T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca-

Tutuklanan ve görevden alınan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptalinin hukuksuz olduğu yönünde mütalaa hazırlamasıyla gündeme gelen ceza hukukçusu ve akademisyen Prof. Dr. Adem Sözüer’in kardeşi Dr. Abdülvahit Sözüer, Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alınarak, kızak görev olarak nitelenen müşavirliğe çekildi. Sözüer’in görevden alınmasında Adem Sözüer’in İmamoğlu hakkında verdiği mütalaanın da etkili olduğu öne sürüldü.

Eski İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı ve ceza hukukçusu Prof. Adem Sözüer, yolsuzluk iddiasıyla tutuklanan İmamoğlu’nun diplomasının iptali ve YSK üyelerine "ahmak" dediği iddiasıyla yargılandığı dava kapsamında bilimsel mütalaa hazırlamıştı. İBB’deki yolsuzluk iddialarına ilişkin soruşturma kapsamında gerçekleştirilen operasyonlar sonrasında İmamoğlu’nun avukatlığını bıraktığı öne sürülen Sözüer, İmamoğlu hakkında dava ve soruşturma kapsamında sadece bilimsel görüş verdiğini belirterek, “İmamoğlu'nun avukatlığını üstlenmediğim için, bırakmam da söz konusu değildir. Gerektiğinde elbette avukatlık hizmeti de verilir. Hukuk fakültesi diplomasını alırken yaptığımız yeminin gereği olarak haksızlığa uğrayanları savunmasız bırakmamız asla mümkün değildir” demişti.

Bu süreçte Sağlık Bakanlığı’nda da sürpriz bir görevden alma gerçekleşti. Prof. Sözüer’in kardeşi Dr. Abdülvahit Sözüer, Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı. Müşavirliğe çekilen Sözüer’in görevden alınmasında Adem Sözüer’in İmamoğlu lehine verdiği mütalaaların da etkili olduğu öne sürüldü.

                                                           ***

Politikacının “şeref, onur ve saygınlığı” meselesi -Mehmet Y.Yılmaz-

“Diktatör Erdoğan” yazılı pankartı kısa süre ellerinde tuttukları gerekçesiyle yargılanan ve serbest bırakılan üniversite öğrencilerinin duruşmasında Erdoğan’ın avukatı “müvekkilimin şeref, onur ve saygınlığı zedelenmiştir” demiş. Teessüf ederim, gençler bu pankartı taşıyabilmesi Erdoğan’ın diktatör olmadığını göstermiyor mu?

    Esila Ayık, Arda Öğüşlü ve Mehmet Efe'nin tuttuğu “Diktatör Erdoğan” yazılı pankart

Üzerinde “Diktatör Erdoğan” yazılı bir pankartı kısa bir süre için de olsa elinde tuttuğu için 14 aydan, 4 yıl 8 aya kadar hapis cezası istemiyle yargılanan üniversite öğrencileri Esila Ayık, Arda Öğüşlü ve Mehmet Efe tutuksuz yargılanmak üzere 36 gün tutukluluğun ardından serbest bırakıldılar.

Duruşma sırasında savcı, öğrencilerin tutukluluk halinin devamını istemiş.

Bunu neden yaptığını tahmin edebiliriz.

Bizim memlekette daha önce suç işlememiş, mahkemede pişmanlık belirten iyi hâl göstermiş birisi, çok özel bir durum yoksa hafifletici nedenler filan da göz önüne alınıp alt sınırdan cezalandırılır.

Öğrencilerin “yatarı olmayan” bir ceza alacağını savcı da tahmin ettiği için tutukluluk halini, cezalandırma amaçlı olarak kullanmak istiyor.

Bu durum adalet sistemimizde bugüne kadar çok eleştirildi.

Bizzat adalet bakanları bile bunun yanlışlığına işaret etti ama siyasallaşmış yargı da bunu alışkanlık haline getirdi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatı da duruşmada “müvekkilimin şeref, onur ve saygınlığı zedelenmiştir. Sanıklardan şikâyetçiyiz” demiş.

Cumhurbaşkanının avukatlarına teessüf ederim.

Recep Tayyip Erdoğan gibi bir politikacının “şeref, onur ve saygınlığı”, bir pankarta yazılı bir söz yüzünden zedelenmez.

Politikacıların “şeref, onur ve saygınlığı”, dışardan onu eleştirenlerin ne söylediğiyle değil, politikacının ne yaptığı, nasıl bir kariyer çizgisi izlediği ve sonunda politikayı ya da bu dünyayı bırakıp gittiğinde geride nasıl bir miras bıraktığı ile ilgilidir.

Onu da tarih yazacak zaten.

Yalnız burada bir parantez açayım, şu ana kadar biriktirdiği miras o kadar parlak sayılmaz.

Fetullahçılar tarafından kolayca kandırılması, hapislerde süründürülen muhalif politikacılar, anayasal haklarını kullanmak isteyenlerin başlarına örülen çoraplar derken, miras biraz tatsız görünüyor.

Elbette bu süre zarfında iyi yaptığı şeyler de olmuştur. Kimse mutlak olarak iyi, kimse de mutlak olarak kötü miras bırakmaz.

Ancak yaptığı iyi şeyler bir yana mirasın bu kısmı hiç hoş değil.

Allah ömür versin, kendisi 71 yaşında.

Cumhurbaşkanlığında süresi dolduğunda tekrar aday olup seçilmeyi başaramaz ise 7 Mayıs 2028 günü kendisiyle vedalaşacağız.

Elbette AKP içinde politikaya devam edecektir, böyle güçlü karakterler politikayı bırakıp evde çizgili pijamayla oturmayı sevmezler. Sanırım Emine Hanım da evde emekli bir politikacı istemez.

Ama dünya fani, bunu hepimiz biliyoruz, her canlı zamanı geldiğinde tatması gerekeni tadacak.

Onun için kendisine tavsiyem şudur ki mirası düzeltmeye çalışmasında yarar var.

PKK’ya silah bıraktırmak önemli bir adım, hayırla anılır.

Yaptırdığı yollar köprülerden bazıları yapıldıklarında lüzumsuzdu, milletimize maliyeti gereğinden fazla oldu filan belki ama gelecekte işe yararlar, onlar da hayırlı miras sayılır.

Ama kul hakkı var ki bu dünyada da ahirette de insanın peşini bırakmaz.

Vakit varken bu yanlışlarını düzeltmesini tavsiye ediyorum.

Yanlışları düzeltsin, gereksiz yere canını yakıp hapse attırdığı insanları bıraktırsın.

Merak etmesin, bunlar iyi insanlar, geçmişin peşine düşmez, helallik verirler; eminim!

İşte kötü olan böyle bir miras bırakmaktır.

Cumhurbaşkanı, her fırsatta kendi iktidarı süresince Türkiye demokrasisinin adım adım ileriye gittiğini de söylüyor.

Ne güzel.

Demokrasilerde, politikacılar en ağır eleştiriye bile açık olmalıdırlar.

Hele gençlik heyecanıyla söylenen şeylere daha da tahammüllü olmalılar.

Bugün Esila ve arkadaşları “Diktatör Erdoğan” diye pankart taşıyabiliyorlarsa bu zaten Erdoğan’ın bir diktatör olmadığını göstermiyor mu?

İnanmazsanız Bekir Bozdağ’a sorun. Kendisi hem avukat hem eski adalet bakanı.

Bu tür sözlerin kendisini tekzip ettiğini söylemişti ki haklıdır.

Buna “diktatör paradoksu” da diyebiliriz yani.

Diktatörsen, kimse sana diktatör diyemiyor, kafasını kestiriveriyorsun.

Diktatör değilsen, birisi sana diktatör dese bile bu söz kendisini tekzip ediyor, çünkü bunu diyenin kafası hâlâ omuzlarının üzerinde!

Yani birisini diktatör olmakla suçlayabilmek için esasen demokrasi içinde yaşıyor olmalısın.

Tıpkı Cumhurbaşkanımızın dediği gibi, ileri bir demokrasi!

                                                            /././

Kalem kalem ocak-nisan dönemi bütçe verileri -Murat Batı-

Bütçe gelirleri 2025 yılı ocak-nisan döneminde yüzde 50,7 oranında artarak 3 trilyon 364 milyar 182 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. 2025 yılı ocak-nisan dönemi vergi gelirleri tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 53,4 oranında artarak 2 trilyon 810 milyar 118 milyon TL olmuştur.

Hazine ve Maliye Bakanlığı kendi internet sitesinde 2025 yılı ocak-nisan dönemi bütçe gerçekleşmelerini 15 Mayıs Perşembe günü yayımladı. Aşağıda detaylı şekilde göreceğiniz üzere vergi gelirlerinin yüzde 53,23’ü KDV ve ÖTV tahsilatı oluşturmaktadır.

Dolaylı vergilerin payı ocak-nisan döneminde yüzde 70,09; dolaysız vergilerin payı ise yüzde 29,91 gerçekleşti. Ancak gelir vergisinin ilk taksitinin son günü 7 Nisan’da, kurumların ise 5 Mayıs’a uzamasından dolayı bu oran kompozisyonu 15 Haziran günü yayımlanacak mayıs ayı verileriyle birlikte değişecektir.

2025 yılı Ocak-Nisan döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 4 trilyon 249,7 milyar TL, bütçe gelirleri 3 trilyon 364,2 milyar TL ve bütçe açığı 885,5 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Diğer kalemlerin akıbetini ise aşağıda izah etmeye çalışayım.

2025 nisan ayı bütçe gerçekleşmeleri

2025 yılı nisan ayında merkezi yönetim bütçe giderleri 1 trilyon 132,1 milyar TL, bütçe gelirleri 957,4 milyar TL ve bütçe açığı 174,7 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 871,5 milyar TL ve faiz dışı fazla ise 85,9 milyar TL olarak gerçekleşmiştir

Genel görünüm aşağıdaki tabloda bulunmaktadır.

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Nisan ayında 177 milyar 830 milyon TL açık vermiş iken 2025 yılı Nisan ayında 174 milyar 714 milyon TL açık vermiştir. 2024 yılı Nisan ayında 63 milyar 802 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2025 yılı Nisan ayında 85 milyar 945 milyon TL faiz dışı fazla verilmiştir.

2025 ocak-nisan dönemi bütçe giderleri

2025 yılı Ocak-Nisan döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 4 trilyon 249,7 milyar TL, bütçe gelirleri 3 trilyon 364,2 milyar TL ve bütçe açığı 885,5 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 3 trilyon 525,1 milyar TL ve faiz dışı açık ise 160,9 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Ocak-Nisan döneminde 691 milyar 312 milyon TL açık vermiş iken 2025 yılı ocak-nisan döneminde 885 milyar 531 milyon TL açık vermiştir.

2024 yılı Ocak-Nisan döneminde 326 milyar 808 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2025 yılı Ocak-Nisan döneminde 160 milyar 922 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir.

2025 ocak-nisan dönemi bütçe gelir gerçekleşmeleri

Merkezi yönetim bütçe gelirleri Ocak-Nisan dönemi itibarıyla 3 trilyon 364 milyar 182 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Vergi gelirleri 2 trilyon 810 milyar 118 milyon TL, genel bütçe vergi dışı gelirleri ise 435 milyar 463 milyon TL olmuştur

Aşağıdaki tabloda 2025 Ocak-Nisan dönemi vergi gelirleri ve bu vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payları gösterilmiştir.

 

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 2025 Ocak-Nisan döneminde KDV ve ÖTV’nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 53,23; dolaylı vergilerin payı yüzde 70,09 ve dolaysız vergilerin payı ise yüzde 29,91 olarak gerçekleşti.

Stopaj yoluyla alınan gelir vergisinin toplam gelir vergisi içindeki payı yüzde 90,5 kadardır.

Ocak-nisan 2025 ile geçen yıl aynı dönem vergi tahsilatı karşılaştırılması

2024 yılı ocak-nisan döneminde bütçe gelirleri 2 trilyon 233 milyar 11 milyon TL iken 2025 yılının aynı döneminde yüzde 50,7 oranında artarak 3 trilyon 364 milyar 182 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. 2025 yılı ocak-nisan dönemi vergi gelirleri tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 53,4 oranında artarak 2 trilyon 810 milyar 118 milyon TL olmuştur.

Aşağıdaki tabloda vergi kalemleri bazında ocak-nisan 2025 tahsilat tutarları ile geçen yılın aynı dönemdeki tahsilat tutarları ve değişim oranları bulunmaktadır. 

 

Yukarıdaki tabloya göre 2025 ocak-nisan döneminde geçen yıl aynı döneme nazaran tahsilat oranı en fazla olan gelir kalemi yüzde 100 artışla gelir vergisi olmuştur. Bunun ardından dijital hizmet vergisi yüzde 89 ile; kolalı gazozlardan alınan ÖTV yüzde 81,80 ile; dayanıklı tüketim mallarından alınan ÖTV yüzde 81,85 ile gelmektedir. Diğerlerinin artış oranları yukarıdaki tabloda görülmektedir.

ÖTV genel toplamı ise geçen yıl aynı döneme göre yüzde 40,60 oranında artmış.

                                                                /././

Evrensel "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

 Ukrayna savaşında İstanbul virajı -Yücel Özdemir-

Dünyanın içinden geçtiği paylaşım mücadelesinde Suriye önemli bir duraktı. Batılı emperyalist devletlerle Rusya arasında vekiller üzerinden süren savaş yaklaşık 13 yıl sürdü. 8 Aralık 2024 öncesinde durum tam “pat” olarak tanımlanmaya başlanırken Suriye’de rejim devrildi, Esad Rusya’ya kaçtı. Böylece kilit Batı yönüne açıldı. Bunun zirvesi, ABD Başkanı Donald Trump’ın, yakalanması için başına 10 milyon dolar ödül konulan Suriye’nin Geçici Devlet Başkanı Colani (Ahmet Şara) ile üç gün önce Riyad’ya bir araya gelmesi oldu.

Suriye’de açılan kilidin bölge açısından pek çok değişikliğe yol açtığına hep birlikte tanık oluyoruz. Şimdi sırada Ukrayna savaşındaki “pat”a, kilidin Rusya’dan yana açılmasına gelmiş görünüyor. Trump’ın seçimlerden önce verdiği en önemli vaatlerden biri olan Ukrayna savaşının bitirilmesi konusunda başlatılan görüşmelerin, belli bir olgunluğa ulaştığı söylenebilir.

İstanbul’da Rus ve Ukrayna taraflarının doğrudan bir araya gelmesi girişimi bunun önemli göstergelerinden birisiydi. Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy’nin, Rusya Lideri Putin’i İstanbul’a davet etmesi kapalı kapılar arkasında üzerinde kısmen anlaşmaya varılan anlaşmanın ayrıntılarını konuşmaya hazır olduğu anlamına geliyor. Ortadoğu turunda olan Trump’ın da yardımcı olmak için yönünü İstanbul’a çevirebileceğini söylemesi, ayrıntılardaki anlaşmazlıkların giderilmesinin mümkün olduğuna dair bir mesaj.

Putin daveti geri çevirerek ayrıntılar üzerindeki pazarlığın netleşmesini bekliyor. Ukrayna kilidinin Rusya’dan yana açılması demek, Ukrayna’nın NATO üyesi olmaması ve 2014’ten bu yana elde ettiği Ukrayna topraklarının bir bölümüne sahip olması anlamına geliyor. NATO’ya üyelik meselesinin şimdilik gündemde olmadığı söylenebilir. Asıl tartışmanın toprak üzerinden olacağı anlaşılıyor. Bu, mart 2022’de üzerinde anlaşmaya varılan ve Batı’nın müdahalesiyle son anda imzalanmayan İstanbul Protokolü’nde görüşülebilecek bir konu olarak zamana bırakılmıştı. Rusya’nın ele geçirdiği toprakların bir kısmından geri çekilmeyi kabul etmesi durumunda İstanbul virajından barışa giden düz yol görünebilir. Böylece dün İstanbul’a gelmeyen liderler yakında imza töreni için gelebilirler.

Mart 2022’de İstanbul Protokolü’nün imzalanmasına karşı çıkan Batılı emperyalist devletlerin Rusya ile ABD arasında Ukrayna üzerinden süren diplomasi trafiğinden başı dönmüş durumda. Geçen hafta sonu gece treniyle Kiev’e giden Almanya Başbakanı Merz, İngiltere Başbakanı Starmer, Polonya Başbakanı Tusk ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Zelenskiy’ye tam desteği yinelediler.

Müzakere masanın dışında kalan Avrupa ülkelerinin İstanbul buluşmasından memnun oldukları söylenemez. İstanbul’da bir uzlaşmasın çıkması durumunda da Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kışkırtmaya devam edecekler. Seçimlerden önce Ukrayna’da Taurus füzeleri vereceğini her defasında tekrarlayan Merz, şu günlerde konuyu pek gündeme getirmese de plandan vazgeçmiş değil. Barış görüşmelerinin sürdüğü bir dönemde Almanya’nın Ukrayna’ya Taurusları vermesi tam anlamıyla bir provokasyon olacaktır. Ki, Merz, Trump’ın başlattığı bir girişimi sabote edecek güçte değil.

Buna rağmen, başta Almanya olmak üzere Avrupalı emperyalist devletlerin askeri harcamaları rekor düzeyde artırmayı, içerideki emekçilere anlatabilmesi için “büyük bir düşmana” ihtiyaçları var. Bu düşman, uzun bir süre daha Rusya kalmaya devam edecek. Bu nedenle, Rusya’ya yönelik yaptırımlara yenileri eklendi.

Ukrayna savaşının “İstanbul virajı”ndan geçip hedefe varması durumunda Erdoğan’ın da bundan ekonomik ve siyasi fayda sağlayacağı sır değil. Aslında savaş başladığından bu yana faydalanıyor. NATO ülkeleri Rusya’ya yaptırım kararları aldığı halde Türkiye bunlara uymadı. Rusya’dan doğal gaz almaya devam etti, Ruslar Akkuyu’da nükleer santral yapmayı sürdürdü. Frankfurter Allgemeine Zeitung’a göre, bu süreçte İstanbul Havaalanı, Rusya’ya uçuşlar için adeta merkez haline geldi.

Aynı Türkiye savaşın diğer tarafı Ukrayna’ya insansız hava araçları sattı ve bunlar önemli bir rol oynadı. Bununla da kalmayarak Ukrayna donanmasına savaş gemileri üretti, Rus savaş gemilerinin boğazlardan geçişini durdurdu. Yine, Ukrayna tahılının dünyaya pazarlanması için ara buluculuk yaptı.

Denilebilir ki; Türkiye her iki tarafla da iyi geçinerek savaştan kazanan nadir ülkelerden birisi oldu. Burada Türkiye’nin izlediği “başarılı dış politika”dan çok savaşan tarafların Türkiye’den vazgeçememesi belirleyici oldu. Savaşın seyri, konum, zorunluluklar ve çıkarlar onların da Türkiye’ye karşı ikili bir siyaset izlemesine yol açtı.

Ama bu savaşın asıl kazananı Türkiye değil, Batılı emperyalist ülkeler ve onların silah ve enerji tekelleri. Savaşla hedeflerinin önemli bir kısmına ulaştılar. Ölen yüz binlerce Ukraynalı ve Rus sivil ve askerin asıl sorumluları onlardır. Zira üç yıl önce İstanbul Protokolü’nün imzalanmasına karşı çıkmasalardı, bu kadar can ve mal kaybı yaşanmazdı. Ama emperyalizm tam da böyle bir sistem.

                                                          /././

Kılıfın altındaki nedenler: Yoksullaşma, nüfus artış hızındaki düşüşün asıl nedeni -Nisa Sude Demirel-

Türkiye'de doğurganlık hızı 2000'de 2.53'ten 2024'te 1.48'e düştü. Ekonomik krizlerle doğum oranları arasında doğrudan bağlantı var. Gençlerin %72'si ekonomik özgürlük olmadan çocuk istemiyor.

Türkiye’de nüfus başına bir kadının dünyaya getirdiği ortalama çocuk sayısı olan toplam doğurganlık hızı 2000-2023 seneleri arasında 2.53’ten 1.51’e düştü. 13 Mayıs’ta yayımlanan TÜİK verileriyle beraber 2024’te de doğum hızı 1.48 olarak düşüşe devam etti. Türkiye’de doğum hızı 1970’lerden beri genel eğilim olarak düşüşte olsa da 2003 ve 2009 sonrasından itibaren nüfusun kendini yenileme hızı olarak kabul edilen 2.1 oranının altında.

Bu durum hem iktidarı hem de sermaye çevrelerini tedirgin ediyor. TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Ömer Aras, bir süre önce TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısında “Unutmayalım ki demografik fırsat penceresi hızla kapanıyor. TÜİK 2030 yılını işaret ediyor. Bu tarihten sonra çalışma çağındaki nüfusun toplam nüfus içindeki oranı azalmaya başlayacak. Bu nedenle iş gücünün niteliğini artırmak daha da önemli hale geliyor” demişti. Peki nedir bu “demografik fırsat penceresi”? Demografik fırsat penceresi, çalışma çağındaki nüfusun, genç ve yaşlı nüfusun toplamından fazla olduğu dönemi adlandırmak için kullanılıyor. Yani iş gücünün yüksek olduğu, “bağımlı” olarak tanımlanan yaşlı ve çocuk nüfusun düşük olduğu dönem. Nüfusun düşmeye devam etmesi ise toplum içinde iş gücü oranını azaltıyor. Yani aynı anda hem iktidarı hem de sermayeyi endişelendiren durum bu.

Bu nedenle 2024’ün sonunda Nüfus Politikaları Kurulu ile Aile Enstitüsü kuruldu, iktidar sözcüleri uzun süredir kadınların doğum ve doğum kontrol yöntemlerini hedef alıyor, yer yer bu durumun nedeni olarak LGBTİ’leri, kadınların yaşam biçimlerini hedef gösteriyor.

Nüfus artış hızındaki düşüşün kaynağı ne?

Ancak veriler açıkça gösteriyor ki ücretli emeğin milli gelirden aldığı payın azaldığı ekonomik çöküş dönemlerinde doğum hızı gözle görülür şekilde azalıyor.

1994 kriziyle beraber 1993 ve 1994’te doğum hızı sırasıyla 2.87 ve 2.81’ken, 1995 ve 1996’da 2.76 ve 2.70 oluyor.

2001’de yaşanan çöküş bu verileri ortaya koyuyor. 1998’de doğum hızı 2.61’di, 2000’e kadar 2.50’ye düşüyor. Ancak 2001 yılı ve sonrasındaki iki yılda (2000-2003) arasında 2.50’den 2.09’a düşüyor. Yani 1998-2000 arasında 0.11’lik düşüş olurken krizin hissedildiği yıllarda 0.41’lik bir düşüş oluyor. 2000’in son çeyreğinde işsizlik oranı yüzde 6.3’ken 2001’in aynı döneminde işsizlik yüzde 10.6’ydı. Emeğin GSYH içindeki payı 2.2 puan azalarak yüzde 29.8’den yüzde 27.6’ya gerilemişti.

Yine 2008’de Türkiye’yi de etkileyen küresel krizin etkisi de benzer oluyor. 2005’te 2.12 olan doğum hızı, 2007’ye kadar artıp 2008’de 2.15 oluyor. Ancak 2008’le beraber üç yılda yeniden düşüşe geçiyor, 2011’de 2.05 oluyor. 2008’de Türkiye’de işsizlik oranı yüzde 11’ken, 2009’da yüzde 14’e çıkmıştı. 2007’de emeğin GSYH içindeki payı yüzde 29.8’ken 2009’da yüzde 27.6’ya düşmüştü.

2018’de yaşanan kur krizi ve pandemi döneminde de benzer bir düşüş gözlemleniyor. 2015’te doğum hızı 2.16’yken 2018’e kadar 2’ye düşüyor, yani 0.16’lık bir düşüş var. Ancak 2017-2021 arasında doğum hızı 2.08’den 2020’ye 1.77’ye düşüyor, yani 0.31’lik (önceki oranın 2 katı) düşüş gözlemleniyor. 2017’de işsizlik oranı 10.8’ken 2019’da 13.7’ye çıkmış, aynı yıllarda emeğin GSYH’den aldığı pay 29.8’den 27.4’e düşmüştü.

Gençler çocuk sahibi olmak istemiyor mu?

TEPAV’ın 2024 haziran ayında yayımladığı nüfus raporunda, nüfus artış hızındaki düşüş ekonomik durumla doğrudan ilişkilendiriliyor. Rapora göre beş yıl önceye göre kişisel durumunun gerilediğini söyleyenlerin oranı yüzde 45.71, 18-34 yaş aralığında son bir yılda gelirinin azaldığını belirtenlerin oranı yüzde 41, iş gücüne dahil olmayan nüfusun 1.8 milyonu iş bulma ümidinin olmadığını belirtiyor.

Nurgül Şimal ve Elif Gürsoy’un 2020’de Eskişehir’de 364 erkek ve 348 kadın olmak üzere toplam 712 üniversite son sınıf öğrencisiyle ile yaptığı çalışma da benzer bir sonuç gösteriyor. Öğrencilerin yüzde 77.9’u gelecekte çocuk sahibi olmak istiyor. Ancak yüzde 72.1’i ekonomik olarak özgür olmadığı takdirde çocuk sahibi olmak istemediğini belirtiyor. Yine yüzde 62.2’si sosyoekonomik durumunun çocuk sahibi olmaya dair kararını etkileyeceğini söylüyor.

Sermayenin ‘çözümü’ meslek liseleri ve esneklik

TÜSİAD’ın 1999’da hazırladığı “Türkiye’nin fırsat penceresi: demografik dönüşüm ve iz düşümleri” raporunda Türkiye’de nüfus artışının yavaşlamasına dair değerlendirmeler yer alıyor.

Raporda 25 senelik projeksiyonlara dair, “Toplam nüfusun artık sabitlenmeye doğru gittiğini göstermektedir. Türkiye için son derece alışılmadık olan bu durumun, toplumsal hayattan ekonomiye ve siyasi sisteme bir dizi uzantısı olacaktır. (...) Bu durum, Türkiye’nin önüne “fırsat penceresi” olarak tanımlanan demografik konjonktürü çıkartacaktır” deniyor.

2025’e kadar 25-54 yaş grubunun giderek azalan oranda artacağı belirtilerek, işsizliğin bir ‘nitelik sorunu’ olduğu öne sürülüyor. Bu demografik fırsat penceresinden yararlanabilmek içinse uzun zamandır şahit olduğumuza benzer öneriler yer alıyor. Bunların içinde bugün devlet politikası haline gelmiş olan meslek liselerinin sayısının artması ve esnek çalışmanın yaygınlaştırılması da var. Meslek liselerine dair öneride “Bu kesimin nitelikleri gelişmezse bu fırsat penceresi bir işsizlik cehennemine dönüşebilmektedir. (...) İşsiz kesim, daha çok niteliksiz kesim olduğundan, bu programlar ve meslek liselerinin nitelik ve sayısının arttırılabilmesi istihdamı olumlu etkileyecektir” ifadeleri yer alıyor. Esnek çalışmaya dair ise, “Talebin daraldığı dönemlerde, bir süre sonra toplu işten çıkarmaları kısmen önleyebilecek olan bir yöntem esnek saat-esnek ücret uygulamasıdır. Bu konudaki sendikal direncin yüksekliği ve Türkiye’deki ücretlerin yapısı bu öneriyi kısa vadede uygulanamaz kılmaktadır” deniyor.

2021 ekim ayında yayımlanan TÜSİAD’ın geleceği inşa raporunda da “genç nüfus” vurgusu yapılıyor. Genç nüfus yoğunluğunun 2030’a ve 2050’ye kadar yarattığı “istihdam penceresi” ile “genç istihdam havuzuna” esneklik, uzaktan çalışma yöntemleri öneriliyor. Türkiye nüfusunun diğer ülkelere karşı “avantaj” olduğu ifade edilerek güvencesiz çalışma biçimleri “çağın gerekliliği” olarak sunuluyor.

                                                          /././
Çiftçiye sıfır destek, faize 724 milyar TL

Yılın ilk 4 ayında faize ödenen tutar 724 milyar TL oldu. Faize ödenen tutar nisanda memurlara ödenen toplam maaşı 168 milyar TL aştı.  Şirketlerin   ödediği vergi damga vergisinin dahi altında kaldı.

Türkiye’de iktidar vergi gelirlerinin yalnızca yüzde 1,9’unu şirketlerin ödediği kurumlar vergisi kaleminden elde etti. Şirketler ocak-nisan ayında 53 milyar TL kurumlar vergisi ödedi. İşçi ve memurların ödediği gelir vergisi tutarı ise aynı dönemde 367,9 milyar TL oldu. Buna göre işçilerin ödediği doğrudan vergi, şirketlerin ödediği kurumlar vergisi tutarını yüzde 1279 aştı.

Erdoğan-Şimşek eliyle uygulanan kemer sıkma programı sürerken, nisan ayına ilişkin merkezin yönetim bütçe gelir ve giderleri yayımlandı. Sağlık, eğitim ve sosyal harcamalar gerilerken, faize ayrılan tutar nisanda aylık bazda yüzde 128, kümülatif olarak ocak-nisan döneminde yüzde 98,8 arttı. Faize bu nisan ayında 260 milyar TL ödeme yapıldı. Yılın ilk 4 ayında faize ödenen tutar 724 milyar TL oldu.

Faize ödenen tutar nisanda memurlara ödenen toplam maaşı (168 milyar TL) aştı. Devlet bütçesinden nisan ayında işçi ve memurlar dahil olmak üzere ücret ve maaşlılara toplam 209 milyar TL ödeme yapılmıştı. Ücret ve maaşlılara ödenen tutar resmi enflasyon oranında arttı.

Dolaylı vergiler, gelirlerin yüzde 79’unu oluşturdu

Tüm gelir gruplarından eşit toplanan ve vergide adaletsizliği yansıtan ölçütlerden biri olarak kabul edilen dolaylı vergiler, toplam vergi gelirlerinin içinde yine büyük pay sahibi oldu. KDV gelirleri nisanda 112 milyar TL, yılın ilk 4 ayında 464 milyar TL olarak kaydedildi.

Şirketler ‘sigara’ kadar bile vergi ödemedi

Şirketlerin 53 milyar TL kurumlar vergisi ödediği dönemde alkollü içkilerden toplanan vergi 32,2 milyar TL, sigara ve tütün mamullerinden toplanan vergi 123,1 milyar TL oldu. Buna göre Türkiye’de gelirlerin büyük kısmını elde eden şirketler sigara kullanan vatandaşların ‘sigara vergisi’ kadar dahi vergi ödemedi. Sigaradan alınan vergi, şirketlerden alınan kurumlar vergisinden 2,3 kat fazla oldu.

Sigaranın yanı sıra motorlu araçlardan alınan ÖTV tutarı 200 milyar TL’yi buldu. Petrol ve doğal gaz ürünlerinden alınan ÖTV tutarı da 141 milyar TL oldu.

Damga vergisi de şirketleri geçti

‘Mürekkep’ masrafı olarak hayata geçirilen damga vergisi geliri nisan ayında 17,8 milyar TL oldu. Yılın ilk 4 ayında toplanan damga vergisi tutarı da 69 milyar TL’yi gördü. Buna göre şirketlerin ödediği vergi damga vergisinin dahi altında kaldı.

Sağlık, burs, eğitim ödemeleri azaldı

Kemer sıkma programı kapsamında hane halklarına yapılan sosyal transferler de azaldı. Burslar nisanda bir önceki aya göre 118 milyon TL düştü. Sağlık amaçlı transferler 3,3 milyon TL geriledi.

Zirai don ayında çiftçiye sıfır destek

Türkiye’de 30’dan fazla ili etkisi altına alan ve tarımsal ürünleri vuran zirai dona rağmen tabii afetten zarar gören çiftçilere yardım yapılmadı. Bu kalemde harcama sıfırlandı. Alan bazlı tarımsal destekleme ise martta 17,5 milyar TL iken, bu tutar nisanda 9,9 milyar TL’ye geriledi.

Hazine, faizin yanında sanayi teşvikine nisan ayında 1,8 milyar TL ayırdı. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı eliyle verilen sanayi teşvikleri bu yılın ilk 4 ayında 4,1 milyar TL’ye yükseldi. Yıl sonuna kadar nakdi teşviklerin 31 milyar TL’yi aşması bekleniyor.

                                                            ***

Meclis’te TRT düzenlemesi kabul edildi: "Kamu hizmeti değil, siyasal çıkar düzeni"

Kamu yayıncısı TRT, artık Kamu İhale Kanunu’ndan muaf olacak. CHP, “milyarlarca liralık kamu kaynağı kapalı kapılar ardında kullanılacak” dedi.

TBMM Genel Kurulu’nda, TRT ve Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği bazı düzenlemeleri içeren 208 sıra sayılı Kanun Teklifi’nin 10 maddelik birinci bölümü kabul edildi. Teklif, 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’de de değişiklik öngörüyor.

Birinci bölümün kabulünün ardından Meclis Başkanvekili Celal Adan, birleşimi 20 Mayıs Salı günü saat 15.00’te toplanmak üzere kapattı.

“TRT artık kapalı kapılar ardında yönetilecek”

Kanun teklifi üzerine söz alan CHP Mersin Milletvekili Gülcan Kış, Anayasa Mahkemesi kararlarının yok sayıldığını ve yargı denetiminin devre dışı bırakıldığını belirtti. Kış, TRT’ye ilişkin düzenlemeleri şöyle eleştirdi:

“Anayasa Mahkemesi bir düzenlemeyi iptal ediyor, saray iktidarı virgülüne dokunmadan aynı metni tekrar Meclis'e getiriyor. Bu, yalnızca hukuki bir inat değil, anayasal denetimi yok sayan bir anlayıştır. TRT, anayasa gereği tarafsız olmak zorunda ama bugün muhalefetin sesi ekranlara yansımıyor. AKP Genel Başkanı’na 32 saat yer ayrılırken, Genel Başkanımız Özgür Özel’e 32 dakika bile verilmiyor.”

TRT’nin artık Kamu İhale Kanunu kapsamı dışına çıkarıldığını vurgulayan Kış, “Bundan böyle TRT’nin milyarlarca liralık kamu kaynağı, kapalı kapılar ardında kullanılacak” dedi.

“Liyakat yok, sınav yok, şeffaflık yok”

TRT’de personel alımlarının da keyfîliğe dayandığını belirten Kış, sözlerine şöyle devam etti:

“Sınav yok, liyakat yok, şeffaflık yok. Yönetim kurulu istediğini alıyor, maaşını da kendi belirliyor. Kamuda 35 yaş sınırı uygulanırken TRT’ye sınavsız atamalar yapılıyor. Gençler yaş bahanesiyle dışlanırken, partizan kadrolaşma sürüyor. Bu, adalet değil çifte standart rejimidir.”

Devlet Memurları Kanunu’nun işlevsizleştirildiğini ve kamu personel sisteminin parçalandığını ifade eden Kış, “Kariyer ilkesi rafa kaldırılıyor. Biz bu teklifin karşısındayız” dedi.

Son olarak, CHP iktidarında TRT’nin yeniden kamu kurumu olacağını, kamuya alımlarda ise liyakat esaslı bir sistem kuracaklarını belirtti.

“Bu ülkenin kurumları torpille değil, adaletle yönetilecek. Sarayın saltanatına karşı halkın düzenini kuracağız.”

                                                                    ***

Adios Pepe* -BİRGÜN-

Pepe, ölüm haberini verirken bile hayatı gibi sade ve cesurdu: “Samimiyetle söylemem gerekirse, ölüyorum.” Sadece sözleriyle değil, ölümü karşılayışındaki tevazuyla da neoliberal çağın gösteri toplumuna meydan okudu.

"Elbette sadece kazanmak için savaşmıyorsun çocuğum. Ama kazanacağına inanmalısın."

José Mujica

Uruguay’ın eski devlet başkanıLatin Amerika devrimci tarihini simge ismi ‘Pepe’ lakaplı José Mujica, 89 yaşında hayata gözlerini yumdu. Eski bir devlet başkanı ama her daim Tuparmaro gerillası olarak hatırlanacak olan Mujica, dünya için istediği ne varsa önce kendi hayatında yaşadı. Neoliberal çağın sözde zenginliklerini reddeden Mujica, yaşam felsefesi ve sosyalist mücadelesiyle geride eşsiz bir miras bırakarak dinlenmeye çekildi.

Pepe, ölüm haberini verirken bile hayatı gibi sade ve cesurdu. Mujica, ocak ayında Búsqueda dergisine verdiği son röportajda kanser tedavisi görmeyi artık reddettiğini belirtmiş “Samimiyetle söylemem gerekirse, ölüyorum” ifadelerini kullanmıştı. Mujica yine son sözlerinde, çiftlikteki sekoya ağacının altına, köpeği Manuela’nın yanına gömülmek istediğini vasiyet etmişti.

Sadece sözleriyle değil, ölümü karşılayışındaki tevazuyla da neoliberal çağın gösteri toplumuna meydan okudu. Hayat boyu kravat takmayı reddetmesi, başkan maaşını bağışlaması, küçük köy evindeki mütevazi yaşamıyla ‘alışılmışın dışında’ biri gibi gösterilmeye çalışılsa da dünya halkları onu kolektif bir mücadelenin devrimci bir önderi olarak tanıdı. Ve şimdi, “Bir savaşçının dinlenmeye hakkı vardır” diyerek aramızdan ayrıldı. Ama biliyoruz ki Pepe’nin mirasını dünyadaki milyonlarca yoldaşı sahiplenecek ve hep bir ağızdan haykıracak: “Hadi Pepe, bir daha yapalım!”

∗∗∗

MUJICA KİMDİR?

• José Mujica, tam adıyla José Alberto Mujica Cordano, 20 Mayıs 1935’te Uruguay’ın Montevideo kentinde doğdu. 1968’de Küba Devrimi’nden ilham alan Marksist Tupamaros Ulusal Kurtuluş Hareketi (MLN-T) gerilla grubunun lideri olarak atıldı.

• Montevideo'ya yakın bir kasaba olan Pando'nun 1969'da kısa süreli olarak ele geçirilmesine katıldı. Mart 1970’de Mujica, Montevido’daki bir barda tutuklamaya direnirken iki polisi yaralamasının ardından 6 kez vuruldu. Hastanedeki gizli bir Tupamaros üyesi cerrah hayatını kurtardı.

• 1973’te Uruguay’da askeri diktatörlük ilan edilince tekrar tutuklandı ve Tupamaros’un doğal önerliğini oluşturan 9 kişiden biri olarak 12 yıl boyunca tecritte ağır koşullarda hapsedildi, bu süre zarfında ağır işkenceler gördü. 1985 yılında diktatörlüğün sona ermesinin ardından serbest bırakıldı.

• Sol görüşlü bir koalisyon olan Geniş Cephe (Frente Amplio) hareketine katıldı ve 1994’te Parlamento’ya girdi, ardından Tarım Bakanı olarak görev yaptı. 2010-2015 yılları arasında ise Uruguay Devlet Başkanı olarak görev yaptı.

Yitirdiğimiz yoldaşlarımıza, yaşadığımız bunca acıya ağlamak için gelmedik buraya. Şunu tereddüde yer vermeyecek şekilde netleştirmek gerek: Yoldaşlarımızın bize kazandırdıkları her zaman bizimle olmalıdır ve böyle de olacaktır. Bununla birlikte, aslolan, bir kovan çubuğu değil, bu çubuğun çevresinde oluşup büyüyen ve tüm verimini bize sunan arı kovanı olabilmektir.

∗∗∗

TUPAMAROLAR’IN YILDIZI

20. yüzyıl Latin Amerika’sında bir özgürlük hareketi olarak öne çıkan Tupamarolar, köklerini 18. yüzyılda İspanyol sömürgeciliğine karşı başkaldıran Tupac Amaru’ya dayandırır. Bu tarihi figür, cesareti ve direnciyle yalnızca kendi döneminin değil, yıllar boyunca birçok devrimcinin ilham kaynağı oldu. İşte bu ilhamla, Uruguay’da 1960’lı yılların başında, köylülerin toprak hakkı mücadelesinden işçilerin grevlerine kadar pek çok toplumsal hareketin birleşimiyle Tupamarolar sahneye çıktı.

Önderliğini Raul Sendic’in yaptığı bu hareket, kent merkezli bir gerilla stratejisi benimsedi. Ülkenin coğrafi yapısına uygun olarak dağlarda değil, şehirde savaşmayı seçtiler. Mücadelelerinin ilk döneminde, şekerkamışı tarlalarında çalışan köylülerle başlayan örgütlenmeleri zamanla Montevideo’daki işçi hareketleriyle birleşti. Teorik ve pratik hazırlıkların ardından 1966-1972 arasında 150’den fazla eylem gerçekleştirdiler.

Tupamaroların en görkemli hamlesi, 8 Ekim 1969’da Pando kasabasında kontrolü sağladıktan sonra büyük bir gerilla grubuyla polis karakolunu, telefon santralini ve üç bankadan ele geçirdikleri 357 bin doları halka dağıtmasıyla gerçekleşti.

Bu eylemler, bazen bir zengini bağış yapmaya zorlamak, bazen büyük market zincirlerinin mallarını halka dağıtmak, bazen bir kumarhaneyi soymak, bazense bir radyo yayınını ele geçirerek halka seslenmek şeklinde vücut buldu. Halkın gözünde giderek “Robin Hood gerillaları”na dönüştüler.

Modern RobIn Hood’lar: 
Örgüt Uruguay’daki Amerikan destekli hükümetlere karşı protestolar düzenliyordu. Bir süre sonra Robin Hood’lar olarak anılacak ekip, bankaları ve zenginlerin işyerlerini soyuyor; bu paraları yoksullar arasında paylaştırıyorlardı. Mujica da artık Marksist bir gerillaydı ve çok geçmeden örgütün liderlerinden biri olmuştu.

Ancak bu yükseliş karşısında devlet, CIA destekli “ölüm mangaları” ve özel kuvvetler aracılığıyla yoğun bir bastırma süreci başlattı. 1971’deki büyük firarlarla iyice köşeye sıkışan hükümet, 1972’de iç savaş ilan etti. Kısa sürede binlerce kişi tutuklandı. 1973’te ise askeri darbe gerçekleşti. Tupamaroların önder kadrosu, aralarında José Mujica'nın da bulunduğu dokuz kişi, 13 yıl boyunca hücrelerde tutuldu. Onların yokluğunda hareket büyük ölçüde pasifize edildi.

1985'te diktatörlük son bulduğunda, cezaevinden çıkan Tupamaro liderleri büyük bir halk desteğiyle karşılandı. Bu noktadan itibaren silahlı mücadeleyi geride bırakıp demokratik siyasete yönelmeye karar verdiler. Halk Katılım Hareketi’ni kurarak, 1989’da ilk seçimlerine girdiler ve başkent Montevideo’da yerel yönetimi kazandılar. Bu başarıyı ülke genelinde %23’lük bir oy oranıyla taçlandırdılar.

Tupamaro isyancılarının liderlerinden biri olan Mujica, Uruguay'ın askeri diktatörlüğü tarafından on üç yıl boyunca hapiste tutuldu. Mujica 1985’te hapisten çıktı.

José Mujica, bu dönüşümün en sembolik figürü haline geldi. Gerilla günlerinden meclise, oradan da başkanlığa uzanan yolculuğu boyunca kolektif  ve devrimci değerlerden sapmadı. Sosyalizmi, halkın kendi yolunu kendisinin çizmesi gerektiği bir mücadele olarak yorumladı. Onlara göre sosyalizm, diğer ülkelerin örneklerinin bir taklidi değil, halkın kendi deneyimleriyle yoğrulan, özgürlük ve eşitlik temelinde inşa edilen bir yaşam biçimiydi.

Bugün Tupamarolar, yalnızca Uruguay’ın değil, tüm Latin Amerika’nın belleğinde adalet, direniş ve değişimin adı olarak yaşıyor. Onların mirası, eylemin gücüne, halkın iradesine ve umudu diri tutmaya dair güçlü bir hatırlatmadır.

∗∗∗

‘SARAYSIZ BAŞKAN’ MUJICA: "HAYAT GEÇİP GİDER, ONU SATIN ALAMAZSINIZ"

"Gereksiz ihtiyaçlardan oluşan koca bir dağ yarattık. Bir şeyler satın alıp sonra çöpe atıyoruz. Aslında boşa harcadığımız şey hayatlarımız. Bir şey satın aldığımda ve ya siz aldığınızda ödemeyi parayla yapmıyoruz. Ödemeyi yaşamımızdan, para kazanmak için harcadığımız zamanla yapıyoruz. Aradaki fark ise şu; hayatı satın alamazsınız. Hayat geçip gider... Ve hayatınızı boşa harcayıp özgürlüğünüzü kaybetmek korkunç bir şeydir."

(…) Sosyalizm, çok farklı anlamlar yüklenilen ve karmaşıklaştırılan bir sözcük haline geldi. En yalın haline indirgemek gerekirse, insanların özgürlüğü ve eşit haklara sahip olması için mücadele ediyoruz.

∗∗∗

PEPE İÇİN MESAJLAR

Latin Amerika’nın yanı sıra birçok dünya lideri, yaşamını yitiren Uruguay’ın efsaneleşmiş solcu lideri için taziye mesajları paylaştı.

Mujica’nın Halk Katılım Hareketi (MPP) üyeleri, partinin merkezinin önünde toplanarak “Hasta siempre, viejo querido” (Sonsuza dek, eski dost) yazılı pankart açtı.

Uruguay Devlet Başkanı Yamandu Orsi, “Yoldaşımız Pepe Mujica'nın vefatını derin bir üzüntüyle duyuruyoruz. Başkan, militan, lider ve önder... Seni çok özleyeceğiz sevgili ihtiyar adam. Bize verdiğin her şey ve halkına duyduğun derin sevgi için teşekkür ederiz” dedi.

Mujica ile aynı dönem görev yapan Arjantin’in eski solcu Devlet Başkanı Cristina Kirchner, “Latin Amerika, hayatını aktivizme ve vatanına adayan büyük bir adama veda ediyor. Pepe, seni çok özleyeceğiz” ifadelerini kullandı.

Bolivya’nın eski Devlet Başkanı Evo Morales de X’teki paylaşımında “Kardeşim Pepe Mujica’nın ölümü nedeniyle büyük üzüntü içindeyiz. Her zaman deneyim ve bilgelikle dolu tavsiyelerini hatırlayacağım” ifadelerini kullandı.

Meksika Devlet Başkanı Claudia Sheinbaum, Mujica’yı “Latin Amerika ve tüm dünya için bir örnek” olarak tanımladı.

Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inacio “Lula” da Silva da “Onun insani büyüklüğü, Uruguay’ın sınırlarını ve başkanlık görevini aştı. Sözlerinin bilgeliği, Latin Amerika için gerçek bir birlik ve kardeşlik şarkısı haline geldi” dedi.

Bolivya Devlet Başkanı Luis Arce de “Sevgili Pepe, bu zor zamanlarda sana en derin destek ve sevgimi gönderiyorum. Mücadele ve sosyal adalete olan bağlılığın (Uruguay’da) bir ışık olmaya devam ediyor” dedi.

Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo Petro, X’te Mujica ile birlikte çekildiği bir fotoğrafını paylaşarak “Pepe Mujica, büyük devrimci, Uruguay'ın başkanı, hayatını kaybetti. Hoşça kal, dostum. Umarım bir gün Latin Amerika'nın bir marşı olur; umarım bir gün Güney Amerika Amazonya olarak adlandırılır” dedi.

Şili Devlet Başkanı Gabriel Boric, X’te “Fiziksel olarak gitmiş olabilirsin, ama her zaman buradasın. Sana sözüm, şubat ayında çiftliğine diktiğimiz zeytin ağacı yeşerecek” paylaşımını yaptı.

İspanya Başbakanı Pedro Sanchez, “Daha iyi bir dünya. Bu Pepe Mujica’nın inandığı, uğruna savaştığı ve yaşadığı şeydi. Siyaset böyle kalpten yaşandığında anlam kazanır” ifadelerini kullandı.

Plaza de Mayo annelerinden Estela de Carlotto, “O hiçbir zaman ölmeyecek birisi, çünkü o bir örnek” dedi.

Cumartesi Anneleri, "“Acılarını yakinen bildiğimiz insanlarla dayanışma göstermek istedik” diyerek 553. hafta oturmamıza katılması, onun dayanışma ruhunu bir kez daha gözler önüne sermişti." ifadelerini kullandı.

SOL Parti: Pepe’nin bir yerlerde yeniden başlayacağını biliyoruz… Onun döngüsü başka yıldızlarda parlayacak ve yeryüzündeki tüm arkadaşları, mütevazı ışığının altında o Tupamaro gerillasına bakıp ona şöyle seslenecek, “Hadi Pepe, bir daha yapalım!”

*Hoşça kal Pepe

BİRGÜN

PKK fesih bildirisindeki o cümle: Özerklik vurgusu -Yalçın Doğan/T24-


Tarihsel analize göre, PKK bildirisindeki cümlenin anlamı çok net. Lozan ve 1924 Anayasası’na karşı çıkmak bir önceki döneme duyulan özlemi vurguluyor: Özerklik!.. Hatta, Sevr’e göre, bağımsız Kürdistan!..

Bilinmesi gereken iki konuşma var.

Fesih kongresi başkanı Duran Kalkan PKK’nın yaşayan beş kurucusundan biri ve KCK Yürütme Kurulu üyesi. Açılışta şunu söylüyor:

“Bu kongremiz PKK’yı tarihsel olarak sonlandırma kongresidir.

Tabii bu bir son değil.

Bu sonuçlandırmayla yeni çıkışlara fırsat tanınmak isteniyor.

52 yıllık Apocu hareketin tarihte yerine getirdiği misyonunu doğru anlayarak, kendimizi önümüzdeki yeni süreçte daha etkili ve güçlü hale getireceğiz.” (Mezopotamya Haber Ajansı)

İkinci konuşma KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Bese Hozat’a ait, o da benzer düşüncede:

“Bu bitiş kongresi değildir, yeni bir başlangıç, dönüşüm ve yeniden yapılanma sürecidir.” (Mezopotamya Haber Ajansı)

En kritik cümle

Madem “son değil, yeni bir başlangıç”, nedir o “başlangıç?”

PKK açıklamasında bizi “o başlangıca” götürecek cümle şu:

“PKK kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası’ndan alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı, halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı.”

Türkiye Cumhuriyeti’ne büyük sataşma!

Aynı zamanda PKK’nın bundan sonra amacını belirten olağanüstü önemli bir vurgu. Anlamını kavramak için Lozan’a, 1924 Anayasası’na ve öncesine bakmak gerekiyor.

Sevr’de Kürdistan maddeleri

İlk adım Osmanlı’nın paylaşılmasına yol açan Sevr Antlaşması.

Sevr’de Kürdistan başlıklı üç madde var, 62, 63 ve 64. maddeler. 62. maddede özetle:

“Fırat’ın Doğusunda Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini İngiliz, Fransız ve İtalyanlardan oluşan bir komisyon hazırlayacaktır.”

64. madde bir adım daha ileri gidiyor, özetle:

“Antlaşmanın yürürlüğe girmesinden bir yıl sonra bu bölgelerdeki Kürtler, nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti Konseyi’ne başvururlarsa, Konsey bu nüfusa bağımsızlığı layık görür ve Türkiye’ye tavsiye ederse, Türkiye bu tavsiyeye uymayı ve bu bölgelerdeki bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeyi taahhüt eder.” (Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, s.30).

10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Kürtlere özerklik veriyor, hatta bağımsız Kürdistan vadediyor.   

1921 Londra Konferansı

Mustafa Kemal önderliğinde Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de açılıyor.

TBMM’de Kürt milletvekilleri de var, hepsi canla başla Kurtuluş Savaşı’ndan yana. Buna paralel, çeşitli Kürt Aşiretlerinden Meclis’e gönderilen destek mesajları var. 

Bunu gören İngilizler politika değiştiriyor. Sevr’den beş ay sonra 25 Ocak 1921’de Yunanlıların katılımıyla Londra Konferansı toplanıyor. Orada Sevr’e göre tam ters bir gelişme yaşanıyor.

“İngilizler Kürtlerin ayrılmak istemediğini görmüş, Londra Konferansı’nda Sevr Antlaşması’nın Kürdistan maddelerini gözden çıkarmışlardır.” (Bilal N. Şimşir, Kürtçülük, Cilt 1, s.472).

1921 Anayasası, 11. madde

İngilizlerin politika değiştirmesinin daha köklü bir nedeni var.

Londra Konferansı’ndan beş gün önce 20 Ocak 1921’de TBMM 1921 Anayasası’nı kabul ediyor.

1921 Anayasa’sında çok önemli bir madde var, 11. madde. Türkçeleştirilmiş özeti şöyle:

“İller yerel özerkliğe sahiptir. Dış politika, adalet ve savunma hariç, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, imar ve sosyal işlerin düzenlenmesi il yönetimlerinin yetkisindedir.”

1921 Anayasası ayrım yapmadan, bütün bölgelerde illere özerklik tanıyor.

16 Ocak 1923’te Mustafa Kemal’in dönemin ünlü yazarlarıyla bir araya geldiği, saatlerce süren İzmit Basın Toplantısı var. Orada Ahmet Emin Yalman’ın Kürt Sorunu ile ilgili sorusuna Mustafa Kemal:

“Ayrı bir Kürtlük düşünmektense, Anayasamız zaten yerel özerklik tanımıştır. Hangi vilayetin halkı Kürtse, onlar da kendilerini özerk olarak yönetmektedir.” (Taha Akyol, a.g.k., s.237).

Lozan’da Kürtler

Şimdi gelelim, Lozan Antlaşması’na ve 1924 Anayasası’na.

Lozan’da İngilizlerin girişimiyle Kürtler iki kez gündeme geliyor. Biri “Azınlıklar” görüşülürken, diğeri Musul Sorunu tartışılırken. İsmet Paşa:

“Kürtler ve Türkler birdir, eşit vatandaşlık hakkına sahiptirler, TBMM’de Kürt milletvekilleri vardır.”

İngilizlerin “o milletvekillerinin çoğu okuma yazma bile bilmiyor, Kürtleri temsil etmiyor” itirazına Kürt milletvekilleri ağır sözlerle karşılık veriyor. (Taha Akyol, A.g.k., s.237).

Lozan’da Kürt konusu kapanıyor. 

1924 Anayasası

Öte yandan, Kürtlerin yaşadığı illere de özerklik tanıyan 1921 Anayasası ömrünü tamamlıyor, yerine 1924 Anayasası geliyor.

1924 Anayasası’nda illerin özerkliğini kaldırılıyor.  

Sevr bağımsızlık yolunu açarken, Lozan o defteri kapatıyor. 1924 Anayasası ise, 1921’de verilmiş olan özerkliği kaldırıyor.

Bu nedenle PKK bildirisi “Lozan Antlaşması’nı ve 1924 Anayasası’nı Kürt imha ve inkâr siyaseti” olarak tanımlıyor.

İhtimali unutmadan

Tarihsel analize göre, PKK bildirisindeki cümlenin anlamı çok net.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ve temelini oluşturan Lozan ve 1924 Anayasası’na karşı çıkmak bir önceki döneme duyulan özlemi vurguluyor:

Özerklik!.Hatta, Sevr’e göre, bağımsız Kürdistan!..

DEM Eş Başkanı Tuncer Bakırhan dün bu cümleyi soran gazetecilere, “siz onu yazanlara sorun” diye geçiştiriyor.

PKK bildirisini öve öve bitiremeyen Devlet Bahçeli ise, Lozan ve 1924 Anayasası’na yapılan göndermeyi ağzına almıyor.  

Elli yıldır süren terörün bitmesini istemeyen tek bir yurttaşımız yok, olamaz da!..

Terörsüz döneme adım atıyoruz, muhteşem bir umut!..

O beklenti içinde hangi ihtimallerin bulunduğunu unutmadan.

Yalçın Doğan/T24

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...