Suriye ‘tiyatrosunda’ ikinci perde -Akdoğan Özkan
Alevi katliamlarının yaşandığı bölgede birileri sahadaki koşulları olgunlaştırmakla (!) meşgul. Yaklaşmakta olan yeni fırtına bir İsrail yayılmacılığından ziyade, bölgede “birden fazla İsrail” görebileceğimiz sonuç üretirse şaşırmamak lazım.
Heyet Tahriru’ş Şam (HTŞ) güçlerinin Cevlani önderliğinde Halep’ten sonra Şam’a girdiği ve kendilerini Suriye Savaşı’nın muzafferi ilan ettiği günlerde kaleme aldığım 9 Aralık tarihli Suriye yazımda şöyle sormuştum:
“- Suriye’deki bu şiddetli sarsıntı asıl deprem mi, yoksa öncü mü?”
O tarihte uluslararası siyasi çevrelerde savaşın isyancı güçlerin zaferiyle bittiği ve dolayısıyla 13 yıllık çatışmalı dönemin sonlandığı görüşü hâkim idi. Halep ve Şam’ın düşüşünde büyük çarpışmalar yaşanmadığı için Ankara da dahil olmak üzere Batı başkentlerine bir memnuniyet havası egemendi. HTŞ lideri Ahmet el Şara lacileri giyiyor, Batılı liderler kendisiyle anlaşmalar yapmak üzere Şam’ı ziyarete hazırlanıyorlardı. Her şey sütliman görünürken “Suriye’de Esad’ın devrilmesi” ve isyancıların zaferini “öncü deprem” olarak nitelemem ne kadar doğru olabilirdi?
Gelgelelim Suriye’nin kıyı bölgelerindeki köy ve kasabalarda geçen perşembe gününden bu yana süregiden Alevi katliamlarının geldiği nokta üç ay önce yaşananın bir “öncü deprem” olabileceğini doğrular nitelikte. Bugünkü Alevi katliamlarına, olayların doğuş ve gelişim seyrine bakınca şu kanaate ulaşıyorum: Ülkenin resmi bir bölünmeye doğru ilerlediği şu günlerde Suriye’de, 2014 Irak’ına benzer bir durum var. Suriye’de birileri -Anglosaksonların “theatre” (tiyatro) dedikleri- askeri sahadaki koşulları “olgunlaştırmakla” meşgul sanki.
Suriye Savaşı 2024 yılı aralık ayında hemen hemen sakin denilecek bir şekilde sonlandığı için “mevzu kapandı” gibi düşünenler çoğunluktaydı. Uluslararası kamuoyunda bir “bahar” havası estirilirken katliam ve benzeri olayların yaşanma ihtimaline dikkati çekmiş, hatta “kötü günler bitti, şimdi sırada daha kötü günler olabilir,” demiştim. 9 Aralık tarihli yazımda şu ifadeleri kullanmıştım:
“Mevcut durum kendilerini Suriye’de muzaffer olarak ilan edenleri sevindirecek olsa da önümüzdeki dönemde yaşanabilecek zorunlu göç, etnik mübadeleler, katliam vd. artçı sarsıntılar vicdan sahibi her insanı üzmeyi sürdürecek. Ama bugün bakıp görünenin ötesinde bölgesel ve küresel sonuçları olacak bir sarsıntı yaşandığını hissediyorum.”
Harbin ilk perdesi nasıl bitmişti?
Suriye’de o tarihten bu yana yaşananlardan en büyük faydayı İsrail’in sağladığından yana kuşku yok. Suriye’de “yeni tampon bölge oluşturuyorum” diyerek askeri birliklerini stratejik Hermon Dağını ve Dera kırsalındaki el-Mal tepesine gönderip buraları kontrol eden, Dera ile Kuneytra kırsalları arasında bulunan yerleşimleri işgal eden ve Şam’a 26 km yaklaşan İsrail Beşar Esad’ın devrilmesinden en büyük faydayı sağladı, evet. Ancak bugün hazırlanmakta olan “tiyatro salonunun” arkasında sadece İsrail yok, bölgedeki bütün aktörler var kanımca. HTŞ’nin zaferle sonuçlanan Aralık operasyonu Suriye’deki Tahran nüfuzunun en somut temsilcisi olarak gösterilen İran yanlısı milislerin Suriye sahasından uzaklaş(tırıl)masıyla sonuçlanmıştı. Lübnan’daki Direniş güçlerinin de İran ve Irak ile Suriye bağlantısı kopartılmıştı. Bu arada, Tahran’ın elindeki balistik silahların gücü de misilleme gerektiren provokatif saldırılar sayesinde test edilmişti. Yani Levant’ta harbin ilk perdesi Tahran’ın geriletilmesi ve ikinci perdeye hazırlıkla sonuçlanmıştı.
İran, Şam’ın düşmesiyle birlikte sadece Suriye’yi değil Beyrut’u ve Irak’ı da yitirebileceğinin farkındaydı. Akdeniz ile bağlantısı kopmuş, Ortadoğu'daki milislerini ve nüfuzunu yitirmiş bir Tahran için bundan sonrası belirsiz idi. Bekleyip kendi güçlerini toparlamaktan başka çare de görülmüyordu.
