soL "Köşebaşı + Gündem" -23 Nisan 2025"

İlericilik mücadelemizin önemli bir basamağı: 23 Nisan       -Orhan Gökdemir-

Çocuk saflığında ve tazeliğinde bir yeni Cumhuriyet heyecanıyla anıyoruz geçmişin ilerici adımlarını. Hepsi bizimdir, tarihleri gelecek devrimin bir parçası, bir basamağı olarak yeniden yazılacaktır.

Ülkemizde 23 Nisan'ın ulusal bayram olarak kabul edilmesinin sebebi 1920'de TBMM'nin Ankara’da açılmış olması. TBMM’nin açılması, hilafet ve saltanattan kurtulmamızın ve tabii laik cumhuriyete ulaşmamızın en önemli adımıdır. Direnişin içinden bir Ankara Hükümeti ortaya çıkmıştı, dolayısıyla artık İstanbul Hükümeti hükümsüzdü. Zaten İstanbul’u hükümsüz ilan etme iradesini göstermeseydi Ankara Hükümeti hükümsüz olurdu. Devrimlerin doğasıdır.

Bu bayramın bir “sentez” bayram olması da bu tarihle uyumludur. 23 Nisan, 1921 senesinde çıkarılan “23 Nisan'ın Milli Bayram Addine Dair Kanun” ile Türkiye'nin ilk ulusal bayramı olmuştur. 1 Kasım 1922 yılında saltanatın kaldırılmasının ardından 1 Kasım, Hâkimiyet-i Milliye veya yeni söyleyişle Ulusal Egemenlik Bayramı olarak kabul edildi. Sonra bunlar birleşti, bugünkü şeklini aldı. Meclisi açtık ve saltanatı kaldırdık, büyük bayramımızdır.

1935 yılında bayramlar ve tatil günleriyle ilgili kanun değiştirildi ve "23 Nisan Millî Bayramı"nın adı "Millî Hakimiyet Bayramı" haline getirildi. Ardından 1 Kasım Hakimiyet-i Millîye Bayramı ile 23 Nisan Millî Bayramı birleştirildi.

23 Nisan’ın “ilk milli bayram olması” tarihin Cumhuriyet’le birlikte başlatılmış olması anlamına geliyor. Oysa Cumhuriyet Cumhuriyetten ibaret değildir. Bir anayasal düzen ve meclis mücadelemiz 1870’li yıllara dayanıyor. Bu amaçla dövüşmüş, düşmüş-Mithat Paşa, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi- yurtsever aydınlarımız var. Sonra Abdülhamit’i alaşağı edip Hürriyet ilan eden başka devrimcilerimiz var. Biz Hürriyeti de Cumhuriyet kadar sevmiştik. Meşrutiyet ilan ettiğimiz günü, 23 Temmuz’u bayram ilan ettik, İyd-i Milli bu topraklardaki ilk din dışı -milli- bayramımızdır. İyd-i Millî, Osmanlı İmparatorluğu'nda 1909'dan itibaren kutlanmaya başladı. 1923'te yeni Türkiye'nin kurulmasının ardından da kutlanmaya devam etti. Çünkü Cumhuriyetin arkasında Hürriyet vardı ve bunu inkâr etmek, yok saymak henüz mümkün değildi. 

Ancak Cumhuriyetin kurucuları tarihi kendilerinden başlatmaya eğilimliydi. Geçmişin yüklerini omuzlamak istemiyorlardı. Ayrıca geçmişle bağın koparıp atılması, Cumhuriyeti ilahi bir gücün gerçekleştiği bir mucize gibi gösteriyordu. Öyle olsun istediler. 1935’de 23 Nisan’ı bugünkü haline getirmeden önce, 1934’te son kez kutlanan İyd-i Milli Bayramını 27 Mayıs 1935 tarihinde kabul edilen kanunla kaldırdılar.

Halbuki Hürriyetsiz bir Cumhuriyet mümkün değildi. İlericilik-gericilik davası uzun mücadelelerin içinden sıyrılıp gelir, son adım bir önceki adımlara dayanır. Kesinti iddialarına karşılık devamlılık esastır. Kuşkusuz geleceğin ilerici adımları da feyzini geçmişin ilerici adımlarından alacaktır.

Çocuklara armağan edilen, onlara zimmetlenen 23 Nisan ilericilik mücadelemizde ileri bir adımdır. Ancak tarihin bu adımları gelip bıraktığı yerin hakkı da teslim edilmelidir. 1920’de kurduğumuz Meclisin içi boşaltılmıştır, tıpkı Abdülhamit dönemindeki gibi Anayasa hükümsüz ilan edilmiştir. Saltanatı, Hilafeti geri getirme istekleri diridir. Laik Cumhuriyet aradan geçen sürede yere düşmüştür. Burjuvazi onları cami avlusuna bırakıp kaçmıştır.

Ancak, yoksul halkımızın ve emekçilerin bir meclise ve yeni bir laik cumhuriyete duyduğu ihtiyaç dünkünden daha güçlü, daha acildir.

Bugün 23 Nisan. Çocuk saflığında ve tazeliğinde bir yeni Cumhuriyet heyecanıyla anıyoruz geçmişin ilerici adımlarını. Hepsi bizimdir, tarihleri gelecek devrimin bir parçası, bir basamağı olarak yeniden yazılacaktır.

Halkımıza ve bütün emekçilere kutlu olsun!

                                                        /././

Kapitalizmde bireysel kurtuluş masalının yeni siyasi kahramanı: JD Vance -Endam Köybaşı-

Bir yandan sistemin mağduru gibi konuşuyor, diğer yandan o sistemi yeniden üreten ağların içinde yükseliyor. JD Vance, Amerikan taşrasının yoksulluğunu, popülist sağı ve kapitalizmin yeni maskelerini anlamak isteyenler için çarpıcı bir örnek sunuyor.

Vance’ın yakın zamanda Çinli emekçilere yönelik küçümseyici "köylü" ifadesi, kendi taşralı geçmişini siyasi kariyerinde pazarlarken inşa ettiği sistem mağduru imajıyla açık bir çelişki ve derin bir samimiyetsizlik ortaya koydu; bu söylem, onun ulusal şovenizmi ve emperyal kibriyle nasıl iç içe geçtiğini de gözler önüne serdi.

Amerika Birleşik Devletleri'nde 2025 yılında Trump'ın başkan yardımcısı olarak sahneye çıkan JD Vance, Türkiye kamuoyunun hafızasına, Ukrayna lideri Vladimir Zelenski'yi Trump'la birlikte azarlar gibi konuşmasıyla kazındı. Ancak Vance'ın siyasi kariyeri, bir anda parlayan bir figür olmanın çok ötesinde, Amerikan kapitalist ideolojisinin bireysel kurtuluş masallarının tipik bir ürünü.

1984 doğumlu olan JD Vance, Ohio eyaletinde yoksul bir taşra ailesinde büyüdü. ABD Deniz Piyadelerinde görev yaptıktan sonra Ohio State Üniversitesi'nde lisans eğitimini tamamladı. Ardından Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Eğitim hayatı, Amerikan rüyasının "kendi çabasıyla yükselen birey" anlatısına tam anlamıyla uyan bir hikaye sundu.

JD Vance, 2022'de Ohio'dan Senato'ya seçilmeden önce adını 2016 yılında yayımladığı Hillbilly Elegy: A Memoir of a Family and Culture in Crisis (Bir Ailenin ve Kültürün Krizinin Hatırası) kitabıyla duyurdu. Bu kitap, hem bir otobiyografi hem de bir siyasi kampanya manifestosu gibiydi. Kitabın ardından 2020 yılında Hillbilly Elegy adıyla bir sinema filmi de Netflix'te yayımlandı. Film, Vance'ın hayat hikayesini dramatize ederek daha geniş kitlelere ulaştırmayı hedefledi. Ayrıca Amerikan taşrasının yapısal sorunlarını derinlemesine ele almak yerine, yüzeysel bir anlatımla bireysel kurtuluş mitini yeniden üretiyor; böylece Vance'ın kişisel başarısını sistemin olağan işleyişinin doğal bir sonucu gibi göstermeye çalışıyordu. Bu sinema uyarlaması da Vance'ın kendisini sistem mağduru gibi konumlandırıp aynı sistem içinde parlatılmasını sağlayan daha geniş bir pazarlama stratejisinin bir parçası olarak değerlendirildi.

Hillbilly ve Appalachia bölgesi

"Hillbilly", ABD'nin Appalachia bölgesinde yaşayan, ekonomik olarak geri bırakılmış, beyaz, taşralı toplulukları ifade eden bir kavramdır. Appalachia bölgesi, ABD'nin doğusundaki dağlık alanları kapsar ve özellikle Batı Virginia, Kentucky, Tennessee ve Ohio gibi eyaletleri içine alır. Bölgede yaşayanlar, tarih boyunca düşük gelir düzeyleri, eğitim olanaklarının sınırlılığı, ağır sanayi ve madencilik işlerine bağımlı ekonomi ile tanındılar. Kültürel olarak güçlü bir yerel dayanışma ağı, geleneksel aile yapısı ve dini muhafazakârlık yaygındır. Bununla birlikte, endüstriyel dönüşüm ve ekonomik çöküş sonrasında işsizlik, yoksulluk, sağlık hizmetlerine erişim eksikliği ve opioid bağımlılığı gibi ciddi sosyal sorunlar bu bölgede kronikleşmiştir. Vance, bu topluluğun içinden çıkıp yükseldiğini anlatarak "Amerikan Rüyası"nın yaşayan bir örneği olduğunu ima etti.

Bireysel kurtuluş miti ve yanılsama

Appalachia bölgesinde yaşayan işçilerin büyük kısmı, uzun saatler boyunca fiziksel olarak ağır işlerde çalışmak zorunda kalıyordu. Bölgede madencilik, ağır sanayi ve düşük ücretli hizmet sektörü işlerinde ortalama haftalık çalışma süreleri 45-50 saati buluyordu. Buna rağmen gelir seviyeleri ulusal ortalamanın oldukça altında kalıyor, yoksulluk döngüsü kırılmıyordu. Bu tabloya rağmen JD Vance, bireysel başarıyı yalnızca kişisel çabaya bağlayarak gerçek sınıfsal bariyerleri görünmez hale getiriyordu.

Ancak gerçekler, Vance'ın sunduğu tablodan çok daha farklıydı. JD Vance, kendi başarısını çok çalışmanın ve bireysel gayretin sonucu gibi sunarken, gerçekte onun haricinde aynı koşullarda yetişen annesi, kardeşi ve mahallesindeki tüm tanışıkları, yoksulluğa, bağımlılığa ve sistemik dışlanmaya mahkum kaldı. Vance’ın hikayesi, kapitalist ideolojinin en temel yanılsamasını yeniden üretti: "Başaramayanlar yeterince çalışmamıştır."

Oysa ki Amerikan toplumundaki sınıf atlama oranları, son kırk yılda dramatik bir şekilde düşmüş, sınıflar arası geçiş neredeyse donmuştu. Vance’ın bireysel başarısı, yapısal sorunları görünmez kılan bir istisnaydı.

Annesi ve Opioid krizi: Sistemin derin sorunları

JD Vance’ın annesi, opioid bağımlılığı nedeniyle uzun yıllar mücadele etti. Ancak bu durum bireysel bir trajedi değil, kapitalist sağlık sisteminin yapısal bir arızasının sonucuydu. ABD'de, özellikle işçi sınıfı bölgelerinde, bağımlılıkla mücadele için yeterli ücretsiz tedavi merkezleri ve rehabilitasyon yatakları bulunmuyordu. Sağlık hizmetleri, özel sigorta sistemine bağımlıydı ve bu hizmetlerden yararlanamayan yoksullar, çoğunlukla sistemin dışında kalıyordu. Vance'ın annesi de bu yapısal ihmalin mağdurlarından biriydi. Bunun yanında hikayesinden anladığımız üzere JD’nin hemşire annesi zorlu yaşam koşullarıyla boğuşurken, çalıştığı hastanede madde bağımlısı halinde geliyordu.

Skandallar: Fentanil bağımlılığı ve çıkar ağları

Vance, Senato kampanyasında özellikle opioid bağımlılığıyla mücadeleyi merkeze aldı. Annesinin de opioid bağımlısı olduğunu kamuoyuyla paylaşarak empati topladı. Ancak daha sonra ortaya çıkan bilgiler, bu anlatının ardında ciddi çelişkiler olduğunu gösterdi. Vance'ın daha önce çalıştığı Sidley Austin LLP adlı hukuk firması, opioid krizinin baş aktörlerinden biri olan Endo Pharmaceuticals gibi şirketlere danışmanlık hizmeti veriyordu. Yani Vance, bağımlılık krizinin yayılmasına doğrudan katkı sağlayan şirketlerle bağlantılı bir kurumda çalışmıştı. Ayrıca Vance’ın opioid bağımlılığıyla mücadele amacıyla kurduğu Our Ohio Renewal adlı sivil toplum kuruluşunda sağlık danışmanı olarak görev yapan Dr. Sally Satel, geçmişte Purdue Pharma gibi büyük ilaç şirketlerinden maddi destek almıştı. Purdue Pharma, ABD’de opioid salgınının patlamasında başlıca sorumlulardan biri olarak biliniyor. Tüm bu çıkar ilişkilerine rağmen Vance, siyasi kariyerinde zarar görmeden yükselmeyi başardı. İç sistemdeki çürümeye işaret etmek yerine, fentanil krizinin sorumluluğunu ağırlıklı olarak Çinli üreticilere yönlendirerek, kamuoyunun dikkatini dış tehditlere çevirdi ve yapısal sorunları görünmez kıldı.

ABD’de fentanil krizi ve kaynaklar

Fentanil, güçlü bir sentetik opioid olup yasal olarak ileri evre kanser ağrıları ve cerrahi sonrası ağrı yönetimi için kullanılır. Ancak yasa dışı kullanımında yüksek bağımlılık riski ve ölümcül aşırı doz tehdidi taşır.

Çin uzun süre başlıca fentanil üreticisi iken, 2019'daki düzenlemeler sonrası Hindistan da önemli bir prekürsör kaynağı haline geldi. Meksika'daki karteller ise hem bu maddelerle hem de kendi üretimleriyle ABD'ye yasa dışı fentanil sağlamaktadır.

Çin Dışişleri Bakanlığı, krizin asıl sebebinin ABD iç tüketimi olduğunu savunuyor.  Ayrıca ABD'deki opioid krizinin zemini, 1990'lı yıllarda büyük ilaç şirketlerinin agresif pazarlama kampanyalarıyla doktorlara baskı yaparak, bağımlılık riski göz ardı edilerek güçlü opioid ağrı kesicilerin (özellikle OxyContin gibi ilaçların) aşırı reçetelenmesiyle atıldığı yapılan yaorumlar arasında. Bu süreçte, opioidlerin bağımlılık yapmadığı yönünde yanlış bilgiler yayıldığı ve milyonlarca Amerikalının yüksek dozlarda opioid kullanmaya başladığı biliniyor.

ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) verilerine göre, 2024 itibarıyla ülkede aşırı doz ölümlerinin yüzde 68'i fentanil ve diğer sentetik opioidlerle ilişkili olup; 2023 yılında yalnızca fentanil nedeniyle tahmini 70.000'den fazla kişi hayatını kaybettiği rapor edilmiş.

Siyasi pozisyonu

JD Vance, Amerikan sağının yeni kuşağını temsil eden figürlerden biri olarak sahneye çıktı. Geleneksel Cumhuriyetçi çizginin kalıplarını aşarak, popülist bir sağ ideolojiyi benimsedi. Kültürel alanda, özellikle göçmen karşıtı söylemleri ve liberal çevrelere yönelik sert eleştirileriyle öne çıktı. Ona göre Amerika'nın yaşadığı kriz, ekonomik sistemin arızalarından ziyade kültürel değerlerin aşınmasından kaynaklanıyordu. Bu yüzden her fırsatta geleneksel aile yapısına, dini değerlere ve yerel kimliğe vurgu yaptı.

Ekonomik politikalarında ise alışılmış sağcı serbest piyasa yüceltmesinden ayrıldı. Vance, kurtuluşu bireysel çalışmaya havale etse de, işçi sınıfının yoksullaşmasını yalnızca bireysel başarısızlığa bağlamayarak siyasi “dehasını” gösterdi; devletin belirli alanlarda koruyucu ve destekleyici olması gerektiğini savundu. Bu duruşu, onu sağ kanat popülizminin farklı bir temsilcisi haline getirdi. Trump’ın "Amerika'yı Yeniden Büyük Yap" sloganı çerçevesinde milliyetçi ve korumacı bir ekonomik programı destekleyerek, taşralı beyaz işçi sınıfına doğrudan hitap etti.

Gelecek perspektifi: Trump sonrası liderlik iddiası

JD Vance, sadece Trump'ın yanında sivrilmekle kalmadı; geleceğe dair büyük hesapları da olduğunu gösterdi. Vance, tabanın değişen taleplerini ve popülist sağın yükselen gücünü iyi okudu. Trump sonrası dönemde Cumhuriyetçi Parti'nin yeni liderlerinden biri olabilmek için adım adım kendi zeminini kurduğu söyleniyor. "Sistem mağduru" kimliğini bir anlatı olarak kullanıp, halkın geniş kesimlerinde karşılık bulmaya çalıştı. Geleneksel Cumhuriyetçi siyasiler ve sermayedarlara mesafeli görünümü ve yoksul halkla kurduğu pragmatik bağın, onu yeni sağın en güçlü adaylarından biri haline getirebileceği dillendirilen iddialar arasında. Eğer Trump sonrası bir boşluk doğarsa, Vance bu boşluğu doldurmak için ciddi bir hamle yapabilecek kapasitede bir figür olarak değerlendiriliyor.

Trump'ın yardımcılığına yükselişi de benzer özellikleri sayesinde oldu. JD Vance Trump'ın yardımcılığına, tabandaki popülist desteği ile Cumhuriyetçi muhafazakârlar içindeki konumunu sağlamlaştırmasıyla geldi. Trump'ın "Amerika'yı Yeniden Büyük Yap" söylemini, taşralı beyaz işçiler için somutlaştıran bir figür olarak parladı. Vance, hem sistem mağduru bir anlatıyı kullanarak halktan biri görüntü verdi, hem de büyük sermaye çevreleriyle bağlarını koparmadan siyasal kariyerini inşa etti.

JD Vance, Amerikan kapitalizminin yoksulluk üzerinden inşa ettiği bireysel kahramanlık mitinin en yeni suretlerinden biri oldu. Onun hikayesi, yapısal eşitsizliklerin yarattığı devasa boşluğu,  kişisel başarı anlatısıyla maskeliyor. Vance, kendi yükselişini, milyonlarca insanın sistematik yoksunluklar içinde sürüklendiği bir dünyada bir normal gibi sunarak, kapitalizmin köklü krizlerine parlatılmış bir çözüm illüzyonu yaratıyor. JD Vance'ın yükselişi, bireysel kurtuluşun kitlelere umut diye satıldığı; toplumsal gerçeklerin ise sessizce unutturulduğu bir dönemin aynasında çarpıcı bir siyasi kariyer yansıması olarak kayda geçmiş bulunuyor.

                                                        /././

19 Mart’tan 1 Mayıs’a, tencereyle kapağı birbirine vurma günleri -Fatih Yaşlı-

"Eğer bugün 19 Mart operasyonu dört başı mamur bir şekilde hayata geçirilememişse bunun gerisinde sokak var, eğer bugün Şimşek programı sallantıdaysa ve iktidar sıkışmışsa bunun arkasında sokak var."

“Enflasyonla mücadele”nin yükünü bütünüyle halkın sırtına yıkan Şimşek programı 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası yürürlüğe konulmuş, Şimşek yüzde 39,5’ten aldığı resmi enflasyonu bir yıl içerisinde yüzde 75’e kadar yükseltmiş, ardından da kademeli bir düşüş başlamış ve enflasyon Mart 2025 itibariyle yüzde 38 civarına gelmişti. 

Şimşek programının enflasyonla mücadeledeki en önemli araçlarından biri Merkez Bankası’nın faiz artırımlarıydı. Programın yürürlüğe sokulmasıyla birlikte faizler yüzde 8,5’ten yüzde 15’e yükseltilmiş ve ardı ardına yapılan artırımlarla faizler yüzde 50’ye kadar çıkartılmıştı. Enflasyondaki kısmi düşüşle birlikte ise 2024’ün Aralık ayından itibaren faiz indirimlerine başlanmış ve Mart ayı geldiğinde faizler yüzde 42,5’e indirilmişti. 

Piyasa aktörlerinin hemen hepsinin beklentisi Merkez Bankası’nın girmiş olduğu faiz indirimi patikasından kolay kolay çıkmayacağı ve enflasyondaki düşüşe paralel bir şekilde faiz indirimlerine devam edileceği yönündeydi, 2025 sonunda enflasyon yüzde 30’un altına düşecek, faizler de o nokta civarında bir yere gelecekti.

Benzer bir beklenti iktidar için de geçerliydi; çünkü yüksek faiz ekonominin soğuması, istihdamda daralma, daha yüksek maliyetlerle borçlanma gibi sonuçlar yaratıyordu ve yüksek enflasyona bir de yüksek faizden kaynaklı olarak ekonomideki soğumanın eşlik etmesi daha da yoksullaşan halkın siyasi tercihleri üzerinde ciddi etkiler yaratıyor, iktidara olan teveccühü azaltıyordu.

Bu nedenle de Erdoğan Şimşek programının meyvelerini toplamadan, yani enflasyonu ve faizleri düşürüp ekonomide kısmi bir rahatlama sağlamadan ve makro göstergelerin seçim ekonomisi izlemesini sağlayacak bir seviyeye geldiğini görmeden asla seçime gitmemenin hesaplarını yapıyordu, yani en az gelecek yıla kadar bir erken seçim iktidarın gündeminde yoktu. 

Ancak tüm bu hesaplar 19 Mart günü itibariyle boşa düştü, Şimşek programının zaten ulaşması çok zor olan hedefleri iyice ulaşılmaz hale geldi ve bu da iktidarın siyasi planlarını alt üst etti. Çünkü İmamoğlu’nun tutuklanması ve ardından başlayan sokak eylemleriyle birlikte, yabancı sermaye elindeki TL varlıklarını bozdurup dövize dönerek ülkeden çıkmaya başladı, bu ise dövizi fırlattı. 

Ayaklarından biri dövizin, özellikle de doların süreklileşmiş müdahaleler aracılığıyla TL karşısında kontrol edilmesi üzerine kurulu olan Şimşek programı açısından bu durum kabul edilebilir değildi ve bunun için tıpkı Berat Albayrak ve Nurettin Nebati dönemlerinde olduğu gibi arka kapıdan döviz satışlarına başlandı.

Yıkımın büyüklüğünü anlamak açısından söyleyelim, Albayrak döneminde yaklaşık 128 milyar dolarlık Merkez Bankası rezervi yirmi aya yayılacak bir şekilde satılmıştı, 19 Mart’tan sonra ise sadece bir ay içerisinde Merkez Bankası kasasından yaklaşık 50 milyar dolarlık satış yapıldı ve döviz kuru ancak böyle kontrol altına alınabildi.

Ancak sadece bu değil; dövizi tutabilmek için TL’nin cazibesinin artırılması ve bunun için de piyasalara bir mesaj verilmesi gerekiyordu, bu nedenle de Merkez Bankası aylar sonra ilk kez yeniden faizleri artırmak zorunda kaldı, böylelikle faizler tekrar yüzde 46 seviyesine çıktı.

Merkez Bankası’nın bu kararı öncesi benim kişisel kanaatim girilen faiz indirimi sürecinden geri dönülemeyeceği, bir faiz indirimi olmasa da oranların bu ay için sabit tutulacağı yönündeydi; çünkü Erdoğan’ın ve Saray’daki diğer aktörlerin buna izin vermeyeceğini düşünüyordum. Ancak yanıldım, ortaya çıkan tahribat öylesine büyüktü ki Erdoğan ve Saray da faiz artırımına izin vermek ya da daha doğru bir tabirle göz yummak zorunda kalmıştı. 

Dolayısıyla yaklaşık iki yıldır düşük ücretlerle, alım gücünün aşağı çekilmesiyle, gelir dağılımının altüst edilmesiyle, yoksulluğun ve sefaletin derinleştirilmesiyle devam eden Şimşek programı, halka bunca bedel ödettikten sonra, ulaşmayı planlandığı hedefleri en iyimser tahminle altı-dokuz ay arası bir uzaklığa ötelemek zorunda kaldı, iktidarın planları da alt üst oldu. 

Aslında Şimşek programının etkilerini ilk kez 31 Mart seçimlerinde görmüştük; sıklıkla tekrar ettiğim üzere 31 Mart seçimlerini CHP kazanmadı, halk iktidara ve izlediği ekonomi politikalarına yönelik tepkisini haritayı kırmızıya boyayarak verdi. O zamandan bu zamana da siyasete damgasını esas olarak bu politikalar ve yarattığı sonuçlar, yani yoksulluk ve işsizlik damgasını vuruyor. 

Bunun son örneğini Yozgat’ta gördük; nasıl ki 31 Mart seçimlerinde sayısız taşra belediyesinin CHP’nin eline geçmesi Türkiye toplumunun özü itibariyle, sağcı, muhafazakâr vs. olduğu yönündeki saçma varsayımı boşa düşürmüşse, Yozgat’taki miting de benzer bir işlev üstlendi. 

Son seçimlerde yüzde 95’ten fazlasının sağcı adaylara oy verdiği, CHP’nin bile sadece yüzde 2,5 oy alabildiği Yozgat’ta cumartesi günü gördüğümüz manzara, siyasete ekmeğin küçülmesi damgasını vurduğunda ve halk sokaklara, yollara döküldüğünde yaşanabileceklerin bir ön gösterimi gibiydi.

Yozgat halkı, Yozgat köylüsü, traktörleriyle, arabalarıyla, yürüyerek, her türlü şekilde miting alanına akarken ve kürsüdeki köylü “bu düzeni yıkacağız” derken, seçme seçilme hakkına yönelik saldırıyı da CHP destekçiliğini de aşacak bir şekilde kendi sözünü söylüyordu.  

Sokağın on yılı aşkın süredir kapatılan yolunu 19 Mart günü barikatı yıkan öğrenciler açtı ki zaten Şimşek programının yıkıcı etkilerine en çok maruz kalan kesimlerden biri onlardı. Onları ise lise öğrencileri takip etti; liseliler de bugünlerinin ve yarınlarının çalınmasına itiraz ediyorlar, öğretmenlerini, okullarını sahiplenmeyle memleketi sahiplenmenin aynı mücadelenin parçası olduğunu söylüyorlardı. 

Hafta sonu ise Nâzım’ın “Topraktan öğrenip/kitapsız bilendir” dediği köylüler ayağa kalktı, mazotun, gübrenin, yemin fiyatına, hayvanlarını kesmek ya da satmak zorunda kalmalarına, emeklerinin değerini bulmamasına, ekmeklerinin küçülmesine itiraz ettiler, seslerini yükselttiler, bu ülkenin “turpınan, şalgamınan” yönetilemeyeceğini gösterdiler.

Bu süreçte halk “bizi sokağa dökmek istiyorlar, aman oyuna gelmeyelim” tarzı lafların da aslında doğrudan iktidarın ekmeğine yağ sürdüğünü ve halk düşmanlığı olduğunu bizzat gördü. Eğer bugün 19 Mart operasyonu dört başı mamur bir şekilde hayata geçirilememişse bunun gerisinde sokak var, eğer bugün Şimşek programı sallantıdaysa ve iktidar sıkışmışsa bunun arkasında sokak var, eğer bugün AKP-MHP’nin zaten daima gerilimli ilişkisinde gerilimin dozu artmışsa bunun arkasında sokak var. 

Halk sokağa çıktığında geriye kalan herkes susar, çünkü bir araya gelmiş halk saraylardan, yalılardan, köşklerden, patron sınıfından, sömürücülerden, kendisini bugünsüzlüğe ve yarınsızlığa mahkûm edenlerden büyüktür. Cezaevinden tahliye edilen genç arkadaşlarımızdan birinin Nâzım’dan okuduğu dizelerdeki gibi “derya dediğin uyur uyur uyanır” ve halk adlı derya uyandığında her şey değişir.

Üniversiteliler, liseliler, çiftçiler, köylüler… Bunlardan sonra şimdi sıra esas olarak işçi sınıfında, şimdi sıra dünyanın yükünü omuzlarında taşıyıp, bütün zenginliği üretip kendisine yoksulluktan sefaletten başka bir şey reva görülmeyen emekçi halkımızda. Şimdi üniversitelilerin, liselilerin, köylülerin uzattığı ele işçi sınıfının el vermesi, 1 Mayıs’ı bir bayrama çevirmesi, boş tencere ile kapağını birbirine vurması, “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” diye sorması, Türkiye’nin piyasacılıkla dinciliğin ölümcül sentezine teslim olmayacağını göstermesi gerekiyor. 

19 Mart’tan 1 Mayıs’a uzanan yollar açmak, emekçileri siyasetle, siyaseti emekçilerle buluşturmak zorundayız. Tam olarak buradayız.

                                                    /././

Şimşek’in 'iç talep' vurgusu: Makas değişikliği mümkün mü?-Gülay Dinçel-

Sadece sermaye sınıfının ihtiyaçları değil, kontrolden çıkma potansiyeli taşıyan toplumsal dinamiklere yönelik ek manevra alanı yaratılması gibi hafife alınamayacak bir basınç da söz konusu.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, 19 Mart sonrasında yaptığı değerlendirmelerde Türkiye ekonomisinde büyümenin “iç talep” çekişli olduğunu sıkça hatırlattı. Söz konusu vurgu Trump’ın “kurtuluş günü” ilan ettiği 2 Nisan sonrasında daha belirgin hale geldi. Her ne kadar Şimşek’in yanısıra Tayyip Erdoğan, Cevdet Yılmaz gibi isimler Trump’ın Çin’i hedef alan gümrük vergisi uygulamalarının “dost” ülke olarak Türkiye’ye fırsatlar sunduğunu, belirsizliklerden etkilenilmeyeceğini öne sürse de Şimşek’in konuşmalarında “iç talep” vurgusu güçlendi. Son olarak Giresun’da yapılan Ekonomi Koordinasyon Kurulu toplantısının ardından Şimşek, iç talep kaynaklı yapının Türkiye’yi benzer ülkelere göre daha az kırılgan kıldığını söyledi.1

Şimşek’in “iç pazar” vurgusunun dış pazarlardaki belirsizliklerin telafi edilebileceğini söyleyerek güven vermeye çalışmanın ötesinde düzen açısından bir hareket alanına işaret etme boyutu taşıması zayıf olmayan bir olasılık. “Şimşek Programı” olarak kodlanan iç talebin baskılandığı, mali disiplin ve finansal sıkılaşmaya dayalı ekonomi politika setinin gevşetilmesinden, iç pazarın uyarılmasına bir makas değişikliği, bir dizi kısıta rağmen olası görünüyor. En azından mevcut sıkışmadan çıkış seçeneklerinden biri olarak şekillendiği, tartışıldığı söylenebilir. Siyasi iktidarın yaşadığı sıkışmayı, “yönetme krizi”ni aşmaya yönelik düzenin bütün aktörlerini kapsayan bir uzlaşı arayışının diğer başlıklarla beraber ekonomide de yeni bir rota oluşturmayı, en azından bunu denemeyi zorunluğu kıldığı düşünülebilir. Sadece sermaye sınıfının ihtiyaçları değil, kontrolden çıkma potansiyeli taşıyan toplumsal dinamiklere yönelik ek manevra alanı yaratılması gibi hafife alınamayacak bir basınç da söz konusu.

Yüksek ihracat oranı yüksek kırılganlık mı?

Düzenin direksiyonu iç pazara kırarak hareket alanını genişletme ya da ek manevra alanı yaratma imkânı bulunuyor mu, böyle bir hamlenin kısıtları neler soruları bir yana Türkiye’nin benzer ülkelerden daha az kırılgan olduğu iddiasına dayanak oluşturan yapıya göz atmak yerinde olur.

Söz konusu yapıyı betimlemek üzere ihracat/GSYH oranı kullanmak kolaylaştırıcı. İhracatın GSYH içindeki payı teknik olarak yanlış bir karşılaştırma olmakla birlikte ülke karşılaştırmaları ve bir zaman serisi içinde bir ülkede ihracatın GSYH katkısına ve tersine yani iç talebin GSYH payına ilişkin kabaca fikir vermesi açısından bir anlama sahip.

“Benzer ülkeler” meselesi ise hayli karışık bir konu. Ancak emperyalist ülkeler/gelişmiş kapitalist ekonomiler, Çin, Hindistan, Rusya gibi ekonomileri dışarıda bırakıp üretim altyapısı ve ihracat hacmi açısından öne çıkan, dünyanın “fabrikaları” olarak nitelenebilecek ülkeler baz alınarak bir “benzer ülkeler” listesi oluşturulabilir. Ölçek, ekonominin sektörel çeşitliliği, ihracat yoğunlaşmaları, uluslararası sermayeye entegrasyon biçimleri açısından birebir benzerlik güç olmakla birlikte Şimşek’in kastını anlaşılır kılan bir örüntü oluşturmak mümkün.

Türkiye, aşağıdaki tablodan izlenebileceği gibi benzer ülkeler içinde, Endonezya ve Brezilya hariç tutulursa, ihracatın GSYH içindeki payının en düşük olduğu ülke. Türkiye için 2023 yılında ihracatın GSYH içindeki payı yüzde 23, 2010-2024 ortalaması alındığında ise yüzde 20 civarında. Endonezya ve Brezilya, nüfus başta olmak üzere ölçekleri, doğal kaynakları, imalat sanayi altyapıları vb açısından ayrı değerlendirilmesi gereken ülkeler oldukları söylenebilir. Tablodaki diğer ülkeler ise “fabrika ülkeler” olarak nitelenebilir. Meksika’nın ABD’nin uzantısı, Orta Avrupa ülkelerinin AB’nin uzantısı, Asya ülkelerinin de hem ABD ve AB hem de Çin’in uzantısı olarak sektörel yoğunlaşmalar ve aşırı uzmanlaşma ile yüzde 33’ten başlayıp yüzde 86’yı bulan ihracat/GSYH oranlarına ulaştığı görülüyor.

    Kaynak: Dünya Bankası, ITC Trademap, 2023 verileri.

Malezya, Çek Cumhuriyeti, Tayland gibi ülkeler, zaman zaman teknoloji düzeyi yüksek ihracatlarıyla Türkiye’nin yakalaması gereken örnekler olarak gösteriliyor. Ancak bu yüksek oranlara yüksek düzeyde yabancı sermaye yatırım stokuyla, sektörel yoğunlaşmayla (az sayıda sektör/ürün üzerinden az sayıda pazara, alıcıya satış yaparak) ulaşılıyor. Bu yapı nedeniyle söz konusu oranlar aynı zamanda çok güçlü dışa bağımlılık anlamı da taşıyor. Şimşek’in sözünü ettiği kırılganlık hızlı dış pazar daralmalarından etkilenme riskinin yüksek oluşuna işaret ediyor.

Ancak sadece ihracat/GSYH oranından ya da büyümenin kompozisyonundan (büyümeyi iç talep mi yoksa ihracat mı sürüklüyor) hareket ederek kırılganlık düzeyi tayin etmek güç. Nitekim Türkiye listedeki ülkeler içinde imalat sanayi üretiminde ithalat bağımlılığı ve dış ticaret açığı en yüksek ülke. Sömürü oranının, emek üretkenliğinin yüksekliği, dışarıya aktarılan değerin yüksekliğine rağmen işçi sınıfının refah düzeyi açısından da listedeki ülkeler arasında önemli farklılıklar olduğu söylenebilir. Ülkeler arası karşılaştırmanın önemli sınırları var.

O nedenle sadece ihracat/GSYH oranından daha düşük kırılganlık sonucuna ulaşmak yanlış olur. Türkiye’de iç talebe dayalı büyümenin dış kaynakla, borçlanmayla finanse edilmesi gerekiyor, bu nedenle iç talebe dayalı büyümede de dünyadaki belirsizliklerin kırılganlık yaratmaması mümkün değil.

Benzemez kimse sana: Anomalilerin normalleştiği bir esneklik

Türkiye için 2010-2024 dönemine bakıldığında 2010-2017 döneminde yüzde 17 civarında olan ihracat/GSYH payının, nominal olarak da ortalama 145 milyar dolarlık ihracatın, 2018-2024 döneminde arttığı, GSYH payının 2021 ve 2022 yıllarında yüzde 27-28’e kadar çıktığı, nominal olarak 250 milyar doların aşıldığı görülüyor. Yüzde 15’ten başlayıp yüzde 28’e kadar çıkan oran iç pazar/ihracat dengesinin statik olmadığını, Türkiye kapitalizmine esneklik sağlayan bir oynamanın kısa sayılabilecek bir dönemde gerçekleşebildiğini gösteriyor. 2018-2022 dönemi özel bir dönem oldu, sadece TL’nin değer kaybı değil, yatırım destekleri, ek sübvansiyonlarla ihracatta önemli bir sıçrama kaydedildi. Önemli maliyetlerle (kamu dış borç stokunda artış, yüksek enflasyon, yoksullaşma başta olmak üzere) ihracatta bir patika değişikliği sağlandı. Üretim kapasitesinde, sanayi istihdamında artışlar gerçekleşti.

Yukarıda sözü edilen ihracat lehine makas değişikliği AKP iktidarı boyunca en sert değişikliklerden biri olmasına rağmen geçen 23 yılda üretim yapısında bu tür makas değişikliklerine bağışık, esnek bir dönüşüm yaşandı. Özellikle inşaat ve otomotiv üzerinden iç talep kuvvetli bir şekilde uyarılırken ihracatın uykuda olduğu ya da iç talepte frene basılırken ihracatın arttığı alt dönemler oldu. Ancak sektörler, firmalar bazında büyük bölümü birer anomali sayılabilecek bir yapıyla birlikte oynak dengeye uyarlanma kabiliyeti gelişti. İç Anadolu’daki çimento üreticilerinin ihracat yaptığı, Türkiye’nin net ithalatçı olduğu ürünlerin aynı zamanda ihracatının yapıldığı, tamamen ihracata çalışan sektörlerin iç pazarda markalaştığı vb. Bir tür “güzelleme” yapıldığı düşünülmesin. Toplumsal olanakların, kamu kaynaklarının sınırsız bir şekilde sermaye sınıfına sunulmasının sürdürülebilir kıldığı bir dizi anomaliden söz ediliyor. 2022 yılında Isparta’da elektrik kesintisi nedeniyle bir yurttaş donarak ölürken elektrik içen tesislerin ürettiği demir-çelik ürünleri, demir cevheri zengini Brezilya’ya ancak “sübvansiyonlu” elektrik fiyatları ve yurttaşların canı hiçe sayılarak ihraç edilebilirdi. İrili ufaklı pek çok sektörden farklı dinamiklerle bir dizi örnek vermek mümkün.

Bu nedenle uluslararası sermaye boyutu dahil olmak üzere kimi çıkar farklılıkları, sürtünmeler yaşanması mümkün olsa da makas değişikliklerini uzlaşmaz ya da aşılması güç sermaye içi dirençlerle eşleştirmek AKP Türkiyesi’nde çok gerçekçi değil. Nitekim Mehmet Şimşek’in G20, IMF ve Dünya Bankası bahar toplantıları için gittiği ABD’deki temaslarının sadece 19 Mart sonrası sarsıntının kontrol altına alınmasına yönelik görüşmelerden ibaret kalmaması, daha kapsamlı çıkış olasılıklarının/arayışlarının da masaya konması olası.

1https://www.ekonomim.com/gundem/nakit-rezervimiz-guclu-uluslararasi-piyasalara-cikmasak-da-yonetme-kapasitesine-sahibiz-haberi-813319

                                                                      /././
Bakan Türkiye'yi bıraktı, Suriye'ye internet verecek

Hem mobilde hem de sabitte dünya ortalamasının bile hayli altında olan Türkiye, Suriye'ye internet desteği sağlayacağını duyurdu. Açıklamayı Bakan Uraloğlu, Şam'da yaptı.

Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu ve beraberindeki heyet, resmi temaslarda bulunmak üzere dün Suriye'nin başkenti Şam'a gitti.

Bakan Uraloğlu ve beraberindeki heyeti, Şam Havalimanı'nda Türkiye'nin Şam Büyükelçiliği Geçici Maslahatgüzarı Büyükelçi Burhan Köroğlu ve Suriye Ulaştırma Bakanı Yarub Süleyman Bedir karşıladı.

Burada ortak basın toplantısında konuşan Bakan Uraloğlu, Suriye'ye iki günlük çalışma ziyareti vesilesiyle geldiklerini ifade etti.

Sözlerine Suriye'yi bağımsızlığına kavuşturdukları için yeni yönetimi tebrik ederek başlayan Uraloğlu, ulaştırma alanında olası işbirliklerini görüşeceklerini kaydetti. Havacılık, kara, deniz ve demiryolu ile iletişim alanında atılabilecek adımlar konusunda görüşmeler yapılacağını söyledi.

'İkinci ülkeniz Suriye'ye hoş geldiniz'

Suriye Ulaştırma Bakanı Bedir "İkinci ülkeniz Suriye'ye hoş geldiniz. Bu ziyaretiniz Türkiye ve Suriye arasındaki derinliği yansıtan ziyaretlerdir" ifadelerini kullandı. Bakan Bedir, "Suriye ve Türkiye arasında ulaştırma alanlarındaki ilişkileri daha önceki parlak dönemine kavuşturmayı umuyorum" dedi.

İletişim ve ulaştırmada işbirliği görüşmeleri

Suriye'de ulaşım ağı konusunda verimli görüşmeler yapıldığını söyleyen Uraloğlu, "Önemli bir mekandayız. Şam'da Hicaz demir yollarının ana istasyonundayız. Nasıl işbirliği yapabiliriz noktasında gerek ikili gerekse de heyetler arasında görüşmeler yaptık" diye konuştu.

Heyetler arasında iletişim ve ulaştırmada yapılabilecek işbirliklerini görüştüklerini kaydeden Uraloğlu, "Öncelikle kara yolu taşımacılığının birazcık daha aktifleştirilmesi, geçmiş dönemde yaşanmış olan sıkıntıların önüne geçilmesi noktasında bir fikir birliğine vardık ve hemen teknik heyetlerimiz çalışmaya başladı. Sınırın bu tarafından Türkiye'ye, Türkiye'den de Suriye tarafına geçişleri nasıl kolaylaştırırız, bunları beraberce konuşmuş olduk" ifadelerini kullandı.

Uraloğlu, "Demir yolu noktasında Çobanbey ve Halep arasında tahrip olmuş olan demir yolunu hayata geçirerek bütün Türkiye ile Şam'ı birbirine bağlamak, aynı zamanda Avrupa'ya kadar birbirine bağlama noktasında görüşmeler yaptık. Yine bizim içerisinde bulunduğumuz Hicaz Demir Yolu İstasyonu'nun daha güneye ilerletilmesi ile orada tahrip olan hatların onarılması ile ilgili neler yapabiliriz bunları konuştuk. Karşılıklı görüş alışverişinde bulunma noktasında da gerek eğitim olsun gerek karşılıklı ziyaretler olsun bir mutabakat sağladık" şeklinde konuştu.

Suriye ile ortak 'tek kapı'

Suriye ile Türkiye arasındaki mevcut bütün sınır kapılarının aktif edilmesiyle ilgili karar aldıklarını belirten Uraloğlu, tek kapı uygulamasıyla ortak bir sınır kapısının da hayata geçirilmesine yönelik bir çalışmalarının olduğunun altını çizdi.

Uraloğlu, Suriye'nin kara yolu altyapısına güçlendirme yapılacağını dile getirerek, "Ama birinci önceliği demir yollarına verdiğimizi söyleyebilirim. Ulaştırmanın bütün sektörleriyle işbirliği yapacağımızı söyleyebilirim. Devrimden sonra yeni oluşmuş bir hükümet var. Burada birazcık daha fazla bir araya gelerek hızlıca yol almaya ihtiyaç olduğunu söyleyebilirim" diye konuştu.

Bakan Uraloğlu ve beraberindeki heyet, istasyondaki ziyaretin ardından Kara ve Deniz Limanları Genel İdaresi Müdürlüğüne geçti. Suriye Ulaştırma Bakanı Yarub Süleyman Bedir ile bir araya gelen Uraloğlu akabinde Suriye Kara ve Deniz Limanları Genel İdaresi Başkanı Kuteybe Ahmed Bedevi ile de görüştü. Uraloğlu, hem ikili düzeyde hem de heyetler arası kapsamlı görüşmeler gerçekleştirdiklerini bildirdi.

'İnternet desteği sağlanacak'

A Haber'e konuşan Uraloğlu, "Biz mevkidaşım ve İletişim Bakanı ile gerekli görüşmeleri yaptık. Öncellikle Türkiye'den bir internetin Suriye'ye verilmesi konusunda bir çalışma yapılıyor. Suriye'ye internet desteği sağlanacak" dedi.

Uraloğlu, Şam'da Emevi Camisi'ni de ziyaret etti.

Dünyanın en yüksek mobil hızının ancak yüzde 11,6'sına sahibiz

Suriye'ye destek sağlayacağını iddia eden Türkiye'de internet altyapısı yetersiz.

Pahalı internet tüketen kullanıcılar kalite (yani hız ve süreklilik) konusunda da istediğini bulamıyor.

T24'te konuyla ilgili yazılarıyla internet hızlarına dair rakamları yayınlayan Füsun Sarp Nebil, en son Eylül ayında Ağustos verilerini paylaşmıştı. Buna göre dünyanın en yüksek mobil hızının ancak yüzde 11,6'sına ve en hızlı sabit hızının ancak yüzde 14,4'üne sahibiz. Durum o kadar kötü ki sadece en yüksek hızın küçük bir bölümüne sahip değil aynı zamanda hem mobilde hem de sabitte dünya ortalamasının bile hayli altındayız.

Ağustos ayı verilerine göre, 399 Mbps hızla Birleşik Arap Emirlikler'inin birinci olduğu mobilde, 58. sıradayız. 298 Mbps hızla yine Birleşik Arap Emirlikleri'nin birinci olduğu sabit internette ise 106. sıradayız.

Hem mobilde hem de sabitte dünya ortalamasının bile hayli altındayız.

Türkiye SpeedTest indeksinde 2024 ağustos ayında mobilde 58. ve sabitte 106. sırada.

Bu verilerin geçtiğimiz aylarda daha da düştüğü düşünülüyor.

                                                    ***

soL




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Duvarlara yansıyan 1 Mayıs’lar -Kavel Alpaslan / Evrensel-

Her Nisan ayında kentlerin duvarları 1 Mayıs afişleriyle dolar. Siyasi görüş fark etmeksizin, cezbedici bir yanı vardır bu afişlerin. Her Ni...