Sermaye diktatörlüğü rejimi ve kadın cinayetleri -Erhan Nalçacı-
Emekçi kadınlara karşı işlenen cinayetleri durduracak tek gücün emekçi sınıfların örgütlü mücadelesi olduğunu bilmek durumundayız.
Tüm okuyucuların dünya emekçi kadınlar günü kutlu olsun.
16. ve 18. yüzyıllarda on binlerce kadının cadı diye yakılması nasıl insanlık tarihinin yüz karasıysa Türkiye’deki kadın cinayetleri de olağanüstü utandırıcı bir olgu olarak karşımızda duruyor. Ortaçağda kadın cinayetleri üzerinden geçen yüzlerce yıla rağmen bizi utandırmaya devam ediyor, aynı şekilde kadınların cinayete kurban gitmediği bir Türkiye’yi kurduğumuzda bile yaşananlardan dolayı utanmaya devam edeceğiz.
Bu yazıda geçen hafta ABD etrafında açtığımız sermaye diktatörlüğü rejimi bağlamında kadın cinayetlerini ele alalım.
Öncelikle Türkiye’de kadın cinayetlerinin münferit olmadığını tıpkı iş cinayetleri gibi sabit bir toplumsal olay haline geldiğini söyleyelim. Aşağıdaki grafik 2008’den itibaren artan kadın cinayetlerinin son 7 yılda her yıl aramızdan 400 kadar kadını koparan bir boyuta yerleştiğini gösteriyor. Örneğin, geçen yıl 394 kadın cinayetinin işlendi ve ayrıca 259 şüpheli ölüm kaydedildi.

Cinayete uğrayan kadınların hemen hemen tamamının emekçi sınıfların üyeleri olduğunu hatırlayalım. Bu konuda çok veri var ancak öldürenlerin durumunu da ele alan grafik konuyu daha anlaşılır kılacak.

AKP’nin iktidar döneminde artan kadın cinayetlerinin toplumsal nedenlerini kavramaya çalışmalıyız. Bu dönemde birbirine zıt iki sürecin işlediğini görüyoruz.
İlki, kapitalizm doğal olarak kadın emek gücünden de yararlanmak istiyor ve kadınlar ücret karşılığında daha fazla işyerlerinde çalışmaya başlıyorlar. Bir yandan kadın emek gücünün sömürüsü yükseliyor, öte yandan kadınlar geleneksel aile ve mülkiyet ilişkilerinin dışında bağımsızlık kazanıyorlar. Kendilerine biçilen geleneksel rollere karşı koyabilecekleri bir zemin doğuyor.
İkinci zıt eğilim ise, bir sömürü cenneti yaratan sermaye sınıfı yağma ve sömürüye karşı giderek sayısal olarak büyüyen emekçi sınıflara karşı meşruiyetini korumak için Ortaçağ ideolojilerine yaslanıyor ve toplumunu dinselleştiriyor. Kadını erkeğin mülkü veya tasarruf hakkı olarak gören muhafazakârlık yayılıyor. Bu muhafazakârlaşma sadece cinayetleri işleyen emekçi sınıf üyelerini değil, kadınları korumakla yükümlü yargı ve kolluk kuvvetlerini de kapsıyor.
Bu iki eğilim birbiriyle çatışıyor. Kadınlar isyan ediyorlar ve sevmedikleri veya sevgilerinin tükendiği erkeklerle yaşamayı reddediyorlar, erkekler ise ortaçağ ideolojileri tarafından kışkırtışmış olarak bu isyanı şiddetle bastırmaya çalışıyorlar ve şiddet cinayete kadar varıyor. Her yıl 400 kadar değerimizi, emekçi kadını aramızdan alıyor.
Bu akıldışı sürece karşı koyabilirdik ve emekçi kadınların özgürlüğüne daha fazla sahip çıkabilirdik. Ancak başka bir sürece daha değinmeliyiz. Kadın örgütleri tarafından çok değinilmeyen bu sürece Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin raporunda özellikle dikkat çekilmişti.
Sermaye sınıfı sömürü oranını artırırken sadece Ortaçağ ideolojilerini kullanmıyor, emekçi sınıfların örgütlülüğünü de dağıtıyor. Aşağıdaki grafik Türkiye’deki fiili sendikalaşma oranını gösteriyor.

İşçilerin %10’u sendikalı olabilir ama üye oldukları sendikaların da önemli bir kısmının düzen içi olmayı bırakın muhafazakâr ideolojiler tarafından yönetildiğini hatırlayalım.
Dolayısıyla işçiler işyerlerinde örgütsüzler. Ancak mahallelerde de örgütsüzler. Solun başat hegemonik güç olduğu bir mahallede yok nerdeyse.
Oysa daha iyi ve güzel, eşitliğe ve adalete dayalı bir toplum kurulabileceği ve bunun için mücadele etmenin değerli olduğu bir toplumda kadınlar bu şekilde öldürülmezler. Emekçi sınıfların örgütlülüğü bugün cinayeti işleyen erkek emekçileri kazanır, kışkırtılmasına izin vermez, hadi olmadı engeller.
Solun örgütsüzlüğünü tersten okursak bu emekçi sınıfların burjuva ideolojileri tarafından tutulması ve yönlendirilmesi anlamına da geliyor. Maddi durumundan bağımsız olarak kendilerini sermaye sınıfının parçası gibi görmeleri büyük bir yanılsama olarak karşımıza çıkıyor.
Gelelim sermaye sınıfının diktatörlük rejimine. ABD’den, Türkiye’ye, Hindistan’dan Rusya’ya günümüz emperyalizminin bir özelliği olarak yüzeye çıkıyor.
Geçen yüzyılın faşizmlerinden farklı, çünkü 20. yüzyılda sermaye sınıfında iktidarlarının işçi sınıfı tarafından kaçınılmaz olarak alınacağına ilişkin büyük bir korku vardı. Bu korkuyu yenmek için işçi sınıfı siyasetini yok etme isteği ve yükselen emperyalist paylaşım savaşının askerileşme gereksinimleri faşizmi yarattı.
Faşizme karşı birleşik cephe önerisi ne kadar doğruydu yeniden tartışmak gerekiyor ama günümüze göre tekelci sermayeden farklı sermaye gruplarının siyasi partileri vardı en azından.
Şimdi ise işçi sınıfının iktidarı en azından yakın vadede alamayacağına ilişkin bir özgüvene sahipler. Ancak bu korkunun olmadığı yerde elleri çok serbest kaldı. Çağımızda burjuvazinin özgürlüğü kadar korkunç bir şey olamaz. Dünyanın her yerinde yargı, yasama ve yürütme burjuvazinin elinde toplanıyor ve bir diktatörlük rejimine dönüşüyor.
Buna karşılık sermaye sınıfının işbirliği yapılabilir ve tekelci sermayeden bağımsız bir unsurunun kalmadığını görüyoruz. Tekelci sermaye ihaleler, yedek parça üretimi, krediler vb. gibi mekanizmalarla sermaye sınıfının tümünü kendi çıkarları altında örgütlemiş bulunuyor. Stepne görevi gören yancı partilere bakmayın, program disiplini altında aynı yöne işaret ediyorlar.
Bu durumda işçi sınıfının siyasi öncüsüne emekçi sınıfların farklı katmanlarını, kendini “orta sınıf” içinde görenleri, burjuvazi tarafından bencilliğe itilenleri örgütlemek veya ittifak unsuru haline getirmek görevi düşüyor.
Emekçi kadınlara karşı işlenen cinayetleri durduracak tek gücün emekçi sınıfların örgütlü mücadelesi olduğunu bilmek durumundayız.
Karanlığın içinden bir umut yükseliyor.
/././
Yanıtsız sorular zamanı -Aydemir Güler-
Sürecin kendince “ilerlediği” gerçektir. Ama bu yolun “işte çözüm” denebilecek bir yere çıkmasının mümkün olmadığı daha büyük bir gerçektir.
İsimsiz ve malum “sürecin” ilk göründüğünden daha geniş bir cepheye oturmasına tanık oluyoruz. İçinde rekabetin ve hatta mücadelelerin sürmesi, geniş cepheyle çelişmiyor. Sürtünme eşyanın doğası gereği sayılmalıdır. Bu kadar çok taraflı bir süreç tereyağdan kıl çeker gibi değil, olsa olsa ciddi itiş kakışlarla yaşanabilir.
İtiş kakış sözcüğünü topluma yayılan bir tartışmanın veya ilkeli pozisyonlar arası bir hesaplaşmanın alternatifi olarak anlayabiliriz. Süreç, ortaya sayısız sorunun dökülmesi ve bunların büyük ölçüde yanıtsız bırakılması üstünden evrilecek.
Normal denilen durumlarda bu bir tıkanma anlamına gelebilirdi. İçinde yaşamakta olduğumuz örnek, soruların yanıtsızlığı ve sonuçların belirsizliği altında ilerliyor…
Yanıtsız sorulardan birincisiyle tanıştık bile: Öcalan’ın çağrısı Suriye’deki Kürt hareketini kapsar mı kapsamaz mı?
Akla gelebilecek bütün yanıtlar masada! Açık seçik bir yere bağlanmasını beklemek nafile… Ne de olsa ABD-İsrail tarafının tutumunu açıktan, pratikte çiğnemek söz konusu olamaz.
Cephe ise geçtiğimiz birkaç günde ilginç genişleme emareleri gösterdi. 5 Mart’ta PKK Avrupa Parlamentosu önünde, başka örgütsel imzalar kullanarak eylem yaptı. Öcalan’ın mesajına, dolayısıyla örgütün dağıtılmasına sahip çıkan eylemde dillendirilen taleplerden biri, Öcalan’ın özgürlüğüne kavuşmasıydı. Bir de Türkiye’nin AB’ye üye olması istendi.1 Eskiden de böyle bir “demokratikleşme” anlayışı vardı, ama esas olarak Ankara Batı’ya şikâyet edilirdi…
Eşzamanlı olarak, Trump’ın ABD ile Batı Avrupa arasındaki geleneksel askeri denklemi lağvedeceğini açıklaması üzerine, AKP iktidarı yeni “Avrupa güvenlik mimarisinde” Türkiye’nin yerinin vazgeçilmez olacağı tezini ortaya attı. Geçmişten bu yana AB üyeliği hedefini ekonomi üstünden anlamlandıran Ankara, yeni bir kısa yol fikri geliştirmiş oldu.
AB’ye giden yol “Diyarbakır’dan geçerdi” bir zamanlar. Şimdi Kürtlerle bütünleşen Türkiye’nin büyüyeceği söyleniyor. Kürt hareketi de Türkiye’nin AB’ye alınmasını istiyor.
Burjuva siyasetinde AB zaman zaman milliyetçi ve dinci argümanlara dayandırılan demagojik itirazlara konu edilir. Ama ana doğrultu tartışma kaldırmaz. Düzen AB’cidir. CHP genel başkanı Özgür Özel de, PKK eyleminin yapıldığı gün AB sosyal-demokratlarını buluşturan bir toplantı için yine Brüksel’deydi. Türkiye’nin AB üyeliği stratejik önemdeydi, Özel’e göre ve AB Türkiye’ye yapıcı davranmalıydı.2
Elbette “demokrasinin beşiğinden” söz ediyoruz. Varsın yaşlı Kıta’da ırkçı faşist rüzgârlar essin gürlesin. Türkiye’nin demokrasi yolu Batıdan geçmeye devam ediyor!
Son zamanlarda sözü edilen demokrasinin içeriğine dair artık “muhtelif rivayet” bile yok. Bahçeli Kürtlerin pazarlıksız olarak “demokrasiye” iltihak etmelerini istedi. Öcalan da zaten Kürt hareketinin tarihi boyunca savunduğu bütün siyasal programların geçersiz olduğunu ilan ederek mektubunu demokrasi içinde hercümerç olmaya bağlamadı mı?
Eskiden ortaya atılan talepler ve koşullar “demokratik çözümün” içeriğine ilişkin bir tarifi, beğenelim beğenmeyelim beraberinde getirirlerdi. Kendi kaderini tayinden “vur kurtulculuğa”, federasyon gibi siyasal yapı düzenlemelerinden “kimliği tanıma” gibi kültürel reformlara uzanan önermeler vardı. Artık bu “yüklerden” kurtulmuş bulunuyoruz. Kimin ne dediğine dair bilinmezlik kural haline geliyor.
Farklılıkların kaynaşması için Anayasayla mı oynanacak, yeni yasalar mı çıkarılacak bilmiyoruz. Ama Kürt sorununun çözümsüzlüğünden Cumhuriyetin sorumlu tutulacağının genel kabul gördüğünü söyleyebiliyoruz. Boşalan yeri dolduracak olansa kuşkusuz “din kardeşliği.”
Bu kez, en azından şu ana kadar, laik kesimlerin üstünde tepinilmedi. Veya bu iş, cephenin bir ucundaki Hüda-Par’a bırakılmış görünüyor. Türkiye’deki etkisi geleneksel olarak feodal ağalarla sınırlı kalmış Barzani çizgisi ise makul bir orta yol halini alıyor.
Öyle olmalı ki, CHP de rolünü oynayabilsin… Nasıl eski idamcı Bahçeli sürecin açılış törenine imza attıysa, konuyla ilgili yasal düzenleme ihtiyacını dillendirmek de CHP’ye düştü. Bir CHP milletvekili Meclis kürsüsünden “çözüme yönelik çabaları yürüten kişilerin ileride bir sorumluluklarının doğmaması” için kanun yapalım, deyiverdi.3
Bu gidişle sorunun çözümü adına sorun hakkında konuşmak gayrimeşru ilan edilecek. Şaka yapmıyorum, oraya doğru gidiyorlar.
Sürecin kendince “ilerlediği” gerçektir. Yukarıda örnekleri var; yol alınıyor. Her geçen gün yeni örnekler yaratılacak. Ama bu yolun “işte çözüm” denebilecek bir yere çıkmasının mümkün olmadığı daha büyük bir gerçektir.
Türkiye’nin her anlamda eşitliğe dayanan bir emekçi cumhuriyeti olarak nasıl yeniden kurulacağını tartışma ihtiyacı da her geçen gün daha derinden hissedilecektir.
1 https://www.brusselstimes.com/1472714/two-hundred-people-gather-in-brussels-to-support-call-to-dissolve-pkk
2 https://halktv.com.tr/gundem/ozgur-ozel-ab-liderler-toplantisinda-konustu-iktidara-gelince-ab-uyeligi-elde-919539h
3 https://ankahaber.net/haber/detay/chpli_inan_akgun_alp_surece_yonelik_cerceve_kanun_cikarilsin_224066
/././
Ayhan Bora Kaplan davasında sanık polisin ‘rüşvet’ savunması: 'Memurlar kazanç ve birikimini değerlendirmek ister'
İddianamede, mali profili ile uyumsuz banka hesaplarına yüksek tutarlarda para yatırılan sanık polis Serdar Coşkun, MASAK raporunun bir "kumpas" olduğunu iddia ederek, "Nedeni Kaplan'dan aldığımız parayı alıp, aklıyormuşuz gibi göstermek" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ayhan-bora-kaplan-davasinda-sanik-polisin-rusvet-savunmasi-memurlar-kazanc-ve-birikimini)
***
‘Aleviler katledilmediklerine sevinsin’: Medyanın Esad karşıtlığı faşist söylemleri normalleştiriyor
Demokrasi ve özgürlüğe dair söylenen yalanlar, Suriye’de Alevi katliamına meşruiyet kazandırıyor.
2024 Aralık ayında Beşar Esad yönetiminin devrilmesiyle cihatçı gruplar iktidara geldi.
Başını Heyet Tahrir-uş Şam’ın çektiği hükümet, Batı basını ve Türkiye’nin bütün imaj çalışmalarına rağmen, ülkede bir düzen tesis edebilmiş değil. Suriye’de saha, dünyanın dört bir yanından gelmiş onlarca cihatçı çetenin kafasına göre hareket ettiği bir başıbozukluk içinde.
6 Mart’ta Alevilerin yoğun yaşadığı Akdeniz sahili bölgesinde hükümet görevlilerinin hedef alındığı saldırılar, hızla, Suriye’nin dört bir yanından cihatçıların bölgeye akın edip eline geçen Alevi’yi öldürdüğü bir kan banyosuna dönüşmüş durumda.
Dünya, durumu görmezden geliyor. Örneğin, İngiliz devlet kanalı BBC’nin ana sayfasında, 8 Mart saat 07:54 itibariyle Suriye’deki katliama dair hiçbir habere yer verilmemişti. BBC editörleri, Ortadoğu’yla ilgili haber seçerken Alevilere yönelik saldırılar yerine, İsrail muhabirlerinin kaleme aldığı, “7 Ekim saldırıları sırasında MDMA adlı uyuşturucu, partide eğlenenlerin psikolojik travma yaşamış olmalarını engellemiş olabilir” haberini ana sayfadan duyurmayı tercih etti.

Düne kadar, ve önemli bir kısmı bir türlü sıra gelmediğinden hâlâ dünyanın dört bir yanındaki terör listelerinde ismi bulunan El Kaide artığı unsurların oluşturduğu hükümet öyle bir parlatıldı ve Esad karşıtlığı öyle bir rövanşizme dönüştü ki, en bayağı ırkçı söylemler, çekincesiz dile getirilebiliyor.
Serbestiyet’te, SETA’da, TRT’de, Anadolu Ajansı’nda sıklıkla yer verilen Ömer Özkızılcık, gece boyu süren katliamların ardından 8 Mart günü sabaha karşı yaptığı X paylaşımında, insanların etnik kimlik ve dini inançlarının, onları masum veya suçlu ilan etmeye yeterli olduğuna dair faşist yaklaşımı çok sıradan bir analiz gibi dile getirdi:“Ahmet Şara, Suriye’de Alevilere yönelik tam boy katliamın önündeki tek engeldir. Kimi uzman dostlarımla Suriye’de Alevilerin geleceğine dair tartışmalarımızı hatırlıyorum, ben, Alevilerin katledilmedikleri için sevinmeleri gerektiğini söylüyordum… Evet, Suriye gerçeklerini kabullenmek insanın tadını biraz kaçırıyor. Birçok Suriyeli -ki sebepsiz yere değil- Esad rejiminin suçlarından Alevileri sorumlu tutuyor…”
Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre suç sayılması gereken ifadeler, devlete ait kanal ve ajanslarda kendisine yer buluyor.
***
Kan gölü: Suriye'de cihatçılar Alevi katliamına başladı
Suriye'de HTŞ yönetimine karşı başlayan ayaklanmaların ardından Alevilere dönük katliamlar yapılıyor. Lazkiye kırsalında çok sayıda Alevi, silahlı gruplar tarafından öldürüldü. Saldırılar Humus şehrine kadar uzandı.Suriye'de iki gündür Alevi katliamı yaşanıyor.
Ülkenin her yanından Akdeniz sahil şeridindeki Alevi nüfusun yoğun yaşadığı bölgeye akın eden cihatçılar, bölgede bir kan banyosuna imza atıyor.
7 Mart günü ve 8 Mart gecesinde onlarca farklı yerleşimden, insanlık dışı katliam görüntüleri geldi.
Cihatçılar marketlere girip içeridekileri öldürüyor, köylerde Alevileri yerlerde süründürüp infaz ediyor, yaşlılara işkence ediyor, helikopterlerden Alevi mahallelerine bomba atıyor.
soL, sosyal medyaya düşen katliam görüntülerinin bir kısmını teyit etti. Ancak görüntüleri paylaşmama kararı aldı.
Görüntülerde yalnızca başıbozuk cihatçı gruplar infazlara katılmıyor. HTŞ militanları ve resmi devlet görevlisi üniforması giyen unsurlar da Alevileri öldürdükleri görüntüleri paylaşıyor. HTŞ'nin Telegram kanalında da öldürülen Alevilerin görüntüleri sevinçle iletiliyor.
Lazkiye köylerinde katliamlar
Suriye’de HTŞ yönetiminin sivillere yönelik artan şiddetine karşı başlayan protestoların ardından, ülkenin kıyısındaki bölgelerde Alevilere dönük katliamlar başladı.
Lübnan merkezli El Mayadin kanalı, askeri ve kamu güvenliği üniforması giyen bir grubun Lazkiye'ye bağlı El Muhtariye köyüne girdiğini ve erkekleri, kadınlardan ve çocuklardan ayırarak öldürdüğünü bildirdi. Kanalın aktardığına göre, köyde yapılan katliam sonucu 30'dan fazla kişi hayatını kaybetti.
Kanal, yine Lazkiye'de olan El Haffa kasabasında ve El Kabu köyünde de ayrı katliamlar gerçekleştiğini kaydetti.
Şam'daki yeni yönetimin güçleri ile Lazkiye ve Tartus kırsalındaki silahlı gruplar arasında, Lazkiye ve Tartus köyleri ve kırsalında yoğunlaşan ve şehir merkezlerinden uzaktaki çatışmaların da devam ettiği belirtiliyor.
Dün akşam başlayan, Alevilerin yaşadığı mahallelerin hedef alındığı saldırıların Humus şehrine kadar uzandığı aktarılıyor.
SOHR: Güvenlik güçleri 134 Alevi'yi infaz etti
İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR) de, İslamcı yönetime bağlı güvenlik güçlerinin, Alevi mezhebinden 134 sivili, Batı Suriye'de düzenlenen büyük çaplı bir tarama operasyonu sırasında infaz ettiği bildirildi.
Gözlemevi müdürü Rami Abdülrahman, AFP'ye yaptığı açıklamada, "En az 13 kadın ve beş çocuk da dahil olmak üzere 134 Alevi sivil, Banias, Lazkiye ve Cebele bölgelerinde güvenlik güçleri tarafından infaz edildi" dedi.
Abdülrahman, güvenlik güçleri mensuplarının, özellikle Banias şehrinde, evlere baskın düzenlediğini ve sivilleri özet infaz ettiğini aktardı.
Gözlemevinin verilerine göre, dün ölümcül çatışmaların patlak vermesinden bu yana bölgede ölü sayısı 229'a çıktı.
Gözlemevi'nin iddiasına göre, "Esad yanlısı savaşçılar" ile güvenlik güçleri arasında dünden beri çatışmalar yaşanıyor. İddiaya göre, çatışmalarda "Esad yanlısı" olduğu iddia edilen 45 militan ve 50 güvenlik gücü mensubu bugün hayatını kaybetti. Dünden bu yana çatışmalarda toplam 185 kişinin hayatını kaybettiği söyleniyor.
Gözlemevinin yanı sıra iki Alevi kaynak, silahlı grupların Suriye'nin kırsal bir kıyı bölgesindeki bir Alevi kasabasında en az 20 kişiyi öldürdüğünü aktararak olayla ilgili bir video paylaştı.
Reuters, uydu görüntülerinde görülen yol, binalar, ağaçlar ve tesislerin karşılaştırmasını kullanarak videonun yerinin, bir otoyolun yakınındaki Muhtariye kasabası olduğunu doğrulayabildi.
Saldırının kesin tarihini veya kimin çektiğini doğrulamak mümkün olmasa da, gölgelerin yönü, olayın son iki ay içinde sabah olduğunu gösteriyor.
İsimlerini vermeyen iki Alevi kaynak, cinayetlerin bu sabah gerçekleştiğini belirterek, olayla ilgili ülkenin yeni yönetimiyle bağlantılı silahlı kişilere işaret etti.
Tartus ve Lazkiye'deki Aleviler Rus askeri üssü önünde toplandı
Aynı zamanda, bugün Tartus ve Lazkiye'deki Alevilerin Hmeymim'deki Rus askeri üssünün önünde Rusların harekete geçmesini ve mezhep için koruma talep eden gösterileri başladı. Aleviler, Moskova'yı BM Güvenlik Konseyi'ne müdahale etmeye çağırdılar.
Bu olayların ardından Suriye ve Yurt Dışındaki Alevi Cemaati Konseyi, cinayet ve katliam kışkırtmasının tırmanmasına karşı uyarıda bulunan bir açıklama yayınladı.
Konsey, açıklamada, BM Güvenlik Konseyi'ni Suriye kıyısındaki Alevi mezhebini ve azınlıkları korumak için VII. Bölüm kapsamında müdahale etmeye çağırdı.
Şara : Orduyu ve güvenlik güçlerini kutluyorum
Esad'ın devrilmesinin ardından ülkenin yeni yöneticisi olan HTŞ lideri Ahmed Şara da dün akşam bir açıklama yaptı. "Suriye'nin ileriye gittiğini ve tek bir adım bile geri gitmeyeceğini" öne süren Şara, "devletin devrik rejimin kalıntılarını ve halka karşı suç işleyenleri, güvenliği ve iç barışı baltalamaya çalışanları takip etmeye devam edeceğini, elindeki silahların kullanımını kısıtlamaya devam edeceğini ve hiçbir silahın başıboş bırakılmayacağını" söyledi. Ve ekledi:
"Orduyu ve güvenlik güçlerini, düşmüş rejimin kalıntılarını takip ederken sivilleri koruma ve güvence altına alma konusundaki kararlılıkları ve performanslarındaki hızları için kutluyorum. Baskı ve tiranlıklarına devam etmekten başka bir şey yapmayı reddeden düşmüş rejimin kalıntılarını ve halka karşı suç işleyenleri ve güvenliği ve iç barışı baltalamaya çalışanları takip etmeye devam edeceğiz. Onları adil bir mahkemeye çıkaracağız ve silahları devletle sınırlamaya devam edeceğiz. Suriye ileriye doğru hareket etmiştir ve bir adım bile geri gitmeyecektir, dolayısıyla rahat olun, o Allah'ın tasarrufundadır."
***
Çayırhan Santralini 4 yıllık kârına satmışlar: 'Kamu zararı 144 milyar lira'
"Zarar ediyor" bahanesiyle gerekli tüm yatırımları ve bakımları kamu tarafından tamamlanarak satışa çıkarılan Çayırhan Santrali'nin 4 yıllık kârına karşılık 35 yıllığına özel sektöre devredildiği anlaşıldı.
İhale Çayırhan Termik Santrali’nin kömür sahasını, arsalarını, binalarını ve lojmanlarını kapsıyor. Maden sahalarının işletme hakkı 2060 yılına kadar devrediliyor.
İhale şartnamesine göre ihaleyi kazanan Akçadağ Madencilik A.Ş., ödemeyi vadeli bir şekilde yapabilecek. İhale bedelinin yüzde 20’sini peşin ödemesi kaydıyla 72 takside bölebilecek. Bu durumda enflasyon farkı alınacak.
CHP’nin TBMM KİT Komisyonu üyesi milletvekili Deniz Yavuzyılmaz’a göre ihaleyi kazanan şirketin bir yılda elde edeceği kâr yaklaşık 120 milyon dolar. 35 yılda elde edeceği kâr enflasyonu hesaba katmadan 4 milyar 200 milyon doları bulacak.
Bu hesaba göre, tesis güncel kurla sadece 4 yıllık kârına karşılık 35 yıllığına özel sektöre satıldı.
İhaleyi “Adrese teslim” diye nitelendiren Yavuzyılmaz “Kazanan yine AK Parti bürokrasisi oldu. 164 milyar lira değerindeki varlıkların ihalesini, Akçadağ Grup 20 milyar lira teklifle kazandı. Aradaki fark 8 kat. Kamu zararı 144 milyar lira” dedi. İhalenin iptal edilmesini istedi.
Şirketin yakın geçmişini merak edenlerin karşısına çıkan ilk bilgi bir iş cinayeti.
Geçtiğimiz yıl Akçadağ Madencilik’e ait Tekirdağ'daki bir maden ocağında çalışan maden mühendisi Erdem Cebhe iş makinesinin altında kalarak hayatını kaybetmişti.
***
Çocuklara oruç baskısı: İlkokul karşısına 'Ateş yeme' diye afiş asıldı -Burcu Günüşen-
Ümraniye’de ilkokulun karşısına “Ey Müslüman Kardeşim! Ateş Yeme!” başlıklı afiş asıldı. Ağzını açmış bir çocuğu elinde alev içinde bir tabakla resmeden afiş şikayetler sonucu kaldırıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/cocuklara-oruc-baskisi-ilkokul-karsisina-ates-yeme-diye-afis-asildi-396609)
Ortaokulda ‘sevapmetre’, lisede ‘iftarda konuşalım’ sohbetleri
Hatay Kırıkhan’da bir ortaokulda öğrencilere “sevapmetre” adlı bir çizelge verildiği ortaya çıktı. İstanbul’daysa liselerden “İftarda konuşalım” programları düzenlemeleri istendi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ortaokulda-sevapmetre-lisede-iftarda-konusalim-sohbetleri-396616)
Tütün işçisi kadınlar grevde: 'Patronlar birlik olduysa biz de birlik oluruz'-Aslı İnanmışık-
İzmir'de 3 tütün fabrikasında grev var. Fabrikalarda ağırlıklı olarak kadınlar çalışıyor ve yaptıkları iş riskli, çalışma koşulları ağır. Haklarını istiyorlar, direnmekte kararlılar.(https://haber.sol.org.tr/haber/tutun-iscisi-kadinlar-grevde-patronlar-birlik-olduysa-biz-de-birlik-oluruz-396612)
Geçen hafta, Perşembe akşam üzerine doğru, Cuma günü yayımlanacak yazıyı tamamlayıp göndermiştim. Günlerdir beklenen “İmralı mesajı”ndan haberim yoktu daha. Öyle olunca da o konuyla ilgili herhangi bir şey yazma şansı bulamadım. Ama Aydemir Güler’in Cumartesi günkü yerli yerinde yazısı imdada yetişti. İmdat dediysem, benim imdadıma elbette. Mesajı gördükten sonra, Aydemir’in yazısında “Türkiye’nin benzersiz tarihsel belgesi” olarak nitelediği Kongre kararından söz etmek şart oldu, diye düşünmüş ve geç kalmamın, ertesi hafta yazsam bile, etkililiği azaltacağı kaygısına kapılmıştım. Derken, iki gün önce Fatih Yaşlı’nın yazısı da geldi. Böylece, bana sorulursa, hemen yazılması gerekenler ya da yazılabilecekler büyük ölçüde tamamlanmış oldu.
Şimdi, o belgenin özünü oluşturduğu kanısında olduğum iki madde ile devam ediyorum:
“6- Türkiye İşçi Partisi 4.cü Büyük Kongresi,
(…)
- Kürt halkının gelişen demokratik özlem ve isteklerini ifade ve gerçekleştirme mücadelesi ile, işçi sınıfının ve onun öncü örgütü partimizin öncülüğünde yürütülen sosyalist devrim mücadelesini tek bir devrimci dalga halinde bütünleştirmek için, Kürt ve Türk sosyalistlerinin Parti içinde omuz omuza çalışmaları gerektiğini,
(…)
- Parti’nin, Kürt sorununa, işçi sınıfının sosyalist devrim mücadelesinin gerekleri açısından baktığını
kabul ve ilân eder.”
O kongre 29-31 Ekim 1970 günlerinde Ankara’da toplanmıştı. Toplantı yeri Dışkapı semtindeki Yıba (Yıldırım Bayezit) adını taşıyan bir çarşının en üst katındaki düğün salonuydu. Giriş katından döne döne çıkılan merdivenlerle salona ulaşılıyordu. Benim de içinde olduğum üniversite öğrencisi partililerden oluşan bir grup, toplantının güvenlik, temizlik ve düzeninden sorumluydu. Güvenlik önemliydi; çünkü Büyük Kongre öncesindeki bazı yerel kongre ve toplantılar gerilimli geçmiş, zaman zaman MDD’ci denilen kişiler ile toplulukların müdahaleleriyle karşılaşılmış, yer yer hoş olmayan bir itiş kakış havası doğmuştu. Kendi payıma, bizim okuldan gelmiş, sık sık sert tartışmalar yaptığımız, ama hiçbir zaman itiş kakış yaşamadığımız arkadaşlarımla gözlerimizi birbirimizden kaçırarak karşılıklı dikilmemizin tuhaflığını hiç unutamamışımdır. Neyse ki, Büyük Kongre sırasında bu tür olaylar çıkmadı. Yine de, bütün o ayrılıklar aralarında İstanbul, Aydın, Konya gibi illerden 25 dolayında delegenin de bulunduğu bir grubun, 29 ve 30 Ekim günlerinde Cinnah Caddesinin hemen başlarındaki Hanif Sineması’nda kendilerine göre, ayrı bir kongre toplamasına kadar varmıştı.
Bundan 4 ay kadar sonra 12 Mart Darbesi’nin gerçekleştirildiğini; askeri darbeden 3 ay sonra da partinin temelli kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dava açıldığını; 20 Temmuz 1971 tarihinde oybirliğiyle kapatma hükmünün verildiğini biliyoruz. Darbeyi izleyen 4,5 ay, davanın açılışını izleyen yaklaşık 5 hafta içinde umudumuzu ve güvenimizi tazeleyen bir yola girdiğini düşündüğümüz partimiz kapatılmıştı. Gerekçe, Kongre kararlarının benim seçerek yalnız iki maddesinin yukarıda altını çizdiğim, Aydemir’in ise geçen hafta tümünü aktardığı altıncı bölümüydü.
Bugüne gelir ve sosyalist siyasetin, sosyalizm ve devrim için siyasal mücadele yürütmenin vazgeçilmez koşulunu hatırlarsak, bunun, her olaya, her konuya, her soruna, her dinamiğe sosyalizm ve sosyalizmin yolunu açacak devrimin gerekleri ve çıkarları açısından bakabilmek olduğunu vurgulamak zorundayız. Başka türlü de söylenebilir: Gözünde böyle bir düzeltici gözlük olmayanın, çarpıtılmış algılarla yoldan çıkmaması imkânsızdır.
Sosyalist siyasetin, kuşkusuz yeterli değil, ama gerekli koşulu, bu yaklaşımdır.
“Sorun”un anlaşılmasında ve tanımlanmasında sıkıntı var da “çözüm” olarak söylenenlerde, düşünülüp de söylenmeyenlerde yok mu sanki? Zaten, ilkinde sakatlık varsa, ikincisinde nasıl olmasın!
Bununla birlikte, çözülemez yerine çözemezler diyelim ki, sorunun doğası gereği çözülemez olduğuna ilişkin bir iddiada bulunduğumuz izlenimi doğmasın.
Neden çözemeyeceklerini ileri sürüyoruz peki? Bu sorunun geçerli yanıtlarından bazıları biraz da ironik biçimde, çözeriz iddiaları ile yan yana yeniden sıralanıyor bugünlerde. Onları tekrarlamadan birkaç noktaya değinebiliriz.
“Çözüm” sözcüğünden ne anlaşıldığı üzerinde biraz durarak yapabiliriz bunu. Şu sıralarda olduğu gibi çözüm derken anlatılmak istenen, şiddetin bitmesi ise, şiddet kolay kolay bitmez, hatta hiç bitmez. Azalması ise kast edilen, mümkündür: Çok yükseldiğinde, ölüp öldürmekten, kan dökmekten yorgun düşmelerle ara verilir, hatta sönümlenmeye yüz tutar; ama mutlak anlamda “son”a ermez.
Böyle bir saptamanın geçerliliğine ilişkin başlıca üç dayanaktan söz edilebilir.
Birincisi, hangi etnik ya da ulusal kökenden olursa olsun ezilen emekçilerle sermaye sahiplerinin, daha genel anlamıyla, sömürülenlerle sömürenlerin arasındaki sınıf mücadelesi hiç bitmeyeceğinden, onun bir formu sayılabilecek yahut o mücadelede farklı derecelerde hep var olan şiddet tümüyle ortadan kalkmaz.
İkincisi, sömürücü sınıflar, kendilerine farklı imkânlar sunan ulusal baskı ve sömürüden, baş edemeyecekleri kadar büyük bir güç ile karşı karşıya kalmadıkları ve/veya yenilgiye uğratılmadıkları sürece vazgeçme eğilimi göstermezler.
Genelden özele doğru gelinirse, üçüncüsü, Türkiye’nin sömürücü sınıfları açısından, başına Kürt sözcüğü getirilerek adlandırılan “sorunu” çözmeleri, hele hele öncelikle Kürt ve Türk emekçilerini gözeterek bir çözüm yoluna koymaları için kendileri açısından herhangi bir karşı konulmaz ihtiyaç ya da zorlama genellikle söz konusu değildir, olmamıştır. Ancak, yakın bir gelecekte ve özellikle dış dinamiklerin etkisiyle, bugüne kadar sadece birtakım değerlendirme ve kestirimler yapılırken yer bulabilmiş çözüm zorlamasının ya da çözüme zorlanmanın somut bir gerçeklik kazanması da büsbütün küçümsenebilecek bir olasılık değildir.
Yazının başlığındaki sorunun yanıtına gelince…
En kısa yanıt, üzerinden yarım yüzyıldan daha uzun bir zaman geçmiş olan Dördüncü Büyük Kongre kararlarından yukarıya aktardıklarımdadır. Üstelik yalnız bizim ülkemiz için geçerli değildir bu. Oradaki Türk ve Kürt sözcükleri yerine hangi coğrafyadaki hangi halkların adları yazılırsa yazılsın, her zaman ve her yerde geçerli olan mücadele ilkesine ulaşılır: Ezilen ve sömürülen bütün halkların gerçek kurtuluşu olan sosyalizm için mücadeleyi tek bir devrimci dalga halinde bütünleştirmek üzere, her konuya bunun gerekleri açısından bakarak omuz omuza çalışmak amacıyla aynı çatı altında bir araya gelmek. Başarılabilirse, ne iyi! “Nihai zafer” denebilecek noktaya iyice yaklaşılıyor demektir. Başarılamazsa, nerdeyse bütün kazanımların sıfırlanabildiğini çoktandır, çok yerde görüyoruz.
Bunları eskimiş bulanlara söylenecek ne olabilir ki? Size yeni yollarınızda hayırlı muvaffakiyetler, demekten başka…
/././
İstanbul'da kira ödeyemeyenler: Buyrun Caroline Koç'un evine...
İstanbul'da ortalama kiranın asgari ücreti geride bıraktığı günlerde Caroline Koç, Boğaz manzaralı köşkünün kapısını basına açtı.
İstanbul'da 2025 itibarıyla 100 metrekarelik dairelerde ortalama kira fiyatı 26 bin 500 lira. Yani asgari ücretten yüzde 20 fazla.
Kirada oturanların oranı yıldan yıla artarken, kirasını ödemekte zorlananların sayısı da yükselişte. Araştırmalara göre geçtiğimiz ay kentteki her 10 kiracıdan biri kirasını ödeyemedi.
Barınma ihtiyacını dahi karşılayamayanlar bu sabah haberleri açtığında Türkiye'nin en büyük sermayesine sahip ailenin yaşadığı evlerden birini gördü.
Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Caroline Koç, 9 yıl önce ölen eşi Mustafa Koç ile dekore ettikleri Kandilli'deki Boğaz manzaralı köşklerinin kapısını Admiddleeast dergisine açtı.
Caroline Koç, 19. Yüzyıl’dan kalma konağı nasıl bulduklarını ve restorasyon sürecini şöyle anlattı:
“Bu güzel ev, olgun çam ağaçlarının ve iki muhteşem manolyanın arkasında, neredeyse gizli bir şekilde saklıydı. Mustafa ve ben daha önce hiç fark etmemiş olmamıza inanamadık. Sanki hep bizi bekliyormuş gibiydi. Tepeye doğru yürürken kalbim çarpıyordu. İlk görüşte aşık oldum, özellikle de bahçe ve manzaraya. Çok bakımsız olmasına rağmen, yadsınamaz bir çekiciliği vardı. Mimarisi zamansızdı, karmaşık detaylar ve sık sık görmediğiniz bir karakter duygusu vardı. Anlatacak kendi hikayeleri varmış gibi hissettiriyordu. En büyüleyici özelliklerden biri, içinde yürürken ahşap zeminlerin gıcırtısıydı. Odalar nefes alıyor gibiydi ve bana bu şehrin zengin tarihini ve ruhunu hatırlattılar. Ev sanki bize nasıl canlandırılmak istediğini gösteriyordu."
Odalarını tek tek gezdiren Caroline Koç, evini çevreleyen yeşilliğe bakarken, "İstanbul'un Asya yakası kalbimde her zaman özel bir yere sahip olmuştur. Daha sessiz, geleneklere bağlı, ancak yine de muhteşem Boğaz manzaraları sunuyor" ifadelerini kullandı.
Çek tasarımcı Jindrich Halabala'nın 1930'lu yıllardaki hazırladığı koltuklarının yer aldığı evin duvarları sanatçı Tayfun Erdoğmuş tarafından boyanmış.
Evinde Uşak halısına da yer veren Caroline Koç, salonunu Frank Gehry tasarımı bir contour sandalyesi, Çin heykelleri ve Osmanlı motifleriyle dekore etmiş.
***
Devrimin kadın eli: Eşitliğin ve özgürlüğün izinde -Eda Mermi-
"Sosyalist politikalar kadınların eğitim, iş hayatı ve siyasi temsilde erkeklerle eşit koşullara kavuşmasını sağladı. Ülkemizde de biz kadınların mücadele azmini, bu düzene olan öfkesini diri tutmak için bu tarihsel kazanımlar yol gösterici ve umut verici."
Sovyetler Birliği’nde Kadınların Kazanımları (1917-1990)
1917 Ekim Devrimi, kadınların toplumsal, ekonomik ve siyasi alanlarda önemli kazanımlar elde etmelerine zemin hazırladı. Bu devrim, kadınların eşit haklara sahip olmaları ve toplumsal hayata aktif katılımları konusunda somut adımlar attı.
Ekim Devrimi’nin hemen ardından kadınların hayatında neler değişmiş hep birlikte bakalım…
Sovyet iktidarı kadınlara geniş siyasal haklar tanımış ve bu hakları ilk kez uygulayan ülkelerden bir oldu. Kadınlar, erkeklerle eşit koşullarda oy kullanma ve seçilme hakkına sahip oldu. Ayrıca, kadın emeğinin kalifiyeleştirilmesine büyük önem verildi ve tüm meslek ve iş alanları kadınlara açıldı. Herkese eğitim ve öğrenim hakkı güvence altına alınarak, her bireyin özgürce meslek seçme hakkının koşulları yaratıldı.
1918’de kabul edilen Sovyet Anayasası ile kadınların siyasi hakları resmi olarak güvence altına alındı. Aynı yıl, kadınların iş hayatına katılımını artırmak için yasalar çıkarıldı ve kadınlar her mesleği icra edebilme hakkına kavuştu. 1920’lerde, kadınların çalışma hayatına entegrasyonunu kolaylaştırmak için kreşler, çocuk bakım evleri gibi sosyal destek sistemleri kuruldu. Eğitim alanında ise ücretsiz ve eşit eğitim hakkı tanınarak, kadınların teknik ve bilimsel alanlarda mesleki gelişimi desteklendi.
Aile hukukunda yapılan düzenlemelerle kadının eşit haklara sahip olması sağlandı. Bu reformlarla evlilik, boşanma ve miras konularında kadınlara eşit haklar verildi. Ayrıca, 1920’lerde kurulan "Zhenotdel" (Komünist Parti Kadın Birimi), kadınların siyasi, ekonomik ve sosyal haklarını korumak için çalıştı. Bu adımlar, kadınların toplumsal hayatta aktif rol almalarını sağladı ve dünya çapında kadın hakları mücadelesine öncülük etti.
Üniversitelere ve kadınların işgücüne katılımına bakacak olursak 1930’larda üniversite öğrencilerinin yüzde 40’ı kadınlardan oluşuyordu. Kadınların işgücüne katılımı devrimin ardından zaman içinde artırıldı ve çalışma koşulları iyileştirildi. Kadınlar, ücretli doğum izni, kreşler ve çocuk bakım hizmetleri gibi sosyal destekler sayesinde hem iş hayatında hem de aile yaşamında daha aktif bir rol üstlendi. Özellikle ortak çamaşırhaneler, aşevleri ve kreşler gibi kamusal hizmetler, kadınların ev işlerindeki yükünü hafifletti ve onların toplumsal hayata katılımını kolaylaştırdı.
Siyasi alanda da kadınların temsiliyeti önemli ölçüde arttı. Sovyetler Birliği’nde kadınlar, yerel yönetimlerden ulusal meclise kadar her kademede aktif rol aldı. 1936 Anayasası ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı ve yerel sovyetlerde kadınların temsiliyeti hızla yükseldi. Özellikle delege toplantıları aracılığıyla, siyasetle ilişkisi olmayan kadınların karar alma süreçlerine katılımı sağlandı.
Kadınların örgütlenmesi ve siyasi hayata katılımı için Zhenotdel gibi özel kadın birimleri kuruldu. Zhenotdel, kadınların siyasi bilinçlenmesini sağlamak, onları Sovyetler, sendikalar ve kooperatifler gibi kurumlarda örgütlenmek ve kadınların eğitim, sağlık ve üretim alanlarında aktif rol almalarını teşvik etmekle görevlendirildi. Delege toplantıları, kadınların siyasi süreçlere dahil olmalarını sağlayan önemli bir mekanizma haline geldi.
Sovyetler Birliği'nde kadınların kazanımları, yalnızca yasal düzenlemelerle sınırlı kalmadı; toplumsal yaşamın her alanında kadınların aktif rol alması sağlandı. Kadınlar, sanayiden tarıma, eğitimden sağlığa kadar pek çok alanda çalışmaya başladı. Eğitim ve okuryazarlık kampanyaları sayesinde kadınların kültürel seviyesi yükseltildi. Anne ve çocuk sağlığına yönelik önlemler alındı, kreşler ve çocuk yuvaları yaygınlaştırıldı.
Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde Kadın Hakları (1945-1990)
Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde (ADC) kadınlar, Batı Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine kıyasla daha ileri haklara sahipti. Kadınların iş gücüne katılımı teşvik edildi ve eşit işe eşit ücret politikaları uygulandı. Ayrıca, kadınların eğitim olanaklarına erişimi artırılmış ve mesleki eğitim programlarıyla desteklendi. Sağlık alanında da önemli adımlar atılmış, örneğin ücretsiz sağlık hizmetleri sunuldu.
ADC, kadınların toplumsal, ekonomik ve siyasi alanlarda eşit haklara sahip olması için önemli adımlar attı. ADC’de kadınlar, Batı Almanya’nın aksine, çocuk bakımının devlet tarafından üstlenilmesi, kreşlerin yaygınlaştırılması ve ücretsiz eğitim gibi sosyal destekler sayesinde hem iş hayatında hem de özel yaşamlarında daha aktif bir rol oynadı. Örneğin, 1989’da Doğu’da çalışan kadın oranı yüzde 90’a ulaşmışken, Batı’da bu oran yüzde 55’te kalmıştı.
Ancak, Berlin Duvarı’nın yıkılması ve ADC’nin sona ermesiyle birlikte, kadınlar bu kazanımların büyük bir kısmını kaybetti. Batı Almanya’nın cinsiyetçi normları Doğu’ya yayıldı ve kadınlar, çocuk bakımı hizmetlerinin azalması, doğum izinlerinin kısıtlanması ve iş hayatında geri plana itilme gibi sorunlarla karşı karşıya kaldı. Örneğin, 2010 yılında Almanya’da 3 yaşın altında çocuğu olan kadınların sadece yüzde 32’si çalışıyordu, bu oran ADC döneminde çok daha yüksekti.
Ayrıca, kadınların eğitim ve mesleki gelişimine büyük önem verilmişti; üniversite öğrencilerinin yüzde 50’si kadınlardan oluşuyordu ve teknik mesleklerde kadınların oranı oldukça yüksekti.
ADC’deki kadınların çalışma hayatına katılım durumu, Federal Almanya ile kıyasladığımızda dramatik farklar mevcuttu. Örneğin, Federal Almanya’da 1977 yılına kadar kadınlar, kocalarının izni olmadan çalışamıyordu ve ev dışında çalışmalarına ancak “ev işlerini ve kocalarına karşı sorumluluklarını aksatmadıkları müddetçe” ibaresiyle izin veriliyordu.
Küba’da Kadın Mücadelesi ve Kazanımları (1959 Sonrası)
1959’daki sosyalist devrim sonrası, Küba’da kadınlar önemli haklar elde etti. Kadınların eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimi artırılmış, iş hayatına katılımları teşvik edildi. Bu kazanımlar, diğer Latin Amerika ülkelerine ve devrim öncesi Küba’ya kıyasla oldukça ilericidir.
1959 Küba Devrimi, yalnızca siyasi ve ekonomik bir dönüşüm değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitliği açısından da büyük bir adım oldu. Devrim sonrası Küba, kadınların eğitim, sağlık, iş hayatı ve siyasi temsil alanlarında önemli haklar elde etmesini sağlayan kapsamlı reformlar gerçekleştirdi. Bu reformlar, kadınların toplumsal hayatta daha aktif ve eşit bir rol üstlenmesine olanak tanıdı.
Küba Devrimi, kadınların eğitim ve iş hayatına katılımını teşvik eden politikalarıyla dikkat çekti. Devrim öncesi Küba’da kadınların eğitim ve iş olanakları oldukça sınırlıyken, devrim sonrası ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetleri sayesinde kadınların eğitim düzeyi hızla yükseldi. Bugün Küba’da yüksek öğrenim mezunlarının yüzde 60,5’i kadınlardan oluşuyor. Ayrıca, teknik ve profesyonel mesleklerde kadınların oranı yüzde 67,2’ye ulaşmış durumda. Üniversite öğretim üyelerinin ise yüzde 81,9’u kadınlardan oluşuyor.
Kadınların iş hayatına katılımını kolaylaştırmak için devlet tarafından kreşler, çocuk bakım evleri ve ücretsiz sağlık hizmetleri gibi sosyal destekler sağlandı. Bu destekler, kadınların hem iş hayatında hem de aile yaşamında daha aktif bir rol üstlenmelerine olanak tanıdı. Özellikle tarım ve sanayi gibi geleneksel olarak erkek egemen alanlarda kadınların katılımını artırmak için özel programlar geliştirildi.
Kübalı Kadınlar Federasyonu (FMC), 1960 yılında kurulan, toplumun her alanında ve her düzeyinde cinsiyet eşitsizliğinin ortadan kaldırılmasını amaçlayan politikalar ve programlar geliştiren bir kitle örgütü. Kurulduğu günden bugüne okuma yazma kampanyaları, kadınlara meslek edindirme kursları, kadının çalışma hayatına katılımının artırılması ve bunun önündeki engellerin kaldırılmasına yönelik çalışmalar yaptı. Çocuk ve yaşlı bakımını sadece kadınların sorumluluğunda ve yükü olmasından çıkaran kreş ve bakımevi uygulamaları, kadın sağlığı, aile içindeki sorumlulukların eşit paylaşılması gibi pek çok önemli çalışmaya imza attı. Kadınların işgücüne katılımını artırmak ve toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak için çalıştı. Bugün Küba, dünya genelinde kadınların siyasi temsilinde öncü bir konumda; sadece ulusal meclisteki milletvekillerinin sayısına bakarsak bile bu anlaşılır. Meclisteki milletvekillerinin yüzde 53,22’si kadınlardan oluşuyor.
Sosyalist Politikalar ve Kadınların İş Hayatına Katılımı
Sosyalist politikalar, kadınların iş hayatına katılımını kolaylaştırmak için kreşler, ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetleri gibi sosyal destekler sağladı. Özellikle tarım ve sanayi gibi geleneksel olarak erkek egemen alanlarda kadınların katılımını artırmak için planlı stratejiler geliştirildi.
Sosyalist sistemler, kadınların eğitim ve mesleki gelişimine büyük önem verdi. Ücretsiz eğitim politikaları sayesinde kadınlar, teknik ve profesyonel mesleklere erişimde erkeklerle eşit fırsatlara sahip oldu. Ayrıca, mesleki eğitim programlarıyla kadınların geleneksel olarak erkek egemen alanlarda (mühendislik, bilim, tarım vb.) çalışmaları teşvik edildi.
Sosyalist ülkeler, kadınların iş hayatında erkeklerle eşit ücret almalarını garanti altına alan yasalar çıkardı. Bu politikalar, kadınların ekonomik bağımsızlığını sağlamak ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini azaltmak için hayati bir adım oldu. Örneğin, birçok sosyalist ülkede kadınlar, erkeklerle aynı işi yaptıklarında aynı ücreti alıyordu.
Ücretli doğum izni ve annelik hakları, yarı zamanlı çalışma ve ev işi izni, sendikal örgütlenmelerin olanakları ve sosyalist politikalar, kadınların geleneksel olarak “ev kadını” rolünden çıkıp üretim süreçlerine aktif bir şekilde katılmalarını sağladı. Bu dönüşüm, kadınların toplumsal statüsünü yükselterek, onların ekonomik ve sosyal hayatta daha eşit bir konuma gelmelerine katkıda bulundu. Özellikle kırsal kesimdeki kadınların tarım ve sanayi alanlarında çalışmaları teşvik edildi.
Türkiye’deki Kadınlar İçin Önemi
Bugüne baktığımızda Türkiye’de kadınlar, eğitim ve iş hayatına katılımda çeşitli zorluklarla karşılaşıyor. Sosyalist ülkelerdeki bu kazanımlar, Türkiye’deki kadınlara toplumsal hayatta daha aktif rol alması ve eşit haklara sahip olması konusunda önemli dersler sundu ve sunmaya da devam ediyor.
Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 34 civarında seyrederken, bu oran ADC’de 1989 yılında yüzde 90’a ulaşmıştı. Ayrıca, Türkiye’de kreş ve çocuk bakım hizmetlerinin yetersizliği, kadınların iş hayatına katılımını zorlaştırıyor. ADC’de ise 1989 yılında 0-3 yaş arası çocukların yüzde 75’i çocuk bakım evlerine gidebiliyordu.
Türkiye’de kadınların siyasi temsili de oldukça düşük; örneğin, 2023 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki kadın milletvekili oranı yüzde 17 civarında iken, ADC’de o dönemde bile bu oran yüzde 35’e yakındı.
Sovyetler Birliği, Demokratik Almanya (ADC) ve Küba gibi sosyalist ülkeler, kadınların toplumsal, ekonomik ve siyasi alanlarda eşit haklara sahip olması için tarihsel olarak önemli adımlar attı. Bu ülkelerde sosyalist politikalar, kadınların eğitim, iş hayatı ve siyasi temsilde erkeklerle eşit koşullara kavuşmasını sağladı.
Ülkemizde de biz kadınların mücadele azmini, bu düzene olan öfkesini diri tutmak için bu tarihsel kazanımlar yol gösterici ve umut verici…
Geleceğe umutla bakarak yan yana geleceğiz, çoğalacağız ve elbet hakkımız olanı alacağız!
Yaşasın 8 Mart! /././
'Profesör kabus' davasında karar: Süleyman Salih Zoroğlu'na 25 yıl hapis cezası
Kamuoyunda "profesör kabus" olarak bilinen, psikiyatri kliniğinde ketamin isimli ilacı çocuklara vererek ailelere "cinsel istismar" tuzağı kurmakla suçlanan Süleyman Salih Zoroğlu’nun 25 yıl 8 ay 22 gün hapisle cezalandırılmasına hükmetti.(https://haber.sol.org.tr/haber/profesor-kabus-davasinda-karar-suleyman-salih-zorogluna-25-yil-hapis-cezasi-396596)
Üç dinci kuruluşun 5 Şubat’ta yayımladığı "Türk Eğitim Sistemi ve Zorunlu Eğitimin Yansımaları Çalıştay Raporu", zorunlu eğitimin bir bakıma eğitimi demokratikleştirdiğini, kuramsal olarak (dindar/dinsiz, Müslüman/Hıristiyan/…, varsıl/yoksul, köyde/kentte yaşayan) herkese eşdeğerde eğitim fırsatı sunmak anlamına geldiğini yadsıyor. Raporda zorunlu eğitimle ilgili tek gerçekçi saptama, “… kırsal ve kentsel bölgeler arasındaki farklılıklar” söylemi oluyor. Ancak raporda bölgeler arasındaki farkların neden kaynaklandığı irdelenmiyor. Ayrıca zorunlu eğitimle ilgili sorunlar olarak, haksızlıklara yol açan ve eğitimde fırsat eşitliğiyle bağdaşmayan,
* Sünni anlayışın ve dini derslerin herkese dayatılması;
* Yönetmelik değişikliği ile soran, eleştiren ve araştıran öğrenci yetiştirilmesinden vazgeçilmesi;
* özel okulların varlığı;
* gerçeklerin anlaşılmasını kolaylaştıran bilimsel derslere verilen önemin azaltılması;
* insanların güzel duyularını (estetik anlayışını) geliştiren güzel sanatlara yeterince önem verilmemesi;
* Osmanlı ve Arapça hayranlığının dayatılması;
* öğretmen atamalarındaki haksızlıklar ve okullardaki öğretmen eksikliği;
* okullarda çağdaş kuruluşlarla değil de gerici kuruluşlarla işbirliği yapılması;
* devlet okuluna aç giden öğrenciler varken özel okula gidenlere parasal destek verilmesi
ve benzeri gerçek sorunlar dile bile getirilmiyor.
Raporda, “evlilik yaş ortalamasının her geçen gün daha da yükselmesi” zorunlu eğitimle ilişkilendirilerek eleştiriliyor. Bu eleştiri çocuk evliliklerini desteklemek, kadınların erken yaşta evlenip çoluk çocuğa karışarak kocasına bağımlı olmasının istendiği anlamına geliyor. Oysa geç evlenmenin, insanların özgürleşip ana-babasının baskısıyla değil kendi özgür iradesiyle eş seçmesi, evlenmek için elinin ekmek tutmasını beklemesi gibi olumlu ve işsizlik gibi olumsuz nedenlerden kaynaklandığı yadsınıyor.
Raporda bir başka anlaşılmaz durum, işsizliğin zorunlu eğitimin uzun (12 yıl) oluşuna bağlanması oluyor. Zorunlu eğitim uzadıkça işsizliğin ertelendiği ve de işsizliğin iktidarın ekonomik politikaları nedeniyle arttığı yadsınıyor. İktidar, KİT’leri özelleştirirken de, istihdamı artıracak yatırımlara ağırlık vermeyerek de işsizliği artırıyor.
Raporda, zorunlu eğitimin, “mesleki eğitimin gelişiminin dolaylı yollarla sınırlanmasından” ve de “mesleki eğitime önem verilmemesinin işsizliği çoğalttığından” söz edilirken de gerçekler saptırılıyor. Çünkü ilgili veriler, bu söylemlerin doğru olmadığını gösteriyor. Bilindiği gibi her yıl meslek lisesinden mezun olanların sayısı 600 binleri buluyor, ancak onları istihdam edecek yeterli işyeri olmadığından meslek lisesi mezunlarının önemli bir bölümü de iş bulamıyor.
Raporu yazanların zorunlu eğitim karşıtlığı, herhalde din derslerinin artırılmasına ve zorunlu olarak seçtirilmesine, derslerde Osmanlı hayranlığının kazandırılmasına ve bilimsel derslerin azaltılmasına karşın,
* öğrencilerin genellikle dininin ve kininin davacısı olmayıp laik ve bilimsel anlayışı benimsemesi;
* İmam hatiplerin beklenen öğrenci sayısına ulaşamaması;
* İmam hatiplerde okuyanlar arasından ateist ve deistlerin çıkması
* gibi nedenlerden kaynaklanıyor.
Raporda, “Batılıların yüzyıl önce dayattığı ve kendi çıkar çerçevelerini aşılamaktan başka bir işlevi olmayan bu zorunlu ve genel eğitimle insanımızın ve gayretimizin israf edilmesine son verebiliriz” denerek bütün eğitsel gerçekler yadsınıyor. Oysa ABD’den çok sonraları zorunlu genel eğitim uygulayan örneğin Japonya, Kore ve Finlandiya gibi ülkelerin gelişmiş ülkeleri yakaladığı biliniyor. Ayrıca kişinin bilişsel, duyuşsal ve devinimsel gelişiminin, katıldığı öğrenim süresiyle doğru orantılı olduğu da biliniyor.
Raporda zorunlu genel eğitime karşı, ortaokul sonrasında mesleki eğitime ağırlık verilmesi öneriliyor. Bu öneriyi yapanların,
*çocuklar erken yaşta mesleki eğitime yönlendirildiğinde, ileri düzeylerde öğrenim görüp ülkeye daha çok yararı olabileceklerin önünün kesileceğini;
*işlevi ara eleman yetiştirmek olan mesleki eğitime ağırlık verildiğinde, ülkenin gereksinim duyduğu beyinlerin yetiştirilmeleri olasılığının azalacağını ve bu durumun ülkenin sömürülmesini kolaylaştıracağını;
*mesleki eğitimde öğrencilerin emeklerinin sömürüldüğünü;
*bu önerinin raporda “Önerimiz ilk olarak, lise mezununda olması gereken akılcı, çözümleyici ve yenilikçi bilgi ve becerilerin öğretilmesidir” denmesiyle bağdaşmadığını
düşünmemiş olmaları da insanı şaşırtıyor.
Bu rapora göre, “Ülkemizde eğitim alanında yapılan yenilikçi uygulamalara yönelik tepkiler, genellikle Batı’ya öykünme söylemiyle birlikte ortaya çıkmaktadır. Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM) ve Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum (ÇEDES) projesi gibi projelerde olduğu gibi, yeni müfredat çalışmaları da benzer bir tepkiyle karşılaşmıştır. Bu planlı ve organize tepkilerin ardında, eğitim sistemimizdeki bağımsızlığımızı hedef alan bir gündem olduğu düşünülmektedir.” Bu söylem, raporu hazırlayanların ağızlarından çıkanları kulaklarının duymadığını, gerçekten de ne dediklerini bilmediklerini ya da toplumu kandırmaktan (kimilerine göre Allah’tan) korkmadıklarını göstermektedir. Oysa MESEM’e, ÇEDES’e ve AKP müfredatlarına karşı çıkanların öykündükleri genelde Batı değil, laikliktir, bilimselliktir, insan haklarıdır, bireyin ve halkın özgürlüğüdür, ülkenin bağımsızlığıdır, insanların barış içinde yaşamasıdır, ...
Öğrencilerin haftada dört gün işveren tarafından sömürüldüğü MESEM’i ve imamların/hafızların okullara girmesini sağlayan ÇEDES’i savunan kişilere “eğitimci(öğretmen” demek de kolay olmuyor. Bilindiği gibi Osmanlı 175 yıl kadar önce, okullara din adamı yerine öğretmen girmesi için öğretmen yetiştiren okullar açmıştır. Yukarıdaki söylem, bir bakıma bu raporu hazırlayanların 175 yıldan daha da geride kaldıklarını gösteriyor.
Bu çalıştayı düzenleyen kurumların vizyon ve misyonları ile raporun genel niteliği göz önüne alındığında raporda, “Tevhid-i tedrisat kanunu ile, coğrafi farklılıklar, bireysel yetenekler ve özgürlükler göz önüne alınmadığı için; -görece bazı faydaları var gibi görünse de- ülkenin eğitim altyapısını olumsuz yönde etkilemiştir” denmesi de şaşırtıcı olmuyor. Oysa örneğin gericilerin kapatılmasını sağladığı köy enstitülerindeki uygulama, bu söylemin gerçek dışı olduğunun kanıtı oluyor. Köy enstitülerinden Akdeniz’de pamukçuluğa, Karadeniz’de balıkçılığa, yerine göre hayvancılığa ya da meyveciliğe ağırlık verildiği, öğrencilere yetenek ve ilgilerine göre marangozluk ya da demircilik gibi becerilerin kazandırıldığı biliniyor.
Bu yasa, kendi vakıflarına bağlı olan azınlık ve yabancı okulları, 1826’ya kadar şeyhülislama ve sonrasında evkaf bakanlığına bağlı olup ağırlıklı olarak dini öğretim yapılan okullar ile 1839’da açılmaya başlayan ve 1857’de eğitim bakanlığına bağlanan Batı türü (bilimsel dersler ağırlık veren) okulları tek bir sorumlu birime-eğitim bakanlığına- bağlamıştır. Bu yasa farklı sorumlulukları ve öncelikleri olan okulları, sorumluluğu ve önceliği özgür yurttaş yetiştirmek olan okullara dönüştürmek için çıkarılmıştır. Bu yasayla, Hıristiyan din adamı yetiştiren Heybeliada Ruhban Okuluna dokunulmamış, Müslüman din adamı yetiştirmek için ilahiyat fakültesi açılırken toplumun dini hizmetlerini karşılamak üzere ve örgün eğitimin dışında-ilkokul, ortaokul ya da lise olarak değil- ayrı okul olarak imam hatip okulları açılmıştır.
Bu yasayla ülkede, Batıdan birkaç yüz yıl gecikmeli olarak aydınlanma süreci başlamıştır. Çünkü bu yasa, ‘egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ anlayışının işlevsel olması için fikri hür, irfanı hür ve vicdanı hür –kendi iradesine sahip çıkan özgür- yurttaş gereksinimini karşılamak için kabul edilmiştir. Eğitim sistemi yıllarca genelde bu doğrultuda hizmet vermiştir. Cumhuriyetin kuruluş döneminde yetişen öğretmenler sayesinde, 1968 üniversite kuşağı, ülkenin bağımsızlığını, işçi/köylü çocuklarının okumasını, özgürlükçü 1961 Anayasası’nı savunmuş ve ABD’ye/kültürel ve ekonomik sömürüye karşı çıkmıştır. Yurtdışına göçmek bu öğrencilerin aklından bile geçmemiştir.
Dikkat edildiğinde görüleceği gibi, yurttaşın özgürleşmesini dolayısıyla halk egemenliğini (yurttaşın sorgulamasını, eleştirmesini, araştırmasını, haklarına ve iradesine sahip çıkmasını) istemeyenler, yurttaşın kaderci olmasını isteyenler, sömürenlerle işbirliği yapanlar ve gericiler bu yasaya karşı çıkmıştır ve çıkmaktadır. Günümüzün temel eğitim sorunu, bu yasanın özünden sapılmasıdır: Diyanete ve tarikatlara okul açma izni verilip özgür birey yetiştirilmesinden korkulmasıdır.
Çözüm, zorunlu eğitim sürecinin kısaltılması ve mesleki eğitime ağırlık verilmesi değil, mesleki eğitim ile dini öğretimin, öğrencilerin kendilerini, meslekleri ve dünyayı yeterince tanımasına fırsat verecek zorunlu eğitim sonrasında verilmesidir. Liselerin çok amaçlı liseye dönüştürülüp, öğrencilerin genel bilgilerini geliştirirken meslek alanlarını da tanıyacak derslere ve uygulamalara yer verilmesidir. Bilimsel, sanatsal ve uygulamalı derslerle öğrencinin kininin ve dinin davacısı değil, fikri hür, irfanı hür ve vicdanı hür olmasının sağlanmasıdır. Öğrencilerin liselerdeki bilgi ve deneyim birikimiyle ilişkili yükseköğretim programlarına yönlendirilmesidir. En azından zorunlu eğitim sürecinde seçme/eleme sınavı yapılmamasıdır. Çözüm, sıkıştığında kadere sığınacak değil gerçeği arayacak insan yetiştirmektir.
Ülkenin bir talihsizliği, bu denli gerçek dışı düşünce ve önerilerle laik ve bilimsel-çağdaş- eğitime karşı çıkılmasıdır. İkinci talihsizlik de, bu tür söylemlerin arkasında "eğitimci/öğretmen" denen kişilerin de bulunmasıdır.
/././
Vedat Milor'a Kent Lokantası videosu için 'örtülü reklam' soruşturması
Yemek eleştirmeni Vedat Milor'un Youtube programında Kent Lokantası'ndaki yemek deneyimlerini paylaştığı için örtülü reklam yaptığı iddia edildi. Ticaret Bakanlığı, Milor hakkında soruşturma başlatıp yazılı savunma istedi.
Vedat Milor, yaklaşık iki ay önce Üsküdar'da dar gelirli ve öğrencilerin uygun fiyatlı yemeğe ulaşabildiği Kent Lokantası'na gitti. Daha önce de yaptığı birçok tadım videosu gibi yemeğin kalitesini, lezzetini ve fiyatı üzerine yorumlarda bulundu.
Youtube hesabında videoyu, "40 liraya dört çeşit yemek : Bu fiyat gerçek mi?" diyerek paylaştı. Videosunun ardından gelen 'reklam' yapıyor iddialarına da yanıt verdi. Milor, bu iddiaya karşı dava açacağını bildirdi.
Milor'a yönelik iddiaların ardından Ticaret Bakanlığı, soruşturma başlattı.
Odatv'nin haberine göre; bakanlık, Milor'dan yazılı savunma istedi. Milor'a gönderilen bildirimde şu ifadeler kullanıldı:
"Söz konusu tanıtımların başka mecra kuruluşlarında yayımlanıp yayımlanmadığı, yayımlandı ise hangi mecra kuruluşlarında ve hangi tarihlerde yayımlandığının bilinmesine, yazılı basında yayımlanmış olanların asıllarına, sözlü ve görsel basında yayımlananlara ait ses ve görüntü kayıtlarına, bağlı bulunduğunuz Vergi Dairesi’nin adı ile varsa kuruluşunuzun vergi kimlik numarasına, varsa kayıtlı elektronik posta(KEP) adresine, Şahsınıza ait resmi tebligat adres bilgisi ile varsa kuruluşunuzun açık unvanı, kayıtlı olunan meslek odası faaliyet belgesi ile şirket ana sözleşmesinin birer örneğine, gelir durumunuzu gösterir belge (son tarihli yıllık vergi beyanı ile eki gelir tablosu, bilanço vb.) örneğine ihtiyaç duyulmaktadır.”
Milor: 40 TL’ye dört çeşit yemek sunan bir lokanta lezzet ve toplumsal etkisi açısından dikkat çekici
Milor, yayımladığı videosunun ardından reklam yaptı iddialarına X hesabından şu yanıtı vermişti:
"Kent Lokantası ziyaretim tamamen kendi inisiyatifimle gerçekleşti ve Buğra Bey’e birlikte gitmeyi ben teklif ettim. Amacım, hem bir yemek eleştirmeni hem de bir sosyolog olarak bu hizmeti gastronomik ve sosyolojik açıdan değerlendirmekti. 40 TL’ye dört çeşit yemek sunan bir lokanta hem lezzet hem de toplumsal etkisi açısından dikkat çekici bir örnek.
Hiçbir kurumdan ödeme almadım. Bundan sonra bu tür asılsız iftiralar karşısında hukuki yollara başvuracağımı belirtmek isterim."
***
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder