumluluğunu teşkil ettiğini, Kıbrıs’taki nihai çözümün hydro karbon, deniz yetki alanlarının sınırlandırılması, enerji, güvenlik ve ticaret yolları alanlarında GKRY’nin tek başına karar vermesine engel olması gerektiğini dile getirdi.

KKTC ekonomisinin en önemli gelir kaynağı üniversiteler

KKTC ekonomisi, Türkiye’den aldığı desteğin yanı sıra, büyük ölçüde KKTC’deki Üniversitelerden elde ettiği gelirlere, biraz da turizme dayanır. Erhürman’ın verdiği bilgilere göre, GKRY Hükümeti yakınlarda aldığı bir kararla, ABD ve AB’deki kaliteli üniversitelere kapılarını açarak, “Gelin, burada şube açın” çağrısında bulunmuş. Bu çağrıyı kabul edecek Üniversitelere, tabii ki birtakım kolaylıklar da sağlanacaktır. Büyükelçilik yaptığım ülkelerde Rumlar’ın KKTC’deki Üniversitelerin uluslararası tanıtım fuarlarına katılmalarını önlemek için nasıl uğraş verdiklerine bizzat şahit olmuştum. Şimdi İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu’nun ahiren aldığı diploma kararı, Rumların KKTC’deki Üniversiteler aleyhine yürüttükleri kampanyada bilerek veya bilmeyerek ellerine bulunmaz bir koz vermiş oldu. Korkarım Kıbrıslı Rumlar bu kozu tepe tepe kullanacaklardır.

 Ne demişler: “Akrep etmez, akrabanın akrabaya ettiğini”

                                                                /././

Pusu kültürünün trafikteki sonucu -Mehmet Y.Yılmaz-

Bizim trafik yönetimimiz vatandaşa pusu kurmaya odaklı. Polis ya çevirme yapıp belgelere bakıyor ya da radar kurup hızlı sürücü avlıyor. Ama pusu kurulan yerlerin birkaç adım ötesinde kural tanımaz sürücüler şehir eşkıyalığının tadını çıkarıyor. Öyle bir görüntü ki sanki trafik polisimiz, trafiğin akışından hiç sorumlu değilmiş gibi!

Çetin Altan, Batı’nın “düello” kültürüne karşı, Doğu’nun da “pusu kültürü” olduğunu söylemişti.

Sadece memleketimizin trafik polisi uygulamalarına bakarak bile bu sözün doğruluğuna kefil olabiliriz.

Geçtiğimiz yılın eylül ayında 7 gün süreyle gerçekleştirilen “trafik etkinliğinde” 2 milyon 645 bin 136 aracın denetlendiğini İçişleri Bakanı açıklamıştı.

Bu denetlemeler sırasında 466 bin 170 sürücüye işlem yapıldığını da ondan öğrenmiştik.

Acayip bir sayı olduğunu söyleyebilirim. 2 milyon 645 bin araç denetliyorsunuz ve yaklaşık olarak her beş araçtan birine ceza kesiliyor!

Büyük bir trafik çetesiyle karşı karşıya olduğumuzu düşüneceğimiz bir sayı bu.

Bakanın açıklamasından öğreniyoruz ki bu cezaların dörtte biri “hız ihlali” cezası. Bir haftada 126 bin 597 sürücü radara yakalanmış.

Periyodik muayenesi yaptırılmamış 27 bin 925, emniyet kemeri kullanmayan 20 bin 376, ehliyetsiz araç kullanan 18 bin 421 ve zorunlu mali sorumluluk sigortası bulunmayan 10 bin 788 sürücüye ceza yazılmış.

Yaratıcılıkta sınır tanımayız

Dikkatinizi çekmiş olmalı. Bunlar arasında “geçemeyeceği kavşağa girerek trafik akışını bloke etmek” gibi bir ceza yok.

Ya da kırmızı ışık ve yaya geçidi ihlali cezası.

Sola ya da sağa dönüşlerde şeridinde kalmayarak ikinci, üçüncü şeritten kavşağa girmeye çalışıp arkadan gelen trafik akışını engelleyen de yok.

Çift sıra park etmek, dörtlüleri yakınca her yerde istediği kadar durabileceğini zannetmek, taşımasına izin verilenden daha ağır yük ya da daha çok yolcu almak da istatistiklere girmemiş.

Hızına uygun şeritte seyretmemek, yoğun ya da akan trafikte zikzaklar çizmek, hız limitinin üzerine çıkarak önünde giden araçları ışık ve kornayla taciz etmek de yok.

Bütün bunların olmamasının nedeni “pusu kültürü”!

Bizim trafik yönetimimiz vatandaşa pusu kurmaya odaklı.

Bu yukarıdaki cezaların kesilebilmesinin nedeni trafik polisinin kurduğu pusular.

Çevirme yapıyorlar, belgelere bakıyorlar. Ya da radar kuruyorlar, hızlı sürücü avlıyorlar.

Öyle bir görüntü ki sanki trafik polisimiz, trafiğin akışından hiç sorumlu değilmiş gibi!

Trafiğin akışını kendilerine dert edinmiş olsalardı bu listede geçemeyeceği kavşağı kilitleyenler, dönüşlerde uyanıklık edip ikinci hatta bazen üçüncü şerit oluşturanlar, zikzakçılar, korna ve ışık tacizcileri de listeye dahil olurdu.

Ve bunca yıldır şehir içinde ve şehirlerarası yollarda araç kullanan birisi olarak iddiaya girerim ki bunların sayısı 1 haftada 2 milyonu ikiye katlardı.

Sadece Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne Etiler çıkışından katılmak isteyenler arasında bile 1 haftada 500 bin “trafik suçlusu” bulabilirlerdi.

Elimde bugün için net bir veri yok ancak trafik polisleri, bu tür ihlalleri önlemeye yönelik olarak çalışsalar İstanbul’da trafiğin bugün ile kıyaslanamayacak kadar rahatlayacağını biliyorum.

Kadir Topbaş’ın döneminde yapılan bir araştırma İstanbul’un trafik sorununun dörtte birinin nedeni olarak “sürücü, yolcu ve yayaların trafik bilincine sahip olmamasını” gösteriyordu.

Bu “bilinç” durduk yerde oluşmuyor tabii.

Etkin bir denetim ve caydırıcı bir ceza düzeni gerektiriyor ki bu görev de trafik polisinin.

Ama trafik polisi bu işte kendisini görevli olarak görmüyor gibi.

Onlar daha çok pusu kurup ceza yazmaya odaklanmışlar.

O an için bulundukları yerdeki trafik akışından bile kendilerinin sorumlu olmadıklarını düşündüklerine eminim.

“Nisan mayıs ayları, titrer gönül yayları” diye bir halk deyişimiz var; bu aylarda titreşen gönül yayları Bebek semalarında gerçek bir yaylı çalgılar senfonisine dönüşebiliyor.

Bu arada geçerken hatırlatmış olayım, Bebek’teki manolya ağacı yine açtı, çiçeklerini görmeniz ve o muazzam güzelliği kalbinizde hissetmeniz için sizleri bekliyor.

Bebek’in ‘hoş sohbet’ polisleri

Bu aylarda Bebek’te trafik yoğunlaşıyor; aklınızda olsun. Otobüs, metro (Aşiyan’a kadar) ve vapur tercih etmenizi öneririm. Özellikle de cumartesi pazar günleri İstinye’den Kuruçeşme’ye kadar olan bölgede trafik “yoğun durucu” olarak tarif edilebilir hâle geliyor, uyarmış olayım.

Bebek’te her gün aşağı yukarı 10’a yakın trafik polisi oluyor ama trafiğin akışını sağlamakla görevli değiller gibi görünüyorlar.

Kendi aralarında şakalaşıyor, sohbet ediyorlar. Gencecik çocuklar, Bebek’te sokakta akıp giden tekerlekli servete bakıp “adam sen de ne hâlleri varsa görsünler” diye düşünüyor da olabilirler tabii.

Boğaz hattında trafiğin akışını sağlama işi daha çok valelere kalmış görünüyor ki zaten trafiğin kilitlenmesinin nedeni de bu.

Yerel yönetimlerin bol keseden dağıttıkları imar izinlerinin de yoğun trafikteki rolünü küçümsememek gerek.

Daracık bir yan yola cepheli bir araziye dev gökdelenler yapılması için izin veren belediye yetkilileri, o binalarda yaşayacak, çalışacak olanların evlerine nasıl gelip gidebileceklerini düşünüyorlar mı acaba?

Ve servisler!

İstanbul’da kamu ulaşım olanaklarının son derece kısıtlı olduğu yıllarda ortaya çıkan “servisle personel taşımacılığı” sektörü de trafik sorununun temel nedenlerinden biri.

Ana arterlerde mesai bitiminden 1 saat önceden trafiğin yoğunlaşmasının nedeni servis sürücülerinin çift sıra park ederek, yolcularını beklemeleri.

Oysa artık kentin merkezi semtlerinde metro ve otobüs ile ulaşım son derece ucuz ve hızlı.

Servis trafiğinin bu ağın dışında kalan bölgelerde faaliyet gösterecek şekilde yeniden düzenlenmesi de İstanbul’da kimsenin aklına gelmiyor.

Sanırım sadece bizim ülkemizde yetişkin insanlar, okul çocukları gibi servisle gidip geliyorlar.

Bahane hazır: Personel yok

Dünyanın yarısından çoğunu gezmişimdir, bizdeki gibi bir servis uygulamasına tanık olmadım.

Bunun sonucu, 81 yıl yaşayacağını varsayacağımız ortalama bir İstanbullunun hayatının 3,5 yılını trafikte geçirmesi olarak karşımıza çıkıyor.

Bütün buna karşı trafik polisimizin yapabildiği şey pusu kurup beklemek.

Onların pusu kurduğu yerden en fazla 1 kilometre uzakta, trafiğin akışını tehlikeye düşürenler, tıkayanlar, ters yola girenler ise arabalarıyla şehir eşkiyalığının tadını çıkarıyorlar.

Bu konu ne zaman açılsa kamu yöneticileri “personel sayısının yetersizliğinden” söz ediyor.

Olabilir, ülkemiz ancak bu kadarını karşılayabilecek durumda. Ama o göreve bir kez atananlar, gözlerinin önünde yaşanan trafik ihlallerini bile umursamıyorlarsa, sayıyı ikiyle çarpsak neye yarar?

Son bir not: Trafik kurallarına uymak konusunda bir motosiklet ile başka bir motorlu taşıt arasında fark yok. Girilmesi yasak yola girmek, tek yönlü yola tersten girmek otomobil sahipleri için ne kadar yasaksa, motosikletliler için de o kadar yasak.

Kaldırımlara dik olarak çizilen kalın beyaz çizgilerin amacı da kenti güzelleştirmek değil. Ona “yaya geçidi” deniliyor ki sadece yayaların kullanımı için!

Ve bütün bunlar köşe başlarında bekleşen polislerin gözünün önünde oluyor. “Pusu” kurmadıkları için olsa gerek bu ihlalleri umursamıyorlar bile. 

                                                                /././

(T-24)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...