Avukatı duyurdu: Mahir Polat hastaneye sevk edildi
Cezaevinde tutuklu bulunan İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat, hastaneye sevk edildi. Avukatı, yüksek tansiyon sorunu yaşayan Polat'ın "kalp krizi ve beyin kanaması riskinin bulunduğunu" ifade etmişti.(https://www.birgun.net/haber/avukati-duyurdu-mahir-polat-hastaneye-sevk-edildi-612574)
***
AKP’li belediyeye 50 milyon TL’lik bağış -İsmail Arı-
Murat Kurum’un yönettiği Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Hazine arazilerinin satışından elde edilen geliri AKP’li Sincan Belediyesi’ne bağışlayacak. Bakanlık kasasından AKP’li ilçe belediyesine 50 milyon TL aktarılacak.
Sincan Belediye Başkanı AKP’li Murat Ercan ile Erdoğan (Fotoğraf: AA)
İktidar, muhalefetin yönettiği belediyeleri mali yaptırımlar, kayyumlar ve soruşturmalarla zora sokmak için adımlar atarken kendi belediyeleri için ise musluğu sonuna kadar açmaya devam ediyor.
Ankara’daki AKP’li Sincan Belediyesi’ne, Saray’ın 30 milyon TL’lik bağışının ardından şimdi de AKP’li Murat Kurum’un yönettiği Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı bağış yapacak.Sincan Belediye Meclisi’nin Mart ayı oturumunda, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın 40 milyon TL’lik şartlı bağışı kabul edildi. Kabul edilen teklifte, “Sincan’da Hazine arazilerinin satıldığı ve satışlardan elde edilen gelirinden 40 milyon TL’lik gelirin Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından belediyemize şartlı bağış olarak verilmesinin kabul edilmesi…” ifadeleri yer alıyor.
KASAYA AKTARILDI
Ayrıca Belediye Meclisi’nde Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı Türkiye Çevre Ajansı Başkanlığı’nın da 10 milyon TL’lik bağışı kabul edildi.
Böylece Bakanlık kasasından Belediye’ye bağış adı altında toplam 50 milyon TL aktarılmasına onay verildi.
Sincan Belediye Meclisi’nin Şubat ayı oturumunda da yine bir “Bağış” teklifi oylamaya sunulmuştu. Teklifte, “Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından, devam eden yatırım projeleri ile sosyal yardımların desteklenmesi amacıyla belediyeye şartlı bağış yaptığı” ifade edildi.
Teklifte, Cumhurbaşkanlığı’nın 31 Aralık 2024 tarihinde belediyenin banka hesaplarına 30 milyon TL gönderildiği ve 5393 sayılı Belediye Kanunu'nun 18’inci Maddesine göre şartlı bağışın kabul edilmesi için Belediye Meclisi’nde oylama yapılması gerektiği açıklandı. 3 Şubat’ta yapılan oylamada, Cumhurbaşkanlığı’nın 30 milyon TL’lik şartlı bağışı oy birliğiyle kabul edildi.
MUHALEFETİ SİLKELİYOR!
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha önce yaptığı açıklamada muhalefet belediyelerine yönelik “Silkeleyin” diye talimat vermişti. Erdoğan, “Açık artırma usulüyle asgari ücret açıklayan muhalefeti de ülke ve millet hayrına bir iş yapacaklarsa SGK’ye olan birikmiş borçlarını ödemeye davet ediyorum. Sayın Bakan kendilerini çok daha kararlı şekilde silkelemende fayda var" demişti.
***
Rant planı suya düştü -İsmail Arı-
BirGün’ün Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’nin vurgununu ortaya çıkarmasıyla belediye geri adım attı. İhalesiz işlettirilen otopark için ihale düzenleneceği açıklandı.(https://www.birgun.net/haber/rant-plani-suya-dustu-612252)
***
TRT’den 30 milyar TL’lik vergi geliri -Mustafa Bildircin-
TRT’nin gelirinin büyük bölümü yurttaşın vergilerinden oluşuyor. AKP iktidarının propaganda aygıtı olmakla eleştirilen kurumun, 2021-2023 tarihleri arasındaki bandrol geliri 29,5 milyar TL’ye kadar ulaştı.(DRAMATİK ARTIŞ VAR) TRT’nin, yurttaşın cep telefonu, akıllı saat, tablet ve bilgisayar gibi satın aldığı ürünlerden elde ettiği bandrol vergisi, yıllara göre şöyle: • 2021: 3 milyar 362 milyon 642 bin TL, • 2022: 7 milyar 947 milyon 169 bin TL, • 2023: 18 milyar 235 milyon 898 bin TL(https://www.birgun.net/haber/trtden-30-milyar-tllik-vergi-geliri-612495)
***
Boykot yüzleri ekşitti -Gözde Bedeloğlu-
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve çalışma arkadaşlarının gözaltına alınıp tutuklanmasıyla başlayan protestolar, 2 Nisan günü, ülke genelinde tüketimin durdurulması ile devam etti. Boykot, iktidar ve medyası tarafından her ne kadar CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in çağrısıymış gibi yansıtılsa da meydanlardan yükselen bir talepti ve muhalefet dahil toplumun her kesiminden destek gördü. Dün, iktidar medyasının manşetlerine ve çalışanlarının yazdıklarına bakılırsa boykot etkili olmamıştı. Sabah’a göre, İBB’deki yolsuzluğun üzerini kapatmaya çalışan Özgür Özel’in ekonomiye sabotaj girişimi tutmamış, insanlar boykot çağrısına inat çarşı ve pazarlara akın etmiş, AVM ve marketlerde yoğunluk yaşanmıştı. Aksini gösteren görüntüler de vardı. Örneğin, müşteri olmadığı için tezgahlarını toplayan pazarcılar, insan trafiğinin gözle görülür oranda azaldığı meydan ve AVM’ler, kepengini tamamen indirmiş esnaf ve yeme-içme mekanları, sakin sokaklar… Boykot, eylemcilerin talebiyken, yine CHP’nin belediyelerdeki ‘yolsuzluğu’ örtme çabasının bir parçası olduğunu savunan Türkiye gazetesi de milletin asıl CHP’yi boykot ettiğini manşetine taşıdı.
***
İktidar, İmamoğlu ve ekibini hedef alan yolsuzluk suçlamalarında ısrarcı. Ancak bu iddialar halkın, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en güçlü rakibini bir operasyonla hapse attırdığına dair algısını değiştirmekte yetersiz kalıyor. Savcılık sorgusunda, “öyle duydum, böyle tahmin ediyorum, şöyle inanıyorum”dan öteye gitmeyen gizli tanık ifadelerinin dikkate alındığı ortaya çıkmıştı. Dün, Birgün’ün ‘İçeriden Dışarıya Mektuplar’ köşesinde Doç. Dr. Buğra Gökçe’nin mektubu yayınlandı. “Bana ne mal varlığım, ne hesap hareketlerimle ilgili bir anomaliden bahsedilerek soru soruldu, ne bir MASAK raporunda bahsedildi, ne de bir ‘gizli tanık’ ifadesiyle 'şu konularda şunları yapmakla suçlanıyorsun’ ne de buna benzer tek bir soru yönetildi. Özetle, mali anlamda tek bir kusur ya da suistimalim bulunamamış ki soru sorulmadı” dedi. İstanbul Planlama Ajansı (İPA) başkanı Gökçe, suç örgütüne üye olmak ve rüşvet almakla suçlanıyor. İktidar medyası çalışanı Cem Küçük, Buğra Gökce için “Devletin verdiği rakamları baz almayıp kendi paralel açıklamalarınızı yaparsanız paketlenirsiniz” demişti. İPA, her ay “İstanbul’da Yaşam Maliyeti” raporu açıklıyor.
***
İktidara göre boykot tutmadı! İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Anadolu Ajans muhabirinin Bankalararası Kart Merkezi (BKM) verilerinden derlediğini söylediği bilgileri, milletin ‘yıkıcı’ boykot çağrılarına prim vermediğinin ispatı olarak sundu. Buna göre 2 Nisan’da kartlı alışverişin tutarı Mart ayı ortalamasını geçti. 1 Nisan’da 14 milyar TL olan alışveriş miktarı 2 Nisan günü 28 milyar TL’ye yükseldi. Özetle, insanlar boykot gününde deliler gibi alışveriş yapmış. TÜİK’in açıkladığı enflasyon verilerini basit bir mutfak hesabıyla artık rahatlıkla çürütülebilecek seviyede ekonomi bilgisine ulaşan yurttaşın bu veriyi doğru kabul etmeme olasılığını bir kenara bırakarak, ekonomist Yalçın Karatepe’ye kulak verdiğimizde akla yeni sorular ekleniyor. Karatepe, sosyal medya hesabından Altun’a sormuş; “kamuya açık olan BKM sitesinden bu verilerin bağlantısını paylaşabilir misiniz?” Cevap yok, çünkü girip bakıyorsunuz sitede böyle bir paylaşım yok. Ekonomi yazarı Alaattin Aktaş, BKM’nin kart harcamalarına ilişkin olarak günlük değil aylık veri açıkladığını, haftalık veri açıklayan Merkez Bankası’na göre ise Mart ayının ilk üç haftasındaki tutar 1 trilyon 52 milyar TL. Yani günlük ortalama 50 milyar TL. Fahrettin Altun’un 2 Nisan günü için açıkladığı rakam ise 28 milyar TL. Hesap ortada, boykot etkili olmuş. AKP’nin millete en büyük armağanı, onca yıl içinde yurttaşın hukuk ve finans alanındaki okur yazarlığını kuvvetlendirmiş olması. Gerçi bedeli çok ağır oldu ama durumumuz budur. Hukuki haklarımızın ve paramızın her zaman peşinde olmak zorundayız.
***
Rakamlar dışında boykotun etkili olduğunu, bizzat iktidar mensupları ve yayın organlarının tepkisinden görebiliyoruz. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum, elini yüksekten açarak, tüketim boykotunun emperyalist bir operasyon olduğunu iddia etti. Oysa ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, çok değil bundan üç ay önce “Pahalı ürün satanları dize getirecek etkili yöntemlerden biri boykottur. Fırsatçılık yapanlara karşı en büyük kozumuz, satın almama özgürlüğünü kullanmaktır” diyerek yurttaşa yol göstermişti. Türkiye’de ikili hukuk işliyor olmasaydı, Uçum açık açık Erdoğan’ı emperyalist operasyon yürütmekle suçlamış olacaktı. Ama neyse ki, memlekette kişilere ve gruplara göre ayrı kuralları olan bir yargı sistemi var da Uçum, Cumhurbaşkanı hakkında böyle nahoş bir imada bulunmaktan kurtuldu. Tüketim boykotu, Uçum’un iddia ettiği gibi ne yeni nesil bir protesto ne de hukuka aykırı. Tarihi 1900’lerin başına, Osmanlı dönemine kadar geriye gitmekle birlikte, Anayasa’ya göre de suç değil elbette. Diğer yandan Anayasa Mahkemesi’ne göre Can Atalay’ın şu an hapiste değil mecliste görevi başında olması gerekiyordu. Anayasal özgürlüklerimiz adım adım elimizden alınıp ‘suç’ haline getirildi. Bu yüzdendir ki dün, aralarında oyuncu Cem Yiğit Üzümoğlu’nun da bulunduğu 11 kişi boykota destek paylaşımları yaptığı için gözaltına alınıp sorgulandı. TRT, boykota destek olan oyuncu Aybüke Pusat’ı dizi kadrosundan çıkardı. Ama Uçum, işin ucunun küresel emperyalistlere dayandığı konusunda ısrarcı. Örnek olarak benzer bir eylemin yarın (5 Nisan) ABD Başkanı Trump ve yönetimine karşı organize edildiğini söyledi. Gazze’yi ‘devralma’ planları yapan ‘milli ve yerli’ Trump’a meğerse ‘küreselciler’ oyun oynayacakmış. Duy da inan istersen.
***
İçinde bolca emperyalizm, mandacılık, millilik, yerlilik ve küreselcilik geçen, birbirinin tekrarı upuzun açıklamalar yapınca; aslında çok kısa ve açık anlatabilecek bir gerçeği, yani “hak, hukuk, adalet” talebini perdeleyemiyorsunuz. Üstelik ‘eski nesil’ boykotçuluğun tadına varmış, tüketimden gelen gücünü keşfetmiş ve uzun anlatılar çağını kapatmış yeni nesil için durum epeyce farklı. Her anlamda ‘görülmek ve duyulmak’ arzusu taşıyan yeni kuşağın sadece Türkiye’de değil dünyada da temel ihtiyaçlar seviyesinde yaşadığı yoksulluk ve yoksunluk resmen çığlık attırmaya başladı. Boykot etkili oldu mu, sorusuna geri dönecek olursak; dün Birgün’ün manşetinde yazıldığı gibi yargısı, bakanı, yandaş sendikası, ticaret odası, TRT’si, RTÜK’ü… her bir koldan boykota karşı çıktı. Bunun elbette ekonomik bir sonucu var ancak daha da önemlisi, yurttaşın bilinçli bir tüketici davranışıyla, ülkede yaşanan hukuksuzluk ve ekonomik çöküşün öfkesini doğru yere yönlendirip, hesabını doğru yerden sorması. Üstelik de bunu örgütlü bir şekilde yapması. Ana muhalefetin de bu kez yalnız bırakmadığı milyonlarca insan, hem birlikte hareket ederek güçleniyor hem de muhalefeti daha cesur adımlar atmaya teşvik ediyor, CHP, sistem içine sıkışan bir muhalefet partisi olmaması yönünde harekete geçmeye zorlanıyor. İktidar medyası yazarları boşuna CHP’nin İmamoğlu-Özer ikilisi tarafından teslim alındığından yakınmıyor. Boykot ile esnafı bitirdiniz deseler, esnaf da kepenk kapattı. Çiftçinin zor duruma düştüğünü söyleseler, İmamoğlu protestolarına Yozgatlı çiftçiler traktörleriyle katıldı. Kısaca, ümüğü sıkıla sıkıla ödediği verginin, hakkın hukukun peşine düşen bir halk, sadece demokrasi karşıtlarının canını sıkar.
/././
Hayri Kozanoğlu, Trump'ın vergi kararlarını yorumladı: Hegemonya kaybı zorunlu hissettirdi -Umut Can FIRTINA-
ABD Başkanı Trump, 185 ülkeye gümrük vergileri getirdi. Küresel hegemonyasını yitiren ABD’nin, Çin’e karşı bu kararı almak zorunda kaldığını belirten Prof. Kozanoğlu, uygulamanın ters tepeceğini söyledi.
ABD Başkanı Donald Trump, “Kurtuluş günü” olarak adlandırdığı çarşamba günü imzaladığı kararnameyle ülkesinin 185 ticaret ortağına yeni gümrük vergileri getirdi.
Başta en büyük küresel rakibi haline gelen Çin olmak üzere 3 Nisan’dan itibaren ABD’nin diğer ülkelere karşılıklı tarifeler uygulayacağını kaydeden Trump, asgari gümrük vergisi oranının yüzde 10 olacağını açıkladı.
TÜRKİYE EN ALT DİLİMDE
Her ülke için ayrı tarife oranlarını açıklayan Trump, Rusya’yı bu listeye dâhil etmezken Türkiye’yi yüzde 10 oranında asgari gümrük vergisi uygulanacak ülkeler grubuna dâhil etti. Çine’e uygulanacak vergileri yüzde 34 olarak açıklayan Trump, Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin de “ABD’yi soyduğunu” söyleyerek yüzde 20 vergi getirdi.
Kamboçya, Vietnam, Sri Lanka, Madagaskar, Myanmar gibi ülkelerden alınacak vergilerse tavan olarak belirlenen yüzde 50’ye yakın düzeyde. Trump ayrıca ABD’de üretilmeyen otomobiller için yüzde 25 gümrük vergisi uygulamasını da yürürlüğe koydu.
Trump’ın “karşılıklı tarife” uygulamasının “tek taraflı değerlendirmelere” dayandığını belirten Çin ve AB ülkeleri, karşı tedbirler alacaklarını açıkladı.
BirGün yazarı ekonomist Prof. Hayri Kozanoğlu, ABD’nin yeni gümrük vergilerine ilişkin sorularımızı yanıtladı. Koznaoğlu’na göre ABD, Çin’in yükselişi karşısında bu refleksi gösterme zorunluluğunu hissetti.
Trump, son gümrük vergileriyle neyi amaçlıyor?
ABD Başkanı Donald Trump, 2’nci döneminde “MAGA” diye sloganlaştırdığı “Amerika’yı tekrar büyük yapma” stratejisine hız verdi. Bunun da en önemli ayağını gümrük vergilerini artırmak oluşturuyor.
Trump’ın iddiası diğer ülkeler uzun yıllar Amerika’yı sömürerek, talan ederek ürünlerini sattılar. Amerikan ürünlerini almadılar. Böylelikle Amerikan üretimini, sanayisini baltaladılar. Şimdi bu gümrük vergileriyle adalet sağlanacak.
Trump’ın buradan bekledikleri şunlar:
Birincisi üretimin tekrar Amerika’da yoğunlaşması, yabancı şirketler dâhil yatırımların hızlanması ve bu şekilde üretimin ve istihdamın artması. İkincisi gümrük vergileri aracılığıyla ciddi bir gelir yaratılması.
Böylelikle bütçe açıklarının kapanması ve büyük ölçüde zenginlere yarayacak olan gümrük gelir vergilerinin düşürülmesi.
KLASİK EMPERYALİZMİ HAREKETE GEÇİRECEK
Tüm bunlar aslında Amerika’nın dünyanın bir numaralı hegemon gücü sıfatını yitirmekte olmasının, dünya ekonomisindeki ağırlığının azalmasının, özellikle teknolojide Çin’e karşı rekabet etmekte güçlük çekmesinin bir sonucu.
Birincisi korumacı ekonomik önlemlerle Amerika’nın kaybolan ekonomik gücünün tekrar ihya edilebileceğini düşünüyorlar. İkincisi Amerika’nın hâlâ kahredici nitelikteki askeri gücünü kullanarak, doğrudan emperyalizm uygulayarak Grönland’dan Panama’ya, hatta komşusu Kanada’ya, Meksika’ya kadar toprak taleplerinde bulunarak klasik emperyalizmi hayata geçirmeyi.
VERGİLER AMERİKAN HALKINDAN ÇIKACAK
Bu kararlar Amerikan ekonomisi için ne kadar başarılı olur? Trump’ın hedefine ulaşması mümkün mü?
Trump’ın bu uygulamalarının istenen sonuçları vermeyeceğini, tam tersine geri tepeceğini, Amerikan kamuoyunda da büyük tepki uyandıracağını düşünüyorum.
Çünkü gümrük vergileri, en sonunda ithal eden firmalar ve buna bağlı olarak Amerikan tüketicileri, sade insanları tarafından ödeniyor. Bazı hesaplara göre Amerika’daki hane halkı başına aylık 1500-2000 dolarlık ek bir maliyet yükleyecek.
İnsanlar da gündelik hayatta kullandıkları ürünlerin maliyeti arttıkça buna tepki duyacaklar. Bu Amerika’da genel olarak enflasyonu yükseltecek ve durgunluğa yol açacak. Çünkü Trump’ın amaçları gerçekleşme yoluna girse dahi üretimin Amerika’ya aktarılması, tekrar canlanması, çok ciddi bir zaman alacak.
KAPİTALİST KÜRESEL SİSTEMİN SONU
Küresel anlamda nasıl bir sonuç doğuracak?
Amerika ekonomisi ve buna bağlı olarak bütün dünyada bunun bir durgunluğa yol açması tehlikesi hatta bir ekonomik krizi tetiklemesi tehlikesi var.
Diğer ülkelerin ilişkileri açısından birbirleriyle olan ticaretin yaygınlaşmasına, Amerika’nın bir anlamda dışlanmasına yol açabilir.
Bu hem Küresel Güney ülkeleri arasındaki ekonomik ilişkilerin yoğunlaşmasını getirebilir. Hem de Çin’in başta Avrupa Birliği (AB) olmak üzere diğer ülkelerle, her ne kadar onlar da belli korumacı önlemler uyguluyorsa da, ticari ilişkilerinin sıkılaşmasını getirebilir.
Bu atılan adım bir anlamda 1945’te Amerika’nın dünyanın bir numaralı hegemon gücü olmasıyla Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası gibi uluslararası mali kuruluşların, ticareti düzenleyen önce GATT sonra Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) kurulmasıyla başlayan, 1980’lerde kapitalist küreselleşme şeklinde, tek tek ülkelerde neoliberal politikalar şeklinde yansımasını bulan sistemin bir anlamda sonuna gelindiğini gösteriyor.
1929’daki “Büyük Depresyon” sonrası uygulanan korumacı önlemlerle benzerlik gösteren, bütün dünyada maliyetinin hissedileceği ama bunun en fazla Amerika’nın sade vatandaşına olumsuz olarak yansıyacağı bir
sürecin tetiklendiğini düşünüyorum.
Trump yönetimi ortaya çıkacak bu olumsuz tabloyu öngöremiyor mu?
Trump, Amerika’nın stratejisini aslında daha köşeli bir şekilde ifade eden birisi. Yoksa Joe Biden döneminde de hem özellikle Çin’e yönelik gümrük vergileri artırılmıştı hem de enflasyonu azaltma yasası, çip yasası, Altyapı Yatırım ve İstihdam Yasası benzeri yasalarla tekrar Amerikan sanayinin canlandırma adımları atılmıştı.
İstenen sonuç elde edilmese de Trump bunu keskinleştirmiş oluyor. Asıl sorun Amerika’nın dünyada azalan ekonomik ağırlığını, gerileyen rekabet gücünü tekrar kazandırmayı denemek. Bunun sınırlarını zorlamak. Bir şekilde Amerika’nın bugün Amerikan kapitalizminin istenen performansı gösterememesinden kaynaklanan bir durum.
PEKİN’İN TİCARET POLİTİKASINA BENZER
Çin dünya ekonomik kurallarına, kapitalist küreselleşmenin yarattığı ortama kolay uyum sağlayan, buna karşılık kendi ülkesi içerisinde sübvansiyonları, sanayileşme politikalarını uygulayan ve belli ölçüde planlamayı önemseyen, kamunun ekonomiye müdahale alanlarını genişleten bir ülke olarak dünyada en belirgin yükselen güç haline geldi.
Amerika buna bir refleks verme zorunluluğunu hissediyor. Zaten Trump’ın politikaları bir anlamda ülke içinde Çin’in uyguladığı politikalara benzerlik göze çarpıyor. Dış politikada da Çin’in “Beijing Uzlaşması” denilen, bir ülkeyle ilişki kurarken “O ülkede insan hakları, demokrasi, özgürlükler var mı? Eşitlikçi bir ülke mi?” gibi soruları hiç kale almadan o ülkede karar vericiler kimse, onlarla ilişki kurmaya dayalı bir anlayışı var.
Amerika’nın da Trump’la birlikte net bir şekilde buraya doğru sürüklendiğini görüyoruz.
Türkiye’ye dair sonuçları ne olur?
İmamoğlu’nun gözaltına alınmasından iki gün evvel Erdoğan Trump’la “sonuçlarından memnun kaldığı” bir telefon görüşmesi yaptı ve “cesaretini, cüretini böylelikle artırdığı, pekiştirdiği” söyleniyor. Bunu doğru kabul edersek Trump, Erdoğan benzeri masaya oturduğu zaman ülkesi adına pazarlık edebilen ve sonra da bunu uygulayabilen, güçlü liderleri tercih ediyor. Bu anlamda bir ülkede demokrasi, özgürlükler, insan hakları olup olmadığını umursamıyor.
ERDOĞAN, TRUMP’IN GÖZÜNDEN DÜŞEBİLİR
Ancak Türkiye’de toplumsal muhalefetin son dönemdeki yükselişini, Erdoğan’ın Saray rejiminin ülkeyi yönetmekte güçlük çektiğini düşünürsek, Erdoğan yakın zamanda Trump’ın gözünden düşebilir. Kendi ülkesinde bile dengeleri sağlayamayan, kararlarını hayata geçiremeyen, aldığı kararları halka kabul ettiremeyen bir lider haline gelebilir.
Trump’ın son adımlarının Türkiye ekonomisine etkisinin sınırlı olmasının bir nedeni şu: Türkiye’nin Amerika’yla ticareti zaten çok sınırlı ve Amerika ülkelere gümrük vergileri uygularken bu ülkelerle ne kadar dış ticaret açığı verdiğine bakıyor. Türkiye Amerika’ya dış ticaret açığı veriyor ve bu anlamda hedef ülkelerden biri değil.
İkincisi de öncelerden konulan Türkiye’nin çelik ithalatına yüzde 25’lik vergi yerinde duruyor. Bunun üzerine bir yüzde 10 ekleniyor. Zaten Türkiye yüksek gümrük vergisi uygulanan ülkelerden biriydi. Bu yüzde 10 ek olarak geliyor ama göreceli olarak diğer ülkelerle karşılaştırılınca daha düşük bir oranı temsil ediyor.
/././
AKP ve MHP’nin gündeminde halk yok: Çocuk istismarı, ekonomik kriz önergelerine ret -Mustafa Bildircin-
Haziran 2023-Mart 2025 döneminde TBMM Başkanlığı’na sunulan araştırma önergelerinin tamamı, AKP ve MHP oylarıyla reddedildi. İktidarın yurttaşın sorunlarına sırtını döndüğünü ortaya koyan verilere göre, “Çocuk istismarı vakalarının”, “Depreme dayanıksız okulların” ve “Ekonomik sorunların halka zararının” araştırılması için verilen önergelere AKP ve MHP'liler, “Hayır” dedi.
AKP ve MHP’nin, “Hayır” dediği diğer bazı araştırma önergeleri, şöyle sıralandı:
• Organize suç örgütlerinin kamudaki bağlantılarının araştırılması.
• Yap–İşlet–Devret modeliyle yapılan projelerin kamuya getirdiği ekonomik yükün araştırılması.
• Vergi vermeyen ve vergi muafiyetinden yararlanan şirketlerin araştırılması.
• Türkiye'de depreme dayanıksız okulların durumlarının araştırılması.
• Ekonomik sorunların halkımıza verdiği zararların araştırılması.
• Konut kiralarındaki artışın nedenlerinin araştırılması.
• Kadına yönelik şiddetin araştırılması.
• Çocuk istismarları ve kayıp çocuk vakalarının araştırılması.
***
Adı değişti ama ranta devam -Aycan Karadağ-
Adını ‘Kıyı Yönetimi ve Çevre Koruma’ olarak değiştiren MUÇEV’in, Marmaris’teki Karacasöğüt Koyu’nda yat limanı projesi için nihai karar verildi. Proje için mahkeme kararları ve bilimsel raporlar hiçe sayıldı.(MAHKEMELER PROJEYİ İPTAL ETMİŞTİ) MUÇEV’in 187 tekne kapasiteli "Yat Yanaşma Yeri Kapasite Artırımı" projesine, 9 Eylül 2020’de "ÇED gerekli değildir" kararı verilmişti. Ancak Muğla 3. İdare Mahkemesi bu kararı iptal etti. Temmuz 2022’de Danıştay 6. Dairesi, mahkemenin iptal kararını onaylamıştı. Bu süreçte MUÇEV, ÇED sürecini yeniden başlatarak bu kez "ÇED olumlu" kararı almıştı. Aynı dönemde, yatırımcı şirketin adı "MUÇEV Turizm Tic. A.Ş." olarak değiştirilirken, projenin adı da "Yat Limanı, Yat ve Tekne Bağlama İskelesi Kapasite Artırımı" olarak revize edilmişti. Muğla Büyükşehir Belediyesi, ÇED kararına itiraz davası açtı. 2023 Aralık ayında Muğla 1. İdare Mahkemesi, "ÇED olumlu" kararını iptal etmişti. Son olarak, 27 Haziran 2024’te Marmaris Belediyesi, MUÇEV’in projesinin yapı ruhsatını iptal etmişti.(https://www.birgun.net/haber/adi-degisti-ama-ranta-devam-612529)
***
Sondaj çalışmaları, sele ve heyelana neden oldu
Karadeniz Vadisi’ndeki Erikli ve Bahçecik yaylalarında maden arama çalışmaları için yapılan sondaj çalışması çevreye zarar verdi. Heyelan ve su baskınları yaşandı.
Trabzon’un Araklı ilçesinde bulunan Karadere Vadisi’nde Erikli ve Bahçecik yaylalarında, 4'üncü grup maden (altın, gümüş, bakır, çinko vb.) arama çalışmaları için yapılan sondaj çalışmaları heyelan ve su baskınlarına neden oldu.(FELAKET YAŞATTI) MA’da yer alan habere göre, Sayer Enerji Üretim Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi tarafından Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) süreci tamamlanmadan başlatılan çalışmalar bölgede büyük bir felakete yol açtı. Geçen sene 21 Ekim tarihinde jandarma ekiplerinin desteğiyle başlayan çalışmaların durdurulması için bölgede yaşayan yurttaşlar tarafından geçen sene 28 Ekim’de İdare Mahkemesi’ne başvuru yapıldı. Ayrıca bölgede yaşayan yurttaşlar, şirket hakkında işlem yapılması talebiyle geçen yıl 30 Ekim'de Trabzon Valiliği ile Trabzon Büyükşehir Belediyesi'ne de başvuruda bulundu. Başvuruları hiçbirine yanıt verilmezken, bölgede 50 metre arayla birçok sondaj kuyusu açıldı. Açılan kuyularda kullanılan sular ise bölgede toprak kaymalarına ve alanın doğal yapısının bozulmasına neden oldu.
***
Aslında herkes farkında -Oğuz Oyan-
Halkın geniş kesimleri ve öğrenciler salt İmamoğlu’na destek için meydanlara çıkmadılar. İktidarın yoksullaştırıcı politikalarına, adaletsizliğin kök salmış olmasına, işsizliğe, her türlü gericiliğe, eşitsizliklere ve yolsuzluklara karşı da seslerini yükselttiler.
Herkes farkında: Ne ekersen onu biçersin! Siyasi istikrarsızlık üretmenin bedeli iktisadi istikrarsızlıktır. Bunu 18-19 Mart siyasi operasyonu sonrasında istikrar programının çökmesiyle bugünlerde yeniden deneyimledik. Üstelik tüm olumsuzluklar henüz yaşanmış değil.
Herkes farkında: İktidar siyasetçilerinin ve onların rant/kâr ortaklarının suç sicilleri iyice kabardı. Bunlar siyasi münavebeye (demokratik iktidar değişimine) asla razı olmayacaktır; çünkü sadece hortumları kesilmeyecek, birikmiş suç dosyaları da ortaya saçılacaktır. Bu nedenle, güçlü bir muhalefet liderliği muktedirlerin en son isteyeceği şeydir.
Herkes farkında: Halkın büyük bölümü için bir yoksullaştırma programı uygulanırken, dolayısıyla toplumdan rıza üretme olanakları giderek daralırken, üstelik muhalefet son seçimlerden birinci parti olarak çıkmış ve iktidarın toplumsal tabanı ve siyasi dayanakları iyice zayıflamışken; muhalefetin güçlü bir CB adayı çıkarması durumunda iktidar, altındaki zeminin iyice kayacağının farkındadır. Zaten genel oy hakkını işine yaradıkça kullanan, yaramadığı zaman bir ayakbağı olarak gören bir dinci-despotik yönetim, tüm anayasal haklara faşizan yöntemlerle saldırmakta duraksamaz. İmamoğlu’na, CHP’ye, bağımsız/eleştirel medyaya saldırıların altında başka neden aramaya gerek yoktur.
Herkes farkında: Gerçi bu saldırıyı kolaylaştıran başka nedenler de vardır: İktidar, içerdeki anti-demokratik yönelişlerine dış tepkilerin çok yüksek olmayacağı bir konjonktürün çalıştığının farkındaydı. Üstelik içerde zayıfladıkça dış tavizlere daha yatkın bir konuma rahatça kayabileceğini (daha önce de örneklerini sergilediği üzere) dış güçlere açıkça göstermekteydi. İşte Erdoğan-Trump arasındaki 16 Mart’taki uzun telefon görüşmesi, 18-19 Mart’ın adeta “açılışı” olmuş gözüküyor. İktidarın içerde giriştiği yeni despotik baskıların ABD ve Avrupa’da göstermelik tepkilerle geçiştirilmesinin, Suriye, İran, Ukrayna, Rusya, Karadeniz/Boğazlar (Çin’le ilişkiler?) başlıklarında çeşitli ödünlere yol açmış olabileceğinin herkes farkında. Ayrıntıları kısa/orta dönemde yaşanarak görülecek. Hakan Fidan’ın 19 Mart’tan bir hafta sonraki ABD temasları, çok fazla beklenmeyeceğinin işareti olabilir.
Herkes farkında: Her durumda, beklemediği ölçüde kitlesel tepkilerle karşılaşmış olması ve bunlara rağmen iktidarını sağlama alma kaygıları, Cumhur ittifakının emperyalizm yanında saf tutmasını hızlandırdığının herkes farkında. Denklem şöyle de kurulabilir: İçerideki demokratik taleplere karşı geri adım atmamanın faturası, emperyalizm karşısında geri adım atmak olarak sonuçlanmakta. İçerde faşizan uygulamalardan hiç taviz vermemenin, iktidarını her ne pahasına olursa olsun korumanın karşılığı, dışarda bol kepçe taviz vermek olmakta. Yürütmeyi/yasamayı/yargıyı tek adamın temsil etmesi halinde bu denklem çok daha kolay kurulabilmekte.
Herkes farkında: İktidar, muhalefeti İmralı açılımı üzerinden bölme ve Suriye’de ABD ve İsrail ile yakınlaşma girişimlerini Ekim 2024’ten itibaren başlatmıştı. Dolayısıyla bu sürecin 18-19 Mart saldırılarını kolaylaştırıcı bir unsur olarak kullanılmak istendiğinin herkes farkında. Anayasa değişikliği başlığında daha net görülebilecek.
DAİMA VE EN ÇOK KAYBEDENLER EMEKÇİLER
Şimşek ekibinin Haziran 2023 sonrasında yürüttüğü örtük IMF programı esasen kör topal gidiyordu. Emekçilere büyük bedeller ödetilmesine rağmen, enflasyonun geriletilmesinde istenen ivme yakalanamamış, yüksek faiz ve düşük kur eşleşmesine rağmen dış kaynak girişleri yetersiz kalmıştı. Şimdi 19 Mart faşizan darbesiyle bu program da büyük darbe almış durumda.
Peki şimdi ne olacak? Elbette sermayenin aradığı ekonomik istikrar kolayca tesis edilemeyecek. Üstelik bu kesimlerde de önemli kayıplara uğrayanlar olacak. Öncelikle de “darbe”ye açık pozisyonda yakalananlar… Dışardan borçlanmanın maliyetleri de (artan CDS’ler üzerinden) fırlamış durumda. Haftalık repo yerine gecelik fonlama faizlerinin yüzde 46’ya yükseltilmesi tüm kredi/finansman maliyetlerini yukarı çekecek. Bunun mevduat faizlerini kısmen yükseltmesi mümkün ama bu kadarının dövize kaçışı frenlemesi zor. Sermaye girişleri tıkanırken çıkışları durdurmak bile zorlaştı. Rezervler eritilerek döviz kurlarının ne kadar tutulabileceği de belirsiz. Kur istikrarı ve yüksek faizle sıcak para çekmenin de sınırlarına gelinmiş olabilir. Yatırımlar ve büyüme daha da zayıflayacak, bütçe faiz giderleri ve bütçe açıkları yükselecektir. Bu koşullarda iktidarın “erken seçim” isteksizliği de pekişecektir.
MÜDAHALELERİN YÜKSEK MALİYETLERİ
Son 3,5 yılda peş peşe iki farklı müdahale örneği yaşandı. Birincisi Aralık 2021’de görece siyasi istikrar ortamında, ikincisi ise Mart 2025’te iktidarın siyasi tabanının eridiği eğik düzlemde. Gerek 2021 gerekse 2025 müdahaleleri, hangi nedenlerle yapılmış olurlarsa olsunlar, nihai amaçları itibariyle benzerdi: İktidarın lehine siyasi sonuçlar elde etmek. Birincisinde, yanlış ekonomik tercihlerle de olsa ekonomi alanını (büyümeyi canlı tutarak, sermayeye/seçmene ucuz kredi olanağı sağlayarak…) seçimlere elverişli hale getirmek; ikincisinde iktidarı tehdit eden siyasi süreci dümdüz ederek lehine çevirmek.
Her ikisinin de çok olumsuz ekonomik maliyetleri oldu ve olacak. Birincisinden istenilen siyasi sonuç kısmen alındı (2023 seçimleri), kısmen alınamadı (2024 seçimleri). Son bir yıldır iktidarın yaptığı şey, Mart seçimlerinin sonuçlarını yargı zoruyla geri çevirme dayatmaları oldu. Mart 2025 darbesi kısmen bunun içindi ama toplumsal direnişler İBB’ye kayyım atanmasını önledi. İktidarın, alanı dişli siyasi rakiplerinden temizleme ve kendi ömrünü uzatma çabaları da olumlu sonuçlanamayacak. Faşizan darbenin, Gezi Direnişinden bu yana görülen en büyük toplumsal direnişleri tetiklemiş olması henüz sadece bir başlangıç gibi görünüyor.
Halkın geniş kesimleri ve öğrenciler salt İmamoğlu’na destek için meydanlara çıkmadılar. İktidarın yoksullaştırıcı politikalarına, hukuk tanımazlığın/adaletsizliğin kök salmış olmasına, işsizliğe, diplomalı işsizliğine, diplomaların bile hükümsüz kılınmasına, her türlü gericiliğe, tarikat dayatmalarına, eşitsizliklere ve yolsuzluklara karşı da seslerini yükselttiler. Meydanlar, katmerlenen sömürüye karşı daha kitlesel katılımlarla direnecek işçileri de bekliyor.
/././
Politize olmuş yeni nesil geliyor -Umut Can FIRTINA-
Sırbistan’da Vučić iktidarını sarsan protestolar sürüyor. Belgrad Üniversitesi’nden Milosavljević “Sistemin sorunlarının kökenlerini eleştirel bir şekilde incelerken mücadele ile politize olmuş yeni bir nesil geliyor” diyor.
Sırbistan, aylardır ülke tarihinin en büyük öğrenci isyanı ve büyük bir sosyal değişim potansiyeli taşıyan devamındaki sokak hareketlerini yaşıyor.Protestolar, kasım ayında Novi Sad kentinde tren istasyonundaki beton sundurmanın çökerek 16 kişinin yaşamını yitirmesiyle başladı. Ülkeyi 13 yıldır yöneten Devlet Başkanı Aleksandar Vučić ve hükümetten hesap soran ancak Belgrad Üniversitesi’nde başlayan 15 dakikalık saygı duruşu eylemleri, iktidara yakın bir grubun saldırısıyla bir anda ülke çapında üniversite işgallerine dönüştü
Hükümete yönelik öfke büyürken protestolar Başbakan Milos Vucevic’in yanı sıra birçok bakanı koltuğundan etse de öğrenciler, tüm talepleri karşılanmadan sokakları terk etmeyeceklerini söylüyor. Şimdi 50’den fazla üniversitede işgaller sürerken çiftçiler, eğitimciler, lise öğrencileri gibi birçok sosyal katmanın da eklendiği kitlesel protestolar düzenleniyor.
Belgrad Üniversitesi Felsefe ve Sosyal Teori Enstitüsü’nden Araştırma Görevlisi Dušanka Milosavljević, Sırbistan’da öğrencilerin isyanıyla başlayan protestolara ilişkin sorularımızı yanıtladı.
Sırbistan’daki isyanın başını çeken öğrenciler neye karşı çıkıyor? Protestolar hükümet karşıtı gösterilere nasıl evrildi?
Ayaklanmanın yaşandığı son aylarda öğrenciler, eylemlerinin doğrudan mevcut rejimi hedef almadığını, daha ziyade Novi Sad'daki gibi trajedilere olanak tanıyan ve yolsuzluğu kolaylaştıran daha geniş bir sisteme karşı olduğunu sık sık vurguladı. Basit ve genel öğrenci taleplerinin karşılanmaması, protesto eden öğrencilere ve vatandaşlara yönelik sürekli saldırılar ve paramiliter baskı aygıtının seferber edilmesiyle birleşince, Vučić rejimi ile öğrenci protestosu arasındaki gerginliği artırdı.

Peki, öğrencilerin talepleri nedir?
Öğrenciler görünüşte basit taleplerde bulunuyorlar: Novi Sad'daki tren istasyonu çatısının yeniden inşasına ilişkin tüm belgelerin yayımlanması, öğrencilere yönelik saldırılardan sorumlu olanların cezai kovuşturmaya uğratılması, protestocu öğrencilere yönelik cezai suçlamaların düşürülmesi ve yükseköğretim bütçesinde %20 artışla birlikte öğrenim harçlarında %50 indirim yapılması. Yolsuzluğa karşı olduklarını vurguluyor, hukukun üstünlüğünü, yasal normlara saygıyı, kurumların düzgün işleyişini ve hem ahlaki hem de cezai hesap verebilirliği talep ediyorlar.
Sırbistan’daki sosyal hareketlilikte gençler nasıl özne haline geldi?
Gençler bu protestoların belkemiği haline geldi, zira ayaklanma ülke çapında koordineli bir çabayla fakültelerini bloke eden öğrenciler tarafından başlatıldı. Doğrudan demokratik plenumlar aracılığıyla kendi kendilerine örgütleniyorlar; bu plenumlarda tüm kararlar, bir kişi-bir oy ilkesi izlenerek, yoğun tartışmaların ardından kolektif olarak alınıyor. Çok sayıda çalışma, gençlerin siyasi partiler gibi geleneksel siyasi kurumlara güven duymadığını ve katılımcı, tabana yayılan aktivizm modellerine ve yeni toplumsal hareketlere katılmaya daha yatkın olduklarını gösteriyor.
Peki, siyasi muhalefetin sokaktaki hareketle ilişkisi nasıl? Protestocular geleneksel muhalefete nasıl bakıyor?
Siyasi muhalefetin halk arasında kayda değer bir desteği yok. Tanık olduğumuz temsil krizi, öğrenci plenumlarının, kendilerine sık sık faydalanmacı bir tavırla yaklaşan muhalefet partilerinden uzak durmasına da neden oldu. Öğrenciler, siyasi muhalefetin kendi mücadelelerini sömürmesini veya siyasi çıkar kazanmak ya da iktidarı ele geçirmek uğruna bu mücadeleye el koymasını istemiyor.
Kitlesel sokak hareketleri Sırbistan’da ilk kez yaşanmıyor. Vučić, 12 yıllık yönetiminde daha önce de protestolarla karşılaştı. Bu sefer farkı ne?
Temel fark, bu protestoların bir liderinin olmaması, fırsatçı bireylerin kendilerini dayatmasına veya liderlik kurmasına izin vermemesi ve bu konuda doğrudan demokratik örgütlenme modeli tarafından desteklenmesidir. Ayrıca, öğrenci hareketi toplumdaki diğer ezilen gruplarla bağlar kurmaya çalışıyor ve bu durum, daha önce yaşanmamış bir şekilde, işçi sendikalarıyla ittifaklar kurulmasına yol açıyor. Son olarak önemli bir fark da, önceki seferberlik dalgalarının aksine, hareketin şimdi kurumları bloke etme, iş bırakma eylemleri ve grevler gibi daha etkili mücadele yöntemleri kullanmasıdır; oysaki önceki protestolar, kurumlar üzerinde herhangi bir gerçek baskı kuramayan barışçıl yürüyüşlerle sınırlı kalmıştı.
Öğrenci protestolarından çıkan en önemli kazanımlar neler? Sırbistan’ın siyasal ve sosyal yapısında ne gibi değişikliklere yol açabilir?
Hükümetin o gün şehir içi ve şehirlerarası ulaşımı durdurma kararına rağmen, 15 Mart'taki protesto Belgrad'da yüz binlerce insanı bir araya getirdi. Yetkililerin kargaşa çıkarma girişimlerine rağmen protesto, büyük bir olay yaşanmadan barışçıl geçti. Sonuçları ise zamanla görülecek.
Bir yandan, giderek daha fazla insan yerel topluluklarındaki halk plenumlarına katılıyor ve yerel yetkililere direniyor. Diğer yandan, şimdilik mücadeleyi daha da radikalleştirmeye yönelik somut öneriler yok gibi görünüyor, zira son haftalardaki örgütlü eylemlerin çoğu büyük ölçüde savunmacı ve tepkisel nitelikteydi.
Ancak Bu ayaklanmanın en büyük katkısının, radikal mücadele yöntemlerine katılarak politize olmuş; dayatılan ikilikleri reddeden, parlamenter siyasetin ve temsili demokrasinin eksikliklerini fark eden, sorunların kökenlerini eleştirel bir şekilde incelerken siyaset üzerine daha derinlemesine düşünebilen yeni bir nesil
olacağına inanıyorum.
Devlet Başkanı Vučić, yaşananların birçok ülkede gördüğümüz, Batı emperyalizmi destekli “renkli devrimlerden” biri olduğunu söylüyor. Bu iddiasına ilişkin ne söylersiniz?
Vučić “renkli devrim” argümanına başvurmak zorunda kalıyor, çünkü halkımızın kapitalizme geçişe, özelleştirme yoluyla toplumsal ve kamusal mülkiyetin yağmalanmasına, kitlesel işten çıkarmalara ve neoliberal reformlara yol açan önceki renkli devrimle ilgili olumsuz deneyimleri var.
Ancak, renkli devrim argümanı geçerli değil, çünkü hiçbir küresel güç protestoları desteklemedi; aksine, tüm üst düzey yetkililer Aleksandar Vučić'i kararlılıkla destekliyor. Şu anda Avrupa Birliği'nin mevcut hükümetin devamında en büyük çıkarı bulunuyor. Zira bu hükümet Alman otomotiv endüstrisinin ihtiyaçlarına hizmet edecek Jadar Vadisi'ndeki lityum madenciliği projesinin uygulanmasını kolaylaştırıyor.
/././
Boykot neden korkutuyor?-Berkant Gültekin-
Toplumsal uyanış, boykotla farklı bir düzleme girdi. CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu ve çok sayıda çalışma arkadaşının gözaltına alındığı 19 Mart operasyonu, iktidarın güç sınamasıydı. Halkın operasyonundan sonra yükselen tepkisi ise bu güç sınamasına yönelik bir “karşı cevap” olma niteliği taşıyor. Siyasi arenada sınırlar yeniden çiziliyor.
İktidar, sürecin başından bu yana İmamoğlu’na yönelik suçlamaların “CHP içi bir kavga” olarak algılanması için yoğun çaba sarf etti. Bunun ülkedeki siyasi rekabetle ilgisinin olmadığı, yargının bağımsız hareket ettiği, Erdoğan’ın hiçbir şekilde gidişata karışmadığı iddia edildi. Ancak bu propaganda toplumun çoğunluğunu ikna edecek düzeyde başarılı olamadı. Halk bunu ülke demokrasisine yönelik bir tehdit olarak algıladı. İktidar, algı aşamasını iyi yönetebileceğini sandı fakat yanıldı.
İktidarın başka bir yanılgısı da toplumsal itirazın potansiyelini doğru tahmin edememek oldu. Çok muhtemel ki 19 Mart operasyonuna kurumsal muhalefetle sınırlı bir itirazın gelişeceği, bu çerçevede birtakım gösterilerin olacağı öngörülüyor ancak ülkenin dört bir yanında kitlesel bir karşı koyuşun, hele hele de “apolitik” oldukları sanılan üniversite öğrencilerinin ayaklanacağı düşünülmüyordu. Eylemler başladıktan ve günler içinde büyüdükten sonra da düzenin sahipleri fazla tedirgin görünmüyordu. Her şey yarın, öbür gün bitecek, sistem ise olduğu yerde durmaya devam edecekti.
Ne var ki direniş, tepedekilerin beklediğinin aksine politik olanla ekonomik olanı harmanlayan bir karakter kazandı. Haliyle tesir ve dönüştürücülük kapasitesi de arttı. Dün ülke genelinde uygulanan geniş çaplı boykot bunun uzantısıydı. Sosyal medyadaki çağrılar yüksek etkileşim aldı ve birçok ünlü isim de boykot çağrısına ortak oldu. Yurttaşlar, şirketlere etik kodlarını değiştirmeleri konusunda uyarı vermek amacıyla tüketimden gelen meşru güçlerini kullandı.
İşte halkın itirazı tam da bu noktada “somut bir tehlike” haline geldi. İktidarın yaşadığı panik bakanların gece yarıları canlı yayınlara bağlanmasından, sabaha karşı paylaşım yapmalarından ve savcılığın başlattığı soruşturmadan anlaşıldı. Hep bir ağızdan bunun “milli ekonomiye sabotaj” olduğu öne sürüldü. Anlatılanlara bakılırsa boykot yapanlar, ekonomik istikrara zarar vermeye, yatırımcı güvenini zedelemeye çalışıyor, milli menfaatlere karşı geliyordu. 31 yıl önceki diploma iptal edilip cumhurbaşkanı adayı tutuklanıyor ama yatırımcı güvenini boykotçular zedeliyordu.
Hukuksuzluğa ve insanların siyasi motivasyonla tutuklanmasına ses çıkarmayanlar da konu boykot olunca iktidar sözcülerinin peşine takılıp dile geldi. Sermaye takımı biraz zarar endişesinden çokça da siyasi korkudan boykota tarafsız kalamadı. Temel yurttaşlık hakları hedef haline getirilirken itiraz etmeyen patronlar, yurttaşlar tüketimden gelen satın almama özgürlüklerini kullanınca “darbe yapılıyor” diye ayaklandı.
Bu arada “darbe vurulduğu” söylenen milli ekonomi için de “Kimin ekonomisi?” sorusunu sormak gerek. Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre Türkiye’de en zengin yüzde 10, tüm gelirin yarısından fazlasını alıyor. Ülkenin yarısı ise zenginliğin sadece yüzde 12’sinden faydalanabiliyor. En zengin yüzde 10, toplam hane halkı servetinin yüzde 67’sine sahip. En yoksul yüzde 50’nin toplam servetteki payı sadece yüzde 4. Ortadaki yüzde 40’a ise servetin yüzde 29’u düşüyor. İşte yere göğe sığdırılamayan ekonomik programın başarısı...
Boykot korkutuyor çünkü düzene karşı büyüyen toplumsal muhalefet, ilk kez ekonomi politik bir hatta ilerliyor. Muhalefet artık sistemi parça parça değil, bir bütün olarak sorguluyor. İpe bakmıyor, ipin ucunun nereye bağlandığına bakıyor.
İşin başka bir yönü daha var. Dünkü genel uygulamayı ayrı tutarsak, sürekli hale getirilmeye çalışılan boykot hareketi özellikle bazı markalara yöneliyor. Bunun nedeni, bu markaların önemli bir kısmının muhalif toplumsal tabanın tüketim alışkanlıkları üzerinden servet kazanıp bu tabanın demokratik taleplerini umursamamaları, iktidarın hukuksuz baskılarına zımnen onay vermeleri; esasında düzenle kurdukları doğrudan ve dolaylı ilişkilerle büyümeleri.
Örneğin o meşhur kahve zinciri… İsmi de cismi de çok havalı. Peynir helvası satmıyor, “cheesecake” satıyor. Menüsüne Menengiç kahvesi, Osmanlı kahvesi, Dibek kahvesi koymuyor; “americano”, “cortado”, “spiced pumpkin latte” koyuyor. Herkes istediğini satabilir, isteyen de istediğini içebilir tabii, mesele bu değil. Ama bir yandan seküler beyaz yakalı emekçilerin kültürel sermayelerine oynayıp onlardan para kazanacaksınız, diğer yandan günaşırı “yerlilik-millilik” hamaseti yaparak otoriterlikte vites yükseltmek isteyen muhafazakâr bir iktidardan yana duracaksınız. Yeni denklem artık bu çelişkiyi kaldırmıyor.
Siyasetin gündemi uzun yıllar sonra ilk kez iktidar tarafından domine edilmiyor. Sahneye çıkan toplumsal muhalefet gündemin dizginlerini ele almış durumda. İktidar alışkın olmadığı şekilde, kendi iradesinin dışında şekillenen gündemde pozisyon almaya ve argüman üretmeye çalışıyor. Siyaset profesyonel bir uğraş olmaktan çıkıp toplumsallaştıkça, iktidarın da belirleyicilik kapasitesi azalıyor.
Üretilen argümanlar da oldukça zayıf ve kırılgan. Daha sene başında fahiş fiyatlara karşı boykot çağrısı bizzat Saray’dan gelmişti. Erdoğan, yüksek fiyatlarla ürün satan şirketlere karşı en etkili yöntemin boykot olacağını söylemiş, yurttaşların satın almama özgürlüğüne sahip olduğunu vurgulamıştı. Bugün aynı satın almama özgürlüğünü “vatana ihanet” gibi göstermeye çalışıyorlar. Siyaseten tükenmişliğin, çaresizliğin resmidir bu.
Nasıl ki düzen baskıda seviye atladıysa, muhalefet de direnişte seviye atladı. Bu yeni dönem, bürokrasiden sermayeye iktidar bloku içindeki çatlakları da belirgin hale getirebilir. Önemli olan bu üstünlüğü kaybetmeden, tereddüt ya da duraksamaya düşmeden, direnişe yeni ve yaratıcı kanallar açarak mücadeleyi yükselterek sürdürebilmek.
/././
Tek adam rejimini bu kadar korkutan ne?-Yaşar Aydın-
Halkın, kendisiyle ilgili her konuda söz ve karar sahibi olma girişimi, en çok tek adam rejimleri için ürkütücüdür. Çünkü böyle bir girişim, esas olarak tek adam rejiminin varlığına itirazdır.
Darbe girişimi sonrası ortaya çıkan halk muhalefeti, iktidarın dilinden düşmüyor. Önce küçümsedikleri büyük itirazdan, şimdilerde suç üretme çabasına girdiler.
Hatta Devlet Bahçeli, hızını alamayıp hasta yatağından tehdide varan sözler etti. Bahçeli, “Şayet sokağa davet edilenlerin karşısına 15 Temmuz’da olduğu gibi başkaları dikilirse, kaçınılmaz çatışma nasıl önlenecek, olayların önüne nasıl geçilecektir?” diyerek herkese hiza vermeye çalıştı. Hatırlayacağınız gibi Erdoğan da son 10 gününü, en az Ekrem İmamoğlu’ndan bahsettiği kadar, sokakla uğraşarak geçirdi. Bu çıkışların tamamı, 19 Mart öncesi Türkiye için geçerli olabilir. Çünkü orada, iktidarın yeni yeni farkına vardığı bir milat yaşandı. Bu miladı, SOL Parti Sözcüsü Önder İşleyen’in BirGün’de yaptığı değerlendirmedeki ifadesiyle "halk siyasete el koydu" diye özetlemek mümkün. Bir başka deyişle, halk gücünün farkına vardı. Öyle bir duygu yarattı ki başta CHP lideri Özgür Özel olmak üzere, herkese ve her kesime birkaç adım birden attırdı.
SİYASET TOPLUMSALLAŞIYOR
Türkiye’de siyaset, çok uzun süredir profesyonel bir iş gibi sunuldu. Partilerden ve parti yöneticilerinden menkul, son yıllarda Saray ve Meclis arasına sıkışmış bir çeşit orta oyunu hâline geldi. Halk adına konuşup, halk adına karar almayı bu profesyonel topluluk çok sevdi. Buna sadece iktidarı değil, muhalefet partilerini de katmak lâzım. Çok uzun dönemdir sandık ve Meclis, siyasetin tek olanağı olarak sunuldu. Sosyalistler bile vekil olma telaşına kapıldı.
Yaşanan 10 gün, esas olarak bu yanılsamayı ortadan kaldırdı. Sandığın ve vekilliğin anlamlı olması için bile toplumun bir bütün olarak siyasetin tüm aşamalarında etkin olması gerekiyor. Ortaya çıkan ve herkesi mutlu eden gerçek bu. Bu durumu anlamak için İmamoğlu ile ilgili CHP’nin yaptığı ön seçime bakmak yeterli. Ön seçim bir eylem olarak kurgulanmaya ve anlatılmaya başlandığında, etki gücü başka bir noktaya sıçradı.
Çok açık ki toplumun içine doğru nüfuz etmeye başlayan "irade olma" isteği, farklı biçimler alarak devam edecek gibi görünüyor. Son boykot etkinlikleri bile bu bağlamda değerlendirilebilir. Bir organizasyon firmasının sahibine dair başlatılan kampanya, dünyaca ünlü sanatçı Ane Brun’a İstanbul konserini iptal ettirme gücüne ulaştı. Yine aynı şekilde bir kahve firmasına zor anlar yaşattı. Bu durumun etkisini fark eden AKP’lilerin kahveci fotoğrafları, daha şimdiden unutulmazlar arasına girdi. Bu ve benzeri taleplerin etkili kampanyalara dönüşmesi, iktidarın kâbusu olmaya başladı bile.
DEMOKRASİLERDE NE OLMAZ?
Halkın, kendisiyle ilgili her konuda söz ve karar sahibi olma girişimi, en çok tek adam rejimleri için ürkütücüdür. Çünkü böyle bir girişim, esas olarak tek adam rejiminin varlığına itirazdır. O yüzden meydanlarda öne çıkan “İrademize sahip çıkıyoruz” ya da gençlerin “Ülkeye de geleceğimize de sahip çıkıyoruz” tutumu Saray’ı endişelendirdi. Alışık olmadıkları bir muhalefet biçimi ve diliyle karşılaştılar. O yüzden paniklediler. Onların bu paniği, tüm Türkiye’ye suçüstü yakalanmanın telaşından başka bir şey değil.
MHP lideri Bahçeli, bayram gününe yakışmayan tehdit kokan açıklamasının bir yerinde “Hatırlatmak isterim! Tek adam olan yerde seçim olmaz.” diye söz sarf etmiş. Bahçeli de "Sandık varsa demokrasi var" diyenlerden. Kuşkusuz Bahçeli bu işin bu kadar basit olmadığını bilmeyecek kadar cahil değil. O da biliyor ki dünya, göstermelik sandıkların kurulduğu ülkelerle dolu. Ama bu sözlerle niyet çok başka. Çünkü Bahçeli ve Erdoğan bu süreçte bir şeyin farkına vardı.
İBB operasyonu, CHP’ye kayyum girişimi derken halk, sıkıntının asıl kaynağını anladı. Protestolara katılanlar, tüm yaşananların kaynağının tek adam rejimi ve onun uygulayıcıları olduğu kanaatine vardı. O yüzden de kısa sürede protestolar, AKP iktidarına, onun başkanına ve cumhurbaşkanı olan Erdoğan’a döndü.
İşte sıkıntı tam da burada başladı. Protestolar sadece İBB’ye kayyum atanması olsaydı, “Atanmadı, bitti” denir, vazgeçilebilirdi. Protestolar CHP’ye el koyma girişimine karşı olsaydı, “Püskürtüldü” denilir, yürüyüp gidilirdi. İBB operasyonları ve İmamoğlu’nun tutuklanması olsaydı, bir hafta sürerdi.
Tek adam rejimi, protestonun bu başlıklarla sınırlı olacağını düşündü. Bunun için de çok pervasız hareket etti. Halkın müdahalesiyle bunun bir ötesine geçilebileceğini düşünemedi. Geçilse bile CHP yönetiminin cesaretle buna eşlik edeceğini hesaba katmadı.
Demokrasilerde sandık da olur, seçim de.
Demokrasilerde bir adamın karar vericiliği olmaz.
Demokrasilerde, yetkiyi ve sorumluluğu yasalardan almayanların iktidar ortaklığı olamaz.
Demokrasilerde, yargıya talimat verilmez.
Anlaşılan o ki 19 Mart darbe girişimi, şimdilik iki net fotoğraf ortaya çıkardı:
Birincisi, iktidar son derece kırılgan ve zayıf. Halka dayanmayan yargı ve güvenlik bürokrasisiyle ayakta kalmaya çalışıyor.
İkincisi ise Türkiye’de halk, sanıldığından çok daha güçlü ve tepki verme yeteneğine sahip. Eksiği örgütlenmek ki bu da doğru müdahalelerle süreç içinde çözülecek bir mesele.
***
SÖZ, KARAR HALKA
“Eğer siyasete müdahale etmezseniz, siyaset öyle ya da böyle hayatınıza müdahale edecektir.” Bu söz Lenin’e atfedilse de anonim olma ihtimali daha yüksek. Kimin söylediğinden bağımsız olarak halkın, yönetimde söz ve karar talebinin ifadesi olarak dünya sokaklarını süslüyor.
/././
Elektrik faturasındaki adaletsizlik -Özgür Gürbüz-
Hükümet tarife değişikliğini ‘enerjide sübvansiyonu kaldırıyoruz’ diye açıklamaya çalışıyor ve sessiz kalırsak aynısını doğalgazda da yapmayı planlıyor. Yapılan aslında faturalar üzerinden kaynak yaratmaktan başka bir şey değil.
Bana ulaşan yukarıdaki fatura da bu adaletsizliğin en somut örneği. 2024 yılında sadece 0,8 kilovatsaat fazla tükettiği için zamlı tarifeye geçirilen bu tüketici, Elektrik Mühendisleri Odası’nın hesabına göre 1 Şubat 2025’ten itibaren yüzde 90’ın üzerinde zamlı bir elektrik faturası ödeyecek. “Son Kaynak Tedarik Tarifesi” üzerinden faturalandırılacak. Aynı tüketimi yapsa bile bin 274 TL’lik faturası bir anda 2 bin 400 TL’yi bulabilecek. Bulabilecek diyorum çünkü bu tarife sabit değil. Tüketim aynı kalsa da elektrik piyasasında oluşan fiyatlara göre her ay fatura bedeli değişecek. Enerji fiyatları artarsa bu tarifedeki tüketici bunu hemen hissedecek.
Türkiye’de tüketimi 5 bin kilovatsaatin altında olan mesken aboneleri için 1 kilovatsaat elektriğin maliyeti vergiler dahil 2,07 TL. Tüketiminiz biraz daha yüksekse 3,1 TL. Yukarıda örnek gösterdiğim tüketicinin faturası, 2024 yılında sadece ve sadece 2,79 TL değerinde fazla elektrik tükettiği için 2025 yılında yaklaşık iki katına çıkacak. İşte size Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adaleti.
EPDK bu düzenlemeyi 2024 başında haber verse, evindeki bir lambayı ayda sadece bir saat kapatarak tasarruf yapar, yıllık tüketimi 5 bin kilovatsaatin altına çekebilirdi. Ama EPDK zam yapacağını yılın sonunda haber verdi, kimseye önlem alma şansı tanımadı. İşte size Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adaleti.
Şimdi bu tüketici hemen tasarruf yapmaya başlasa bile tarifesini değiştirme şansı yok çünkü bu tarifeye geçiş için yıllık tüketim esas alınıyor, yani 2025 sonuna kadar mecburen zamlı tarifeden ödeme yapmaya devam edecek. İşte size Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adaleti.
Türkiye’nin sıcak bölgelerinde evlerin çoğunda doğalgaz yok. Elektrik hem ısınmada hem soğutmada kullanılıyor. Hükümet yalıtım standartlarını da düşük tuttuğu için birçok bina yazın çok ısınıyor, kışın çok soğuyor. Antalya, Mersin, Adana, Muğla ve Güneydoğu’daki birçok bina bu durumda. Oralarda oturanlar mecbur daha çok elektrik kullanıyor ve hiçbir hataları olmamasına rağmen pahalı bir tarifeyle cezalandırılıyor. Hükümet aslında onları ithal doğalgaz kullanmadığı için de cezalandırıyor. İşte size Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adaleti.
Apartman ve sitelerimizin çoğunda asansör, hidrofor ve aydınlatma bir elektrik saatine bağlı ve o saatin yıllık tüketimi de sınır değeri aşacak düzeyde. Birçok apartman ve site bu yüzden pahalı tarifeye geçirildi. Halbuki, elektrik kullanımı daire sayısı dikkate alınarak hesaplansa tarifeleri değişmeyebilir, yüksek faturalar ödemek zorunda kalmayabilrdi. İşte size Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adaleti.
Ticarethaneler için de sınır 15 bin kilovatsaat olarak belirlendi. Buzdolabı gibi çok elektrik tüketen aletlere sahip işletmeler çaresizce bu tarifeye geçiş yaptı. Terzi ile market, tuhafiyeciyle kasap ne iş yaptıklarına bakılmaksınız benzer bir değerlendirmeye tutuldu. İşte size Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adaleti.
Hükümet tarife değişikliğini ‘enerjide sübvansiyonu kaldırıyoruz’ diye açıklamaya çalışıyor ve sessiz kalırsak aynısını doğalgazda da yapmayı planlıyor. Yapılan aslında faturalar üzerinden kaynak yaratmaktan başka bir şey değil. Sübvansiyonları kaldırmaya gerçekten niyetliyseniz, uçak inmeyen havalimanlarına, araç geçmeyen köprülere, vergisini yok saydığınız şirketlere verdiğiniz sübvansiyonları (alım garantileri, teşvikler, vergi indirimleri) kaldırın. Bu adaletsiz tarifeyi de hemen geri çekin.
/././
Merkez Bankası kimi kurtardı?-Hayri Kozanoğlu-
Merkez Bankası’nın kur operasyonu, “carry trade” yapan yatırımcılara ve borsada pozisyon alanlara can simidi oldu. Adeta ‘tüm tuşlara basan’ Merkez’in panik hamleleri krizin derinleşmesini engelleyemedi.
18 Mart’ta İmamoğlu’nun diplomasının iptali, ertesi gün gözaltına alınmasıyla tetiklenen “sivil darbe” girişiminin iç ve dış olası politik sonuçlarını, bu baskı sürecine karşı mücadele dinamiklerini 25 Mart tarihli yazımızda ele aldık. Bugün ise ekonomiye olan etkilerine odaklanacağız.
19 Mart sabahı döviz kurlarındaki hareketlenme öğle saatlerine doğru kontrolden çıktı, liranın değer kaybı yüzde 10’u aştı. Doların 42 lirayı görmesiyle birlikte yoğun bir rezerv satışı başladı ve kurlarda bir geri çekilme gözlendi. Bu yazı kaleme alınırken dolar kuru 38 lira dolaylarında geziniyordu. Bu 18 Mart’taki 36.45 lira kuruna göre yüzde 4,25’lik bir artış anlamı taşıyor. Avrodaki sıçrama ise parite etkisiyle yüzde 8,5’i buluyor. Mehmet Şimşek’in “rasyonel” olarak adlandırılan kemer sıkma programının temel çıpası, liranın döviz karşısında değer kaybının enflasyonun altında seyretmesi, böylelikle yüksek faizli TL enstrümanlarının cazibesinin korunmasına dayanıyor. Bu anlamda 1 haftadaki bu keskin değer kaybı haliyle hiç de arzu ettikleri bir gelişme değil.
KİME YARADI?
Gelgelelim bu sonuca bile TCMB’nin 19-20-21 Mart günleri sırasıyla 11,2 ve 12 milyar dolar, toplamda 25 milyar dolar rezerv kaybıyla ulaşılabildi. Başkan Hakan Karahan’a göre bu dövizlerin 15 milyar doları yabancılara, 7,5 milyar doları şirketlere ve 2,5 milyar doları bireylere satıldı. Burada tartışılması gereken asıl konu, TCMB’nin bunca rezervi gözden çıkararak yabancıları neden kurtarma yolunu seçtiğidir. Eğer böyle yoğun bir müdahale yapılmasaydı, kur piyasada daha yüksek belirlenecek ve liradan dövize dönmek isteyen yabancılar belirgin bir zarara uğrayacaktı. Veya zarar etmek yerine piyasanın durulmasını bekleyip TL’den çıkış yapmayacaklardı.
Bu ikramdan yararlananlara “carry trade” denilen yüksek lira faizlerine tamah ederek gelen yatırımcılar yanında, parasını borsada park eden fonlar da dâhildi. Yani bu operasyonla TCMB türbülansı büyük ölçüde hafifletirken, başta yabancılar, liradan dövize geçecek tüm kesimleri de kurtarmıştı. Üstelik Varlık Fonu kaynaklarıyla kamu bankaları üzerinden alıma geçerek şirketlerin hisse geri alımlarını kolaylaştırarak, açığa satışı men ederek borsacılara ek bir destek sağlamışlardı.
Geçen hafta gerçek kişilerin döviz mevduatları, 1 haftada 3,1 milyar dolar, şirketlerin ise 3,2 milyar dolar arttı. Özellikle para piyasası fonlarından 1 haftada gerçekleşen 152,5 milyar liralık çıkışın dövize yöneldiği tahmin edilebilir. Böyle puslu bir ortamda kayda değer bir döviz alımının da, yastık altına gittiğini kestirmek zor değil.
Bu süreçte TCMB dövize yönelebilecek likiditeyi emmek için her yolu denedi. “Tüm tuşlara bastı” metaforunu doğrularcasına, elindeki bütün enstrümanlara sarıldı. Türk lirası uzlaşmalı döviz satışına başladı. 600 milyar liralık depo alım ihalesi düzenledi. 24 Mart’tan başlayarak likidite senedi ihracına başladı. Bunların hepsi faizleri yukarı çekecek sıkılaşma adımları. Ama asıl hamleyi yüzde 42,5 olan politika faizinin gecelik borçlanma üst sınırını yüzde 46’ya çekerek yaptı. Haftalık repo ile borçlanma yerine gecelik borçlanmaya geçti. Bu, aradaki 350 puan faiz artışının ötesinde, para haftalık yerine gecelik nemalandığı için bileşik faizle 570 baz puan civarında bir maliyet artışı anlamına geliyor.
KAMUNUN ARTAN İÇ BORÇ YÜKÜ
Sözkonusu parasal sıkılaştırma paketi, kamu kâğıtlarının faizlerinin yükselişine, buna bağlı olarak fiyatların otomatikman düşüşüne de yol açtı. 28 Mart Cuma günü 2 yıllık kâğıtların faizi yüzde 45,53’e, 5 yıllıkların yüzde 37,62’ye, 10 yıllıkların yüzde 33,49’a fırlamıştı. Bu 14 Mart tarihine göre sırasıyla, 8,4, 5,2 ve 5,6 puanlık faiz artışlarına denk geliyor. Kamunun lira cinsi yaklaşık 4,3 trilyon TL borcu bulunuyor. Ortalama faiz artışını 6 puan varsayarsak bu bir hamlede kamunun iç borç yükünün 258 milyar lira artması anlamı taşıyor.
Toz duman dağılmadığı için ayrıntılı hesaplamalar yapmak haliyle zor. Ama dolar kurunun bir hamlede 1,6 lira artışından hareketle; şu aşamada Türkiye’nin 525,8 milyar dolar olan dış borcunun 841 milyar lira, reel sektörün 148 milyar dolar döviz pozisyon açığının 236,8 milyar lira sıçradığını da ekleyebiliriz.
TCMB’nin 17 Nisan’da Para Politikası Kurulu toplantısı var. Yüzde 42,5 olan politika faizinin yakın dönemde düşürülmesi olanaksız görünüyor. Aksine, politika faizi sabit tutulsa bile gerek ticari kredi, gerekse bireysel kredi faizleri daha yüksek düzeyde seyredecek. Siyasi operasyonların yarattığı belirsizlik ortamı, yatırımları tamamen durduracak. Başta dar gelirli bireylerin borçları kaynaklı tahsil edilemeyen krediler artacak. Zaten soğumakta olan ekonomi hızla durgunluğa sürüklenecek. Bu ortamda vergi tahsilatı yavaşlayacak, 2025’in ilk iki ayında 450 milyar lira açık veren bütçenin dengesi daha da bozulacak. Enflasyon da öngörülenin üzerinde seyretmeye devam edecek. Asgari ücretli, emekli, kamu çalışanı, emeğiyle geçinen tüm halkın geçim koşulları daha da kötüleşecek. Hukuksuz, adaletsiz baskıcı uygulamaların üzerine, bir de ekonomik sıkıntıların ağırlaşması eklenince, iktidara olan öfke katmerlenecek.
/././
BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder