Bir darbe düşü: 9 Mart ’71 -Atilla Özsever-
54 yıl önce bugün, ordu içindeki “Sol Kemalist” bir cuntanın bir darbe girişimi söz konusuydu. Başarısız oldu, ardından 12 Mart 1971 muhtırası geldi. Sevim Kahraman, bu üç günün belgesel romanını yazdı: ‘Avcıların Üç Günü’. Benim de eski bir subay olarak tanıklığım var…
9 Mart 1971, yakın tarihimizde önemli bir gündür. 54 yıl önce bugün, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içindeki “Sol Kemalist” bir cunta, bir darbe girişimi hazırlığına kalkışmıştı. Zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler ile Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur da, bu darbe girişiminin önde gelen kişileriydi.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ve 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün ise, TSK’nın daha sağcı, Amerikancı kesiminin temsilcileriydi. 9 Mart’ta yapılacak darbe girişimi önlendi ve arkasından da 12 Mart 1971’de ordu bir muhtıra vererek Demirel Hükümeti’nin düşmesini sağladı.
12 Mart, giderek TSK’daki Kemalist ve sol eğilimli subayların tasfiye edildiği, devrimci gençlik önderlerinin idam edildiği, katledildiği ve sosyal nitelikli birçok anayasal hakkın askıya alındığı bir darbe sürecine evrildi.
9 Mart öncesinde, “Yön” hareketinin kurucusu, düşünür ve yazar Doğan Avcıoğlu’nun ordu içindeki “Sol Kemalist” cunta ile bağlantısı, bir “ihtilal” hazırlığına girişmesi, ülke içindeki ekonomik zorluklar, Demirel Hükümeti’nin parlamentoda çoğunluğu kaybetmesi, devrimci gençliğin mücadelesi, 15-16 Haziran 1970 olayları sonrasında işçi hareketinin yükselişi, Türkiye’de kaotik bir süreci oluşturuyordu.
İşte yazar Sevim Kahraman, “Avcıların Üç Günü” isimli belgesel romanıyla 9 Mart’tan 12 Mart 1971’e uzanan üç günün kurgusal öyküsünü yazdı. Bu belgesel romanda, tarihsel gerçekler özüne uygun bir biçimde ortaya konuyor. (Sevim Kahraman: “Avcıların Üç Günü, Bir ‘İhtilal’ Düşünün Belgesel Romanı” Destek Yayınları, Mart 2023).
Ben de o süreçte TSK’da görevli bir subaydım. Ordudaki “sol” örgütlenmelerin içinde bulunuyordum. Bir sosyalist subay olarak bir “cunta” toplantısına da katılmışlığım vardı. Oradaki tanıklığımdan da söz edeceğim…
Avcıoğlu’nun 'zinde güçleri'
Sevim Kahraman’ın “Avcıların Üç Günü” isimli belgesel romanın ilk bölümünde, devrimci bir gencin şahsında THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu), THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi ve Partisi) gibi örgütlerin 9 Mart’ta ne yapacakları konu ediliyor.
THKP-C lideri Mahir Çayan ve arkadaşları, “9 Mart darbesini” bir fırsat bilerek “kesintisiz bir devrim stratejisi sürecinin sosyalizme doğru yönlendirilmesinde” etkin olup olamayacağını tartışıyordu.
Sevim Kahraman, bu tartışmanın yanı sıra tarihsel arka planı da söz konusu ederek 1966’da yayın hayatına başlayan “Yön Dergisi”nin işlevini, Doğan Avcıoğlu’nun görüşlerini, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibi diğer sosyalist şahsiyetlerin de yaklaşımlarını ortaya koyuyor.
Yazar, bu süreçte Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının pozisyonuna, MDD (Milli Demokratik Devrim) ve SD (Sosyalist Devrim) tartışmalarına yer veriyor. 1960 sonrası ülkede önemli bir etkinlik sağlayan TİP’in (Türkiye İşçi Partisi) MDD’ye karşı olan tavrı da sergileniyor.
Doğan Avcıoğlu’nun Marksizme yakınlığı ile birlikte ülkenin o günkü koşullarında işçi sınıfının hem nicel, hem nitel yönden yetersizliğini öne sürerek “zinde güçlere”, yani asker-sivil zümreye, daha açık bir ifadeyle orduya önemli bir işlev yüklemesi, yazıları üzerinden de anlatılıyor.
Tağmaç’ın veciz sözü
Kahraman’ın romanında, Genelkurmay’da görevli Tümgeneral Celil Gürkan’ın örgütlülüğünde “Sol Kemalist” cuntanın faaliyetleri, Faruk Gürler ve Muhsin Batur’la ilişkiler, darbe için hazırlıklar, 9 Mart’a giden süreçte etraflıca ve akıcı bir üslupla konu ediliyor.
Kuşkusuz burada “karşı tarafın”, yani Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın konumu, 15-16 Haziran 1970 işçi olayları sonrasındaki veciz sözü de tekrarlanıyor. Tağmaç, “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı” şeklinde bir tespitte bulunmuştu.
Aslında Tağmaç’ın bu sözüyle ordunun Amerikancı kanadının 9 Mart’taki girişimi etkisiz hale getirip esas itibariyle ülkedeki sol uyanışı bastırmak olduğu da daha sonra ortaya çıkacaktı.
Öte yandan “Sol Kemalist” cuntanın Devrim Konseyi ve Bakanlar Kurulu da şekilleniyordu. Devlet Başkanı olarak Orgeneral Faruk Gürler, Başbakan olarak Orgeneral Muhsin Batur, Başbakan Yardımcısı olarak da Tümgeneral Celil Gürkan’ın isimleri geçiyordu.
Cunta toplantısı
Burada Sevim Kahraman’ın romanından kendimin katıldığı bir “cunta toplantısına” geçeceğim. 1967’de Kara Harp Okulu’nu bitirdikten sonra dönemin koşulları bağlamında devrimci, sosyalist bir subay olarak ülke sorunlarına eğilmeye başlamıştım.
İlk görev yerim, Kartal/Maltepe’deki 2. Zırhlı Tugay Komutanlığı’ndaydı. Birlikteki piyade taburunda teğmen rütbesinde havan takım komutanıydım. Tugayda, ordunun üst kademesindeki gelişmeler, cuntasal faaliyetler, pek de gizlisi, saklısı olmadan konuşuluyor, işe gidip gelirken servislerde ve öğle yemeklerinde subaylar arasında tartışılıyordu.
1971’in Şubat’ın sonlarına doğru bizim Tugay mensuplarına böyle bir toplantının yapılacağı duyuruldu. Hatta aleni bir biçimde özellikle genç subayların o gün Fenerbahçe semtinde bir deniz yüzbaşısının evinde yapılacak toplantıya gelmeleri istendi.
Ben de bizim Tugay’da görevli arkadaşım Üsteğmen Yücel Top’la birlikte bir cumartesi öğleden sonra bu eve gittik. Evde çoğu bizim Tugay’da görev yapan genç subaylar olmak üzere 20 dolayında asker kişi bulunuyordu.
Avcıların Üç Günü - İhtilal Düşünün Belgesel Romanı, Sevim Kahraman, Destek Yayınları, 272 sf., 2023.Celil Gürkan grubu
Yücel Top’la bizim esas amacımız, sol cunta ne yapıyor, bir askeri müdahale yakın mı, değil mi? şeklindeki sorulara yanıt bulmak ve bu bilgileri bizim gibi düşünen sosyalist arkadaşlara aktarmaktı. Tanıdığımız kimi havacı arkadaşların da sol kesimdeki sivil devrimcilerle, THKP-C’yle bağlantısı vardı. Edindiğimiz bilgileri bu subay arkadaşlarla da paylaşacaktık.
2. Zırhlı Tugay’da diğer subaylara nazaran bizim daha solda olduğumuz bilinirdi ama bu tür toplantılara katılmamıza da karşı çıkılmazdı. Zaten toplantıya da davetli olduğumuz için gittik.
Fenerbahçe’deki toplantıda, daha sonra 12 Mart 1971 muhtırasının hemen ertesinde emekliye sevk edilecek beş generalden biri olan Tuğgeneral Lütfü Erol da bulunuyordu. Sol cuntanın İstanbul koordinatörü olduğu iddia edilen 66. Mekanize Piyade Tümeni Kurmay Başkanı Kurmay Albay Nedim Arat ile Piyade Okulu’ndan tanıdığımız komutanlar da toplantıya çağrılı olarak gelmişlerdi. Çok daha sonra bu komutanların 9 Martçı olarak bilinen Tümgeneral Celil Gürkan’ın grubuna yakın olduğu ifade edilmişti.
Kooperatif işi
Fenerbahçe’deki toplantı evine girdiğimizde masalarda imar paftaları duruyordu. Cunta toplantısının ev sahibi olan deniz yüzbaşısı, “Arkadaşlar herhangi bir şekilde bir baskın olursa burada kooperatif toplantısı yaptığımızı söyleyelim” demişti.
Üst rütbeli komutanlar, Başbakan Demirel’in memleketi kötü yönettiğini, bu konuda orduya görev düştüğünü belirterek bizim gibi genç subaylara G günü, yani ihtilal günü ne yapacağımızı söyleyeceklerdi. Ben ve Yücel, ordudaki genç subay-yüksek rütbeli subay çelişkisinin yarattığı psikolojik bir duyguyla komutanların karşısında ayak ayak üstüne atıp sorular sormaya başladık.
Hepimizde sivil giysi vardı. Üst rütbeli subaylara “Ordu içinde bir tarafta Gürler-Batur, diğer tarafta ise Tağmaç grubunun yer aldığını, Avcıoğlu’nun Devrim Gazetesi’nin 500 kişilik bir Devrim Konseyi’nden bahsettiğini, ne gibi bir ekonomik programa sahip olduklarını” ifade eden sorular sormaya başladım.