Geldik harbin ikinci perdesine
Şimdi sanıyorum geldik ikinci perdeye. Durum şu: Alevilere, Hıristiyanlara vd. yönelik ciddi bir kıyım uygulanıyor. Middle East Institute’de Terörle Mücadele ve Suriye Programları Direktörü Charles Lister’in de belirttiği üzere, HTŞ’nin bu katliamların ardından Trump yönetimden Suriye’ye yönelik yaptırımları hafifletecek bir destek görme ihtimali sıfırlanmış oldu. Amerikalıların bakışı bu. Öte yandan, birileri “Assad’a bağlı güçleri” de oyundan tamamen düşürmek istiyor belli ki. Avrupa Birliği’nin, Alevilere yönelik katliamların sorumluluğunu “Esad yanlısı güçlere” yıkan açıklamaları bu yönde okunabilir. İsrailli diplomatlar katliamlardan doğrudan cihatçıları sorumlu tutan açıklamalar yapıyor. Katliamlarla karşı karşıya kalan Suriye Alevilerinin İsrail’den yardım çağrısında bulundukları haberleri de İsrail basınında yer almaya başlıyor. İsrail bir yandan da Dürziler üzerinde bir nüfuz vitesi artırma çabasında görülüyor. Lübnan’da Hizbullah yanlısı gruplar Hasan Nasrallah’ın ve Alevi katliamlarının intikamı için yürüyor, gösteri yapıyor. SDG liderliği, Suriye’deki kazanımlarının korunması için ABD’nin yanı sıra İsrail’in de desteğine açık olduğunu söylüyor. ABD Başkanı Donald Trump, İran dini lideri Ali Hamaney’e müzakereleri yeniden başlatma teklif eden, aksi halde askeri yola başvuracaklarını ve bunun korkunç sonuçları olacağını söyleyen mektup yazdığını söylüyor. Hamaney, bu teklifi sorun çözen değil egemenlik dayatan bir yaklaşım olarak görüp reddediyor.
Tüm bu manzara karşısında bundan sonra neler olacağını tam olarak öngörmek kolay değil elbette. Ama şunu da söyleyelim: Buradaki mesele Suriye coğrafyasıyla sınırlı bir mesele değil. Lübnan’ı, Gazze’yi, Irak’ı da kapsıyor ve İran sınırına dayanıyor. Dolayısıyla, Doğu Akdeniz’den İran’a kadar olan coğrafyada bir şeylerin değişeceği kesin gibi. Suriye sahasının kırılganlaştığını ve bugünlere gelineceğini bilen Ankara “açılım” benzeri bir hamleyle bir tür ön alma hamlesine yönelmişti aslında. Ancak bundan sonraki evrede neler olacağını ve nasıl sonuçlar doğuracağını öngörmek zor. Yarım yüzyılı aşan bir zamandır Ortadoğu'da yaşadığımız temel sorunun İsrail’in güvenliği değil yayılmacılığı sorunu olduğunu düşünenler epey fazlaydı. Ancak bölgede yaklaşmakta olan yeni fırtına ve “asıl deprem” bir İsrail yayılmacılığından ziyade, onu da aşan şekilde, bölgede “birden fazla İsrail” görebileceğimiz bir sonuç üretirse çok da şaşırmamak gerekiyor.
2014 Irak’ına benzer durum
Bundan 3 ay önce, Cevlani’ye bağlı HTŞ güçleri ile Ankara’ya yakın Suriye Milli Ordusu’na bağlı birlikler neredeyse doğru dürüst bir çatışmayla karşılaşmadan Halep’ten Humus’a, Şam’a, hatta Menbiç’e ilerlemiş, Beşar Esad’ın da ülkeyi terk etmesinin akabinde ülke yönetimini ele geçirmişlerdi. Onlar hükümet oldular, kendilerini devletin tepesine yerleştirdiler ama ele geçirdikleri topraklar üzerinde tam bir “iktidar” kurabildiklerini söylemek zor. Şimdi o lacileri çektikten sonra yeniden katliamlarla anılır hale geldiklerini görüyoruz. Bu anlamda Suriye’deki durum bize biraz Irak’ta 2014 yılındaki durumu ve IŞİD’in pozisyonunu anımsatıyor.
Suriye’nin kıyı bölgelerindeki Alevi köy ve kasabalarında perşembe gününden bu yana HTŞ öncülüğündeki grupların inanılmaz katliamlarına tanık olunuyor. Tartus, Ceble, Lazkiye ve Hama bölgelerinde süren çatışmalarda İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin (SOHR) son raporlarına göre katliamlarda yaşamını yitiren sivil sayısı 745’i aştı. Yine SOHR’a göre söz konusu sivillerin yanı sıra 273 de İçişleri Bakanlığı ve ordu personeli Alevi yurttaş katliamlarda yaşamını yitirdi.
Kaçmaya çalışan sivillerin, kadın ve çocuklar da dahil olmak üzere hedef gözetilerek vurulduğu, Lazkiye’deki hastanelerin dahi HTŞ güçleri tarafından hedef alındığı bildiriliyor. Sivillere yönelik katliamların en kısa sürede sona ermesi ve sorumluların adalet önünde hesap vermesi tabii ki en büyük dileğimiz. Ama, bunu Suriye’de toplumun tüm kesimlerini kucaklayacak bir çabaya yönelmek yerine heybesinden zaten zor çıkardığı hoşgörüyü sadece İsrail’e karşı gösteren ve kullanışlılığının son perdesinde ya kendisinin ya da bildiğimiz Suriye’nin sonunu hazırlayabileceğini öngöremeyen HTŞ’den beklemek sanırım yanlış olacak.
/././
Ukrayna’nın madenleri sahiden nadir ve değerli mi?-Eray Özer-
Ukrayna’nın ABD’yle anlaşmasını dört gözle bekleyen Batı medyası ülkedeki maden yataklarının değerini anlatmakla bitiremiyor. Lakin kazın ayağının öyle olmadığını söyleyenler de var. Yataklar ticari açıdan çıkarılmaya değer özellikte mi? Bir madenin kuruluşu 20 yıl sürebiliyorken ABD açısından bu anlaşma mantıklı mı? Sovyet döneminden kalma raporlarla belirlenen rezervler gerçeği yansıtmıyor olabilir mi?
Bazı şeylerden bahsederken aslında tam olarak neyi kastettiğimizi bilmediğimiz, bazı kavramları tamamen ezberden cümlelerimize dahil ettiğimiz anlar oluyor.
Ukrayna ile ABD arasında imzalanması için yoğun çaba sarfedilen “maden anlaşması” da böyle bir konu.
Ukrayna’nın nadir dünya elementleri açısından çok zengin olduğuna, yeraltı kaynaklarının Trump’ın dişlerini kamaştırdığına dair bir şeyler okuduk, hala da okuyoruz.
Lakin gerçekten böyle mi?
Nadir dünya elementleri derken kastedilen nedir?
Bunlar sanki hepimiz biliyormuşçasına cümle içinde kullanılıyor ama aslında ne denmek istendiğini hiçbirimiz anlamıyoruz.
Bu yüzden gelin bu kavramların içini biraz açalım.
Nadir dünya elementleri mi, kritik mineraller mi?
Bir kere her şeyden önce bu tartışmada cümle içinde sıkça kullanılan ve genellikle birbirine karıştırılan iki kavram var:
Nadir dünya elementleri (rare earth materials) ve kritik mineraller (critical minerals).
Birincisi, yani nadir dünya elementleri olarak bilinenler aslında lisede kimya derslerinden hatırladığımız elementlerden 17 tanesine verilen isim.
Kafanızı karıştırmamak için hepsini sıralamıyorum ama bu madenler gerçekten de doğada çok az bulunuyorlar, çeşitli özellikleri nedeniyle de ileri teknolojilerde kullanılıyorlar.
Peki, Ukrayna’da bu elementlerden var mı?
Evet, olduğu söyleniyor. Lantan (lanthanum) ve seryum (cerium) ikilisinin Ukrayna’da bulunduğu iddia ediliyor.
İddia diyorum, zira Ukrayna Maden Bakanlığı var olduğunu söylese de birazdan değineceğim üzere Ukrayna’nın rezervleriyle ilgili şüpheci yaklaşımlar da var.
Kritik mineraller ise aslında stoklarının sürekliliği büyük önem arz eden, kesintiye uğraması durumunda dünya ticari zincirinin sekteye uğrayacağı çeşitli sayıda madeni temsil ediyor.
Avrupa Birliği’nin belirlediği 34 maden “kritik” sayılıyor. Grafit, lityum, titanyum, zirkonyum bunlardan başlıcaları.
Yine Ukrayna’nın bu 34 kritik mineralden 22’sine sahip olduğu söyleniyor.
Özellikle titanyum ve lityum yatakları çok büyük.
Beş yüz bin tonla Avrupa’nın en büyük lityum yataklarının Ukrayna’da olduğu ifade ediliyor.
Keza titanyumda da global üretimin yüzde 7’si bu ülkeden karşılanıyor.
Tüm bu madenlerin değeri ne kadar?
Biliyoruz ki, Trump Ukrayna’nın madenlerini istiyor.
Bunu da yaptıkları askeri ve insani yardımlar karşılığında talep ediyor.
Bu yardımların toplamı ne kadar, henüz orada bile bir mutabakat sağlanmış değil.
Bir gün çıkıp “500 milyar dolar harcadık” diyor. Bir başka gün rakamı 350 milyar dolara çekiyor.
Ukrayna kaynaklarına göre ABD’den gelen para 118 milyar dolar civarında. Amerikan Savunma Bakanlığı’na göre ise bu rakam 183 milyar dolar seviyesinde.
Lakin Trump’ın diline dolanan 350 milyar dolar nereden çıktı, bilen yok!
Peki, Ukrayna’nın toplam rezervlerinin değeri ne?
Öyle ya, ABD harcadığı parayı buradan alacak, Ukrayna’nın yeniden inşası için de bir fon kurulacak ve paranın yarısı buraya yatırılıp -muhtemelen- o para da “inşaat yapıyoruz” filan denilerek dolaylı yoldan yine ihaleleri alacak Amerikan firmalarının cebine girecek…
Rezervlerin değeri konusunda birden fazla iddia mevcut.
Fakat mesela Washington Post’un 2022 yılında yaptığı bir araştırmaya göre kritik maden ve nadir elementlerin yanına doğalgaz, petrol ve kömürü de eklersek Ukrayna’nın yeraltı zenginlikleri toplamda 26 trilyon dolar gibi devasa bir devasa bir değere ulaşıyor.
Forbes Ukrayna’nın bir başka değerlemesine göre bu rakam 14,8 trilyon dolar.
Rusya’nın işgal ettiği bölgelerde kalan yataklar ne olacak?
İşte bu kritik bir soru.
Zira Rusya, Ukrayna’nın doğusunda geniş bir alanı işgal etmiş durumda ve buralardan çıkmaya hiç de niyetli görünmüyor.
Üstelik işin Ukrayna açısından kötü kısmı da şu ki; yukarıda sözünü ettiğimiz kritik minerallerin ciddi bir kısmı işgal altındaki topraklarda bulunuyor.
Tam olarak yüzde 40’ı, yani neredeyse yarıya yakın rezerv bugün Rusya kontrolündeki Donbas ve çevresinde yer alıyor.
Dolayısıyla Rusya buradan çıkmayı kabul etmezse rezervlerin yüzde 40’ı Ruslarda kalmış olacak.
Bu madenler çıkarılmaya hazır mı?
Rezerv ile kaynak arasında da bir terminoloji ayrımı var.
Biz sıklıkla rezerv diyoruz ama aslında rezerv çıkarılmaya hazır, etüdü yapılmış alanları tarif etmek için kullanılıyor.
Kaynak ise potansiyel olarak yerin altında olduğunu bildiğimiz madenleri ifade ediyor.
Ukrayna’da öncelikle sözü edilen değerlemelerin kaynaklar, yani henüz etüt edilmemiş bölgelerin de hesaba katılmasıyla yapıldığını akılda tutalım.
Bunun dışında ülkede aktif olan madenlerde ciddi bir teknoloji sorunu olduğu söyleniyor.
Sovyet döneminden kalma eski teknolojilerle madenciliğin devam ettirildiği, bu nedenle bugün çoğu madenin kârlı bir yapıda olmadığı biliniyor.
Örneğin uranyum… Uranyum açısından da geniş bir kaynağa sahip olan Ukrayna, kullanılan teknoloji nedeniyle zarar etmesinden dolayı uranyumunu savaşa kadar Rusya’dan sağlıyordu.
Madenlerin eski olması dışında tüm bu maden tartışmasına getirilen bir başka eleştiri daha var: Kaynakların belirlenmesinde kullanılan raporların Sovyetler döneminde hazırlanan elli yıllık raporlar olduğu söyleniyor.
Mesela konuyla ilgili görüşlerine başvurulan Amerikalı profesör Laura Lewis yakın zamanda verdiği bir mülakatta Ukrayna’nın nadir dünya elementlerine sahip olduğuna dair güvenilir bir kanıt olmadığını dile getirdi.
Lewis’in bu iddialarını destekleyen bir başka açıklama da Ukrayna Jeolojik Araştırmalar Enstitüsü eski direktöründen geldi. Direktör Roman Opimakh, eldeki verilerin 1960 ve 1980’lerden kalma olduğunu, modern bir değerlendirme yapılmadığını, üstelik bu konuda konuşmanın da yasak olduğunu bir basın kuruluşuna gönderdiği e-postada teyit etti.
Bir diğer mesele de zaman: Trump her şeyi hızlı yapmaya, detaylandırmadan adım atmaya bayılan bir politikacı modeli.
Oysa bir maden kurmanın ortalama süresi 18 yıl olarak saptanmış durumda. Çıkarma ve ayrıştırma tesisleriyle birlikte maliyet 500 milyon dolar ile 1 milyar dolar arasında değişiyor.
Yani ABD bugün anlaşmayı yapsa meyvelerini yirmi yıl sonra toplayacak.
Trump’ın bundan haberi var mı, bilmiyorum.
O kadar çok acayiplik yaşanıyor ki, birileri Trump’a “Başkan biz yirmi yıl sonrası için yapıyoruz bu anlaşmayı” demekten imtina etmiş olabilir.
Öğrenince delirip hırsını çevresindekilerden çıkarmaya kalkabilir.
“Yirmi yıl sonra gelecek milyar dolarları ben ne yapayım” diye Rusya’yla el ele verip Ukrayna’dan Batı’ya doğru her yere Allah ne verdiyse girişebilir.
Gülmeyin. Olabilir yani…
Her şey olabilir.
İyi haftalar. /././
İsmail Kılıçarslan’a yanıt: Bu dağların karı erimez!-Candan Yıldız-
Kılıçarslan bir inanç grubunu Esad’la özdeşleştirmemesi gerektiğini bildiği halde bundan geri durmuyor.
Bu kadar nefretin kökeninde ne olsa gerek?
Ankara’dan İstanbul’a ‘entelektüel’ ortamlarla tanışmak için gelirken, hayata dair derdin damıtılmış hali şiire gönül verirken, Alevilere nefreti nerede, ne zaman büyüttü acaba?
Mürekkep yalamış muhafazakarların, Hıristiyan olsa bile yüz çeviremeyeceği Filistinli Edward Said’in ‘entelektüel’ tanımıyla hiç mi organik ilişki kurmadı acaba?
Nasıl bir nefret ki, kendini ifade etmenin gücünü kelimelerden alan bir kalem, küfretmeyi tercih ediyor… Üstelik türcülük yaparak.
“Şebbiha köpekler!”
Şaşırtıcı değil. Zira aynı kaleme göre ‘dört ayaklı köpekleri’ savunmakla ‘Şebbiha köpekleri’ savunmak aynı ‘fıtrat’.
Ez cümle bütün ‘köpekler’ onun deyimiyle ‘telef’ edilmeli!
‘Telef’ edenin kibrine tutulmuş olacak ki, adaletin kılıcını insandışı olarak gördüklerinde biliyor.
‘Ezilenlerin tarafındayım’ dediğini de duydum bir programda, sınıf bilinci de Ankara’da bir gecekondu mahallesi kökenli.
Ancak sınıf bilinci bir mahalleye sıkışmış olacak ki gösterdiği tepkilerin muhatabı hep faili meçhul!
Soyut failleri yakalarken somut failleri ıskalama kurnazlığı değil mi bu.
‘Davası’ var İsmail Kılıçarslan’ın…
Özellikle de Arap Alevilerle. Ama o Nusayri demeyi tercih ediyor nedense…
Bir inanç grubunu Esad’la özdeşleştirmemesi gerektiğini bildiği halde bundan geri durmuyor.
İktidar meselesine kafa yormuş biri olarak iktidarın mezhebi, etnik kimliği olmadığını bildiği halde Arap Alevilerini hedef gösteriyor.
Ahmet Şara (Colani’nin) akrabası Faruk Şara’nın Esad’ın sağ kolu olduğunu, Sünni olduğunu bilmiyor olamaz.
‘Sosyolojiye’ bu kadar önem atfederken, Anadolu çocuklarında olduğu gibi yoksul Arap Alevi çocuklarının güvenceli iş olarak askerliği seçmiş olabileceğini nedense sosyolojinin konusu görmüyor!
Bu toptancılık, kolaycılık, şairliğin inceliğinden neden nasibini almaz?
Çünkü bir inanç grubunu insandışı görmenin izi bu… Kazımaya gerek duyulmayacak kadar yüzeyde, sığ, derinde değil.
Gücün kibri tam da bu olsa gerek… Alevilerin öldürülmediğinden çok emin; SOHR’a rağmen, görüntülere rağmen, tanıklıklara rağmen…
Delil değildir onlar, olsa olsa kara propaganda!
Gelen tepkiler üzerine “Asla kastetmediğim halde çarpıtılarak verilen sözlerimden incinen Alevi ve Nusayri kardeşlerimden helallik isterim” dese de şu sözleri tarihe not olarak yazıldı: Suriye’de emperyalistlerin köpekliğini yapan, yapmaya da devam eden Nusayriler…
Bir zamanlar Ülke TV’de konuk aldığı Sırrı Süreyya Önder, Mahsuni Şerif’in ‘Dom dom kurşunu’ türküsünü Maraş Katliamı için yazdığını söylerken, belli ki hep seçilmiş ‘ezilenleri’ dinlemiş İsmail Kılıçarslan…
Hafızaları diriltmek de iyidir, Kılıçarslan derdini divana kalmadan açık etmiş.
Olsun bu dağların karı erimez!
/././
Z neslinin mutlu çalışanları ile balayı tamamen bitti mi?-Füsun Sarp Nebil-
ABD’de Google ile başlayan ve sonra tüm dünyaya da yayılan bir moda, çalışanların mutluluğuna ve rahatına yönelik çeşitli olanaklar, ofislerde rengarenk yastıklar, şirketin yönetimine doğrudan katılma fırsatı ve hatta eleştirel yaklaşım olanakları vs ile tanımlanan “Z nesli” insan kaynakları yöntemleriydi.
Teknoloji dalgasının kabardığı dönemde, Silikon Vadisi’nin çok genç olan girişimcileri, fazla maaş ödeyemedikleri genç çalışanlarına bu hakları vermek zorundaydılar ve adeta bir şirket demokrasi cenneti dönemi yaşandı. Çalışanlar mutlu, şirketlerin kararlarına katılıyor, çalışma düzenlerini kendileri belirleyebiliyor, maaşlarının bir kısmını hisse gibi alabiliyor filan…
Bu giderek "Z nesli şunu ister, bunu ister" efsanesine de dönüştü. Ama durum 2010'lardan itibaren tersine döndü.
2020’den beri teknoloji şirketlerinde iş ortamı zorlaştı
Şirketler büyüdükçe, durumu çalışan katılımıyla-mutluluğuyla yönetmek zorlaştı. Artık kocaman hale gelen teknoloji şirketlerinin manevra kabiliyetleri sınırlandı. Çalışanları dinlemek, mutlu etmek, birlikte hareket etmek filan söz konusu olmamaya başladı..2010’lardan itibaren, “mutlu insan kaynakları” stratejisi dalga dalga geriledi, geriledi ve 2020'lerdeki salgının arkasından 2022'lerde adeta bir işten çıkarma cehennemi başladı. Her ay, teknoloji şirketlerinden atılan çalışanların sayıları yayınlanmaya başlandı. Arkasından gelen yapay zeka gelişmeleri ile birlikte bu sayılar katlanmaya başladı. Dolayısıyla teknoloji çalışanlarının muhalefet yapmaya, talepte bulunmaya hali kalmamış gözüküyor. ABD’de Trump’ın yeniden seçilmesiyle birlikte "mutlu çalışan döneminin" sona erdiğinin tasdiklendiği anlaşılıyor. En azından Financial Times makalesi bunu şöyle ifade ediyor; “Meta (Facebook), Apple, Google ve Amazon'daki sol görüşlü çalışanlar, şirketlerinin CEO'larının Donald Trump'ın görev devir alma törenine katılımına dair konuşmadılar bile.”
Z nesli olarak 2000'den hemen hemen 2020'lere kadar birçok şeyi eleştiren, Meta (Facebook), Apple, Google ve Amazon'daki (Financial Times tanımıyla sol görüşlü) çalışanların, şirketlerinin CEO'larının Donald Trump'ın görev teslim alma törenine katılımına dair seslerini çıkaramadıklarına dikkat çekiliyor. Oysa Pentagon'a, Amerikan ordusuna, İsrail'e ya da savaşla ilgili yazılım, ürün satışlarına karşı çıkıyorlardı. Ama şimdi durumun hassas olduğu görülüyor. Eleştiri yapanlar, mesela Google tarafından işten atılıyor bile. Dolayısıyla Z nesli ya da sol görüşlü olarak adlandırılan Amerikalı Big tech çalışanları artık iş dünyası dinamikleri, ekonomik koşullar ve siyasi pragmatizmle bağlantılı faktörlerin bir kombinasyonu nedeniyle susuyorlar, konuşamıyorlar.
Çalışanlar, liderliği eleştirirmeleri durumunda, terfilerinin durması, projelerden geri çekilmeleri veya işten çıkarılmaları gibi bir sonuçla karşılaşabileceklerinden endişe ediyorlar. Ama zaten teknoloji şirketleri, ilerici itibarlarına rağmen, 2015’lerden bu yana muhalefeti bastırma geçmişlerine sahip (örneğin, Google'ın 2019'da dünyanın en önemli yapay zekâ uzmanlarından biri olan Margareth Mitchell'i eleştiri yaptığı için işten çıkarması).
Tim Cook (Apple) ve Jeff Bezos (Amazon) gibi CEO'lar bu konuda hayli sert. Kararlarına alenen itiraz etmek, kariyeri sınırlayıcı olarak düşünülüyor. ABD’de, teknoloji çalışanları cezalandırmaya karşı resmi korumalardan yoksun. Toplu pazarlık gücü olmadan, bireysel aktivizm daha riskli hissediliyor. Şirketler genellikle işyerinde siyasi söylemi "yıkıcı" olarak değerlendiriyor. Çalışanların endişelerini güvenli bir şekilde dile getirmek için kanalları sınırlı.
Neden eleştirmediler?
Amerika'daki birçok teknoloji firmasında, artık "liderliğe sadakat kültürü" geliştirilmiş durumda. Çalışanların, algılanan şirket değerleriyle uyumlu olmak veya iç çatışmalardan kaçınmak için kendi kendilerini sansürledikleri anlaşılıyor. Teknoloji iş gücü artık ilerici değil. Çalışanlar, artan kutuplaşma ortasında, işyerinde uyumu sağlamak için siyasi tartışmalardan kaçınabiliyor. Ayrıca CEO'larının siyasi angajmanlarını açıkça eleştirdikleri takdirde Trump yanlısı gruplar tarafından kamuoyunda taciz edilmekten veya doxxing'den korkmuş olabilirler.
Amerikalı teknoloji şirketleri, yönetim ile olumlu politikalar (örneğin, vergi indirimleri, antitröst müsamahaları) üzerine lobi yapmak için etkileşime giriyorlar. Çalışanlar, Trump'ın politikalarına kişisel olarak katılmasalar bile, CEO-hükümet etkileşimlerini işletmenin hayatta kalması için gerekli olduğunu istemeyerek de olsa rıza gösteriyor.
Özetle, sol eğilimli teknoloji çalışanlarının sessizliği, pragmatik bir hesaplamayı yansıtıyor: iş güvenliğini önceliklendirmek ve kurumsal hiyerarşilere uymak, muhalefet yapmaktan daha ağır bastı. Teknolojik iş piyasası , sektöre özgü kaygılar (örneğin, düzenleyici tehditler, otomasyon) ve kurumsal güç yapıları ihtiyatı teşvik etti. Bu dinamik, liderlik kararlarının nadiren açıkça sorgulandığı bir sektörde bireysel politik değerler ile profesyonel hayatta kalma arasındaki dengeyi sağlamak olarak değerlendiriliyor.
/././
Dünya Kadınlar Günü'nde kadınların durumu -Mustafa Durmuş-
Kadınların resmi istihdamda bu denli düşük yer almalarının kültürel, sosyal ve siyasal nedenleri var. “Kadının yeri evidir”, “kadının en önemli işi çocuklarını büyütmektir” veya “en az üç çocuk yapmak gerekir” biçimindeki dinsel ya da eril- geleneksel bakış ve ataerkil politik söylemler bu konuda oldukça etkili.
En az 134 yıllık bir geçmişi olan “8 Mart Dünya Kadınlar Günü”, kadınların eşitlik ve özgürleşme mücadelesinin küresel çapta anıldığı bir gün. Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama ve kadınlara yönelik şiddet ve istismarın önlenmesi gibi konulara odaklanan bu gün 20. Yüzyılın başlarında Avrupa ve Kuzey Amerika’daki işçi hareketlerinden esinlenilerek ortaya atıldı ve günümüze kadar düzenli olarak dünyanın hemen her yerinde kadın hareketleri ve örgütlerince eylemlerle ve diğer etkinliklerle bir “mücadele günü” olarak kutlanıyor.
Tarihçesi
İlk kadın eylemlerinin Amerika Sosyalist Partisi tarafından 28 Şubat 1909’da New York'ta düzenlendiği biliniyor. Bu eylemlerin ardından komünist eylemci ve politikacı Clara Zetkin, 1911 yılında Kopenhag'da düzenlenen Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda 8 Mart’ın “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmasını önerdi ve bu öneri kabul edildi. Bu kararın ardından Dünya Kadınlar Günü ilk kez 19 Mart’ta Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre'de kutlandı. Bir milyondan fazla kadın ve erkek Dünya Kadınlar Günü mitinglerine katılarak kadınların “çalışma, oy kullanma, eğitim alma, kamu görevlerinde bulunma ve ayrımcılığa son verme” hakları için kampanya yürüttü. Bundan sadece 1 hafta sonra, 25 Mart 1911’de New York'ta bir tekstil fabrikasında meydana gelen trajik bir yangın çoğu İtalyan ve Musevi göçmen olan 140’tan fazla emekçi kadının hayatına mal olunca, bu feci olay dikkatlerin çalışma koşullarına ve çalışma mevzuatına çekilmesine neden oldu. (1)
Daha sonra, 1922 yılında Lenin 1917 Sovyet Devriminde kadınların rolünü onurlandırmak için 8 Mart'ı Dünya Kadınlar Günü olarak ilan etti ve böylece bu tarih sosyalist hareketler ve komünist ülkeler tarafından kutlanmaya başlandı.
BM’nin gecikmeli kararı
Dünya Kadınlar Günü Birleşmiş Milletler (BM) tarafından ilk kez 1975 yılında kutlandı. Ardından Aralık 1977'de Genel Kurul, üye devletler tarafından kendi tarihi ve ulusal geleneklerine uygun olarak yılın herhangi bir gününde kutlanmak üzere Birleşmiş Milletler Kadın Hakları ve Uluslararası Barış Günü ilan eden bir kararı kabul etti.
Haklar mücadelelerle alındı
Ancak kadınların bugün sahip olduğu hakların kendilerine lütuf olarak verilmediğinin altını çizmek gerekir. Oy kullanma hakkından ücretli çalışma hakkına, eşit işe ücretten ve şiddete karşı korunmadan genel özgürlüklere kadar zor kazanılan her hak, bazılarımızın hatırlayamayacağı kadar eski zamanlardan beri feministlerin ve diğer kadın hakları savunucularının verdiği mücadeleler sonucunda elde edildi.
Kat edilen mesafe yeterli mi?
Aradan geçen 50 yıla rağmen kadınlar açısından pek fazla şeyin değiştiğini ileri sürebilmek zor. BM raporlarına göre, Kayda değer başarılara rağmen, bugün dünya genelinde milyonlarca ergenlik çağındaki kız çocuğu hala okula gitmiyor, gelecek için yeterli donanıma sahip değil, sağlık hizmetlerine erişemiyor ve çocuk yaşta evlilik, kadın sünneti, şiddet ve istismar gibi zararlı uygulamaların riski altında yaşıyor.
Erkek egemen bir dünya!
Öyle ki küresel olarak bugün (2); 122 milyon kız çocuğu okula gitmiyor ya da gidemiyor; 15-19 yaş arası ergenlik çağındaki kızların eğitimde, istihdamda veya öğretimde olmama olasılığı erkek akranlarına göre çok daha yüksek (eğitim, istihdam veya öğretimde olmayan 15-24 yaş arası ergen kızların ve genç kadınların oranı 2005 yılından bu yana ergen erkeklerin ve genç erkeklerin oranının iki katından fazla).
Son 25 yılda ulusal parlamentolarda kadınların sahip olduğu sandalye oranı istikrarlı bir artış göstererek 1997'de yaklaşık yüzde 12 iken 2022'de yüzde 27'ye yükseldi. Yine de yüksek gelirli ülkelerde bile, kadınlar parlamentoların sadece yüzde 30’undan biraz fazlasını oluşturabiliyor. Düşük orta gelirli ülkelerde her 5 parlamento koltuğundan 4’ü erkekler tarafından işgal ediliyor. (3) Türkiye’deki kadın milletvekili oranı yüzde 20’nin altında. Yani TBMM’nin yüzde 80’i erkek milletvekillerinden oluşuyor. (4)
Çocuk yaşta evlilikler ve kadına şiddet sürüyor
Her 10 ergen kız ve genç kadından neredeyse 4’ü ortaokulu bitiremiyor; 1,5 milyon kız lise dışında kaldı; çocuk yaşta evliliklerin yaygınlığı son 25 yılda azalsa da milyonlarca kız çocuğu (yaklaşık her 5 kişiden 1'i) çocuk yaşta evlendirilmeye devam ediyor; 15-19 yaş arası evlenmiş ya da birlikte yaşamış ergen kızların yaklaşık 4’te 1’i yaşamları boyunca yakın partner şiddetine maruz kalıyor; 15-19 yaş arası ergen kız ve erkeklerin üçte birinden fazlası, “kocanın belirli koşullar altında karısını dövmekte haklı olduğunu” düşünüyor. (5)
10-19 yaş arası düşük kilolu ergen kızların oranı son 30 yılda sadece biraz düşerek yüzde 10’dan yüzde 8’e gerilese de, özellikle yoksul ülkelerde, ergenlik çağındaki kız çocuklarının sağlığı ve beslenmesine yönelik zorluklar yaygınlığını koruyor; 2025 yılında, 15-19 yaş arası yaklaşık 12 milyon ergen kız çocuğunun doğum yapması bekleniyor; milyonlarca ergen kız adet dönemlerinde okul, iş veya boş zamanlarını kaçırıyor; 60 milyondan fazla kadın ve kız çocuğu çatışma, şiddet ve insan hakları ihlallerinden kaçtıktan sonra zorla evlerinden edildi veya vatansız olarak sınıflandırıldı. Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi 2030’a sadece 5 yıl kalmışken, verileri olan hiçbir ülke ergenlik çağındaki kız çocuklarının refahı için hayati önem taşıyan 16 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefinin yarısına bile ulaşamadı. (6)
Çoklu krizler kadına zarar veriyor
On yıllardır süren mücadelelere rağmen, ekonomik krizler, iklim krizi, savaşlar, artan çatışmalar ve artan otoriterlik toplumsal cinsiyet eşitliğine zarar veriyor. BM Kadın Birimi, son 10 yılda çatışmalara doğrudan maruz kalan kadın ve kız çocuklarının sayısının yüzde 50 oranında arttığını ve kadın hakları savunucularının her gün taciz, kişisel saldırı ve hatta ölümle karşı karşıya kaldığını belirtiyor. (7)
Azgelişmiş ülkelerde kadınların işgücüne katılımı çok düşük
Kadınlar her zaman kayıtlı ekonomide çalıştılar. Özellikle de kapitalist ekonomilerin büyümesi ve gelişmesine paralel olarak işgücüne katılımları arttı. 1980 öncesinde kadınların (çocuklu eşlerin) yüzde 40’ı çalışırken bugün bu oran gelişkin ekonomilerde yüzde 70 civarında.
Dünya Bankası’na göre, dünyanın bazı ülkelerinde kadınların iş gücüne katılım oranları (2023 yılı) aşağıdaki haritadaki gibi bir görünüm sergiliyor.
(Kaynak: https://genderdata.worldbank.org/en/indicator/sl-tlf-acti-zs, 8 Mart 2025)
(https://documents1.worldbank.org/curated/en/099013107142345483/pdf/SECBOS04cf7b650208a5e08b784c0db6a4.pdf)
İsveç: %63,4; Kazakistan: %63,2; Avustralya: %61,5; Kanada: %61,1; Çin: %60,5; ABD: %56,5; Almanya: %56,4; Rusya Federasyonu: %54,5; Brezilya: %53,1; Güney Afrika: %52,4: Bangladeş: %37,0; Türkiye: %35,3; Suudi Arabistan: %34,5; Libya: %34,8; Hindistan: %32,7; Sudan: %27,9; Tunus: %26,9; Moritanya: %26,8; Pakistan: %24,5; Somali: %21,2; Fas: %19,8; Cezayir: %16,8; Mısır: %16,5; İran: %14,4; Suriye: %14,1; Irak: %11,4; Afganistan: %4,8. (8)
Haritadan da görülebileceği gibi, (bazı Afrika ülkelerinin özel durumları hariç), azgelişmiş ekonomilerde ve daha baskıcı-otoriter rejimlerde kadınların işgücüne katılım oranları ortalamanın çok altında seyrediyor.
Türkiye’de her 3 kadından 1’i işgücüne katılıyor!
Türkiye’deki kadınların işgücüne katılım oranı da benzer bir gelişim izliyor. Öyle ki Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustralya ortalamasının yüzde 59’u kadar (neredeyse yarı yarıya).
TÜİK’e göre (9) işgücüne katılım oranı 2025 Ocak ayında kadınlarda yüzde 36,7 ve erkeklerde yüzde 71,0 oldu. Bu yüzden de Türkiye’de kadınların istihdam oranı (yüzde 32,2), erkeklerinkinin (yüzde 66,9) yarısından az. Kısaca kayıt dışı çalışanları dışarıda tutarsak, kadınların yaklaşık üçte ikisi ekmek parası için dahi dışarı çıkmıyor ya da çıkamıyor.
Bir başka deyimle, çalışmak isteyeni az olanın ya da çalışmak istese de çalışmak için işgücü piyasasına katılamayan kadınların işsizliği de olması gerekenden az çıkıyor.
Kadın işsiz sayısı gerçekte çok daha yüksek
Bu durumu işsiz sayılarına bakarak da ortaya koymak mümkün. Çünkü kadınların işgücüne katılım oranının çok düşük olması kadın işsiz sayısını olduğundan daha düşük gösteriyor. Yani Ocak 2025 için gerçek kadın işsiz sayısı da TÜİK’in verdiği rakam olan 1 milyon 488 binin çok üzerinde. Zira TÜİK Bülteninde işgücüne dahil edilmeyen kadın sayısı 21 milyon 146 bin olarak belirtiliyor. (10)
Oran olarak, Genel İşsizlik Oranı (manşet işsizlik) yüzde 8,4 iken, bu oran erkeklerde yüzde 6,5 ve kadınlarda yüzde 12,1. Yani genel olarak kadın işsiz sayısı erkek işsiz sayısının iki katı civarında. 15-24 yaş arası genç kadınlardaki işsizlik oranı (yüzde 22,7) erkeklerdekinin (yüzde 10,6) iki katından fazla.
Ayrıca ev işleri, evdeki yaşlıların ve hastaların bakımı da kamu tarafından üstlenilmediğinde, bu işler kadının yapması gereken işler olarak görülüyor. Keza küçük çocuklu anneler için çocuklarını bırakabilecekleri kreşler gibi yerlerin de yeterince olmaması ya da çok pahalı olması kadını eve mahkûm ediyor.
Kadınlar daha uzun süreli ama daha ucuza çalışıyor!
Çalışan kadınlarla ilgili bir başka gerçek daha var: Dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de kadınlar erkeklerden çok daha uzun süreler çalışıyor ama örneğin ev işi yaparken bu çalışmalarının karşılığında kendilerine herhangi bir ücret ödenmiyor. Dünyadaki ödenmemiş kadın emeğinin tutarının yılda 1 trilyon doları aştığı ileri sürülüyor.
OECD ülkelerine ait en son verilere göre, kadınlar günde ortalama 481 dakika çalışıyor yani erkeklerin çalıştığı ortalama 454 dakikadan yüzde 6 daha fazla çalışıyor. Kadınların çalışma sürelerinin 217,7 dakikası ücretli buna karşılık 263,4 dakikası ücretsiz. Yani kadınlar yaptıkları işlerin yarısından fazlası için ücret almıyor. Bu süre ağırlıklı olarak evde bakım sorumlulukları, ev işleri ve gönüllü toplum çalışmalarından oluşuyor.
Ailelere ve topluma büyük değer katmakla birlikte, bu tür işleri yapan kadın emeğinin değerinin görülmemesi, yani bunun karşılığının ücret biçiminde ödenmemesi, kadınların yalnızca çalışma hayatları boyunca değil, aynı zamanda emekli olduklarında da erkeklere nazaran emeklilik gelirlerinin düşmesiyle sonuçlanıyor. Öyle ki kadınlar, erkeklerden daha uzun süre çalışmalarına rağmen, emeklilik sisteminden erkeklerden ortalama yüzde 26 daha az gelir elde ediyor.
OECD kadınların gelecekleriyle ilgili endişeyi şöyle ifade ediyor: “Günümüzün genç kadınları emeklilik haklarının daha fazlasını kazanacak olsalar bile, erkeklerle süregelen gelir farkı ve evde bakım, ev işi gibi görevlerin ebeveynler arasında eşitsiz dağılımı yüzünden, emeklilikte cinsiyet eşitsizliği devam edecek. Çünkü mevcut emeklilik sistemleri bu sorunları ele almak ve çözmek için tasarlanmadı. (11)
Sonuç olarak
Kadınların istihdamda yeterince yer almamasına, ülke ekonomisinin yeterince istihdam yaratamaması gibi iktisadi gerekçeler gösterilebilirse de mesele bu kadar basit değil.
Kadınların resmi istihdamda bu denli düşük yer almalarının kültürel, sosyal ve siyasal nedenleri var. “Kadının yeri evidir”, “kadının en önemli işi çocuklarını büyütmektir” veya “en az üç çocuk yapmak gerekir” biçimindeki dinsel ya da eril- geleneksel bakış ve ataerkil politik söylemler bu konuda oldukça etkili.
Bu yüzden de kadınların nitelikli, sağlıklı ve korunaklı ve iyi ücretli işlerde yeterince yer alabilmeleri, son tahlilde, artık çürüme düzeyine gelmiş olan kapitalizmden ve onun üstünden şekillenen kadın karşıtı, baskıcı -otoriter rejimden kurtulmakla ve emekten, barıştan ve doğadan yana, toplumsal cinsiyet eşitlikçi bir sosyal düzen kurmakla mümkün olabilir.
Dip notlar
(1) https://www.internationalwomensday.com/Activity/15586/The-history-of-IWD (8 Mart 2025).
(2) https://data.unicef.org/resources/girl-goals-report (8 Mart 2025).
(3) https://blogs.worldbank.org/en/opendata/international-womens-day-2024-five-insightful-charts-gender-inequality-around-world (8 March 2024).
(4) https://www.businessweek.com.tr/haberler/tbmmde-kadin-vekil-orani-yuzde-20nin-altinda (7 Mart 2025).
(5) https://data.unicef.org/resources/girl-goals-report (8 Mart 2025).
(6) Agm.
(7) https://news.un.org/en/story (March 2025).
(8) https://genderdata.worldbank.org/en/indicator/sl-tlf-acti-zs (8 Mart 2025).
(9) İşgücü İstatistikleri, Ocak 2025, https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Isgucu-Istatistikleri (28 Şubat 2025).
(10) Agb.
(11) https://www.statista.com (8 Mart 2024).
/././
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder