Cumhuriyetçiler Kurultayından sonra…-Aydemir Güler-Kurultay’dan önce, ilerici olan her şeyin iktidar mekanizmalarından uzaklaştırıldığı ülkemizde, düzen içi iyileştirme öngören perspektiflerin giderek daha fazla emek eksenine yaklaştığını gözlemleyebiliyorduk. Kurultay bu gözlemi doğrulamıştır.
Cumhuriyet bugün birleştirici politik zemin olarak saptandığında, “başa döndük” diyen çıkabilir… Solun içinden bakıldığında ve kavram seti olarak solun geçmişindeki repertuvarla sınırlı düşünüldüğünde, akla 1960’ların sonundaki yükselişin gelmesi kaçınılmazdır. O zamanlar gençlikte kök salan, aydın kesimlere yayılan MDD hareketi bir Kemalist-sosyalist ittifakı öngörüyordu…
Kemalist-sosyalist ittifakı ifadesini, sevgili Atilla Özsever geçtiğimiz Perşembe kullandı, soL portalda. Bana kalsa, sosyalist terimini birkaç nedenle kullanmazdım, ama bunu en sona bırakacağım…
* * *
Türkiye’de komünizm ulusal kurtuluş mücadelesine doğdu. Dolayısıyla benzer bir nosyon, daha eskilerde de söz konusu olmuştur. Memleketin kurtuluş ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Kemalist merkez tarihsel anlamıyla devrimci bir misyon üstlenmişti. Dönemin TKP’si ve genel olarak Marksist aydınlar da siyasete bu kritik noktadan yaklaşmışlardır. Devrimcilerin bir devrimi desteklemelerinden daha normal ne olabilirdi?
Elbette, bu konumlanış, Türkiye’nin sınıfsal kompozisyonunun zorunlu kıldığı bir ekle birlikte varlık kazandı. Daha önce de yazdık; mülk sahibi sınıflar Cumhuriyet’in devrimciliğini tırpanlamak üzere her daim iktidara eklemlenmişlerdir. Tırpanlanmayı da başardılar!
Komünistler de yeni merkezi desteklemek ve yanında yer almakla, eleştirmek ve karşısına dikilmek ikileminde kaldı. Bu kavşakta formül çok sade olabilir: Devrimin ilerlemesi anlamına gelen adımları destekle! Tersi yöndeki adımların karşısına dikil!
Ne var ki, hayat daha karmaşıktır. Yeni rejim, yani Cumhuriyet iktidarı, Kemalizmin ister damga vurduğu, isterse daha edilgen bir parçası olduğu evrelerde olsun, sürekli biçimde solu siyasetin dışına itmiştir. Sol, merkezi desteklemek için bile devreye sokulmamış, itirazları sert biçimde bastırılmıştır. Komünist hareketin acılı tarihi Kemalizmden sonra başlamış değildir…
Bu durumda TKP’nin, bizim Parti Tarihi’nde taktığımız isimle, uzun “arayış” yılları, mevcut düzenin devrimci yanını gözetip desteklemeye çalışırken, aynı düzenin sömürücü ve baskıcı karakterine karşı mücadele etmeyi bütünlüklü bir strateji ve etkili bir pratik haline getirme çabasıyla geçti. Bu zeminde tutarlı ve sürekli bir eylem çizgisi üretmek kolay iş değildi. En sağlam görünen formülasyonların hayatta karşılığı olmamış, pratik çıkış denemeleri bir stratejiye bağlanamamıştır. Bu zorluğu görmezden gelen kimilerinin söz konusu tarihi teslimiyetçilikle, Kemalizm sapmasıyla vb. “mahkum” etmelerini ciddiye alamıyorum.
* * *
1960’larda bir kısım komünist, tam da sol-Kemalizm egemen güçler tarafından tasfiye edilmekteyken olmayacak beklentilere girdi. Milli mücadeleden gelen Ordunun içinde yurtsever duyuların var olduğu doğruydu. Ama NATO’nun üyesi bir kurumdan ilerici müdahale beklemek temelsizdi. Emperyalizmle bütünleşen Türkiye kapitalizmi kriz üretiyor, dikiş tutmuyordu. Ama burjuvazinin millisini aramak beyhude çabaydı…
Solun içinden bakan ve kavram seti olarak solun geçmiş repertuvarıyla sınırlı düşünenlerin “başa döndük” diyecekleri nokta buralara denk düşüyor. Oysa köprülerin altından o kadar çok su aktı ki, komünist, sosyalist ve devrimci harekette geçmişte etkili olan Milli Demokratik Devrimcilik 2025’te güncellenemez.
1920’lerde komünist hareketin Cumhuriyet’te pozitif rezonansa gireceği bir damar araması yanlış değildi. 1960’larda Türkiye kapitalizminin içinde devrimci bir dinamiğin galebe çalacağını düşünmek, asker ve bürokrasinin devrime kazanılabileceğine bel bağlamak ise yanlıştır… Türkiye’nin aydınlanma devrimini kaldığı yerden ileriye taşıyacak olan yola çoktan sosyalist devrim tabelası asılmıştı. 1920’lerden 1960’lara da çok şey değişmişti. 1960’larla günümüz arasına, bir de karşıdevrim yerleşti.
Özetle “başa” dönemeyiz. Sosyalist karakter taşımayacak bir devrimci hamle, MDD seçeneği, eskiden geçersizdi; şimdi büsbütün gündem dışı. Sol, geçmişte, ortak bir devrimci hamle yararına Kemalizme doğru bir adım atıyordu. Ama sosyalizmi ileri bir geleceğe ertelemek pahasına…
Aslında sol-Kemalizm o zaman da bir tür “sosyalizm” öngörüyordu. Ama işçi sınıfının taşıyabileceği bir sosyalizm değildi bu. Belki kapitalizmi dışlayan bir alternatif düzen bile değildi. Devrimci yöntemler öngörseler de, kapitalizm içi bir reform programı yapılıyordu…
Kurultay’dan önce, ilerici olan her şeyin iktidar mekanizmalarından uzaklaştırıldığı ülkemizde, düzen içi iyileştirme öngören perspektiflerin giderek daha fazla emek eksenine yaklaştığını gözlemleyebiliyorduk. Kurultay bu gözlemi doğrulamıştır. Öyle ki, şimdi Cumhuriyetin olsa olsa bir “emekçi cumhuriyeti” olarak ayağa kalkacağı tezinin yeni ortak paydamız olacağı hissediliyor. Sosyalizm belirsizliğe doğru ertelenmiyor; 21.yüzyıl Türkiye’sinde güncel bir bağlama oturtuluyor…
* * *
Yukarıdaki soruya geleyim artık; buna neden Kemalist-sosyalist ittifakı demek içime sinmiyor?
Cumhuriyetçilik solda en önemli ayrışma çizgisi haline gelirken, sosyalistlerin ciddi bir kesimine Cumhuriyet karşıtlığı, piyasacılık, laisizm eleştirisi bulaştı. Daha önceki bir yazıda söylediğimi tekrar edeyim; beğenelim beğenmeyelim, bugün Türkiye sosyalistlerinin ciddi bir kesimi liberalizmin değişik derecelerde etkisi altında. Ayaklarını Cumhuriyet Devriminin mirasına basmayı reddediyorlar veya bu noktada tereddüt yaşıyorlar. Kemalizmin ne tarihsel karakterini ne bugününü anlıyorlar. Dolayısıyla sosyalistlerin bütününün Cumhuriyetçiler Kurultayıyla barışık olduğunu söyleyemiyoruz. Bugün sosyalistlerin önemli bölümü, eskinin sol-Kemalistlerinin gerisindedir.
Kemalist-komünist ittifakından çıkacak olansa sosyalizmdir. Bugün Cumhuriyet mücadelesi, 1930’ların ihyası değil eşit ve özgür bir geleceğin kazanılması olarak düşünülmelidir.
/././
Sermaye sınıfının hırsı, aklı, korkuları ve savaş kışkırtıcılığı -Erhan Nalçacı-
Dünyayı savaşın eşiğine getiren ve büyük iklim sorunlarına yol açan asalak sınıf belki bir altı ayını sığınakta emekçiler yeryüzünde can verirken geçirebilir, ama emekçi sınıflar onları almaya geldiğinde ne yapacaklar bilmiyoruz.
Sermaye sınıfı kaçınılmaz bir şekilde dünyayı savaşa sürüklüyor. Hırsı, bazen çaresizliği ve aklı arasındaki ilişki gidip geliyor, sonunda hırsı ve güdüleri öne çıkıyor. Daha önceki farklı uluslardan emekçilerin birbirini katlettiği savaşlar böyle çıktı, Birinci, İkinci Dünya Savaşları ve diğer paylaşım savaşları…
Bu yazıda bu meselenin güncel örneklerine bakalım.
Rusya ve Ukrayna Savaşı bir emperyalist barışla, yani kapitalist tekellerin ulusal devletleri arasında yeni bir paylaşımın geçici olarak kayıt altına alınması ile sonlanacaktı. Hatta İstanbul’da ikinci tur görüşmenin 2 Haziran’da yapılacağı kesinleşti.
Ancak daha önce yazılmıştı bu köşede, daha barış olmadan yeni bir savaşın ağı örülmeye başlandı diye.
Avrupa’daki emperyalist devletlerin başlıcaları kendilerini ABD tarafından kullanılmış ve kandırılmış hissediyorlar. Tam pandeminin örselediği ekonomiyi toparlamaya çalışacakken ABD tarafından Rusya’ya karşı Ukrayna halkının kullanıldığı bir vekâlet savaşına sürüklendiler. Bir yenilgi yaşamanın dışında Rusya ile herkesin işine gelen doğal ekonomik havzaları çöküntüye uğradı, karşılığında hiçbir vaat gerçekleşmedi.
Son 25 yıl içinde Avrupa sanayisinin dünya payının %23’lerden %14’e düştüğü söyleniyor. Üretim kapasitesinde genel bir gerileme var ve Avrupa resesyonun sınırlarında dolanıyor.
Şimdi AB’nin Rusya ile savaşmaya hazırlanmak için ayırdığı 800 milyar Avroyu silah sanayine akıtarak durumu kurtarmaya çalışıyorlar ve Ukrayna başta olmak üzere doğudan paylarını istiyorlar.
Geçen iki hafta boyunca bu kez İngiltere’nin kışkırtıcılığında oluşan emperyalist merkez Almanya’nın yeni hükümetini Ukrayna’ya Taurus füzelerini vermek için yüreklendirmeye çalıştı. Bu uzun menzilli ve isabet kapasitesi yüksek güdümlü füzeleri Almanya’nın önceki koalisyon hükümeti Ukrayna’ya göndermeye cesaret edememişti.
Son iki hafta İngiltere, Fransa ve Almanya’nın Ukrayna’ya gönderdiği silahlarda menzil kısıtının kalmadığına dair korkutucu açıklamalar ile geçti. Rusya ise bunun savaş anlamına geldiğini, eğer Moskova bombalanırsa aynısının Berlin’in başına geleceğini çeşitli vesilelerle bildirdi. Ukrayna’da şu veya bu şekilde bir barış beklenirken Avrupa’ya yayılan bir savaşın eşiğine kadar gelindi.
İki gün önce Almanya ve Ukrayna arasında yapılan görüşmelerden sonra Taurus füzelerinin temin edilmeyeceğini ancak Ukrayna’ya uzun menzilli füzelerin üretimi için ortak bir yatırım yapılacağı açıklandı.
Bu karar Alman sermayesinin İngiltere’nin arkadan itmesi ile ön cepheye sürülmeye ikna olmadığı ama Ukrayna’dan da vazgeçmediği anlamına geldi.
Sermaye dünyasının hırs, intikam, mülk ve sömürü tutkusu ve çaresizlik sarmalında savaşa yaklaşıp uzaklaşmasını izlemeye devam edeceğiz.
***
Bir diğer örnek ise ABD’de yaşanıyor.
Trump tarafından duyurulan yeni savunma sistemi “Altın Kubbe” hırs ve akıl eksikliğinin arasında sıkışmanın ve savaş kışkırtıcılığının yeni bir aşamasına benziyor.
175 milyar dolar gibi astronomik bir maliyeti olan savunma sistemi düşman tarafın ABD’ye fırlattığı kıtalararası füzeler dâhil bütün hava saldırılarını çok önceden algılamayı ve fırlatma üssünde veya yolda yok etmeyi amaçlıyor.
Neden örneğin çelik kubbe değil de altın kubbe, bu Trump’ın nezdinde sermaye sınıfının görgüsüzlüğünü ve ihtişam hırsını yansıtıyor, her şey, savunma kubbesi bile yaldızlı olacak.
Öte yandan sermaye sınıfının korkuları ve savaş kışkırtıcılığını bize gösteriyor.
Günümüz nükleer dünyasının savaş caydırıcılığında eğer karşı tarafın attıkları diğer tarafa hiç ulaşamıyorsa nükleer silah kullanmaya bu canavarlar çok daha kolay ikna olacaklardır. Dolayısıyla “savunma” aslında ağır bir saldırıdır. Savaş kışkırtıcılığı bir yana en azından emekçi halklara hiçbir yararı olmayan bir askeri rekabeti ve harcamaları çok artırması beklenir.
Gerçekten ABD halkının sosyal ücretleri her gün daha çok kesilirken 175 milyar doların başta Elon Musk olmak üzere sermaye sınıfına aktarılacağından ve bir kriz öteleme operasyonu olduğundan şüphe duymaya gerek yok.
Aynı zamanda hilebazca bir uyanıklık. Kanada’ya “Altın Kubbe’ye katılmak istiyorsan 61 milyar dolar ver veya 51. eyaletimiz olmayı seçip bedava yararlan savunmadan” denmiş. Belki 850’li numaralardan müşteri temsilcisi iletmiştir bu seçenekleri Kanada devletine. Kapitalizmin zıvanadan çıkmış saçmalıklarına aşina olmamıza rağmen insan şaşırıp kalıyor işlerin geldiği boyuta.
Korku kısmına gelelim işin.
ABD coğrafyası katıldığı birçok paylaşım savaşına rağmen önemli fiziksel bir saldırı ve yıkım görmedi bugüne kadar. Ancak Altın Kubbe projesi bir saldırıyı öngördüklerini de gösteriyor. Bu korku ABD emperyalizmi için çok önemli bir gerileme noktası olarak görülebilir.
***
Son olarak sermaye sınıfının dünyayı bu hale getirdikten sonra kendini korumak için geliştirdiği projeye bakalım: Patronlar için yapılmış sığınaklar.
ABD’de ekonomik sıkıntı, sosyal devletin çok zayıf olması ve son yıllarda yaşanan felaketlerle 2024 içinde evsizlerin oranının %18 arttığı söyleniyor. Bugün bir gecelik kesitte evsiz sayısının 800 bin kişiye yaklaştığı bildiriliyor.
Dünyanın canını okuyan ABD’li patronlar ise kaçışı yer altı sığınakları daha doğrusu yer altı saraylarında buluyorlar. Örneğin, Zuckerberg’in Hawaii’deki 5 bin metrekarelik sığınağında 30 yatak odası ve 30 banyo bulunuyormuş.
ABD’li patronların kıyamet sığınakları için 21 trilyon dolar kadar para harcandığı yazılıyor.
Dünyayı savaşın eşiğine getiren ve büyük iklim sorunlarına yol açan asalak sınıf belki bir altı ayını sığınakta emekçiler yeryüzünde can verirken geçirebilir, ama emekçi sınıflar onları almaya geldiğinde ne yapacaklar bilmiyoruz.
/././
Hâlâ korkuyor, hâlâ saldırıyorlar: 'Çünkü Gezi Direnişi'nin izleri halkımızın hafızasında hâlâ taze'-Yalçın Çuğ-
Türkiye'nin direniş hafızasında önemli bir yere sahip olan Gezi Direnişi'nin üzerinden 12 yıl geçti. İktidar çeşitli saldırılarıyla hâlâ direnişin adını lekelemeye çalışırken, TKP MK üyesi Önoğlu soL'un sorularını yanıtladı.
Bu yüzdendir ki iktidar, Haziran veya Gezi Direnişi'nin meşruluğuna ve halkın direnme hakkına yönelik saldırılarını sürdürüyor. 12 yılın ardından çeşitli soruşturmalar ve iftiralarla bu onurlu direnişin adını lekelemeye çalışıyor.
Direniş esnasında patronlara seslendiği bir toplantıda "Oradaki ağaçlarda bunları sallandıracaksın" diyerek yurttaşları hedef alan zihniyet, sermaye sınıfına peşkeş çekmeyi sürdürürken; ona karşı meydanlarda "Bu halk sana boyun eğmez" sloganını yükseltenler ise mücadelelerine devam ediyor.
Haziran Direnişi'nin yıl dönümünde Türkiye Komünist Partisi (TKP) Merkez Komite üyesi Berkay Kemal Önoğlu, soL'un sorularını yanıtladı.
'Türkiye tarihinde unutulmayacak bir kilometre taşı'
TKP Haziran Direnişi'ni nasıl değerlendiriyor?
TKP için Haziran Direnişi, Türkiye’nin son yıllarına damga vurmuş en önemli halk ayaklanmalarından bir tanesi. Türkiye'de toplumun geniş kesimlerinin örgütsüzleştirildiği, toplumsal dinamiklerin tasfiye edildiği bir dönemde kuvvetli bir itiraz anlamını taşıyor.
“Haziran Direnişi’nde toplum halk oldu” demiştik. Yakın zamanda Genel Sekreter Kemal Okuyan'ın da altını çizdiği gibi mücadele ederek halk olunur, hakkını arayarak halk olunur. Bugün AKP; yurttaşları tebaa haline getirmek ve cumhuriyet kazanımlarının tasfiyesiyle işçi sınıfını, hakkını arayan, grevler örgütleyen, mücadele eden bir sınıf olmaktan çıkarıp ancak sadaka isteyebilecekleri bir toplumsal yapıyı dayatmak istiyor.
Bunun karşısında ise toplum mücadele ederek, halklaşarak, haklarının bilincinde olarak ve bu hakları kazanmak, yitirmemek için omuz omuza vererek bir direnç oluşturabilir. Haziran Direnişi de bu doğrultuda en önemli çıkış noktalarından bir tanesi olmuştu ve bugüne dek de izlerini görüyoruz.
10 milyonu aşkın insanın Türkiye’nin neredeyse bütün illerinde sokakları, meydanları doldurduğu ve AKP’ye de AKP'nin temsil ettiği karşı devrime de sığmayacaklarını, boyun eğmeyeceklerini en güçlü şekilde gösterdikleri bir toplumsal direnişti o. Ve takip eden yıllarda da Türkiye tarihinde unutulmayacak bir kilometre taşı haline geldiğini, tarihimize kazındığını söyleyebiliriz Haziran Direnişi’nin.
'Tertemiz bir direnişse örgütlü komünist hareketin büyük bir emeği var'
Haziran Direnişi denildiğinde akıllara gelen ilk görüntülerden biri de TKP’nin AKM’den sallandırdığı Boyun Eğme pankartı oluyor. Bu slogan direnişin sembollerinden biri haline gelirken, peki TKP bu süreçte neler yaptı? O günlerde nasıl bir rol üstlendi?
Haziran Direnişi büyük bir başkaldırıydı ama bu başkaldırının örgütlü bir halk hareketine dönüştürülmesi, bu halk hareketinin kimi taleplerde ya da kimi hassasiyetlerde ortaklaşması ve mücadeleyi de bu anlamda daha kuvvetli bir zeminde devam ettirmesi gerekiyordu.
Haziran Direnişi’ne damga vuran talepler AKP ile temsil olunan karşı devrim cephesinin karşısına bir bariyer çekmek, mücadele kültürünün yok edilişine ve gerici, emperyalist odakların kontrolüne giren bir Türkiye'ye karşı yurtseverce bir itirazı yükseltmekti.
Fakat ne oldu? Bu kadar geniş bir katılıma sahip toplumsal hareketler doğal olarak farklı siyasi odaklar tarafından farklı anlamlar yüklenerek, oraya buraya çekiştirilmek istenir. Bu mücadele de kimi liberal çevrelerce yaşam tarzına müdahale vb. daha az toplumsal, daha fazla bireysel başlıklara sıkıştırılmak istendi.
Burada komünistlere büyük sorumluluk düştü. Elbette Türkiye Komünist Partisi de Haziran Direnişi’nin başından itibaren buradaki toplumsal hareketliliği bir program doğrultusunda örgütlemeye ve hareket ettirmeye çalıştı, gayret etti.
Bugün dahi hatırlanacaktır, TKP halk hareketine yön veren önemli güçlerden bir tanesi oldu ve ona gölge düşürülmesine izin vermedi. Haziran Direnişi tarih önünde aklanmış, tertemiz bir direnişse bunda örgütlü komünist hareketin büyük bir emeği var.

'Bayrak ahlaksızlıklarını gizlemek için kullandıkları bir örtü olmaya terk edilemeyecek kadar değerli'
Haziran Direnişi’yle bağlantılı olarak güncel tartışmalara da değinen bir soru sormak istiyorum. TKP'nin 1923 Devrimi ve döneminin devrimci kadrolarına yönelik değerlendirmesi, Türk bayrağına bakışı ve Cumhuriyet vurgusu çeşitli tartışmalara neden oluyor. Özellikle geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen Cumhuriyetçiler Kurultayı’yla birlikte bu tartışma yeniden gündeme gelmiş oldu.
Oysa TKP, Haziran Direnişi’nde de Türk bayrağı kullandı. Hatta “Haziran Direnişi için Eylül Tezleri" başlıklı bildirisinde olduğu gibi o dönemde bu konulara dair çeşitli çıkışlarda bulundu.1 Kısacası TKP’nin günümüzde tartışılan başlıkları 12 yıl öncesinde de gündeme getirdiğini görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?
Bayrak, onu kullanan güçler tarafından anlamı belirlenen ve üzerinde hegemonya mücadelesi verilen bir sembol aslında. Mücadele eden toplum halk haline gelir ve bayrak da en çok halkın eline yakışır. Bu ülkede bayrak milliyetçilerin, liberallerin, kapitalistlerin kendi suçlarını, kendi ahlaksızlıklarını gizlemek için kullandıkları bir örtü olmaya terk edilemeyecek kadar değerli bir tarihsel anlam taşıyor.
Türkiye'de toplumun geniş kesimleri başka bir Türkiye umuduyla mücadeleye giriştiği zaman ortaklaşma zemini gerekir. Bu ortaklaşma zeminini de tarihten türetiriz. Bizim tarihimizde ileriye dönük atılmış en büyük adım Cumhuriyet Devrimidir ve bayrak da bu devrimle özdeşleşmiş bir semboldür.
Belki biraz klişe olacak ama Türkiye'de sağcısıyla solcusuyla, yani muhafazakâr kesimler için de haksızlığa itiraz etmek, boyun eğmemek söz konusu olduğu zaman, ahlaksızlıklara karşı ses çıkarmak söz konusu olduğu zaman ortaklaşılan tarihsel miras 1923 Devrimi ve onun ifade ettiği anlam oluyor.
Bayrak da bu devrimle özdeşleştiği için toplumsal mücadelelerde gayet tabi halkın eline yakışıyor. Bayrağı mücadele edenlerin elinde daha fazla gördükçe bu anlam da pekişecektir.
'Gençlerin çok büyük bir kısmı kaderini işçi sınıfının kaderiyle birleştirmiş görünüyor'
Kısa bir süre önce yaşadığımız 19 Mart sürecindeki eylemsellikte gençliğin yeri ve önemine dair birçok tartışma yaşandı. Benzer bir tartışma Haziran Direnişi’nde de yaşanmıştı. Gençliği ayrı bir özne olarak değerlendirebilir miyiz? 12 yıl önce veya bugün bir gençlik hareketinden söz edebilir miyiz?
Gençlik çok geniş bir kesim, tabii ki homojen bir yapıdan söz edemiyoruz. Gençlik sınıfsal ayrımların yanı sıra birbirinden ayrı koşullara sahip, üniversitelileri, liselileri, işsizleri, genç işçileri de kapsıyor. Biz yine de gençlik kavramını bir küme haline getirmeye çalışırsak, karşımıza Türkiye'de son yıllarda özellikle bir arayışta olma hali çıkacaktır. Bu arayışın kendisi oldukça kıymetli ve 19 Mart'ta ortaya çıkan şey de aslında bu arayışa işaret ediyordu. Bilhassa öğrenciler bu gençliğin önemli bir kısmını oluşturuyordu.
Elbette öğrenciler arasında da homojenlikten söz edilemez ama Türkiye’de özellikle bu dönemde, tarihte eşi görülmedik bir yoksullaşmaya terk edildiler. Bu yoksullaşma neticesinde kimileri üniversite eğitimlerini yarıda bırakmak zorunda kaldı, kimileri tarikat yurtlarına mahkûm edildi, çok büyük bir kısmı okurken çalışmak zorunda bırakıldı, yine çok büyük bir kısmı ilgi ve yeteneklerinden bağımsız olarak üniversite tercihlerini gerçekleştirmeye zorlandı. Gençler hayatlarını anlamlandırmakta, kendilerine yol çizmekte çok zorlandıkları bir dönemden geçiyorlar. Aslında bu nedenle de gençlerin çok büyük bir kısmı kaderini Türkiye'deki işçi sınıfının kaderiyle birleştirmiş görünüyor.
Yaşam koşullarındaki son yıllara damga vuran bu altüst oluş, arayışı tetikliyor. Fakat akademinin tasfiyesi, örgütlenme yasakları, baskılar, gerici müfredat, eğitim altyapısının tahribatı, bilgi edinme hakkının gaspı gibi pek çok nedenden, gençlerin siyasi bir ideoloji geliştirmekte zorlandıkları da bir dönemdeyiz.
Dolayısıyla bu arayış çoğunlukla gençleri, çok yüzeysel bir biçimde milliyetçilik, sağcılık veya sosyalizm arasında çok kısa evrelerle değişimler yaşadıkları bir sürece sürüklüyor. Bu durum hem çok anlaşılır hem de çok büyük bir fırsat.
Çünkü gençlerin ayağa kalkmasında da geleceğe dair bir Türkiye hayali üretmesinde de öne çıkan kimi unsurlar var. Bu ülkenin toprağına, kendi geleceklerine ve sevdiklerine sahip çıkma tutkusu; ülkelerini yağmalayanlardan, cumhuriyeti kemirenlerden kurtulma isteği… Bunun varacağı yer bellidir, temiz su yatağını bulacaktır.
Gençler bu duygularla sokaktaydılar, meydanları doldular. Ancak bu duyguların kalıcı bir siyasi programatikle buluşturulması konusunda daha yapacak çok iş var.
Geçtiğimiz dönemlere kıyasla çok daha örgütlü, ilgili, politik bir gençlik toplamından söz edebiliyoruz. Bahse konu etkenler, biriktirdikleri örgütlenme deneyimi de tabii ki büyük bir avantaj. Gençlik ne kadar siyasallaşır ve ne kadar anlamlı bir siyasi zeminde ortaklaşırsa mücadele de o kadar güçlenecektir.

'AKP baş kaldırıyı özellikle seçtiği kimi figürler üzerinden lekelemeye çalışıyor'
Bir diğer sorum da 12 yıl önce yaşanan Haziran Direnişi’ne karşı yeniden başlatılan “cadı avı” hakkında. Bir yanda Osman Kavalaların davası varken, şimdi de menajer Ayşe Barım üzerinden yürütülen bir dava süreci başlatıldı. İki davanın da ana gündemi şu aslında: Kavala ve ilişkide olduğu kesimlerin “dış güçlerle” birlikte Haziran Direnişi’ni organize ettiklerinin öne sürülmesi. TKP bu davaları nasıl değerlendiriyor?
TKP bu davaların son derece maksatlı olduğunu değerlendiriyor. Türkiye'de adalet kurumlarına olan güven tamamen ortadan kalkmış durumda. Bunun sebebi AKP iktidarının yargıyı, muhalifleri ve muhalif toplumsal kesimleri cezalandırma aracına dönüştürmesi. Dolayısıyla AKP döneminde yapılan, politik saiklerle açılmış hiçbir yargılamanın hukuki ya da adil olduğunu değerlendirmeyiz.
Milyonlara ulaşmış, tertemiz, ak pak bir halk hareketinden söz ediyoruz. AKP’nin karşı devrimci uygulamalarına dönük en kuvvetli itirazdan söz ediyoruz. Ve son tahlilde de halkın vicdanında, tarih önünde aklanmış bir direnişten söz ediyoruz. AKP ise bu toplumsal baş kaldırıyı özellikle seçtiği kimi figürler üzerinden bir yargı konusu yaparak lekelemeye çalışıyor.
Bahsettiğiniz gibi davalarda da uluslararası bağlantılar ya da emperyalist odakların yönlendirme teşebbüslerinden söz ediliyor. Bunun denenmiş olmasından daha doğal bir şey olamaz. Ancak Gezi, uluslararası, emperyalist odaklar tarafından yönlendirilemedi.
Oysa bugün AKP, emperyalist odaklarca bir kumar masasına dönüştürülmüş bölge siyasetinde önemli pozisyonlar peşinde koşuyor. Bunun için kendi sermayedarlarının ve uluslararası sermayenin çıkarları için Türkiye’nin ve halkımızın çıkarlarını bozuk para gibi harcıyor.
AKP’nin daha iktidara gelirken uluslararası sermaye odaklarıyla ne kadar içli dışlı olduğu, onların yerli işbirlikçileri diyebileceğimiz büyük sermaye gruplarına nasıl hizmetlerde bulunduğu, kısa bir süre önce Medusa’nın Salı belgeselinde bir kez daha toplumun geniş kesimlerine hatırlatıldı.
Buna özellikle değinmek istedim, çünkü Haziran Direnişi aslında AKP’nin ülkemizi emperyalizmin oyuncağı haline getirmesine karşı da bir isyandı. Bugün ise AKP, Haziran Direnişi’ni emperyalist odaklarla ilişkilendirerek mahkûm etmeye çalıştıkça iyice inandırıcılığını yitiriyor. Adeta çırpınıyor.
Bu konu hakkında, Osman Kavala veya Ayşe Barım’la ilgili yani kişilere dönük kanaatimizden öte bir değerlendirme yapmakta fayda var.

'Gezi’nin izleri hâlâ halkımızın hafızasında taze'
Söyleşimizi bitirirken, yapmak istediğiniz ek bir katkı veya vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Türkiye toplumuna öylesine damga vurdu ki Haziran Direnişi, ne zaman başımızı kaldırıp ayağa kalksak, omuz omuza versek, Haziran Direnişi’ne referans veriliyor. Çünkü Gezi’nin izleri hâlâ halkımızın hafızasında taze.
Toplumumuz, 12 yılın ardından, çok kereler olduğu gibi, bugün yine AKP zorbalığına karşı bir direnç gösteriyor. Bu direnci tüketmeden, düzen siyasetine meze edilmesine izin vermeden, tıpkı Gezi Direnişi’nde olduğu gibi bu toplumsal hareketi de kimi kılıflara uydurup mahkûm etmelerine izin vermeden güçlü bir politik doğrultuda sürdürmek ve AKP Türkiye'sine bu zorbalığa teslim olmayacağımızı göstermek zorundayız.
12 yılın ardından Haziran Direnişi’nde hayatını kaybeden bütün yurttaşlarımızı, gençlerimizi bir kez daha sevgi ve saygıyla anıyoruz.
Buradan hareketle bugün, Ali İsmail Korkmaz'ın memleketi Eskişehir'de gençlik örgütlerimizin katkısı ve Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) Öğrenci İnisiyatifleri’nin çağrısıyla gerçekleştireceğimiz “Yaşamın Dozunu Yükselt” konserine bütün Eskişehirli yurttaşlarımızı ve gençleri davet ediyorum.