Hem komutanlar, hem de arkadaşlarımız bu sorulardan rahatsız oldular. Piyade Okulu’ndan bizi yakından tanıyan komutanlar, “Atilla, biz sana ekonomik, sosyal ve siyasal görüşlerimizle ilgili dosyayı veririz. Bu kadar soruya gerek yok” diyorlardı.
Dev-Genç ve İmam Hatip
Bu arada toplantıda “Sol Kemalist” cuntanın siyasi hedefini tanımlayacak bir sözü de hiç unutamıyorum. Komutanlardan biri, “İktidara geldiğimizde hem Dev-Genç’i, hem de İmam Hatip okullarını kapatacağız” demişti.
Aslında Türkiye’nin siyasi tarihine baktığımızda benzer gelişmelerin çok önceden de var olduğu dikkati çekiyor. Doğu Anadolu’daki Şeyh Sait isyanı nedeniyle 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun yasasında, şeriatçı yayın organları daha fazla olmakla birlikte sol eğilimli Aydınlık, Orak-Çekiç gibi dergiler de kapatılmıştı.
9 Martçı cuntacılar da, iktidara geldiklerinde hem İslamcı, şeriatçı kesimi, hem de “radikal solu” saf dışı bırakacaklarını ifade ediyorlardı. Demek ki devletin bu anlayışı, tarihsel olarak pek değişmiyordu…
İttihat–Terakki yemini
Deniz yüzbaşısının evindeki toplantı odasına daha sonra küçük bayraklar getirildi. Tabancalarımızı çıkarmamız söylendi. Tabancaları bayrakların yanına koyup yemin edecektik. Tıpkı İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne yeni giren üyelerin yemin töreninde olduğu gibi. Laik subaylar olduğumuz için o törenden sadece Kuran eksikti.
Ben, üst rütbeli subaylara, “Komutanım, biz zaten Harbiye’ye girerken de, mezun olurken de yemin etmiştik. Tekrar etmemize gerek var mı?” diye sormuştum. Komutanlar, yemin etmemiz gerektiğini söylediler.
Yücel’le birbirimize şaşkın bir şekilde bakıştık. Hatta, “Biz sosyalist adamlarız, böyle cunta yemini etmek de nereden çıktı” diye söyleniverdik. Bu yemini edersek, cuntacı olacağımız şeklinde bir duyguya da kapılmıştık. “Yemin ederken ayağımızı mı kaldırsak” diye de espri yaptık.
Neyse yemin diye bir şeyler söylendi ama hemen akabinde yüzbaşıdan aşağı rütbeli olanların toplantı odasını terk edip yandaki odaya geçmeleri istendi. Genç subay arkadaşlarla öteki odaya geçtik. Üst rütbeli subaylar kendi aralarında konuştuktan sonra toplantının bittiğini söylediler. Ve evden ayrıldık.
Ertesi gün kışlaya gittiğimizde diğer subay arkadaşlarımız bize oldukça kızgındı. “Sizin yüzünüzden G günü ne yapacağımıza ilişkin sarı zarfları alamadık” dediler. Yani, darbe günü örneğin Ahmet üsteğmen bölüğü ile Kadıköy Kaymakamlığı’na gidip enterne edecekti, bu emirlerin içinde bulunduğu zarflar bizim toplantıdaki tavrımız yüzünden dağıtılmamıştı. Genç subay arkadaşlarımızın görüşleri bu yöndeydi. Biz de toplantı sonrası karacı ve havacı arkadaşlarımızla bir araya gelip bu toplantıyı değerlendirdik.
9 Mart olayı
Sol Kemalist cuntanın 9 Mart’ta darbe yapacağı söylentileri üzerine devrimci subaylar olarak kendi aramızda düzenlediğimiz toplantıda, bazı havacı arkadaşlarımız o gün Ankara’ya gidip bu darbeyi daha “sola” çekecek eylemlerde bulunmayı öneriyordu.
Örneğin büyük banka şubelerinin, Tuslog gibi Amerikan yardım kuruluşlarının taciz edilmesi gibi öneriler gündeme geldi. Karacı subaylar olarak cuntasal eylemlere fazla bulaşmamak gerekçesiyle bu önerilere karşı çıktık ve 9 Mart günü Ankara’ya gitmeme kararı aldık.
9 Mart 1971’de bir darbe girişimi gerçekleşmedi. Böyle bir darbenin gerçekleşmemesinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler’in son anda kararsız kaldığı ve ürkek bir tutuma girdiği, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur’un da son tahlilde Gürler’le birlikte hareket ettiği ifade edildi.
Daha doğrusu Gürler ve Batur, darbe girişimini tam kontrol edemeyecekleri için Tağmaç’la anlaşıp hem Demirel Hükümeti’nin bir muhtırayla istifa etmesine, hem de radikal subayların tasfiyesine olanak sağladılar.
12 Mart: Yarım darbe
9 Mart girişiminin planlamasında görev alan Celil Gürkan ve Lütfü Erol paşalarla birlikte beş general, bir amiral ve sekiz albay, 12 Mart muhtırası sonrasında 15 Mart 1971 tarihi itibariyle emekliye sevk edildiler.
Sonuçta benim gibi sosyalist subayların da içinde bulunduğu 600 kadar sol, Kemalist eğilimli subay, astsubay ve askeri öğrenci TSK’dan tasfiye edildi.
12 Mart, “yarım bir darbeydi”, çünkü TBMM kapatılmamıştı. Demirel hükümeti istifa etti, yerine partiler üstü Nihat Erim Hükümeti kuruldu. Devrimci gençlik örgütleri ise kapatıldı, bir takım sendikal haklar kısıtlandı, memurlara sendika hakkı yasaklandı, ülkenin tek sol partisi olan Türkiye İşçi Partisi (TİP) kapatılarak yöneticileri tutuklandı.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildi, Mahir Çayan ve 9 arkadaşı Kızıldere’de katledildi. Sol, ilerici aydınlar, sendikacılar, devrimci subaylar, cezaevine kondu.
12 Eylül 1980 müdahalesiyle bu yarım darbe tamamlandı. Meclis ve bütün siyasi partiler kapatıldı. Özellikle emek kesiminin hakları büyük ölçüde budandı, DİSK yöneticileri ağır cezalara çarptırıldı.
12 Eylül askeri yönetiminin hazırladığı 1982 Anayasası ile demokratik hak ve özgürlükler kısıtlanıp emek kesimine yönelik baskılar artarken zorunlu din dersine olanak sağlanarak laiklik ilkesi çiğnendi. Ve böylece siyasal İslamcı hareketin gelişimine zemin hazırlandı…
/././
Türkiye’yi savunmak -Berkay Kemal Önoğlu-
"Gelişmeler gösteriyor ki emperyalizmin iç cephesinde bu yeni sayılabilecek sistem projeksiyonu ağır darbelerle sarsıldığı bir dönemden geçiyor."
Dünyanın adım adım bir dönüm noktasına ilerlediğini görüyoruz. Dengelerin şekillenmesinde büyük rol oynayan çeşitli güçlerin aralarındaki çatışmalar, bulunduğumuz bölgeden son derece şiddetli hissediliyor. Özel bir dönem ve bu özel dönemde siyaseti meşgul eden neredeyse bütün gündemler bu büyük gelişmelerle ilişkili olarak şekilleniyor. Direnç ve uzlaşmayı bu gelişmeler belirliyor. Düzen güçleri buna göre taraflaşıyor. Ve yeni bir yol da ancak bu gelişmeler dikkate alınarak açılabilir.
Türkiye’nin yaşanan gelişmeler karşısında seyirci kaldığı söylenemeyeceği gibi aktif pozisyon alıp yaptığı her hamlenin sonuçlarına hakim bulunduğu da elbette söylenemez. Zaten sürüklenme tam da budur. İktidar içeride konsolide olamadığı gibi dışarıda da attığı adımların yarattığı sonuçlar ve süreç içinde inşa ettiği söylemleri arasındaki çelişkiyi örtememekte ancak çeşitli önemli başlıklarda kendisine angaje etmeyi başardığı düzen muhalefetinin marifetiyle hareket kabiliyetini korumaktadır. Türkiye'de iktidar kavramının iktidar ve muhalefet partileri ile bütüncül bir projeksiyonu ifade ediyor oluşu da bir kez daha açıklıkla gözlemlenebilir hale gelmiştir.
Bir bütünlükten ama aynı zamanda toparlanması güç bir dağınıklıktan söz ediyoruz. Halkın canını okuyan koşullar da, daha büyük felaketlere kapı aralanması anlamına gelen süreçler de devam ediyor. Ancak pürüz çoğunlukla vekâlet savaşları içerisinde kimin vekili olunacağı ya da yeni emperyalist paylaşım döneminde ağzı sulanmış sermaye takımı için verilebilecek hizmetlerin sınırları konusunda ortaya çıkıyor. Yani hem bir kapasite hem de bir ‘beşinci kol’ meselesinden söz ediyoruz.
Klasik uluslararası ilişkiler literatüründe bir bilardo topu metaforu vardır. Buna göre bilardo masası uluslararası alana ve devletler de onun yegane aktörleri olarak renk renk toplara benzetilir. Bilardo topları bütünleşik, homojen, kaskatı ulusal bütünlükleri ifade eder. 1648 Vestfalya düzenini ya da 1815 Avrupa uyumunu açıklamakta büyük bir sorun yok. Fakat 20. ve 21. Yüzyıldaki gelişmeler ana akım liberal uluslararası ilişkiler teorisini yenileme ihtiyacını hissettirmiş olsa gerek. Sınıfları hatırlamışlardır demeyin, tövbe haşa, öyle olmadı. Tabii ki emperyalizm teorisini hesaba almadılar. Çok uluslu şirketleri, AB gibi yeni ulus-ötesi yapılanmaları, küresel STK vb. kuruluşları teoriye dahil ettiler ve böylece bir “Küresel Siyaset” kavramı türettiler. Ulusu aştılar ama sömürüyü derinleştirip şiddetlendiren yeni uluslararası aktörlerle…
Emperyalistlerin kendi dünyalarında özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından “tarihin sonunu” getirdiklerini düşündüklerinde tarif ettikleri oyun alanı işte bu aktörlerle şekillendi. Neleri görüp neleri görmeyeceklerine karar verdiler ama hiçbiri yok olmadı.
Bizim uluslararası siyasete yaklaşımımız elbette tamamiyle ayrı bir yerde duruyor. Ancak gelişmeler gösteriyor ki emperyalizmin iç cephesinde de bu yeni sayılabilecek sistem projeksiyonu ağır darbelerle sarsıldığı bir dönemden geçiyor. AB’nin NATO’nun akıbetleri belirsiz. Finans tekelleri ile teknoloji tekelleri arasında pratikte ortaya çıkan yönelim farklılıkları krizi derinleştiriyor. 2. Dünya Savaşı statükosu sistemin tepesindeki kimi unsurlarca sorgulanır hale geliyor.
Fakat yerine ne konabilir? Kim koyabilir? Böyle bir akıl var mı? Yoksa yeni bir yapılanmanın yol haritasını oluşturacak koşullar önce kılıçların çekilmesiyle mi mümkün olacak?
Daha önemlisi,
Dünya halkları olup bitenleri öylece izleyecek ve dünya tarihinde yumruğunu masaya vurduğu kritik dönüm noktalarını, toplumsal atılım dönemlerini, büyük devrimlerini hiç olmamış gibi görmezden mi gelecek?
Bunun mümkün olmadığını, er ya da geç emeğiyle geçinenlerin sömürücüler karşısındaki savaşta durumu lehlerine çevireceklerini, her şeyi değiştireceklerini biliyoruz. Ve tabii ki bu kitlelerin dünya tarihine merakıyla değil, tarihin kendilerini zorladığı yeni koşullarda ayağa kalkmaları ile mümkün olacak. İllaki de kalkacaklar.
Şimdi Türkiye’de,
Değiştirmek için mücadele ettiğimiz ülkede, ayağımızı bastığımız mücadele zeminine, emeğin haklarına, yurttaşlık kavramına, aydınlanma fikrine, ülkenin bağımsızlığına, cumhuriyete karşı birleşmiş güçlerden söz ediyoruz. İktidarı ve muhalefet ile bütünleşmiş ama dağınık halde Cumhuriyet Devrimi ile savaşıp kendi içlerinde barışma niyetindeler. Ayağımızı bastığımız toprağı tehdit ediyorlar. Her adımlarıyla İsrail ve ABD’ye alan açıyorlar, esastan karşı çıkan yok!
Bu halk memleketin sahipsiz olmadığını onlara gösterecek. Gösterebilir çünkü sanıldığı gibi seçeneksiz değil. Ne onların küresel siyasetinde büyük sömürgenlerin it dalaşında ne de içeride halka karşı birleşip ellerini ovuşturanların pastadan pay alma rekabetinde taraf olacak heyecan var. Bunlardan fayda uman yok.
Şimdi ayağımızı bastığımız toprağı savunmak ve bunun için de hızla dostu düşmanı seçmek zorundayız. Bu iktidardan ve bu muhalefetten kopuş vakti geliyor. Tarih hem kopuşu hem de yeni ileri toplumsal ittifakları zorunlu kılıyor. İzleyici olmayacağız. /././
Bir ufka varırız ki..-Asaf Güven Aksel-
"Geçici yeislerle daralmasın hiç göğsünüz bu topraklarda. Bir ufka varır bakarız ki, kendi adıyla, kendi sesiyle düzeni sarsıyor, gencecik bir Edip…"
üçüncü mevki bekleme salonunda / siyah başörtülü, / çıplak ayaklı bir çocuk yatıyor.
ben dolaşıyorum... / gece ve kar – pencerelerde / bir şarkı söylüyorlar içerde.
bu, giden kardeşimin en sevdiği şarkıydı / en sevdiği şarkı / en sevdiği / en….
bembeyaz karanlıkta parlayan raylar – / uzaklaşılıp kavuşulmamayı hatırlatıyor.
Hâlâ Doğu Ekspresi var mı, aynı güzergâhta yataklı vagonları sarsılır mı, bilmiyorum. Ama vardı ve gerçekten de kar yağıyordu, geceydi. Şarkı denemezdi, besteye uyarlarken değiştirildiği gibi, türküydü, ağıttı bekleme salonunda mırıldanılan. Giden kardeşimin en sevdiği, hep söylediği. Çıktım Kozan’ın dağına… Kucaklaşıldı, zorunlu iskândan dönülemeyeceğini, bir daha kavuşulamayacağını bilmezden gelir gibi, kısa, sert, alelâdeleştirilmiş… Süngü sonra, sıkmak yumruğu yere doğru, raylara dalıp gitmek, gece ve kar ve tıkırtı, biteviye…
Sonra, o yakıcı sesten her dinleyişte “Giden”i, yıllar ve yıllar boyu, tekrar ve tekrar, o gece çöker, o kar tozar, o kaçak kucaklaşma süngülenir. Çocuk hep çıplak ayakla uyumaz belki ama hep tıkırdar ray, örter utanılan hıçkırığı… Bir şarkı söylenir, mevkisizdir…
Filanca albümün, filan yüzündeki, bilmem kaçıncı sırada yer almaz ki bizim türküler, şarkılar. Orada kalarak tanımlanmaz ki. Ne şiiri öyle dizilmiştir, ne bestesi öyle dökülmüştür. Hayatınızın bir ânına tanık olur, bir ortak maceradan pay verir.
Edip Akbayram’ın hatırası önünde, sadece Nâzım’ı içimize işleten, bende yeri çok ayrı bu parçayla bile eğilebilirdim. Telefonda, “arkadaş, işin yoksa gel hele” diyen davetleriyle anabilirdim. Diyelim, “Korkuyorlar”a çalışırken, mütevazı danışma sahnesiyle portresini çizebilirdim…
bize türkülerimizi söyletmiyorlar…
Bunu Robeson’a Nâzım kadar içten söyleyecek isimlerdendi Edip Ağabey. Söyletmediler de ne oldu, korkuları neyi önledi derseniz, o ayrı. Sevmekten, şafaktan, dokunmaktan, ağlamaktan, gülmekten, tohumdan, topraktan korktular da, iskontosu, komisyonu olmayan sıcak dost elinden mahrum, sadece korktular da, Edip Akbayram gelmedi mi başlarına sanki? Sustu mu?
O susmamakla kalmadı. Bu düzenin önüne serdiği halılara, yaldızladığı ödüllere, nicelerini kul ettikleri cüzdanlara tenezzül etmediğini öyle meydan meydan gösterdi ki… Aşk olsun! Sadece bu cümleyi kurmak, farklı Edip Akbayram vedalarından daha anlamlı geldi bana.
Daha önce kaydını dinlememiştim, “Kükredi Çimenler”in. Veysel’le birlikte, doğayı sarsarak uyandırmış da çıkmış sahneye, ama, zaman öyle zamandı ki işte, halkçı-devrimci gençliğin kulağı, “fakirlerin fukaraların, açlıktan ölenlerin” üstüne ince ince yağan karla fark edecekti bir harnçereyi. Mahzuni, “ağa”lığı yerecekti şu yarı-feodal ülkede ki, irkilecektik. Köylünün tütmeyen bacasıyla beylere dönecekti cephe sonra, Mehmet Emmi’yle birlikte, fabrikanın bacasına yolculuk başlayacaktı, eşlik edecektik…
Sonrası “bizim” Edip Akbayram’dı işte… Eşkıya, Aldırma, Gittin Gideli, Hasretinle, İstanbul… İlle Güzel Günler Göreceğiz…
Ne çok şairden, ne çok şiirden, ne çok ortak şarkıdan, türküden geçerek, bir benzersiz sesle, yorumla varıyoruz Edip Akbayram olgusuna. Bütün birikimimizi sanki bir “diskografi”de örneklemek ister gibi üretmiş. Akarsuları denize çağırırmış gibi durmuş. Dokunmuş bize. Her birimizden mutlak bir damla almış, üç damla yapıp geri vermiş…
Bir ağabeyi, bir dostu, bir sanatçıyı, bir devrimciyi uğurlamak, her zaman ete dikendir. Doğru, ama Edip Akbayram’ın ardından, bir can dostumun “gittikçe yapayalnızlaşıyoruz” demesi bir farklı dokundu içime gene de. “Ne halt edeceğiz” demesi…
Yeri dolmaz, doldurulamaz deriz ya çoğu kez, gidenlerin ardından. Yitirilenin, kendi yaşamından bizim yaşamımıza kattığı çizgileri “hatıra”da eşitleriz de, her “insan teki”nin “kendine münhasırlığı” anlamında, genelgeçer bir söz gibi algılarız bunu bazen. Keşke o kadar basit olsaydı anlamı.
Yapayalnızlaşma, ne halt edeceğini şaşırma duygusu, son yıllarda “yeri dolmazlık” kekreliğiyle çöker oldu üstümüze. Doğa kanunu, mutlak gerçek, ne derseniz deyin. En değerlilerimiz de gidiyor. Özgüllükleri anlamında, eksiliyoruz evet. Ama tuttukları yer? Doğa boşluk tanımazdı ya hani? O yer ne olacak? Mücadele boşluk tanır mı?
yetişin nefesim bitiyor / yetişin bana kuşlar
ya özgürlük adına / ya da sevda hatırına
Devlet ricali, taziyesizdi, sınıf bilinçliydi, güzel. Omuzlayanlarla adımlıyordunuz Edip Ağabey’in taşıdığı bir saflaşmayı. Sonra kavrıyordunuz artık vedalaştığınızı. Nefesi biterken, özgürlük adına, sevda hatırına çağıran bir sesti susan. Hayat devam ederken kavrayacaktınız bunu daha çok… Boşluk büyüyecekti… Yetişin!
Bir genç kadın, başörtüsünü tutuyordu ucundan bir dizide ve bağırıyordu: “Bu, bana dokunamazsın demek!” Tek bir sahne, tek bir replik bile, nasıl da açıktan, alçakça kötülük yığıyordu toplumun, kadının sırtına ve dönüp bakıyordunuz, Edip Akbayram yok.
Piyonlarla hamleler yapılıyordu bölgenizde, Devlet Bahçeli’ye reveranslar kaplıyordu ortalığı. Ne büyük, ne iyi kalpli, ne sözünün eri devlet adamıydı, ne barışseverdi o! Devlet’in okşama ihtimalini sever gibi kuyruğa girenlerin yaka kartlarına bakarken mideniz bulanıyordu, biraz ferah hava almak istiyordunuz, Edip Akbayram yok.
Türk sağını Kürt deterjanıyla aklayıp sırtlayanlarla, feodal gericiliği mü’min paydasıyla kucaklayanlarla, ABD’nin “daha fazla İsrail”ine diz çökenlerle, faşizme ipek şallar örtülürken, mendiliniz kanıyordu, Edip Akbayram yok.
Edip Akbayram yokluğu, şarkılarıyla, türküleriyle varlığını sürdürdükçe, içe işleyecek asıl. Paradoks mu? Yok, günbegün ihtiyaç.
Hasretiyle yanacak hep içimiz, ama bu yokluğun acısıyla kasılıp kalacak, bu tablodan sadece hüzün çıkaracak değiliz. “Şahsına münhasır”lığı duracak, o konuda elden bir şey gelmez. Duruşunun boşluğuna ise, çok çok dövüşenin yası kadar tahammül edebiliriz.
“Düşmanlar kına yaksın, dostlar girsin saflara” diyenlerden geliyordu Edip Ağabey. Biz de…. Gün gelir ustalar da gider, yasadır. Bıraktıkları filiz verir, yasadır. Geçici yeislerdir kayıplarla üstümüze yüklenen. Yapayalnız kalmayız biz bu topraklara ekilmiş tohumların bereketinde. Bir ufka varır, bakarız ki, haramilerin saltanatını sarsıyor bir gencecik Edip. Kendi adıyla, kendi sesiyle… Yetişin! denilmiştir bir kez, biliriz yapılması lazım geleni…
ya umutlar biterse?
Bitmez. Boşuna çekilmedi ki bunca acılar…
* * *
Son günlerin popüler Devlet övücü figürü Sırrı Süreyya olup da, Selahattin Demirtaş’ı, Yılmaz Erdoğan’ı bile geride bırakınca, kendisiyle ilgili şu eski “detayında ve esasında” değerlendirmemi hatırlattı. 11 yıldır o da değişmemiş, avlandığı saha da! O ünlü sözü de, “Devlet başa ve kuzgun leşe” olarak güncelletse mi? /././
Sınıfın kalemi güçlenirken: 'Canavar' ve umudun dili -Tunç Tatoğlu-
"Canavar'da her öykünün içinde canavarın farklı bir yüzünü, simgesini görüyorsunuz. Bazen devasa bir döküm kazanı, bazen taksitleri ödenmemiş bir araba, bazen yüksek bir vinç, bazen toprağı zehirleyen bir maden şirketi olarak karşımızda."
Ne anlatıyoruz, ne anlatıyorsunuz? Bu sorular, “illa bir şey anlatmak zorunda mıyız?” defansı ile kaba ve estetikten yoksun bir dünyanın sorularıymış gibi algılanıyor.
Yaratıcı yazarlık kursları, pıtrak gibi kitap basılmasına, herkesin çocuğuna bir eser bırakma gayretine, garip bir hikayesiz hikayeler yazma modasına neden oldu ülkemizde. Yeni yazarları bu bulamacın içinden ayıklamak gittikçe zorlaşıyor. Yine de kendimi gülümserken yakaladığım birçok film ve kitap oldu son yıllarda. Kendi gülümsememi önemsediğim için değil uzun zaman sonra tekrar umudun dilini hissettiğim için yazdım. Açık konuşayım artık sadece bildik klasiklerden söz etmek biraz sıkıcı ve umut kırıcıydı.
Sınıfın yazarları ve yönetmenleri sessizce sıyrılıp gelmeye başlamışlardı, nefes alabilirdik sonunda. Son okuduğum “Canavar” adlı öykü kitabı da tarafını belli eden kitaplardan. Sahada çalışmış bir makine mühendisinin kenara not ettiği öykülerinde, fabrikaların sesini ilk sayfalardan itibaren duyabiliyorsunuz.
Murat Akgöz, makine mühendisliği eğitiminden sonra sinema/senaryo yazımına gönül vermiş bir yazar. İlk kitabın heyecanını, teşekkür kısmında sevgiliyle nasıl tutkuyla paylaştığını okuduğunuzda samimi bir kitaba başladığınızı hissediyorsunuz.
Öykü kitaplarında bilirsiniz genelde yazar sevdiği bir öykünün adını kitabın kapağına taşır. Canavar'da ise her öykünün içinde canavarın farklı bir yüzünü, simgesini görüyorsunuz. Bazen devasa bir döküm kazanı, bazen taksitleri ödenmemiş bir araba, bazen yüksek bir vinç, bazen toprağı zehirleyen bir maden şirketi olarak karşımızda. Hayatımıza gözünü dikmiş, bizi rehin almış bir canavar.
Sınıfın sadece fabrikalardaki tezgahların başında değil plazalarda da, fabrikanın beyaz yakalı tarafında da sömürüldüğünü, topyekûn bir mücadele ile canavarla baş edebileceğimizi fısıldayan öyküler yer alıyor kitapta.
Çocukluğumdan kalma bir diyalog kullanım biçimi var Canavar’da. Sanırım senaryo da yazan Murat Akgöz, konuşmaların bir kısmını öykülerin gövdesine gömmek yerine, gözümüzde bir sinema sahnesi gibi canlandırmamız için ayırmış. Önce biraz yabancılaştım sonra öykülerle akıp gittim.
Canavar, önce yadırgatıcı sonra öyküyü meraklandırıcı bir akışa sahip. Öykülerin sıralanması da belli ki düşünülmüş. Murat’ın saha deneyimi bazı teknik detaylarda kendini belli ediyor. Öykülerin tartışma noktaları ve açmazları tanıdık, belli ki deneyimlenmiş. Kendi akranlarının diline ve beğenilerine hakim olduğu anlaşılıyor.
Öyküler ilerledikçe, bu öykülerin ardına gizlenmiş bir romanın hissiyatı belirginleşti içimde. Kolay olmadığını biliyorum, sınıfın yazarlarına her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Samimi ve cesur olduktan sonra gerisi gelecektir.
Canavar, Murat Akgöz, Yazılama Yayınevi, Şubat 2025./././
Yeni Şafak yazarı Suriye'deki Alevi katliamını sahiplendi, hakaretler ve küfürler yağdırdı.
Suriye'deki katliamı sahiplenen Yeni Şafak yazarı mezhepçi İsmail Kılıçarslan bugünkü yazısında Alevilere ağza alınmayacak ifadeler kullandı, hakaretler ve küfürler yağdırdı.
Uluslararası alanda katliam görmezden gelinirken, Türkiye'de ise iktidarın kalemşorları, yandaş medyanın gerici yazarları ırkçı, mezhepçi söylemlerle bölgede yaşayanları hedef alıyor.
Skandal sözler sarf etti: Kılıçarslan suç işliyor
Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan'ın bugünkü(08/03/2025) yazısında, gericilerin, cihatçı çetelere desteği ve mezhepçi yaklaşımı bir kez daha gözler önüne serilmiş oldu.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in "Alevilere saldırıları endişe ile takip ediyoruz" sözlerini eleştiren Kılıçarslan, ağza alınmayacak ifadeler kullandı:
"Suriye devleti bulundukları yerlerde terör estiren, sivilleri öldüren, bomba-layan, devletin bütün uyarılarına rağmen bunu yapmaya devam eden Nusayri teröristlerin 100’e yakınını telef etti ya. Ona içerlemiştir.
'Suriye’de Sünnilere saldırıları endişe ile takip ediyoruz' demediler hayatlarının hiçbir anında. Ama Anadolu Aleviliği ile neredeyse hiçbir ortak paydası olmayan, Suriye’de emperyalistlerin köpekliğini yapan, yapmaya da devam eden Nusayrileri, üstelik son derece tehlikeli bir şey yaparak 'Alevi' parantezine de alıp savunmak ancak Özgür Özel’e yakışırdı zaten.
Nusayriler, dini inançları bakımından değil, emperyalizme yaptıkları köpekliğin bir sonucu olarak hala Suriye’de sivil insan öldürecek kadar alçak oldukları için gebertiliyorlar. Başka bir şey değil. Halbuki Nusayri teröristlerin, şebbiha köpeklerin Suriye’de an itibariyle yapmaya çalıştıkları şey, Suriye’de İsrail’e alan açmaya çalışmak. Parayı da, silahı da İran’dan alıyorlar ve Suriye’nin nizam, düzen, istikrar bulmaması için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar."
Alevilere katliam çağrısı yapmışlardı
AKP'li kalemlerin katliamcılığı yeni değil. Suriye'de HTŞ'nin iktidara gelmesinin hemen ardından Alevilere yönelik saldırılara tepki gösterenler "İran ajanlığı"yla suçlandı, bahaneyle Alevilere karşı katliam çağrısında bulunuldu.
Suriye'de Alevilere yönelik saldırıları eleştirenlere "Şebbihaların etki ajanı" denildi, tarihte en büyük Alevi katliamlarına imza atan isimlerden Yavuz Selim'in fotoğrafları paylaşıldı, Hatay'daki Alevilerden "hesap sorulacağı" duyuruldu.
Yine Yeni Şafak'ta yazan AKP'li Cmuhurbaşkanı Erdoğan'In eski danışmanı Aydın Ünal, "Bu gerilimi yükseltenler Nusayri ve Alevi kimlikleriyle tanınan bir takım isimler" sözleriyle hedef gösterilen Alevileri suçlu ilan etmişti.
***
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder