Ali Koç'un Erdoğan ziyareti bunun için miydi? Tofaş'ın Stellantis'i devralması onayladı-19/04/2025-
Koç Holding'e ait TOFAŞ Türk Otomobil AŞ'nin, Stellantis N.V.'ye ait olan Stellantis Otomotiv Pazarlama AŞ'yi devralma işlemine onay verildi. İşlemin, Ali Koç'un AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'a ziyaretinden sonra onaylanması dikkat çekti.(Altı ay önce reddedilmişti)Tarafların Ekim 2024'te sundukları ilk taahhüt paketi Rekabet Kurulu tarafından yeterli görülmeyerek reddedilmişti.(https://haber.sol.org.tr/haber/ali-kocun-erdogan-ziyareti-bunun-icin-miydi-tofasin-stellantisi-devralmasi-onayladi-397630
Ali Koç bu sefer de Emine Erdoğan'ın derneğinin etkinliğini ziyaret etti -18/04/2025-
Dün AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı ziyaret eden Ali Koç, bugün de Acun Ilıcalı'yla birlikte Emine Erdoğan'ın Onursal Başkanı olduğu TOGEMDER'in Cemre Çarşısı'na katıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/ali-koc-bu-sefer-de-emine-erdoganin-derneginin-etkinligini-ziyaret-etti-397617)
Ali Koç'tan Erdoğan'a ziyaret -17/04/2025-
Kamuoyunda "cumhuriyetçi" ve "laik" bir imaj çizmeye çalışan Koç Holding, AKP'yle ilişkisini de sıkı tutmaya devam ediyor. Koç Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Ali Koç, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı ziyaret etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/ali-koctan-erdogana-ziyaret-397590)
***
1 Mayıs'ta ses yükseltmesi gerekenler: Kadınlar -Tülin Tankut-
Toplumsal kurtuluş ve cinsiyetlerin kurtuluşu mücadelelerine ivme kazandıracak olan toplumsal muhalefetin güçlendirilmesi olduğuna göre umudumuz kadın örgütleri, emek örgütleri ve solun bu konuda yapacakları ortak çalışmalardadır.
Dünya kaynıyor. Hemen her ülkede neoliberal politikaların mağdurları, demokrasiden uzaklaşan yönetimlere şiddet içermeyen protesto eylemleriyle seslerini duyurmaya çalışıyorlar. İlk bakışta bunlar farklı nedenlere dayandığı izlenimi verse de son tahlilde sınıfsal taleplerin dışa vurumu olduğu düşüncesi ağırlık kazanıyor. “Büyük anlatılar devri kapandı” propagandalarıyla başlayıp günümüzde algoritmik tahakkümle sürdürülen sınıf siyaseti çalışmalarının tasfiye edilmesi girişimlerinin yaratacağı sonuç haliyle bu olacaktır.
Henüz ses yükseltemeyen kesimse neoliberalizmin aralıksız sürdürdüğü “evkadınlaştırma” ve işsizlik, ekonomik kriz gibi etkenlerle toplumbilim araştırmalarına, “yoksulluk kadınlaştı” ibaresiyle geçen politikalarıyla, “özel alan”a (ev işi ve bakım emeğiyle tanımlanıyor) yazgılı kıldığı kadınlardır. Çalışma hakkını kullanamadıkları için bu kesimin geleceği evlilik kurumuna bağlıdır. Bu arada hatırlatmakta yarar var; günümüz koşullarında artık “tam istihdam” olası gibi görünmemekte, örneği kendi ülkemizden verirsek, kadın istihdamı da yüzde 30’ların altında seyretmektedir.
Sistem kadını hem ucuz iş gücü olarak sömürmekte, hem de ev içi emeğinden yararlanmaktadır. (Türkiye’de 11 milyonun üzerinde kadın evdeki işleri ücretsiz yapıyor, Mart 2019 TÜİK verilerine göre.) Sömürü ve kapitalizmin yarattığı her tür ayrımcılığa karşı çıkan ve mücadele eden, soldur. Cinsiyet ayrımcılığıysa bunların içinde en yaygın olanıdır. Yine ülkemize dönersek; serbest piyasacı siyasi oluşumlardan umudu kesen emekçi halkın soldan yana bir tercihe yakınlaştığını özlemliyoruz. Liberal eşitlik söyleminin gerçek anlamda bir eşitliği ifade etmediği, soyut olduğu ortaya çıkmıştır. Bağımsız uzmanlarca da belirtildiği gibi sözgelimi, özel alan ve kamusal alan ayrımı cinsiyet ayrımına, (kadın ve erkeğin fıtratlarına,”doğal farklılığına”) dayandırılır. Soyut eşitlik söylemi; somut ekonomik, toplumsal, kültürel eşitsizliğin gözden kaçırılmasını sağlar. İşin içyüzünü ortaya koyan, halkı aydınlatan da soldur. Muhalif güçlerle birlikte laikliği, demokratik değerleri, yargı bağımsızlığını, sosyal hakları ısrarlı bir biçimde ve sürekli olarak savunan yine soldur. Örgütlü çalışmalarıyla dikkatleri üzerine çekmeyi başarmaktadır. Ancak toplumcu bir örgütlenmenin güçlendirilmesinin önündeki engeller herkesin malûmudur; ki hemen akla her yönüyle eğitim sistemini getirir. Buna karşın kırsal kesim; işçi, emekçi, öğretmen, öğrenci, emekli ve diğer kesimlerde bu yönde olumlu gelişmeler kaydedilirken günümüz koşullarında altta kalanın canı çıksın hesabı, toplumsal muhalefetin sesinin en gür çıkması gereken ev kadınları için iyimser olamıyoruz.
Ev kadını olarak kalmaya koşullandırılmış; işyeri, dernek, siyasi parti, sendika, kitle örgütleri, kadın örgütü v.b. kurumların yolunu bilmeyen, kamusal alandan uzak tutulmuş, aile içinde gördüğü baskı ve sırasında gördüğü şiddetle yüzleşmesine olanak tanınmamış kadın; yalnızca özel alandaki mağduriyeti nedeniyle sisteme baş kaldırabilir mi? Üstelik örgütsüz. Muhafazakâr dindar ya da seküler, çok sayıda kadın benzer yaşantıları paylaşıyorlar. Sonlandırılamayan kadına şiddet tehdidiyle karşı karşıya, ama geçim sıkıntısıyla baş edebilmek için DEVLET ANA kesiliyorlar! Ayrıca haklarını yemeyelim; kadın cinayetlerinden, kentsel dönüşüme, iklim, çevre, deprem ve doğal afet sorunlarına karşı tepki gösterenlerin sayısı hızla artıyor.
Cinsiyet eşitliğinin sağlanması, kadının kamusal alana girmesinin olmazsa olmaz koşuludur. İnsan hakları, bireyin hak ve özgürlükleri, demokrasi kavramı “yurttaşlık” tanımını oluşturur. Bugün için kapitalizme, emperyalizme karşı çıkmak için yurttaş kimliğini sahiplenmekten başka seçeneğimiz yoktur. Ancak, kapitalist üretim ilişkilerinin ataerkillikle örtüşmesi, Cumhuriyet’le birlikte kadınların geleneksel rollerini modern biçimlerde sürdürmeleri, var olan yasalardaki cinsiyetçiliği sorgulamayı gerektiriyor. Toplumsal kurtuluş ve cinsiyetlerin kurtuluşu mücadelelerine ivme kazandıracak olan toplumsal muhalefetin güçlendirilmesi olduğuna göre umudumuz kadın örgütleri, emek örgütleri ve solun bu konuda yapacakları ortak çalışmalardadır.
1 Mayıs’ta alanların dolup taşması dileğiyle.
/././
Bu yol nereye çıkar?-Aydemir Güler-
Madem öyle, zaman siyaset zamanıdır. 2025 Mart-Nisan döneminin görkemli mücadelesi bir hoş hatıra olarak kalmayacak, geleceğe taşınacaksa bu zorunludur.
Kitle hareketi, toplumsal mücadele sürecinin bileşenlerinden biridir. Seçim de bir bileşendir. İktidar yani karar alıcı konumundakiler, bir başkasıdır. Yargı; yerine ve dönemine göre başka kurumlar… “Sonuç” bunların tamamından çıkar.
Kitle hareketi, içerisinde halkın karar sürecine katılma talebini barındırdığı için, kuşkusuz ayrıcalıklı bir yere sahip. Ancak bu hareketin etkisinin ne düzeyde olacağını belirleyecek bir ek unsur daha vardır: Kitle hareketinin siyasete nasıl taşındığı…
Bir aydır süren hareket açısından bu sorunun yanıtı CHP. Kitle hareketi siyasete esas olarak CHP tarafından taşınmakta, onun tarafından temsil edilmekte.
Bu durum, kitleleri CHP’li, CHP’ye tabi vb. hale getirmez. Nitekim öne çıkan kesim olarak öğrenci gençlik, motivasyonunu AKP’nin İBB ve CHP’ye yaptığı operasyona tepkiden ziyade kabaca “geleceksizlikten”, geleceksizliğinin iktidar tarafından ilan edilmiş olmasından almaktadır. Gençlik dışındaki kesimlerin alanlara akmasını ise yoksullaşma olgusu, en azından kolaylaştırdı...
Düzenin bugünkü görüngüleri kitlelerin öfkesini kışkırtıyor. CHP bu çeşitli toplumsal motivasyon kaynaklarının siyasette başat temsilcisi durumunda. Kuşkusuz “başat” olanın dışında başka temsilciler de var…
CHP’nin kendi motivasyonunun ise, bir varlık-yokluk ikileminden doğduğu anlaşıldı. Siyasi iktidar, dağınık biçimde karşısında duran nüfusun çoğunluğunun, gelecek seçimde ana muhalefette toplanmasını önlemek için radikal bir hamleye kalkıştı. CHP, yok olmasa da, parçalanacak ölçüde ağır bir basınç altına alınacaktı. Yıllardır sokaktan kaçanların alanları doldurması bundandır.
CHP’nin hizipsiz hale gelmek anlamında tahkim olması ise olanaksız. CHP siyasette ancak adı konmamış bir cephe olarak varlığını sürdürebilir. Bugün, deyim yerindeyse asgari bir eylem birliği sağlayan bu “muhalefet koalisyonu” daha ileri bir niteliğe -içinde isteyen var mı bilmem- ulaşamaz.
Çünkü daha ileri bir nitelik, ideolojik netleşme ve programatik pozisyon gerektirir. Kılıçdaroğlu’nun altılı masası “güçlendirilmiş parlamenter sistem” lafzından öteye gidemedi, gidemezdi. Örneğin laiklik, bağımsızlık, ekonomi politikaları başlıklarını inceltme şansı olamazdı... Denebilir ki, o masada farklı partiler yan yanaydı. Ama farklılıklar CHP’ye dışarıdan yapılan eklemeler olarak kalmadılar, içselleştirildiler. CHP uzun zamandır o karmaşanın ta kendisidir.
Kitlelerin kendiliğinden eğilimi, bana sorarsanız, belli. Türkiye’nin bugünkü kitle hareketinin dokularına inebilsek, laikliğin bir “halk aydınlanması” olarak tanımlanmasını açığa çıkartabiliriz. Dış politikada yeni-Osmanlıcılığın reddedilmesinin yerine ne konacağı konusunda rivayet muhtelif kalacaktır, ama NATO ve ABD’nin dışlanacağı tam bir kesinlikle söylenebilir. Ekonomi politikasına gelince, eşitsizlik uçurumunun karşı yakasındaki yüzsüz zenginlerden hesap sorulmasına çok büyük çoğunluk onay verecektir. Hatta özelleştirmeler hırsızlık sayılacak, bunlardan geri dönülmesi destek alacaktır.
Temel konulardaki bu örnekler bir “parti programı” olmak için fazla genel ve belirsiz. CHP içinse bunlar fazladır. Kitle hareketinin siyasi temsilcisi, bu konularda herhangi bir açıklığa yönelemez.
Geriye “tek adam” eleştirisi kalıyor. Peki, tek adamın yerine kaç adam geçmelidir? Bu değiştiğinde yerine temel sorunlarda ne konulması doğru olur? Ya, bugünün tek adamı, Türkiye’nin üstünden sapır sapır dökülen şeflik sistemi yerine Batılı kostümlere bürünmüş bir denetimli ama –güncel tabirlerle söylersem- basbayağı otoriter/totaliter başkanlığa göz kırparsa ne olacaktır?
Bunlar gündemimize çoktan girmiş durumdadır. Kitle enerjisi, başlangıç aşamasında sadece tepkiden de türeyebilir. Ama eğer sürecin devamında, siyasete taşınacağı kanallarla donanmazsa, enerji kaynakları da kurumaya başlar.
Siyasi iktidar, hareketin gençlik yoğunluklu olması nedeniyle öğrenim tatiline güveniyormuş gibi duruyor. Dalganın yükselmesini engelleyecek kadar karşı şiddet uygulamakla yetinilmesi, örneğin 2013’teki gibi “öldürme emri” verilmemesi buna yorulabilir. Öte yandan ana muhalefetin parçalanması veya yok edilmesini amaçlayan “çılgın projeden” caymış gibi duruyorlar. Erdoğan, dayattığı “İmamoğlu’suz CHP” oldubittisini cebine koyup seçime kadarki zamanı değerlendirmeye bakabilir.
Kitle hareketi temel toplumsal taleplerini bugünkü CHP’nin kısıtlarının ötesine geçiremediği ölçüde, süreklilik kazansa bile, siyasete etkili biçimde taşınamayacaktır. AKP bundan fazlasını hedefleyemeyecek kadar gerilemiş durumdadır, mühendislik faaliyetleri akamete uğramıştır ve bu kısmi başarı kitlelerin eseridir.
Peki daha fazlası mümkün müdür?
Örneğin ülkenin, bu kızışmış zeminde, AKP’nin yenilgisinin neredeyse kaçınılmaz olacağı bir erken seçime taşınması güç görünüyor. Böylesi bir sonuç için, tek adamdan ibaret olmayan iktidar mekanizmalarında sert bir çözülme veya çöküş gerekir. MHP şimdilik, fazla detaya girmeksizin bu seçeneğe karşı duracağını dışa vurmaktadır. Uluslararası dinamikler ise iktidara açık çek değilse de, minik krediler açmaktadırlar.
Madem öyle, zaman siyaset zamanıdır.
2025 Mart-Nisan döneminin görkemli mücadelesi bir hoş hatıra olarak kalmayacak, geleceğe taşınacaksa bu zorunludur.
/././
İsrail ile 'normal doğum' mu?-Erhan Nalçacı-
Şimdi İsrail tarafı, nasıl yani, yayla haline gelmiş Suriye hava sahasına girdiğimizde Türkiye’ye mi haber vereceğiz diyor.
Türkiye ve İsrail arasında doğrudan görüşmelerin Azerbaycan’da başladığı her taraftan sızdı. Görüşmelere ev sahipliği yapan Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev sürecin “normalleşme”ye dönmesini dilemiş.
Bu noktaya geleceğiz yazının sonunda ama biz önce İsrail’in nasıl “normal” bir doğumla dünyaya geldiğinden başlayalım.
İsrail en başından beri anormal bir devletti. İkinci Dünya Savaşı sonrası stratejik önemi artan Ortadoğu’ya İngiliz emperyalizmi tarafından ekilmiş bir kanser dokusu gibiydi. Modern gözüken ama ırkçı ve dinci bir devlet olan İsrail her türlü ahlaki ilkeden yoksun olarak yayılmayı amaçladı ve hedefleri önünde hiçbir engel tanımadı.
Örneğin, 1963’teki John Kennedy suikastı ile ilgili dosyaları Trump sansürsüz bir şekilde kamuoyunun bilgisine açacağını bildirdiğinde bundan bir şey çıkmaz diye düşünmüştük. Devletin içinden bir çıkar grubunun işlediği bir suikast olduğunu ve Miami’deki Küba karşıtı çeteyle ilişkilendirildiğini biliyorduk.
Ancak şimdiye kadar erişilmesi engellenmiş satır aralarından bir sürpriz çıktı: Cinayetin baş şüphelisinin Kennedy’nin nükleer silah sahibi olmasını engellemeye çalıştığı İsrail olduğu anlaşıldı. Belki Miami çetelerini aracı olarak kullanmış olabilirler vb. bunun bir önemi yok artık.
Bugüne kadar saklı kalmasını ise ABD devletinin içinde ciddi bir yönlendirici gücü olan Yahudi sermayesine borçluyuz muhtemelen.
Hatta Netanyahu’nun geçenlerde Trump’a yolladığı eski İsrail Başbakanı Ben Gurion ve Kennedy’nin birlikte çekilmiş fotoğrafının bir çeşit tehdit olduğu ileri sürüldü. Malum İran ile ABD arasında yapılan görüşmelerin sonuçsuz kalmasından ve İran’a imha edici bir saldırı yapılmasından yana İsrail.
Yıllanmış suç listesini bir kenara bırakırsak son olarak İsrail 6 ay içinde 50 binden fazla Filistinliyi katletti, Gazze’yi yaşanır bir yer olmaktan çıkardı. Bu sayıya Lübnan’da ve diğer ülkelerde katlettikleri dâhil değil. Eğer dünya normal bir yer olsaydı, yani sermayenin tahakkümünde olmasaydı uluslar, bu katliama göz yumulmazdı. Zaten İsrail buna cesaret edemezdi veya dünya halkları tarafından ekonomik veya askeri bir ablukaya alınırdı.
Emperyalist dünyada diplomatik ilişkiler, ister Trump’ın yaptığı gibi mağara insanı tarzında olsun, ister diplomatlar ikram edilen çay fincanının sapını serçe parmaklarını ayırarak tutan bir burjuva inceliği göstersin, fark etmez, tümüyle ahlaksızlığa, ilkesizliğe ve bu mafya düzeninin kurallarını baştan kabul etmeye dayanıyor.
İsrail’in katliamlarının baş destekçisi olan ABD ile herkes iş görüşmesi yapıyor. Trump’ın Türkiye’de çok sevdiği insanlar olmasına tuhaf bakılmıyor. Veya İsrail’in destekçisi Azerbaycan sermayesi ile kol kola olmak kimseyi rahatsız etmiyor.
Suriye komplosunun İsrail-ABD-İngiltere yapımı olduğu biliniyor. Suriye’yi beğenelim, beğenmeyelim, bir bütün egemen devletti ve kendini askeri gücüyle koruyacak bir öz güvene sahipti.
İsrail’in böyle bir iradeyi istemediği, bir bütün egemen devlet yerine küçük parçalara bölünmüş, hiç birinin askeri gücünün olmadığı ve her birinin Batı emperyalizminin kontrolünde olduğu bir siyası coğrafya istediği saklı değil. Böyle bir Suriye’yi bugün olduğu gibi istediği yerinden kemirebilir, hava sahasını istediği gibi kullanabilir, yeni atlama tahtaları icat edebilirdi. Şimdi ne kadar yakınız bu duruma.
Türkiye sermayesi AKP nezdinde göstermelik olarak İsrail karşıtı gibi durabilir, ancak başından beri komplonun bir oyuncusu oldu. Dünyanın her yerinden cihatçı çetelerin toplanması, sınırdan geçirilmesi, onlara lojistik destek sağlanması Türkiye’nin payına düştü. İdlib’teki uru Suriye ve Rusya temizleyebilirdi zamanında, buna engel olan Türkiye’nin hamiliği oldu.
Dolayısıyla Türkiye şu veya bu şekilde İsrail’in kirli rüyasının gerçekleştirilmesine büyük bir katkı yaptı.
Şimdi Suriye’nin düştüğü duruma bakın, ordusu bütün uluslararası kurallara rağmen tamamen yok edildi İsrail tarafından. İsrail ordusu Şam’ın çok yakınlarına kadar ulaşarak Suriye’nin güneyini işgal etti.
Suriye devlet başkanı Eş Şara’nın cihatçı olduğundan yakınan çok ama İngiliz ajanı olduğu dile getirilmiyor. O kafa kesici El Nusra’dan, kravatlı, ceketli dönüşüm, Batılı kabinelere benzetilmeye çalışılan hükümetin İngiliz İstihbaratının işi olduğuna şüphe yok. Bu işleri planlayan dairenin başkanı muhtemelen akşam mesai bitiminde Londra’daki ofisinden çıkıp “normal” bir insan olarak bara bir kadeh içki içmeye gidiyor.
Suriye’de bir devlet ve askeri gücünün varlığından bahsedilemez, 20 bin kadar HTŞ militanı, ayrı ayrı yabancı kökenli cihatçı çete, Milli Suriye Ordusu denilen Türkiye’nin kiralık ordusu, SDG, yerel milisler…
Şimdi komploya katılanlar paylarını arıyor. Suriye’de nadir metaller olsaydı, ABD çıkıp gitmezdi Suriye’den. Hallettim burayı, artık masraf yapmama gerek yok diye bakıyor.
Sonunda aynı ekibin içinden iki oyuncu İsrail ve Türkiye baş başa kaldılar. Nasıl paylaşılacak ve ne kadar birbirlerinin ayaklarına dolanacaklar diye anlaşmaya çalışıyorlar.
Aşağıdaki harita işin nereye gelebileceğini gösteriyor. Türkiye resmi olarak söylenmese de Suriye içindeki askeri üslerini güneye kaydırmak istiyor. Suriye’den kalma Palmira antik kenti yakınlarındaki üsse Türkiye’nin yerleşmesi ihtimali çıkınca, İsrail burayı 2 Nisan’da bombaladı. Sonrada resmi olmayan ağızlardan Türkiye’yi tehdit etti.

İsrail daha önce Suriye’de hava savunma sistemi kurmuş Rusya’ya hava saldırılarından önce haber veriyordu ve Rusya füzelerini İsrail uçaklarına kilitlemiyordu. Bunun ne kadar ahlaki olduğunu okuyucuya bırakalım.
Şimdi İsrail tarafı, nasıl yani, yayla haline gelmiş Suriye hava sahasına girdiğimizde Türkiye’ye mi haber vereceğiz diyor.
Anlaşılan Azerbaycan’da bunun için toplanıldı ve görüşmeler muhtemelen devam edecek. Çatışmasızlık hali mi, bir paylaşım mı belli değil. Her zaman yayılmacılığın bir ulusa felaketler getirebileceğini söyledik. Şimdi çeşit çeşit beladan hangisini alırsınız diye soruluyor.
Bir kez daha bıkmadan söyleyelim, normal bir dünya emekçi sınıfların iktidarında.
/././
AB Türkiye Delegasyonu Başkanı: İlişkilerin tekrar kalibre edilmesi zaman alacak
Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu Başkanı Ossowski, İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonra Türkiye-AB ilişkilerinin "tekrar kalibre edilmesinin zaman alacağını" söyledi.
Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Thomas Ossowski, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması üzerinden Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerine dair konuştu.
Gazete Oksijen'den Metin Kaan Kurtuluş'a konuşan Ossowski, Türkiye - AB ilişkilerindeki mevcut durumu, vize serbestisi gündemini değerlendirdi.
Ossowski, vize serbestisi konusunda, "Bu iş Türkiye’ye bağlı, her şeyden AB sorumlu tutulmamalı. Vizesiz seyahat bedavaya elde edilmiyor, kriterleri karşılamalısınız. Türkiye’nin bu sorunu yaşamasının nedeni kıstasları karşılamaması" ifadesini kullandı.
Ossowski, ayrıca İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonra ilişkilerin "tekrar kalibre edilmesinin zaman alacağını" söyledi.
Ossowski, şunları kaydetti:
"Türkiye’de sonunda demokrasinin galip geleceğine inanıyoruz. Bu krizden çıkış bulunacağına inanıyoruz. O yüzden kapıyı kapamak istemiyoruz, ama Türkiye’nin bir aday ülke olarak Kopenhag Kriterleri gibi taahhüt ettiği değerlere uyması gerektiğine inanıyoruz."
***
Alman hükümeti Türkiye'ye Eurofighter satışını veto etti: 'Gerekçe İmamoğlu'nun tutuklanması'
Almanya hükümetinin, Türkiye'ye Eurofighter tipi savaş uçaklarının satışını engellediği belirtildi. Alman basını bu satışın durdurulmasının nedeninin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması olarak açıkladı.
Berlin’in bahse konu kararı “Türk demokrasisine yönelik saldırıya karşı duruş” olarak nitelendirdiği aktarıldı.
Görevini devretmeye hazırlanan hükümetten engel
Handelsblatt gazetesi Almanya'da görevini yeni hükümete devretmeye hazırlanan Sosyal Demokrat Parti (SPD)-Yeşiller koalisyonunun Türkiye'ye Eurofighter Typoon tipi savaş uçaklarının satışını engellediğini yazdı.
Gazete, haberini, hükümet üyeleri arasında yapılan gizli görüşmeleri bilen çok sayıda kaynağa dayandırdı. Handelsblatt'ın Alman hükümet çevrelerinden edindiği bilgilere göre, CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması Türkiye'ye Eurofighter satışına onayverilmemesi kararına gerekçe olarak gösterildi.
Haberde, İmamoğlu'nun tutuklanması nedeniyle hükümetin, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı sert bir şekilde eleştirdiği, bunu "Türk demokrasisine saldırı" olarak nitelendirdiği kaydedildi. Bu nedenle de hükümetin silah ticaretini durdurmayı doğru bulduğu ifade edildi.
Satış sürecinde ilerleme kaydedilmişti
Görevini Mayıs ayında Friedrich Merz'e devretmeye hazırlanan Almanya Başbakanı Olaf Scholz, 19 Ekim 2024 tarihinde gerçekleştirdiği İstanbul ziyaretinde Eurofighter satış sürecinin başlatılması için ilk onayı verdiklerini resmen açıklamıştı. Scholz, İngiltere'nin öncülüğünde yürütülen sürecin başında olunduğunu, müzakerelerle sürecin ileriye taşınacağını söylemişti. Scholz, "Türkiye bir NATO üyesi ve bu nedenle de somut teslimatlarla sonuçlanan kararlar alıyoruz" ifadelerini kullanmıştı.
Scholz’un, Türkiye'ye Eurofighter satışı için koalisyon içindeki endişeleri gidermek üzere bizzat çaba gösterdiği belirtilmişti. Scholz'un Erdoğan ile yaptığı görüşmelerde ilerleme kaydedilmiş ve satış için gereken onay sürecinin "yolunda" olduğu belirtilmişti. Hatta satışa dair çekinceleri olan Yeşiller partisinin yönetimindeki Dışişleri Bakanlığı ile Ekonomi Bakanlığı da satışa onay vermişti.
Konsorsiyum içinde de anlaşmazlık yaşanıyor: Türkiye, İngiltere’yle görüşüyor
DW Türkçe’nin aktardığına göre Türkiye'ye Eurofighter ihracatının Hristiyan Birlik (CDU/CSU) ile SPD tarafından kurulacak yeni koalisyon hükümetini de zorlayacağı tahmin ediliyor. Silah ihracatında yaşanan iç tartışmaları daha kolay bir şekilde aşmayı öngören CDU/CSU ile SPD, koalisyon sözleşmesinde "İhracat kontrol izinleri daha hızlı ve koordineli bir şekilde incelenmeli" ifadesine yer verdi. Amacın da "Avrupa ihracat kuralları ile uyum" olduğu kaydedildi.
Bu ifadeler özellikle Eurofighter satışı açısından önem taşıyor. Eurofighter savaş uçakları, Almanya, İtalya, İspanya ve İngiltere'nin oluşturduğu bir konsorsiyum tarafından üretiliyor. Berlin'in silah satışındaki kısıtlayıcı yaklaşımı nedeniyle konsorsiyum içinde de anlaşmazlık yaşanıyor.
Öte yandan 40 Eurofighter Typoon tipi savaş uçağı satın almayı hedefleyen Türkiye ise satışa onay veren İngiltere ile görüşmeleri sürdürüyor. Milli Savunma Bakanlığı, Mart ayında yaptığı açıklamada İngiltere'nin satış için teklifini sunduğu belirtilmişti.
***
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder