T-24 "Köşebaşı + Gündem" -24 Nisan 2025-

Beklenen İstanbul depremi için kendi haberleşmenizi garantileyin -Füsun Sarp Nebil-

Bu depremde de aynısı oldu. Daha küçük oranda da olsa, haberleşmeyi bir süre gerçekleştiremedik. O zaman bunu yıllardır yapmayan hükümetten beklemekten vazgeçip, kendi göbeğimizi kendi başımıza kesmemiz lazım.

İstanbul'da yine büyük bir deprem (6,2) ve artçıları ile (yazının yazıldığı an itibariyle en büyüğü 5,9 dahil 141 sarsıntı) sallandık. Merkez üssü Marmara Denizi'nde, Silivri açıkları olarak açıklandı. Ama Pendik'ten, Sarıyer'e, Beylikdüzü'nden Şişli'ye, Maltepe'den Bakırköy'e kadar herkes çok sarsıldı ve korktu. Allahtan hasar ya da can kaybı da yaşandığı görülmedi.

Tabii ki arkasından hepimiz yakınlarımızı ya da arkadaşlarımızı merak ettik ama yine haberleşme sıkıntısı yaşandığı görüldü. Özellikle Turkcell kullananlardan çok fazla şikâyet geldi bana. Tabii ki bu "haberleşememe derdi" çok önemli bir sorun. Aşağıda down dedector'deki raporlama var. Dikkat ederseniz, 6,2 şiddetindeki en büyük sarsıntının olduğu 12.59 civarında şikâyet sayısı yükseliyor.

Millet cep telefonu sisteminde sıkıntı yaşayınca,  muhtemelen önceki depremlerde alternatif haberleşme (VOIP / VOLTE) kanallarını kullanmaya antremanlı oldukları için, ses ile haberleşmeyi bırakıp, internet mesajlaşma uygulamalarının üzerinden haberleşti. Orada da aksamalar oldu ama ses şebekesine nazaran durum daha dengeliydi. Depremin can ve mal kaybı yaratmadan geçmesinin yanında, gelen tepki sayısına bakarak, bu sıkıntının fazla büyümeden atlatıldığını ve şebekelerin fazla yüklenmediğini düşünüyoruz.

BTK ve Ulaştırma Bakanlığı, yapmadığı görevini operatörlere soruşturma açarak unutturuyor

Deprem uzmanı hocalarımız, zamanlamasını tam bilemeseler de, Kuzey Anadolu Fayının İstanbul yakınlarında 7+ bir deprem yaratacağından hemen hemen eminler. Böyle bir deprem olursa, en büyük sorunlarımızdan birisi "haberleşme" olacak. Bu konuda 2015 yılından bu yana yazdığım 32 farklı yazı var. Hepsinde aynı şeyleri bir daha bir daha, bir daha yazıyorum, hatırlatıyorum. Ama değişen bir şey yok.

Önceki acı tecrübelerimize, yani 6 şubat 2023 KahramanMaraş depremi, 2019 İstanbul depremi ve 2020 İzmir depremi başta olmak üzere, son 10 yılın diğer tüm depremlere baktığımızda, hepsinde de haberleşme sıkıntısı yaşandığını görüyoruz. Yani AKP hükümeti bu konuyu hiç dert etmiyor. Yaptıkları tek şey, her seferinde BTK eliyle GSM operatörlerine dava açmak ve ceza vermek oluyor. Bu yolla kendi yapmadıkları işlerini, yapmadıkları denetimlerini, sanki sadece operatörlerin kabahati gibi gösteriyorlar. 2019 İstanbul depreminde de ceza verdiler. 6 Şubat depreminde de. Peki, ceza sonrası ne oldu? Aynı tas aynı hamam. Yeni depremde yine haberleşme sıkıntısı çeken halk oluyor.

BTK'ya "iş işten geçtikten yani deprem olduktan sonra operatöre soruşturma açmak ne işe yarar? Neden iş işten geçmeden yani deprem olmadan, onlara gerekli yatırımları ya da süreçleri yaptırmıyorsun, neden denetim yapmıyorsun" diye soran birileri var mı? Ulaştırma Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı ya da herhangi bir sivil toplum örgütü?

Yok, yok, yok .... Olmadığı için de, oyun oynuyoruz. Deprem oluyor, haberleşme sıkıntısı yaşanıyor, BTK soruşturma açıyor, iş yapıyormuş gözükmek için bir ceza veriyor. Sonra yeniden deprem oluyor, yeniden haberleşme sıkıntısı yaşanıyor, yeniden BTK soruşturma açıyor, yeniden iş yapmış gözükmek için ceza kesiyor. Sonra yeniden deprem oluyor, yeniden haberleşme... bu böyle gidip, duruyor. Yani BTK diyor ki; sonraki depreme kadar kötü haberleşmeyi unutun. Bak operatöre ceza verdik, oldu, bitti.

Ama ben ne olup bittiğini büyük harflerle söyleyeyim; Depremde haberleşme sıkıntısı varsa, sorumluları tabii ki operatörlerdir. Ama ondan önce operatörleri denetlemeyen ve halkın menfaati gereği olan yatırımları yapmalarını sağlamayan BTK VE ULAŞTIRMA BAKANLIĞI, DOLAYISIYLA DA AKP HÜKÜMETİ, DEPREMDE HABERLEŞME SIKINTISININ ESAS SORUMLULARIDIR.

Risk azaltma planı ne kadar uygulandı?

Ha bu arada AFAD ne yaptığına da bakalım; 2023 yazımda, İstanbul’u ilgilendirebilecek 5 afet planı yapıldığını yazmışım. Şöyle ki;

  1. 31 mart 2022 tarihli “İstanbul Risk Azaltma Planı
  2. 2012-2023 – Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Plan (UDSEP)” (ki adını 2023 UDSEP yapmışlar)
  3. 28 mart 2022 tarihli “Türkiye Afet Risk Azaltma Planı (TARAP)
  4. Türkiye Afet Müdahele Planı (TAMP)
  5. “AFAD 2019-2023 Stratejik Planı”

Bunlar 2023 işleri, o günden bu yana yeni ne var diye baktım.

  1. İstanbul Risk Azaltma Planında bir yenilik gö Üstelik daha önce de yazmıştık. 2022'de bitmesi gereken riskli yerlerdeki baz istasyonlarının taşınması gibi eylemleri sorduk, yapılmadığını öğrendik. Yani eylem planı var ama uygulanıyor mu?
  2. UDSEP 2023 şeklinde adlandırılan belge için yeni bir şey gö
  3. TARAP'ın 2022-2030 arası olduğu not ediliyor. Yeni bir şey yok.
  4. TAMP da aynı şekilde 2022'de yayınlanan haliyle duruyor.
  5. AFAD 2024-2028 planı geçen yıl yayınlanmış.

Anlayacağınız 2023'den bu yana önemli bir değişiklik yok. Zaten haberleşme sıkıntısının aynen sürmesinden anlıyoruz bunu. O zaman, hükümet kontrol etmiyorsa, eylem planlarının uygulanmasını hep birlikte bizim halk olarak sorgulamamız lazım. Özellikle de sivil toplum örgütlerinin. Hatta gerekirse, uygulanmayan maddelerin tespit edilerek, görev ihmali için hukuk yoluna başvurulmalı. Çünkü halkın iyiliği söz konusu. İş işten geçtikten sonra değil, olmadan bakmayı öğrenmek zorundayız.

Depremde haberleşme sıkıntısını hükümet çözemiyorsa, halk kendisi çözüm yaratabilir

Diğer yandan halkın da kendi sorunlarını çözmek için çabalaması lazım. Daha önce defalarca telsiz sistemlerinden bahsettim. Eğer AKP hükümeti depremdeki haberleşmemize özen göstermiyorsa, halk olarak kendimiz göstermeliyiz. Telsiz sistemleri sadece deprem değil, her türlü afet ve savaş zamanı için de önemli bir haberleşme unsuru. Bunun yaygınlaştırılması için çalışmalıyız.

Ve artık bir afet kültürü oluşturmamız lazım. Mahalle Gönüllüleri (MAG) çok önemli. Bir eğitimlerine katıldım. Güzel şeyler anlatıyorlar. Lütfen daha çok kişi katılsın bunlara. Başta acil durum müdahelesi gibi faydalı şeyler anlatıyorlar.

Ama bunları daha geniş halk kitlelerine yaymalı ve “haberleşme sıkıntısı” gibi konuları da farketmeli (anlatılanlardan, bu konuda neler yapılabileceğine dair bilincin eksik olduğu izlenimim oldu) olduğu gibi kabul etmek yerine çözüm önerileri oluşturmalı ve ortak hareket etmeliyiz. 

Bu konuda öneri isteyen olursa, buradayım.

                                                          /././

İmamoğlu: 19 Mart darbesinin trilyonlarca lira maliyeti oldu; bu bütçeyle 1 milyon yapıyı yenileyebilirdik!

"Büyük bedeller ödeyerek 2 yılda biriktirdiğimiz döviz rezervlerini 3 günde sattılar."

23 Mart'tan bu yana tutulu olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu, 19 Mart'ta gözaltına alınmasıyla başlayan süreci işaret ederek, "19 Mart sabahı millet iradesine yapılan darbenin ekonomiye trilyonlarca lira maliyeti oldu. Bu kadar büyük bir bütçe ile yaklaşık 1 milyon yapıyı yenileyebilir ya da en az aynı miktarda güvenli konut üretebilirdik" dedi. 

Silivri'deki cezaevinde tutuklu bulunan İBB Başkanı ve CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu, İstanbul'da meydana gelen, en büyüğü 6,2 olan depremlerin ardından konuyla iligili olarak sosyal medyadan açıklama yaptı.

Son günlerde ekonomistler tarafından sıkça dile getirilen, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB) tarafından 50 milyar dolar seviyesini aşan rezerv satışına işaret eden İmamoğlu, şu ifadeleri kullandı:

"19 Mart sabahı millet iradesine yapılan darbenin ekonomiye trilyonlarca lira maliyeti oldu.

Bu kadar büyük bir bütçe ile yaklaşık 1 milyon yapıyı yenileyebilir ya da en az aynı miktarda güvenli konut üretebilirdik.

Siyasi kumpas sonucu yaşanan dalgalanma maalesef zamanla ekonominin temellerine daha da nüfuz edecek.

Büyüme yavaşlayacak, enflasyon yüksek kalacak, kıt kanaat geçinmeye çalışan insanların yaşam şartları daha da ağırlaşacak.

Büyük bedeller ödeyerek 2 yılda biriktirdiğimiz döviz rezervlerini 3 günde sattılar. Yüksek faizle peşinde koştukları sıcak parayı bile kaçırdılar. Yarattıkları kaosu durdurmak için daha fazla faiz verdiler. Üreticiyi yüksek kredi faizleriyle adeta boğdular. Devletimizin ve milletimizin borçlarını döviz artışları ile daha da artırdılar.

Bir an için ülkemizin acil ihtiyaçlarını düşünün. Fakir fukarayı, emekliyi, çiftçiyi, işçiyi, memuru, küçük esnafı, gençlerimizi düşünün. Bir hiç uğruna yaktıkları bu parayla bu güzel insanlar için neler yapılabilirdi bir hayal edin.

Bu aziz millet; koltuk hırsı uğruna önüne geleni yakıp yıkan, milletin ekmeğine göz diken, deprem riski için kullanılması gereken kaynakları kumpaslara feda eden bu kifayetsizlere daha ne kadar tahammül gösterecek?"

                                                                  ***

Polis, deprem nedeniyle vatandaşların Gezi Parkı'na kurduğu çadırları kaldırdı, "Deneyimlerimiz nedeniyle izin vermiyoruz" dedi; vatandaşlar geceyi geçirmek için Maçka Parkı'na gitti -Can Öztürk-

Geceyi Maçka Parkı'nda geçiren vatandaşlara Beşiktaş ve Şişli Belediyeleri sıcak çorba servisi yaptı

İstanbul, Silivri’de meydana gelen en büyüğü 6,2 büyüklüğünde korkutan depremin ardından Taksim çevresindeki vatandaşlar Gezi Parkı’na geldi. Bazı vatandaşların çadır kurduğu görüldü. Çevik kuvvetin bulunduğu parkta polis çadırlara müdahale etti. Polis, duruma tepki gösteren vatandaşlara, “Çadır kurmak istiyorsanız çevredeki parklara gidin, bu park onun yeri değil” diye yanıt verdi. Vatandaşların Gezi Parkı’nın acil toplanma alanı olduğunu belirtmesi üzerine polis, “Daha önceki deneyimlerimiz nedeniyle çadıra izin vermiyoruz” dedi. Vatandaşlar, çadır kurmalarına izin verilmeyince geceyi geçirmek için Maçka Parkı'na gitti. 

Marmara Denizi'nde en büyükleri 6,2 ve 5,9 olan çok sayıda deprem gerçekleşti. İlk depremin büyüklüğü 3,9 olarak açıklanırken saat 12.49'da meydana gelen depremin büyüklüğü İçişleri Bakanlığı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı'ndan (AFAD) tarafından 6,2 olarak açıklandı. Depremin ardından sokaklara çıkan vatandaşlar yakınlarındaki parklara koştu. Gezi Parkı’nda bazı vatandaşlar geceyi geçirmek için çadır kurdu. Çadırlara müdahale eden polise çevredeki vatandaşlar tepki gösterdi.

Av. Yunus Emre Işık, çadırların engellenmesi hakkında şöyle konuştu:

"Siz bu çadırları neye göre söktürüyorsunuz?"

“Bildiğiniz üzere bugün sabah İstanbul'da 6.2 şiddetinde bir deprem meydana geldi. Ve insanlar deprem riskinden korunmak için çevrelerinde bulunan resmi toplanma alanlarına akın ettiler. İstanbul'da bulunan Gezi Parkı da yine bilindiği üzere bir deprem toplanma alanı.
 
Buraya gelen insanlar deprem riskinden korunmak için çadırlarını kurdular. Çeşitli polis memurları buradan gelip ailelerin çadırlarını söktürdüler. Şu an polis memurlarıyla konuştuk.
 
Siz bu çadırları neye göre söktürüyorsunuz? Elinizde resmi bir yasaklama, resmi bir kısıtlama var mı? Ellerinde hiçbir yasak ve kısıtlama emri olmadığını bize ifade ettiler. Yasal, resmi, yazılı hiçbir yasak ve kısıt olmamasına rağmen depremin olduğu günde AFAD'ın deprem toplanma alanı olarak belirttiği bir yerde çadır kurdurtmayacaklarını ve gece insanların burada kalamayacağını fiil olarak bu anlama geliyor. Çünkü gece soğukta insanlar çadırsız kalamaz.
 
Kendileri belirttiler. Tekrar ediyorum hiçbir resmi yasak veya kısıt kararı yok. Fakat ‘İnsanlar Gezi Parkı'nda AFAD'ın deprem toplanma alanı dediği yerde çadır kuramayacak ve burada kalamayacak’ diyorlar.
 
Kendilerinin ifade ettiği şu, ‘Çadırı isterseniz gidin başka parklarda kurun.’ Tamamen keyfi bir biçimde bunu buradaki insanlara dayatıyorlar şu anda.”

https://www.dailymotion.com/video/x9idp0g

Gezi Parkı'nın girişinde polis engeli

Gezi Parkı'nın Taksim Meydan tarafındaki girişi başta olmak üzere parkın çevresindeki giriş noktalarında polis denetimi yapıldı. Polis parka gelmek istediklerini söyleyen vatandaşların geçişine izin vermedi.  

Vatandaşlardan Gezi Parkı'nda afet eğitimi

Gezi Parkı'nda toplanan vatandaşlar deprem farkındalığını artırmak için parkta AFAD gönüllüsü bir kişinin verdiği eğitime katıldı. Afetlar konusunda bilgilendirme eğitiminin ardından vatandaşlar polisin çadır kurulmaması konusunda uyarılarını sürdürmesi nedeniyle dağılma kararı aldı.

Vatandaşların bir kısmı Maçka Parkı'na geçme kararı aldı

Polis, depremden etkilenen ve geceyi dışarıda geçirmek için Gezi Parkı'na gelen vatandaşların çadırlarını açmalarını izin vermemesi nedeniyle vatandaşlar Maçka Parkı'na gitme kararı aldı. 

Bazı vatandaşlar çadır kullanımına izin verilmemesi nedeniyle yalnızca yorganlarıyla geceyi Gezi Parkı'nda geçirdi. 

Vatandaşlar geceyi Maçka Parkı'nda geçirdi; Beşiktaş ve Şişli Belediyeleri çorba dağıttı

Geceyi geçirmek için Maçka Parkı'na gelen onlarca vatandaşlara Beşiktaş ve Şişli Belediyeleri sıcak çorba servisi yaptı. Çadırlarını kuran vatandaşlar müzik eşliğinde geceyi Maçka Parkı'nda geçirdi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencileri ücretsiz kahve ve çay dağıttıkları "Dayanışma Kafe"yi açtı. 

                                                               ***

Bir ülke nasıl yönetilir?-Mine Söğüt-

Her şeyin üzerinden silindir gibi geçip giderken gücünü kolayca birbirine düşürebileceğini düşündüğü tarafların zaaflarından alıyor. Ne istediğini bilmeyenlerle neye sahip çıktığını idrak edemeyenlerin ortak şuursuzluğundan faydalanan global bir niyetin hızla çöreklendiği bu topraklar, kendi çıkmazlarını yaratmakta mahir.

Bir ülke nasıl yönetilir?

Ülkeyle ve hatta hayatla ve hatta kendimizle yeniden tanıştığımız şu günlerde Yozgatlı bir çiftçi bize çoktandır sormayı unuttuğumuz bir soruyu hatırlattı.

Anadolu’da sesi epeydir çıkmayan bir zümrenin içinden yükselen öfke “Ülke turp ile şalgam ile yönetilmez, adalet ile yönetilir” dedi ve biz turbun, şalgamın ve adaletin ne olduğunu tekrar düşünmek ve o en önemli soruyu çok net bir şekilde sormak zorunda kaldık.

Sahi bir ülke nasıl yönetilir?

Sorular bazen cevaplardan daha önemidir. Doğru soruları soramayanlar yanlış cevapların içinde yollarını kaybederler. Bu ülkenin bugüne kadar başına gelenlerde doğru soruyu sormamış olmanın ve bulunan yanlış cevaplarla oyalanmanın payı büyük.

Geçmişe yönelik sormamız gereken doğru soruları bulamazsak, bugüne yönelik sorularımızı da doğru yerlerden soramayız.

Öncelikle, çağdaş bir demokrasinin ve evrensel hukukun argümanlarını kullana kullana sistemi her yerden işgal eden sinsi bir politikanın sonunu getirme çabasına girdiğimiz şu dönemde, neredeyse 70 yıldır ülkeyi gerektiği gibi değil istediği gibi yönetmiş olan sivil ve askeri iktidarların yarattığı dev bir enkazın altında olduğumuzu kabullenmemiz gerekiyor.

Bugün başımıza gelenlerle geçmişte başımıza gelenleri anlamamış olmamızın arasında çok güçlü bir bağ var.

İşe, ülkenin selameti için askeri darbelere bel bağlamakla, askeri vesayetten kurtulmak için İslami referanslarla iktidara gelen bir politik güce bel bağlamak arasındaki bağı kurarak başlayabiliriz.

Bugün, laikliği ne pahasına olursa olsun korumaya and içenlerle laikliği ne pahasına olursa olsun lanetleyenlerin birlikte kazdıkları mezara gömülmek üzere olan bu halkın farkında olması gereken belki de en önemli şey “paha”ları dikkate almamanın bedeli.

Cumhuriyeti bir kazanım olarak görmekle cumhuriyeti bir tehdit olarak görmenin dışında bir yol olup olmadığını araştıracak bir fırsat bile bulamadan birbirine düşen ve bu ölümcül çatışmanın kurbanları olmaktan öteye gidemeyen tarafların şu anda olan biteni aynı şaşkınlık ve endişeyle izlediğinden yola çıkarak geriye dönük bir okuma yaptığımızda beliren somut gerçeklik iletişimsizlik.

Bu ülkede inancın ne anlama geldiğini, laikliğin neden kıymetli olduğunu tabulara ya da dokunulmazlıklara hürmeten hassasiyetleri gözeterek tartışmakla yetinmenin sonuçlarının ağırlığını yaşıyoruz.

Ve belki de aynı hatayı Kürt meselesinde yine tekrarlıyoruz. Yıllardır taraflara büyük kayıplar yaşatan bir meselenin barışla sonuçlandırma çabası gibi görünen siyasi hareketlilik, kimin nerede ne zaman bindiği ve kimin nerede ne zaman ineceği kestirilemeyen tanıdık bir tramvaya benziyor ve aslında kimseye güven vermiyor.

Muhalefeti yaka paça içeriye atan ve eş zamanlı olarak düne kadar en ağır sıfatlarla andığı bir liderle temas kurup örgütle silah bırakma anlaşması yaptığını açıklayarak Kürt hareketini temsil eden siyasi partiyi de yanına çeken iktidar, birbirinin ne dediğini anlamayan, anlamaya çalışmayan, sorunların çözümleri üzerine düşünmek yerine tüm enerjilerini yeni sorunlar yaratarak aradaki uçurumu derinleştirmeye harcayan tarafların potansiyel hırçınlıklarına güvenerek başlattığı hamlelerden medet umuyor.

Her şeyin üzerinden silindir gibi geçip giderken gücünü kolayca birbirine düşürebileceğini düşündüğü tarafların zaaflarından alıyor.

Ne istediğini bilmeyenlerle neye sahip çıktığını idrak edemeyenlerin ortak şuursuzluğundan faydalanan global bir niyetin hızla çöreklendiği bu topraklar, kendi çıkmazlarını yaratmakta mahir.

Peki bu ülke şu noktadan sonra nasıl yönetilebilir?

1950’lerden beri tehditlerle, işkencelerle, uluslararası pazarlıklarla, mafyalara peşkeş çekilerek ve devamlı sopa gösterilerek yönetilen bir ülkenin halkı olarak bu soruyu sormak için çok geç kaldığımız aşikâr.

Ama aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlara varılamayacağı da aşikâr.

Artık tercihlerin önemi üzerine düşünme zamanı. Kimi neden ve ne umutla seçtiğimizin, kime neden ve ne umutla güvendiğimizin adını doğru koyma zamanı.

Ama biliyoruz ki;

“Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya.”*

*Gülten Akın

                                                           /././

Deprem için kullanılacak paramız var mı?-Murat Batı-

Bir yıl için getirilen deprem vergisi bugün itibarıyla yaklaşık 26 yıldır sürekli olarak alınmaktadır. Mart 2025 itibariyle toplamda 145 milyar lira özel iletişim vergisi tahsil edilmiş. Yıllık ortalama dolar kuru ile hesaplanınca 2025 Mart dahil tahsil edilen tutar yaklaşık 40 milyar 165 milyon dolardır. Bu 40 milyar dolarla kaç konut yapılabilir ya da neler yapılabilir?

Deprem vergi

Ülkemizin temel gerçekliklerinden biri de depremdir. Bunu, aklımızdan artık hiç çıkarmamamız gerekiyor. Onlarca kıymetli deprem uzmanı her fırsatta uyarılarda bulunuyor, yapılması gerekenleri izah ediyor ancak pek dinlemiyoruz.

Uzmanların defaten söyledikleri İstanbul depremlerinden biri de 23 Nisan günü öğlen saatlerinde oldu. Ardından farklı büyüklüklerde peş peşe yeni depremler de oldu. İstanbul’dakiler sokaklara döküldü, bizler de ekran başında kitlenip kaldık. Acaba ne olacaktı? Bu depremler asıl depremin habercisi miydi yoksa asıl deprem bu muydu? gibi onlarca soru beynimizi kurcalayıp durdu.

Maalesef uzmanlar bunların öncü olduğunu söyleyince ruhumuz daha da daraldı.

Bu depremin belki de tek tesellisi hiç can kaybının olmamasıydı. Zira alınmayan önlemlerden dolayı meydana gelen ölümler çok daha fazla canımızı yakmaktadır.

Olası bir depremin tahribatını en aza indirmek için kamu finansmanı elbette oluşturulmuştu. Ancak gel gör ki hedef amaç ile gerçekleşen amaç maalesef birbirinden farklıydı.

Şöyle ki…

Deprem vergisinden 40 milyar dolar tahsilat yapıldı ama…

6 Şubat depreminin ardından ek MTV, ek kurumlar vergisi adı altında yeni deprem vergileri de alındı. Ancak herkesçe bilinen asıl deprem vergisi 17 Ağustos depreminin ardından getirilmişti. Ve her seferinde herkesçe nerede bu vergiler, ne kadar tahsil edildi? gibi sorular sorulmakta ki 23 Nisan tarihli İstanbul depreminin ardından da sorulmaya başlandı.

17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremlerinin yarattığı tahribatı kısmen de olsa finanse etmek için 26 Kasım 1999 tarihli mükerrer sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4481 sayılı Kanun[1] ile yeni vergiler getirildi.

Bu getirilen vergilerden bir tanesi adı herkesçe deprem vergisi olarak bilinen özel iletişim vergisidir. Özel iletişim vergisi yani deprem vergisi bir yıllığına getirildi. 4481 sayılı Kanun’un 8’inci maddesinin ilk fıkrasında 31.12.2000 tarihine kadar uygulanmak üzere denilerek kısıtlı bir süre için getirilmişti.

Ancak 31 Aralık 2000’de sona ermesi planlanan özel iletişim vergisi önce 31 Aralık 2002’ye sonra 31 Aralık 2003 tarihine kadar tekrar uzatıldı. Ardından 31.07.2004 tarihinde Gider Vergileri Kanunu’nun 39’uncu maddesine eklenerek kalıcı ve sürekli hale getirildi.

Bir yıl için getirilen deprem vergisi bugün itibarıyla yaklaşık 26 yıldır sürekli olarak alınmaktadır. Cep ve sabit telefon faturalarından, dijital ve kablolu tv yayınlarından, internet hizmeti faturalarından vs. şu an yüzde 10 oranında özel iletişim vergisi alınmaktadır.

Mart 2025 itibariyle toplamda 145 milyar lira özel iletişim vergisi tahsil edilmiş. Yıllık ortalama dolar kuru ile hesaplanınca 2025 Mart dahil tahsil edilen tutar yaklaşık 40 milyar 165 milyon dolardır.

Bu 40 milyar dolarla kaç konut yapılabilir ya da neler yapılabilir? Cevabı size bırakayım.

Deprem Fonu da kuruldu ama…

Ülkemizde genellikle deprem sonrasında ya yeni vergi(ler) getirilmekte ve/veya var olan vergilerin oranları artırılmaktadır. Anlayacağınız iş işten geçtikten sonra tedbir alıyoruz, öncesinde değil.

Ancak deprem sonrasında aldığımız tedbirleri de maalesef kâğıt üstünde bırakıyor hayata pek geçir(e)miyoruz. Bunlardan en yakın tarihli olan deprem fonu olarak bilinen 21 Mart 2023 günü kurulan Afet Yeniden İmar Fonunun Kurulması Hakkında Kanun’dur.

Bu Fon, 6 Şubat tarihli depremin yaralarını sarmak amacıyla getirildi. Bu Fon’un kuruluş amacı deprem sonrası yaraları sarmaktır.

Kanun’un 2’nci maddesinde bu Fon’un Hazine ve Maliye Bakanlığına bağlı ve tüzel kişiliği haiz olduğu belirtilmiş. Yani Fon, Maliye’ye bağlı bir kuruluştur.

Ancak Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın internet sitesinde Bağlı Kuruluşlar’baktığımızda bu Fon’la alakalı herhangi bir erişim linki bulunmamaktadır. Yani adı var ama kendi yok…

Allah korusun tahribatı yüksek olan bir deprem yaşansa bu Fon’da ne kadar para birikti, bu fon nerede, yöneticileri kim gibi soruların cevabını maalesef bilmiyoruz.

Ezcümle

Fon’un kuruluş amacı, deprem sonrası oluşan yaraları sarmaktır. Ancak bugün itibariyle kurulalı tam iki yıl 1 ay 3 gün olmasına rağmen Kanun ve Yönetmeliği dışında hiçbir şeyi yok. Binası nerede, yönetiminde kimler var, bütçeden ne kadar aktarıldı, kaç lira bağış toplandı, kasasında ne kadar para var, şu ana kadar ne kadar harcandı, harcandıysa kime harcandı? gibi onlarca soruya cevap bulunamıyor.

Bir diğeri deprem vergisi olarak bilinen özel iletişim vergisi genel bütçe geliri olarak oluşturulmuş ve bu vergi 5018 sayılı Kanun m.13/g’de ademi tahsis” olarak da bilinen “Belirli gelirlerin belirli giderlere tahsis edilmemesi esastır” ilkesi uyarınca doğrudan deprem için harcanmamakta ve maalesef doğrudan hazineye aktarılarak yollara, personele vs’ye harcanmaktadır; doğrudan deprem için değil

En nihayetinde deprem fonunu görünür kılıp işler hale getirmek ve özel iletişim vergisi gibi getiriliş amacı depremin yaralarını sarmak olan vergilerin tamamının bu fona aktarılarak şeffaf bir şekilde bu amaç için kullanılmasını sağlamak esas amaçlarımızdan biri olmasın mı artık sizce de?

[1] 17.8.1999 ve 12.11.1999 Tarihlerinde Marmara Bölgesi ve Civarında Meydana Gelen Depremin Yol Açtığı Ekonomik Kayıpları Gidermek Amacıyla Bazı Mükellefiyetler İhdası ve Bazı Vergi Kanunlarında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun

                                                                          /././

Cumhuriyet’in çökertilen bir kurumu -Ercan Uygur-

Yaralanan ve darbe yiyen, eğitim yoluyla yalnızca bugünümüz değil, belki daha çok yarınımızdır

Cumhuriyet’in çökertilen bir kurumu

Bugün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Türkiye Büyük Millet Meclisinin (TBMM) 23 Nisan 1920’de açılışından yaklaşık bir yıl sonra, 23 Nisanı bayram olarak kutlama kararı alındı.

Bayramın adında geçen “Ulusal Egemenlik”i anlamak ve TBMM’nin açılışıyla ilişkilendirmek kolay. Ama bu bayramın adının bu bölümü bile değişik aşamalardan geçmiş. Buna karşılık, “Çocuk Bayramı” bölümü önemli değişikliklere uğramış.

Bu yazıda amacım “23 Nisan Bayramı”nın nasıl oluştuğunu açıklamak ve bazı kurumların bu süreçte nasıl çökertilip yok edildiğini anlatmak. Bu süreç Türkiye’nin nasıl bugünlere geldiğine de ışık tutuyor.

Milli Bayram, Egemenlik Bayramı

TBMM’nin 23 Nisan 1920’de açılışından yaklaşık bir yıl sonra, Mayıs 1921’de, 23 Nisan, “Milli Bayram” ilan ediliyor. Demek ki, 23 Nisan “Milli Bayram “ olarak ancak iki yıl sonra resmi olarak kutlanıyor.

Diğer yandan, 1 Kasım 1922’de saltanatın ve padişahlığın kaldırılmasıyla, 1 Kasım günlerinde de “Milli Hakimiyet Bayramı” adıyla ayrıca kutlama yapılıyor. Sonraki yıllarda 1 Kasımda kutlanan bayram geri plana düşüyor.

Milli Bayram ve Milli Hakimiyet Bayramı 1935 yılında tek bayram olarak Milli Hakimiyet Bayramı olarak kutlanıyor. 1981 yılında ise Milli Hakimiyet yerine Ulusal Egemenlik terimi kullanılıyor. 

Bu bayramın adına “çocuk” nereden, nasıl geldi? 

Çocuk Bayramı

Atatürk’ün çocuklara çok önem ve değer verdiği bilinir. Ancak çocuklar için bayram yapılmasının bir başka nedeni önce Osmanlı’nın, sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin çok uzun yıllar savaşlar vermesidir.

Bu savaşlar sonrasında birçok çocuk yetim, öksüz, kimsesiz, aç ve sefil kalmıştır. Bu çocuklara bir ölçüde sahip çıkabilmek adına Osmanlı döneminde Fukara Çocuklar Cemiyetleri kurulmuş, ancak yetersiz kalmıştır.

Çanakkale ve 1. Dünya Savaşları sırasında ve sonrasında sefalet içindeki bu çocuklara bir ölçüde yardım edebilmek üzere İstanbul’da Mart 1917’de “Himaye-i Etfal Cemiyeti” (Çocukları Koruma Derneği) kurulmuştu. Derneğin kuruluş amacı bu çocuklara yardım edebilmekti.

Milli Mücadele ve Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında benzer yardımları Anadolu’da yapabilmek üzere Haziran 2021’de “Ankara Himaye-i Etfal Cemiyeti” kuruldu. Bu konularda bakınız Dörtkol (2023) ve Şeker (2015)*. Bu dernek de aynı amaçla yardım edebilmek için kurulmuştu.

İstanbul’daki dernek giderek etkisini yitirirken, Milli Mücadelenin yükselişe geçmeye başlamasıyla Ankara’daki dernek etkin olmaya başlamıştı ve zaten derneğe İstanbul’dan da Milli Mücadele kapsamında katılımlar oluyordu.

Ankara’daki dernek yaptığı faaliyetlerle de adından sürekli söz ettiriyordu. Özellikle 1924 sonrasında Milli Hakimiyet Bayramlarında çocuklarla ve öğrencilerle bu bayramlara en önlerde katılıyorlardı.

Stadlarda spor gösterileri yapılmaya başlandı. Belirtelim; 1933 23 Nisan bayramında Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Beyin eseri olan “Andımız” törene katılan çocuklar tarafından ilk kez okundu.

Ankara derneği, öğrencilerle ve çocuklarla bayramlara ve başka törenlere katılmakla kalmıyor, onların eğitimleri ile de yakından ilgileniyordu. Ankara derneğinin başkanı Dr. Fuat Umay idi. Umay, TBMM üyesi idi ve öğrencilerin eğitimlerini sürekli izliyordu.

Bu durumu izleyen Atatürk ve diğer TBMM üyeleri, 23 Nisan Bayramının çocuklarla da ilgili olmasını düşündüler. Çocuk Bayramını veya Çocuk Haftasını (23-30 Nisan) halk çok benimsemişti ve konuşmalarda böyle geçiyordu.  

Böylece 1935’te 23 Nisanda kutlanan bayramın adı Milli Hakimiyet Bayramı, ancak konuşmalarda “Çocuk Bayramı” olmuştur. 1981’de ise Bayramın adı “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olmuştur.

Çocuk Esirgeme Kurumu

1935’te yapılan bir önemli değişiklik, “Ankara Himaye-i Etfal Cemiyeti”nin adının “Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu” (TÇEK) olmasıdır. TÇEK olduktan sonra kurum yurt içinde ve yurt dışında şubeler açmış ve bağışlar toplamıştır.

TÇEK, 1940lar ortasına kadar mali sorunlar yaşamamış, ancak özellikle 1950’lerde gelirleri yetersiz kalmıştır. Bu dönemde kurumun hükümetten aldığı yardım çok azalmış, ayrıca kurum için yolsuzluk iddiaları gündeme gelmiştir. 

Ancak kurumu asıl yıpratan 1960’lar başında Afyonkarahisar Şubesinde kız öğrencilere cinsel saldırı olduğu iddialarıdır. Afyon’da yapılan incelemede bu iddia görünürde doğrulanmış, ancak Ankara’da yapılan incelemede doğrulanmamamıştır. İktidarı kaybeden (DP) tarafın yalan ve iftiralarıyla kurum çok gözden düşmüştür.

Bu hikâye, birçok yönüyle köy enstitülerinin kapatılması sürecine benzemektedir. Çocuklarımız sahipsiz kaldılar ve sağlıklı bir eğitimden yoksun bırakıldılar.

TÇEK’in yıpranma sürecinin siyasi rekabet ve yerel çekişmeler ile yaşandığı anlaşılmıştır. Sonuçta, Atatük’ün büyük umutlarla kuruluşuna önderlik ettiği TÇEK kurumuna,1960 askeri darbesi sonrasında el konulmuştur.

Devletin çocuk konusuna doğrudan katılması ve bir STK olan TÇEK’in geri çekilmesi, halk desteğinin çok gerilemesine ve sivil katılıma engel olmuştur. Bu durum, maddi desteği de çok düşürmüştür.

TÇEK, 12 Eylül 1980 darbesi ile de önemli bir yara almıştır. Kurumun Ankara’daki bir şubesini ziyaret eden Amerikalı bir generalin eşi, bu şubeyi Kenan Evren’e dağınıklığı ve pisliği için şikayet etmiş, Evren de şubeye ani baskın düzenlemiştir. Nedense, her iki askeri darbede de TÇEK hedef alınmıştır.

Çok büyük bir ayıp görüntü tespit etmese de Evren TÇEK genel merkezini, tüm şubelerini ve özellikle yurt dışında bulunan temsilciliklerini kapatma emri vermiştir.

Böylece siyasi partiler ve sendikalar yanında özerk bir kuruluş olan TÇEK de kapatılmıştır.

TÇEK’in idaresi, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'na devredilmiştir. 

Bu bakanlıkta 1983 yılında Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) katma bütçeli bir kurum haline getirilmiştir.

Bugüne gelelim. TÇEK gibi birçok kurum siyasi rekabet adı altında iftiralarla işlemez hale getirilmektedir. Hukuk kuralları işlemez görünmektedir. Yaralanan ve darbe yiyen, eğitim yoluyla yalnızca bugünümüz değil, belki daha çok yarınımızdır.

*Kaynaklar:

Dörtkol, Fahrettin (2023) “23 nisan ulusal egemenlik ve çocuk bayramı’nın tarihçesi: himaye-i etfal cemiyetinin katkıları”, Gaziantep University Journal of Social Sciences 22(1) ss. 145-158.

Şeker, Kevser (2015) Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Çocukların Korunması ve Çocuk Esirgeme Kurumu (1917-1981) İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi.

                                                                          /././

5,9’luk artçı deprem olduğundan emin misin AFAD?-Eray Özer-

AFAD sosyal medyasından bir bilgi paylaştı: 6,2’lik depremden 2 dakika sonra 5,9’luk bir artçı olduğunu söyledi. Lakin bu bilgi ne Kandilli’de ne de başka bir saygın kuruluşta yer almıyordu. AFAD’ı aradım, bilginin doğru olduğunda ısrar ettiler. Oysa TV’lerde uzmanlardan dinledik ki 6,2’lik bir deprem maksimum 5,6’lık bir artçı üretebiliyormuş. 5,9 olması demek bağımsız bir deprem olması demekmiş ki… Bunu düşünmek bile istemeyiz. Peki o zaman nedir bu 5,9’luk artçı meselesi?

afad başkanlığı

Bugün yaşanan depremden hemen sonra haberlere bakınırken pek çok haber sitesinde karşıma şöyle bir bilgi çıktı: Artçılar devam ediyor, 5,9’a varan artçılar oluyor.

5,9 mu? Nasıl? Ne zaman? Biz niye hissetmedik? Öyle ya, 4’ün üzerindeki her depremde evimizde hop oturup hop kalkıyoruz. 5,9 gibi bir büyüklüğü hissetmemiş olabilir miyiz? Üstelik 6.2’lik o büyük sarsıntıdan sadece iki dakika sonra… Sanmıyorum. Ama “zan” ile olacak şey değil tabii. Sonuçta bilimsel bir veriden söz ediyoruz.

Bunun üzerine ben de haberin kaynağına ulaşmaya çalıştım ve kaynağın AFAD olduğunu gördüm. İlginç bir şekilde AFAD, X hesabında saat 13.00’ten sonra olan üç 4’ten büyük artçıyı tweet’ledikten sonra 12.51’de 5,9’luk bir deprem bilgisi daha geçmişti sahiden.

Nitekim bu bilgi üzerine İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’da açıklamasında “Saat 15.12’ye kadar en büyüğü 5,9 olan 51 artçı deprem kaydedildi” bilgisini paylaşmıştı.

Burada bir tuhaflık vardı.

AFAD’ı aradım. Sağolsunlar, çok ilgilendiler, telefonumu aldılar ve Deprem Daire Başkanlığı’na ulaşıp bu bilgiyi teyit ettikten sonra bana döneceklerini söylediler.

Döndüler de.

Lakin bana tek tek saydıkları artçı depremleri not alırken bir şey fark ettim: 12.51’de bir deprem daha sayıyorlardı ve onun büyüklüğü 4,4’tü.

AFAD’daki yetkiliyi aynı dakikada iki deprem gözüktüğü ve bir karışıklık olabileceği konusunda uyardım. O da şaşırdı. “Bunu bir daha teyit edelim” dedi.

Bir süre sonra yine arandım: Evet, AFAD’a göre bu bilgi doğruydu.

İtiraf ediyorum; aklımdan “Ali Yerlikaya biraz önce bu bilgiyle açıklama yaptı, bu saatten sonra doğru değilse de artık sizin doğru değil demeniz pek mümkün görünmüyor” diye geçirdim.

Fakat tabii ki karşımdaki kibar hanımefendiye teşekkür etmekle yetindim.

Ondan sonra Kandilli dahil, dünyanın tüm saygın deprem verisi paylaşan kuruluşlarında bu 5,9’luk artçıyı taramaya başladım.

Yoktu.

Sırasıyla Kandilli, USGS (ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu), ESMS (Avrupa-Akdeniz Sismoloji Merkezi) ve diğerleri… Hiçbir yerde 5,9’luk artçı görünmüyordu.

Sadece ESMS daha sonra güncellediği bilgilerinde 4,6 ve 5,3’lük iki depremin 12.51.18 ve 12.51.19’da birer saniye arayla oluştuğu verisini sistemine giriyordu.

Kandilli’de ise tam olarak aynı saniyede 4,7’lik tek bir deprem görünüyordu.

Eğer ESMS’in verisi doğruysa belki de AFAD bu iki ayrı depremi tek bir deprem gibi gördüğünden dolayı veriyi 5,9 olarak paylaşmıştı. (Böyle bir şey teknik olarak mümkün mü, bilemiyorum tabii…)

Üstelik daha sonra televizyonlara çıkan uzmanlardan öğrendim ki, 6,2’lik bir depremin en fazla 5,6’lık bir artçı üretmesi beklenirmiş.

Bu meseleyi daha da karmaşık bir hale getirdi zira eğer 5,9’luk bir deprem olduysa bu artçı değil bağımsız bir deprem olmalıydı ve -evlerden ırak- böyle bir durum sabahtan bu yana konuştuğumuz büyük depremin habercisi olarak bambaşka şekillerde yorumlanabilirdi ve hatta yorumlanmalıydı.

Son olarak imdadıma Halk TV yayınına katılan Doç. Dr. Savaş Karabulut yetişti. Kürşad Oğuz’un programında Savaş Hoca, 5,9’luk bir artçı bilgisinin Kandilli dahil hiçbir yerde olmadığını, beklenen en büyük artçının 5,6 olabileceğini yineledi.

Ve aklıma gelmeyen bir yorum daha yaptı: “Siz insanlara 5,9’luk artçı oldu derseniz insanlar en büyük artçı geride kaldı diyerek hasar görmüş evlerine girebilir.”

Kısacası, öyle görünüyor ki bugün 5,9’luk bir artçı olmadı. AFAD kaynağını öğrenemediğimiz bir hata nedeniyle yanlış bir bilgi açıkladı. Ve korkarım bu bilgi üst kademelerle, mesela ilgili bakanlarla, paylaşıldığı için sonradan düzeltilmedi.

Keşke düzeltilseydi.

Ya da keşke eğer kendi verilerinin doğruluğuna inanıyorlarsa bizi bu konuda bilgilendirselerdi.

Ve hatta keşke kurumlarımız hatalarını düzeltirken “üstlerinden” korkmadan daha rahat hareket etseler.

Ne çok “keşke”yle yaşıyoruz biz bu ülkede…

                                                              /././

İstanbul Barosu’nun Saraçhane raporu: Avukatlar karakollara giremedi, kadın avukatların fotoğrafları eskort sitelerinde paylaşıldı -Candan Yıldız-

“Tutuklanmayı gerektirmeyen bu Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu delik deşik edilmiş durumda. Tutuklananların hangi cezaevine gönderildiği söylenmedi, avukatlar gözaltına alındı. Bazı arkadaşlarımızın başına copla vuruldu. Ters kelepçe yapıldı. Savunmasız bir yargılama yapmaya çalıştılar"

İstanbul Barosu’nun Saraçhane raporu: Avukatlar karakollara giremedi, kadın avukatların fotoğrafları eskort sitelerinde paylaşıldı                                          İstanbul Barosu Başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu

Gözaltı merkezlerinden adliye koridorlarına, mahkeme koridorlarından cezaevlerine kadar neler yaşanıyor?

Saraçhane protestolarının yaşandığı 19 Mart-29 Mart tarihleri arasında ağırlıklı olarak konuşulan konulardan biri polis şiddeti, işkence, kötü muamele, adliye koridorlarında yaşananlar oldu.

Bu konudaki beyanları hem Emniyet Genel Müdürlüğü hem de Adalet Bakanlığı ‘gerçek dışı’ diyerek reddetti.

O yetmedi İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi de devreye girip onlarca bilgi taraması, tutanak, ifade taraması yapmış olacak ki ‘Gözaltında cinsel saldırı’ ya da ‘Gözaltında işkence’ haberleri için ‘iddialar doğru değil’ netliğinde açıklama yaptı.

Peki neredeyse 150 yıllık bir kurum olan İstanbul Barosu’nun raporu ne diyor?

İstanbul Barosu Avukat Hakları, Çocuk Hakları, İnsan Hakları ve Kadın Hakları Merkezleri ortak bir rapor hazırladı.

Rapor 19 Mart-29 Mart tarihleri arasında cadde ve meydanlardan emniyete, adliyeden hapishaneye uzanan hak ihlallerini kapsıyor. Raporda yer alan tespitler, İstanbul Barosu Avukat Hakları Merkezi’ne yapılan bireysel başvurular, avukatlarla yapılan yüz yüze görüşmeler, avukatlar tarafından düzenlenen tutanaklar, gözlem raporları, fotoğraf ve video kayıtlarına dayanıyor.

İnsan haklarının tavizsiz isimlerinden İstanbul Barosu Başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu basın toplantısında 2911 sayılı kanun (Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu) için “Tutuklanmayı gerektirmeyen bu kanun delik deşik edilmiş durumda” dedi.

Zira Saraçhane eylemlerinden çıkan tutuklama kararlarının dayanağı bu kanun, Kaboğlu’nun deyimiyle şekli olarak var ama nitelik olarak yok artık!

Şimdi gelelim İstanbul Barosu’nun raporundan çarpıcı bölümlerine…

Raporu hazırlayan baro yönetimi

“Karakollara giremedik”

Avukat Hakları Merkezi Başkanı Mustafa Rüzgâr’a kulak verelim: “Böyle bir dönemi hatırlamıyorum. Karakollara giremedik, adliyelere girsek bile sulh ceza hakimlikleri koridorlarına giremedik, engellendik. Emniyetin yanına bile yaklaştırmadılar, kendi listelerindeki avukatları aldılar. Gözaltındakilerle 4 ya da 5 saat görüşebildik, o da kısıtlı imkân ve sürelerle. Meslektaşlarımız şiddete uğradı. Tutuklananların hangi cezaevine gönderildiği söylenmedi, avukatlar gözaltına alındı. Bazı arkadaşlarımızın başına copla vuruldu. Ters kelepçe yapıldı. Savunmasız bir yargılama yapmaya çalıştılar.”

Mustafa Rüzgar’ın sözünü ettiği ihlallerin açıklaması şu: Kişi avukatına ulaşamazsa, görüşemezse bu adil yargılanma hakkının ihlali anlamına gelmez sadece. Kötü muamelenin kayıt altına alınmasını da engeller.

İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi Başkanı Özlem Özkan

“Kadın avukatların fotoğrafları eskort sitelerinde paylaşılmış”

İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi Başkanı Özlem Özkan’a da kulak verelim. Özkan öyle şeyler anlattı ki kadın avukatların başına gelenleri...

“Kadınları saçtan sürükleme, saç kaybı, gözaltı araçlarında orantısız güç kullanımı, ters kelepçe, çıplak arama, cinsel taciz ve cinsel saldırı, küfür, cinsiyetçi küfürler, hakaret, tehdit gibi tespitlerimiz yer alıyor raporumuzda. Saçtan sürükleme, kadının kamusal alandaki varlığını aşağılamak, itaat ettirmek ve boyun eğdirmek amacıyla kullanılan fiziksel ve sembolik bir şiddet biçimidir. 23.03.2025 tarihinde bir ilçe emniyet müdürlüğünde kadınlara yönelik ters kelepçe işkencesine itiraz eden avukatlara bir yetkili polis ‘Nasıl kontrol edeceğimi düşünürsem öyle kelepçelerim’ gibi keyfi açıklama ve müdahalede bulunmuş ve 7 kadın avukat tarafından tutanak altına alınmıştır. Bir kadın yakalanma esnasında bir polis tarafından şiddete maruz bırakılırken bir başka polis tarafından videoya çekildiğini bildirmiştir. Gözaltına alınanların haklarını savunmak amacıyla emniyet, adliye ve hapishanelerde yoğun mesai yapan kadın avukatların fotoğraflarının, rızaları dışında eskort sitelerinde paylaşıldığı tespit edilmiştir. Kadın avukatların hedef gösterilmesi, kadınların hukuki dayanışma imkânlarını da zayıflatmayı amaçlayan stratejik bir saldırı olarak karşımıza çıkmaktadır.”

İstanbul Barosu Çocuk Hakları Merkezi Başkanı Kardelen Ateşçi

“Çocuklara da ters kelepçe uygulandı, bazı çocuklara su ve yiyecek sağlanmadı”

Saraçhane eylemleri sırasında gözaltına alınanlar arasında çocuklar da vardı. İstanbul Barosu Çocuk Hakları Merkezi Başkanı Kardelen Ateşçi’ye kulak verelim.

“Gözaltına alınan çocukların yaşı 12-18 yaş arasındaydı. 26 çocuk arasında kelepçe takılan çocuk sayısı 20.  Şiddete maruz kaldığını bildiren çocuk sayısı 12. Bir çocuk ise beyanda bulunmadı. Resmi tutanaklarda, birden fazla çocuk tarafından gözaltı sırasında yakın mesafeden doğrudan gözlerine biber gazı sıkıldığına ilişkin beyanlara yer verildiği görülmektedir. Ayrıca, bazı çocuklar yakalama ve gözaltı sırasında maruz kaldıkları şiddet nedeniyle yoğun şekilde fiziksel acı yaşamalarına rağmen ters kelepçeli şekilde uzun süre tutulduklarını ve yardım taleplerinin sert şekilde reddedildiğini ifade etmiştir. Bazı çocuklar, yakalama sonrasında polis otobüsünde yetişkinlerle birlikte tutulmuş. Çocukların çocuk şube birimine sevk edilme sürecinin uzun sürmesine rağmen, bu süre boyunca bazı çocuklara su ve yiyecek sağlanmadığı; bazı vakalarda bu besinlerin yetersiz, düzensiz ya da yaşlarına ve sağlık durumlarına uygun olmadığı saptanmıştır. İfadesi alındıktan sonra adli kontrol şartı ile serbest bırakılan çocuk sayısı 12.”

Saraçhane eylemleri sonrası tutuklanarak farklı cezaevlerine gönderilenler ne yaşadı, yaşıyor? İnsanlar nasıl tespit edilip de evlerinden alınıyor? Bu konuda da İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Başkanı Tora Pekin’e kulak verelim.

“Yüz tanıma sistemlerinin kanuni bir dayanağı yok. İnsanlar evlerinden alındı. Metris Cezaevi’nde görüşme yapılan tutuklular tahtakurularından kaynaklı olarak alerjik reaksiyon gösterdiklerini beyan etti. Bazı tutuklular yeterli ranza olmadığını söyledi. Marmara Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda kalan bazı tutuklular kuruma kabul sırasında çıplak aramaya maruz kaldıklarını beyan etmişlerdir. . Marmara 3 Numaralı L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda düzenli ilaç takibi gereken bazı tutuklular, ilaçlarına erişimde aksamalar yaşadıklarını söylemiştir.”

Tabii rapor daha kapsamlı ve ihlallerin yelpazesi daha geniş.

Bir zamanlar işkence, kötü muamele iddiaları gündeme geldiğinde ilgili kurumlardan ‘iddialar ivedilikle araştırılacaktır’ açıklamaları gelirdi.

Bugün düne göre hak ihlallerinin kayıt altına alınması daha mümkün ve hak ihlali mağdurları da susmuyor. Buna karşı ‘soruşturma’ görev ve sorumluluğu daha zayıflamış durumda.

Bu da faillerin ödüllendirilmesi demek, yaptıklarınızı yapmaya devam edin demek.

Hukuk ve insan hakları arasında koparılmaz bağın takipçisi baroların varlığı bu nedenle önemli. Zira sadece tarihe not düşmüyorlar, bugün açılmayan soruşturmaların yarın açılabilmesinin mücadelesini de veriyorlar.

                                                                     /././

Diplomanın iptali raporunda imzası olan Prof. Dr. Halil İbrahim Sarıoğlu, kendi X paylaşımlarının da iptalini istedi.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu tutuklanmadan önce İstanbul Üniversitesi'nden aldığı diplomasının 31 yıl sonra iptal edilmesine ilişkin raporda imzası olduğu anlaşılan iktisatçı Prof. Dr. Halil İbrahim Sarıoğlu'nun, X hesabındaki paylaşımları sildirmek için de mahkemeye başvurduğu ortaya çıktı. Sarıoğlu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a, "Reis çok büyük adamsın" yazmıştı.

Sözcü'den Ali Macit'in haberine göre, İmamoğlu'nun diplomasını iptal ettiren isimlerden Prof.Dr. Levent Şahin, sosyal medyadan yoğun tepki alınca paylaşımları sildirmek için mahkemeye başvurdu.

Şahin, X hesabından Erdoğan’a, "Reis çok büyük adamsın daha uzun yıllar ülkemizin başında olursun" yazmıştı.

İmamoğlu'na 35 yıl önce Kıbrıs'taki Girne Amerikan Üniversitesi'nden İstanbul Üniversitesi'nde geçişi sırasındaki 'usülsüzlük' iddiaları gerekçe gösterilerek soruşturma açılmıştı. İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu, İmamoğlu'nun diplomasını 31 yıl sonra iptal etmişti. İmamoğlu'nun diplomasının iptali için yazılan raporda imzası bulununlar arasında İktisat Fakültesi’nden Prof. Dr. Halil İbrahim Sarıoğlu, tiyatrocu Doç. Dr. Yasin Çetin, Onkoloji Uzmanı Teşhis Tedavisi ve Bakım Hizmetleri Sorumlusu Doç. Dr. Şeref Buğra Tunçer'in de olduğu anlaşılmıştı.

                                                            ***

Büyük hesaplaşma: Yeniden büyük Amerika, gerisi başının çaresine baksın -Ahmet Çelik Kurtoğlu-

Küreselleşmeyi nihai ürün ticaretiyle sınırlı görmek aldatıcıdır, o tedarik sistemleriyle tüm dünya üretiminin kılcal damarlarına girmiştir ve teknolojik gelişmenin her düzeyde devam etmesiyle, değer zincirinin evrilmesiyle ilerlemektedir

trump

“Yeter artık diyor” D. Trump, “düşün yakamızdan. Hitler kapınıza dayandığında W. Churchill’in telefonuyla uyanan Başkan Franklin Roosevelt Avrupa’yı kurtarmak için imkanlarımızı seferber etti.  Gerçi o sayede Amerikan endüstrisi önemli hamle yaptı, ama yeter artık.  Hem artık Komünizmin eskiden, Nixon-Stalin döneminde, korktuğumuz kadar kaygı verici olmadığını görüyoruz.  Çin komünizmin daha farklı bir yorumuyla geliyor.  Sonra sırada Hindistan var, Kore, Vietnam var, Thucydides paradoksu tüm haşmetiyle kendisini gösteriyor.[1] Bundan sonra herkes kendi başını kurtaracak.”

Üç kutuplu bir dünya var artık. ABD Meksika ve Kanada ile ilişkilerini güçlendirdikten sonra Groenland’ı da kendi haritasına katınca hem güvenlik hem enerji hem de yeni teknolojinin gerektirdiği “nadir metal” sorunu kalmayacak. İkinci olarak Avrupa demek Almanya demek; Almanya dünyanın en başarılı endüstri toplumu olmanın yanında izlenen toplumsal politikalarla birçok insanın imrendiği ülke. Birkaç gece dışında hiç yaşamadım ama kuzeyin disipliniyle refahın bedelsiz olmadığını saklamak mümkün değil. Burada da savunma giderlerinin NATO’ ya fatura edilmesi endüstri ve eğitimde önemli fırsat yarattı.

Üçüncü kutup tabii Uzakdoğu.  Çin on yıllar boyunca Japonya’nın başı çekmesinden sonra ticaretin odaklandığı, yeni siyasal gelişmelerin beklendiği ve yüzlerce yıllık geçmişe sahip uygarlığı ile kıta haline geldi. Hindistan, Kore, Vietnam, Endonezya ve diğerleri için örnek alınacak bir ülke var mı?  

Evet, 2017’e kadar vardı, Gazi M. Kemal Atatürk’ün dünyanın en güçlü ülkelerinin taarruzundan kurtararak, 105 yıl önce bugün Milli İradeyi, yani Türkiye Büyük Millet Meclisini armağan ettiği Türkiye, geçirdiği tüm kazalara karşın Cumhuriyet ilkeleriyle hala pırıl pırıl ayakta. Bir Akdeniz ülkesi olmanın iklim cazibesi ve tarihi, kültür çekiciliği ile herhalde Türkiye, önemli ekonomi ve yönetim, hukuk sorunlarımıza karşın, gözden uzak tutulmayan ama bir süredir ihtiyatla, merakla izlenen ülkeler arasında yer alıyor. 

V. Putin ise bugün yaşanan tabloyu yıllardır hazırlıyordu, ne de olsa deneyimli KGB stratejisti, satranç ustası. Ukrayna’dan sonra çarlık Rusya’sını yeniden inşa etmek için ihtiyaç duyacağı Orta Asya Cumhuriyetleri de AB ile ilişkilerini inşa etme aşamasına geçiyor.

Orta Asya Cumhuriyetleri’nin geçen haftalarda tanık olduğumuz davranışları, Kuzey Kıbrıs’taki Türk varlığına karşın Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ni tanımaları bizi şaşırtmamalı.  Bu arada bu ülkelerin başkentlerindeki diplomatik temsilcilerinin böyle bir gelişmeden haberdar olmaması önemli bir istihbarat zaafını gösteriyor.  SSCB’nin Minsk anlaşmasıyla dağılmasının ardından tarihi köklerimizin Asya’da olduğuna inanarak tüm mühendislik ve parasal güçlerimizi istifadelerine sunduk. 

Uluslararası uygulamada Türk Eximbank Türk müteahhitlerin işleri karşılığında sigorta ile yetinmesi gerekirken, satın alma kredisi açarak kendi sınırlı kaynaklarını kullandırmıştı.  Bu kaynakla Türk müteahhitler Kazakistan’da, Türkmenistan’da, Kırgızistan’da iş yapmışlardır.  Yani ABD’nin savunma giderleri gibi, bunlar da Türk şirketlerine dönmüştür. Bu kez AB’nin 12 milyar Euro gibi bir rakam onları uyandırdı.

Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonra Türkiye ile hasımlığı bitmiyor. Üstelik Almanya ve kuzey Avrupa’daki Kürt nüfusun bu ülkeler için yarattığı rahatsızlık, Türkiye’de siyasal ve ekonomik istikrarı kurcalatıyor. Biz de bunu görmezden gelip, ezeli hasımlarımız olan Arap dünyası ile iyi ilişkiler kurmak için çaba harcıyoruz.  Görmüyoruz ki dostumuz, “aydın” toplumlardır.

“Öğrenmek bitmeyen bir süreç”, ama bedava değildir. Üstelik bu ülkelerin (Orta Asya Cumhuriyetleri’nin) yıllardır Moskova’nın strateji eğitiminden yararlandıkları unutulmamalı. Bu son olay bize ders olmalı. Dostluk, akrabalık ilişkileriyle iş ilişkilerini birbirine karıştırmamak gerekir. İş ilişkisi, “mühendislik”, gibi ince düşünmek gerektirir.  Bazen kararınızın neye mal olacağını düşünmezsiniz, sonuçta maliyeti çok yüksek olabilir

D. Trump’ın başlattığı ticaret savaşını da böyle değerlendirmek doğru olur. İktisat teorisine, dış ticaret kurallarına göre yapılanlar baştan sona yanlış, ama değindiğim diğer hatalar iktisatla değil, temel davranış kurallarıyla ilgili. Yazının başında hatırlattım, D. Trump “sizi bir kere kurtardık. Sorumluluklarınızı bilin, kendi savunma çemberinizi, siyasetinizi kendiniz oluşturun. Birlikte bir şey yapmamızı istiyorsanız, maliyetini ödemelisiniz.” diyor.  Yoksa, örnek verdiğim, Almanya’nın sosyal refahının teminatını bizden beklemeyin.  Hem A. Merkel Almanya nükleer enerji istasyonunu kapatıp Rusya’yı yüreklendirecek, Schroeder Gazprom’un başına geçecek, hem de “Sam amca kurtar beni” diyecek, yok öyle şey.  Hiçbir hesap unutulmaz. Günü gelince hepsi ödenir.

Türkiye kurtuluş savaşının ardından Rusya’nın teknik ve mali desteği ile üç temel endüstrisini (un, şeker, bez), ardından demir çelik, çimento, kağıt tesislerini kurduktan sonra,   ABD ile birlikte Kore savaşına katılarak, NATO üyesi olmanın bedelini ödedi. Yani biz borçlu değil, alacaklıyız. O günden beri de herhalde dünyada kurması ve yönetmesi en çetin rejim olan demokrasiyi ayağa kaldırmaya çabalıyoruz. Geçen hafta yazımda ABD’de demokrasinin maliyetini Wisconsin yüksek mahkemesine yapılan seçimin finansmanında dönen paralardan söz etmiştim, basit temel ilkelerine uyulmazsa ne kadar sorunlu bir yönetim biçimi olduğunu belirtmiştim. W. Churchill ne demişti, demokrasi, tüm diğerlerinin arasında yine de en iyisidir. Bu yazdıklarımdan D. Trump’ın politikasını desteklediğim sonucu çıkartılmamalı, gördüklerimi yazıya döktüm. Elbette herşey gibi bunların da başta ahlaki olmak üzere, maliyeti var, onu da Amerikan toplumu ödeyecek. Hesaplaşma tek taraflı olmaz.

Bitirirken gözden kaçan bir tespiti tekrarlamalıyım.  Yukarıda üç kutuptan söz ettim. ABD, Almanya, Japonya-Çin-Kore. Bunların tedarikçisi aynı sırayla Kanada ve Meksika, Orta Avrupa ülkeleri, Türkiye ve Güneydoğu Asya Ülkeleri. Bu tedarikçilerle yaratılan dikey ticaret ağları, ABD, Almanya ve Çin-Japonya-Kore’nin can damarıdır. Küreselleşmeyi nihai ürün ticaretiyle sınırlı görmek aldatıcıdır, o tedarik sistemleriyle tüm dünya üretiminin kılcal damarlarına girmiştir ve teknolojik gelişmenin her düzeyde devam etmesiyle, değer zincirinin evrilmesiyle ilerlemektedir. Üstelik artık doğrusal değil, üstlü, yani exponential şekilde.

[1] Thucydides Atina’lı tarihçi ve komutan. Siyaset bilimci Graham Allison 2012’de FT de yazısında, yükselen bir gücün (Isparta) mevcut gücü (Atina) nasıl tehdit ettiiğini incelemişti ve bunu Çin’in  ABD için arzettiği tehdide örnek olarak kullanmıştı.

                                                                            /././

(T-24)


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -3 Mayıs 2025-

Hariciye'nin 105. yılı -Hasan Göğüş- Son dönemde sınav yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle bakanlığa girişin kolaylaştırılması, mesle...