soL "Köşebaşı + Gündem" -31 Mayıs 2025-

Cumhuriyetçiler Kurultayından sonra…-Aydemir Güler-Kurultay’dan önce, ilerici olan her şeyin iktidar mekanizmalarından uzaklaştırıldığı ülkemizde, düzen içi iyileştirme öngören perspektiflerin giderek daha fazla emek eksenine yaklaştığını gözlemleyebiliyorduk. Kurultay bu gözlemi doğrulamıştır.

Cumhuriyet bugün birleştirici politik zemin olarak saptandığında, “başa döndük” diyen çıkabilir… Solun içinden bakıldığında ve kavram seti olarak solun geçmişindeki repertuvarla sınırlı düşünüldüğünde, akla 1960’ların sonundaki yükselişin gelmesi kaçınılmazdır. O zamanlar gençlikte kök salan, aydın kesimlere yayılan MDD hareketi bir Kemalist-sosyalist ittifakı öngörüyordu… 

Kemalist-sosyalist ittifakı ifadesini, sevgili Atilla Özsever geçtiğimiz Perşembe kullandı, soL portalda. Bana kalsa, sosyalist terimini birkaç nedenle kullanmazdım, ama bunu en sona bırakacağım… 

*    *    *

Türkiye’de komünizm ulusal kurtuluş mücadelesine doğdu. Dolayısıyla benzer bir nosyon, daha eskilerde de söz konusu olmuştur. Memleketin kurtuluş ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Kemalist merkez tarihsel anlamıyla devrimci bir misyon üstlenmişti. Dönemin TKP’si ve genel olarak Marksist aydınlar da siyasete bu kritik noktadan yaklaşmışlardır. Devrimcilerin bir devrimi desteklemelerinden daha normal ne olabilirdi? 

Elbette, bu konumlanış, Türkiye’nin sınıfsal kompozisyonunun zorunlu kıldığı bir ekle birlikte varlık kazandı. Daha önce de yazdık; mülk sahibi sınıflar Cumhuriyet’in devrimciliğini tırpanlamak üzere her daim iktidara eklemlenmişlerdir. Tırpanlanmayı da başardılar!

Komünistler de yeni merkezi desteklemek ve yanında yer almakla, eleştirmek ve karşısına dikilmek ikileminde kaldı. Bu kavşakta formül çok sade olabilir: Devrimin ilerlemesi anlamına gelen adımları destekle! Tersi yöndeki adımların karşısına dikil! 

Ne var ki, hayat daha karmaşıktır. Yeni rejim, yani Cumhuriyet iktidarı, Kemalizmin ister damga vurduğu, isterse daha edilgen bir parçası olduğu evrelerde olsun, sürekli biçimde solu siyasetin dışına itmiştir. Sol, merkezi desteklemek için bile devreye sokulmamış, itirazları sert biçimde bastırılmıştır. Komünist hareketin acılı tarihi Kemalizmden sonra başlamış değildir… 

Bu durumda TKP’nin, bizim Parti Tarihi’nde taktığımız isimle, uzun “arayış” yılları, mevcut düzenin devrimci yanını gözetip desteklemeye çalışırken, aynı düzenin sömürücü ve baskıcı karakterine karşı mücadele etmeyi bütünlüklü bir strateji ve etkili bir pratik haline getirme çabasıyla geçti. Bu zeminde tutarlı ve sürekli bir eylem çizgisi üretmek kolay iş değildi. En sağlam görünen formülasyonların hayatta karşılığı olmamış, pratik çıkış denemeleri bir stratejiye bağlanamamıştır. Bu zorluğu görmezden gelen kimilerinin söz konusu tarihi teslimiyetçilikle, Kemalizm sapmasıyla vb. “mahkum” etmelerini ciddiye alamıyorum.

*    *    *

1960’larda bir kısım komünist, tam da sol-Kemalizm egemen güçler tarafından tasfiye edilmekteyken olmayacak beklentilere girdi. Milli mücadeleden gelen Ordunun içinde yurtsever duyuların var olduğu doğruydu. Ama NATO’nun üyesi bir kurumdan ilerici müdahale beklemek temelsizdi. Emperyalizmle bütünleşen Türkiye kapitalizmi kriz üretiyor, dikiş tutmuyordu. Ama burjuvazinin millisini aramak beyhude çabaydı…

Solun içinden bakan ve kavram seti olarak solun geçmiş repertuvarıyla sınırlı düşünenlerin “başa döndük” diyecekleri nokta buralara denk düşüyor. Oysa köprülerin altından o kadar çok su aktı ki, komünist, sosyalist ve devrimci harekette geçmişte etkili olan Milli Demokratik Devrimcilik 2025’te güncellenemez.

1920’lerde komünist hareketin Cumhuriyet’te pozitif rezonansa gireceği bir damar araması yanlış değildi. 1960’larda Türkiye kapitalizminin içinde devrimci bir dinamiğin galebe çalacağını düşünmek, asker ve bürokrasinin devrime kazanılabileceğine bel bağlamak ise yanlıştır… Türkiye’nin aydınlanma devrimini kaldığı yerden ileriye taşıyacak olan yola çoktan sosyalist devrim tabelası asılmıştı. 1920’lerden 1960’lara da çok şey değişmişti. 1960’larla günümüz arasına, bir de karşıdevrim yerleşti.

Özetle “başa” dönemeyiz. Sosyalist karakter taşımayacak bir devrimci hamle, MDD seçeneği, eskiden geçersizdi; şimdi büsbütün gündem dışı. Sol, geçmişte, ortak bir devrimci hamle yararına Kemalizme doğru bir adım atıyordu. Ama sosyalizmi ileri bir geleceğe ertelemek pahasına… 

Aslında sol-Kemalizm o zaman da bir tür “sosyalizm” öngörüyordu. Ama işçi sınıfının taşıyabileceği bir sosyalizm değildi bu. Belki kapitalizmi dışlayan bir alternatif düzen bile değildi. Devrimci yöntemler öngörseler de, kapitalizm içi bir reform programı yapılıyordu…

Kurultay’dan önce, ilerici olan her şeyin iktidar mekanizmalarından uzaklaştırıldığı ülkemizde, düzen içi iyileştirme öngören perspektiflerin giderek daha fazla emek eksenine yaklaştığını gözlemleyebiliyorduk. Kurultay bu gözlemi doğrulamıştır. Öyle ki, şimdi Cumhuriyetin olsa olsa bir “emekçi cumhuriyeti” olarak ayağa kalkacağı tezinin yeni ortak paydamız olacağı hissediliyor. Sosyalizm belirsizliğe doğru ertelenmiyor; 21.yüzyıl Türkiye’sinde güncel bir bağlama oturtuluyor… 

*    *    *

Yukarıdaki soruya geleyim artık; buna neden Kemalist-sosyalist ittifakı demek içime sinmiyor? 

Cumhuriyetçilik solda en önemli ayrışma çizgisi haline gelirken, sosyalistlerin ciddi bir kesimine Cumhuriyet karşıtlığı, piyasacılık, laisizm eleştirisi bulaştı. Daha önceki bir yazıda söylediğimi tekrar edeyim; beğenelim beğenmeyelim, bugün Türkiye sosyalistlerinin ciddi bir kesimi liberalizmin değişik derecelerde etkisi altında. Ayaklarını Cumhuriyet Devriminin mirasına basmayı reddediyorlar veya bu noktada tereddüt yaşıyorlar. Kemalizmin ne tarihsel karakterini ne bugününü anlıyorlar. Dolayısıyla sosyalistlerin bütününün Cumhuriyetçiler Kurultayıyla barışık olduğunu söyleyemiyoruz. Bugün sosyalistlerin önemli bölümü, eskinin sol-Kemalistlerinin gerisindedir. 

Kemalist-komünist ittifakından çıkacak olansa sosyalizmdir. Bugün Cumhuriyet mücadelesi, 1930’ların ihyası değil eşit ve özgür bir geleceğin kazanılması olarak düşünülmelidir. 

                                                            /././

Sermaye sınıfının hırsı, aklı, korkuları ve savaş kışkırtıcılığı -Erhan Nalçacı-

Dünyayı savaşın eşiğine getiren ve büyük iklim sorunlarına yol açan asalak sınıf belki bir altı ayını sığınakta emekçiler yeryüzünde can verirken geçirebilir, ama emekçi sınıflar onları almaya geldiğinde ne yapacaklar bilmiyoruz.

Sermaye sınıfı kaçınılmaz bir şekilde dünyayı savaşa sürüklüyor. Hırsı, bazen çaresizliği ve aklı arasındaki ilişki gidip geliyor, sonunda hırsı ve güdüleri öne çıkıyor. Daha önceki farklı uluslardan emekçilerin birbirini katlettiği savaşlar böyle çıktı, Birinci, İkinci Dünya Savaşları ve diğer paylaşım savaşları… 

Bu yazıda bu meselenin güncel örneklerine bakalım.

Rusya ve Ukrayna Savaşı bir emperyalist barışla, yani kapitalist tekellerin ulusal devletleri arasında yeni bir paylaşımın geçici olarak kayıt altına alınması ile sonlanacaktı. Hatta İstanbul’da ikinci tur görüşmenin 2 Haziran’da yapılacağı kesinleşti.

Ancak daha önce yazılmıştı bu köşede, daha barış olmadan yeni bir savaşın ağı örülmeye başlandı diye.

Avrupa’daki emperyalist devletlerin başlıcaları kendilerini ABD tarafından kullanılmış ve kandırılmış hissediyorlar. Tam pandeminin örselediği ekonomiyi toparlamaya çalışacakken ABD tarafından Rusya’ya karşı Ukrayna halkının kullanıldığı bir vekâlet savaşına sürüklendiler. Bir yenilgi yaşamanın dışında Rusya ile herkesin işine gelen doğal ekonomik havzaları çöküntüye uğradı, karşılığında hiçbir vaat gerçekleşmedi.

Son 25 yıl içinde Avrupa sanayisinin dünya payının %23’lerden %14’e düştüğü söyleniyor. Üretim kapasitesinde genel bir gerileme var ve Avrupa resesyonun sınırlarında dolanıyor.

Şimdi AB’nin Rusya ile savaşmaya hazırlanmak için ayırdığı 800 milyar Avroyu silah sanayine akıtarak durumu kurtarmaya çalışıyorlar ve Ukrayna başta olmak üzere doğudan paylarını istiyorlar.

Geçen iki hafta boyunca bu kez İngiltere’nin kışkırtıcılığında oluşan emperyalist merkez Almanya’nın yeni hükümetini Ukrayna’ya Taurus füzelerini vermek için yüreklendirmeye çalıştı. Bu uzun menzilli ve isabet kapasitesi yüksek güdümlü füzeleri Almanya’nın önceki koalisyon hükümeti Ukrayna’ya göndermeye cesaret edememişti.

Son iki hafta İngiltere, Fransa ve Almanya’nın Ukrayna’ya gönderdiği silahlarda menzil kısıtının kalmadığına dair korkutucu açıklamalar ile geçti. Rusya ise bunun savaş anlamına geldiğini, eğer Moskova bombalanırsa aynısının Berlin’in başına geleceğini çeşitli vesilelerle bildirdi. Ukrayna’da şu veya bu şekilde bir barış beklenirken Avrupa’ya yayılan bir savaşın eşiğine kadar gelindi.

İki gün önce Almanya ve Ukrayna arasında yapılan görüşmelerden sonra Taurus füzelerinin temin edilmeyeceğini ancak Ukrayna’ya uzun menzilli füzelerin üretimi için ortak bir yatırım yapılacağı açıklandı.

Bu karar Alman sermayesinin İngiltere’nin arkadan itmesi ile ön cepheye sürülmeye ikna olmadığı ama Ukrayna’dan da vazgeçmediği anlamına geldi.

Sermaye dünyasının hırs, intikam, mülk ve sömürü tutkusu ve çaresizlik sarmalında savaşa yaklaşıp uzaklaşmasını izlemeye devam edeceğiz.

***

Bir diğer örnek ise ABD’de yaşanıyor.

Trump tarafından duyurulan yeni savunma sistemi “Altın Kubbe” hırs ve akıl eksikliğinin arasında sıkışmanın ve savaş kışkırtıcılığının yeni bir aşamasına benziyor.

175 milyar dolar gibi astronomik bir maliyeti olan savunma sistemi düşman tarafın ABD’ye fırlattığı kıtalararası füzeler dâhil bütün hava saldırılarını çok önceden algılamayı ve fırlatma üssünde veya yolda yok etmeyi amaçlıyor.

Neden örneğin çelik kubbe değil de altın kubbe, bu Trump’ın nezdinde sermaye sınıfının görgüsüzlüğünü ve ihtişam hırsını yansıtıyor, her şey, savunma kubbesi bile yaldızlı olacak.

Öte yandan sermaye sınıfının korkuları ve savaş kışkırtıcılığını bize gösteriyor. 

Günümüz nükleer dünyasının savaş caydırıcılığında eğer karşı tarafın attıkları diğer tarafa hiç ulaşamıyorsa nükleer silah kullanmaya bu canavarlar çok daha kolay ikna olacaklardır. Dolayısıyla “savunma” aslında ağır bir saldırıdır. Savaş kışkırtıcılığı bir yana en azından emekçi halklara hiçbir yararı olmayan bir askeri rekabeti ve harcamaları çok artırması beklenir.

Gerçekten ABD halkının sosyal ücretleri her gün daha çok kesilirken 175 milyar doların başta Elon Musk olmak üzere sermaye sınıfına aktarılacağından ve bir kriz öteleme operasyonu olduğundan şüphe duymaya gerek yok.

Aynı zamanda hilebazca bir uyanıklık. Kanada’ya “Altın Kubbe’ye katılmak istiyorsan 61 milyar dolar ver veya 51. eyaletimiz olmayı seçip bedava yararlan savunmadan” denmiş. Belki 850’li numaralardan müşteri temsilcisi iletmiştir bu seçenekleri Kanada devletine. Kapitalizmin zıvanadan çıkmış saçmalıklarına aşina olmamıza rağmen insan şaşırıp kalıyor işlerin geldiği boyuta.

Korku kısmına gelelim işin.

ABD coğrafyası katıldığı birçok paylaşım savaşına rağmen önemli fiziksel bir saldırı ve yıkım görmedi bugüne kadar. Ancak Altın Kubbe projesi bir saldırıyı öngördüklerini de gösteriyor. Bu korku ABD emperyalizmi için çok önemli bir gerileme noktası olarak görülebilir.

***

Son olarak sermaye sınıfının dünyayı bu hale getirdikten sonra kendini korumak için geliştirdiği projeye bakalım: Patronlar için yapılmış sığınaklar.

ABD’de ekonomik sıkıntı, sosyal devletin çok zayıf olması ve son yıllarda yaşanan felaketlerle 2024 içinde evsizlerin oranının %18 arttığı söyleniyor. Bugün bir gecelik kesitte evsiz sayısının 800 bin kişiye yaklaştığı bildiriliyor.

Dünyanın canını okuyan ABD’li patronlar ise kaçışı yer altı sığınakları daha doğrusu yer altı saraylarında buluyorlar. Örneğin, Zuckerberg’in Hawaii’deki 5 bin metrekarelik sığınağında 30 yatak odası ve 30 banyo bulunuyormuş.

ABD’li patronların kıyamet sığınakları için 21 trilyon dolar kadar para harcandığı yazılıyor.

Dünyayı savaşın eşiğine getiren ve büyük iklim sorunlarına yol açan asalak sınıf belki bir altı ayını sığınakta emekçiler yeryüzünde can verirken geçirebilir, ama emekçi sınıflar onları almaya geldiğinde ne yapacaklar bilmiyoruz.

                                                           /././

Hâlâ korkuyor, hâlâ saldırıyorlar: 'Çünkü Gezi Direnişi'nin izleri halkımızın hafızasında hâlâ taze'-Yalçın Çuğ-

Türkiye'nin direniş hafızasında önemli bir yere sahip olan Gezi Direnişi'nin üzerinden 12 yıl geçti. İktidar çeşitli saldırılarıyla hâlâ direnişin adını lekelemeye çalışırken, TKP MK üyesi Önoğlu soL'un sorularını yanıtladı.

12 yıl önce milyonlarca yurttaş AKP zorbalığına karşı sokakları ve meydanları doldurarak direnişe geçti. Aylarca devam eden direniş, hâlâ Türkiye toplumunun hafızasında önemli bir yere sahip.

Bu yüzdendir ki iktidar, Haziran veya Gezi Direnişi'nin meşruluğuna ve halkın direnme hakkına yönelik saldırılarını sürdürüyor. 12 yılın ardından çeşitli soruşturmalar ve iftiralarla bu onurlu direnişin adını lekelemeye çalışıyor.

Direniş esnasında patronlara seslendiği bir toplantıda "Oradaki ağaçlarda bunları sallandıracaksın" diyerek yurttaşları hedef alan zihniyet, sermaye sınıfına peşkeş çekmeyi sürdürürken; ona karşı meydanlarda "Bu halk sana boyun eğmez" sloganını yükseltenler ise mücadelelerine devam ediyor.

Haziran Direnişi'nin yıl dönümünde Türkiye Komünist Partisi (TKP) Merkez Komite üyesi Berkay Kemal Önoğlu, soL'un sorularını yanıtladı.

'Türkiye tarihinde unutulmayacak bir kilometre taşı'

TKP Haziran Direnişi'ni nasıl değerlendiriyor? 

TKP için Haziran Direnişi, Türkiye’nin son yıllarına damga vurmuş en önemli halk ayaklanmalarından bir tanesi. Türkiye'de toplumun geniş kesimlerinin örgütsüzleştirildiği, toplumsal dinamiklerin tasfiye edildiği bir dönemde kuvvetli bir itiraz anlamını taşıyor. 

“Haziran Direnişi’nde toplum halk oldu” demiştik. Yakın zamanda Genel Sekreter Kemal Okuyan'ın da altını çizdiği gibi mücadele ederek halk olunur, hakkını arayarak halk olunur. Bugün AKP; yurttaşları tebaa haline getirmek ve cumhuriyet kazanımlarının tasfiyesiyle işçi sınıfını, hakkını arayan, grevler örgütleyen, mücadele eden bir sınıf olmaktan çıkarıp ancak sadaka isteyebilecekleri bir toplumsal yapıyı dayatmak istiyor.

Bunun karşısında ise toplum mücadele ederek, halklaşarak, haklarının bilincinde olarak ve bu hakları kazanmak, yitirmemek için omuz omuza vererek bir direnç oluşturabilir. Haziran Direnişi de bu doğrultuda en önemli çıkış noktalarından bir tanesi olmuştu ve bugüne dek de izlerini görüyoruz.

10 milyonu aşkın insanın Türkiye’nin neredeyse bütün illerinde sokakları, meydanları doldurduğu ve AKP’ye de AKP'nin temsil ettiği karşı devrime de sığmayacaklarını, boyun eğmeyeceklerini en güçlü şekilde gösterdikleri bir toplumsal direnişti o. Ve takip eden yıllarda da Türkiye tarihinde unutulmayacak bir kilometre taşı haline geldiğini, tarihimize kazındığını söyleyebiliriz Haziran Direnişi’nin.

'Tertemiz bir direnişse örgütlü komünist hareketin büyük bir emeği var'

Haziran Direnişi denildiğinde akıllara gelen ilk görüntülerden biri de TKP’nin AKM’den sallandırdığı Boyun Eğme pankartı oluyor. Bu slogan direnişin sembollerinden biri haline gelirken, peki TKP bu süreçte neler yaptı? O günlerde nasıl bir rol üstlendi?

Haziran Direnişi büyük bir başkaldırıydı ama bu başkaldırının örgütlü bir halk hareketine dönüştürülmesi, bu halk hareketinin kimi taleplerde ya da kimi hassasiyetlerde ortaklaşması ve mücadeleyi de bu anlamda daha kuvvetli bir zeminde devam ettirmesi gerekiyordu. 

Haziran Direnişi’ne damga vuran talepler AKP ile temsil olunan karşı devrim cephesinin karşısına bir bariyer çekmek, mücadele kültürünün yok edilişine ve gerici, emperyalist odakların kontrolüne giren bir Türkiye'ye karşı yurtseverce bir itirazı yükseltmekti. 

Fakat ne oldu? Bu kadar geniş bir katılıma sahip toplumsal hareketler doğal olarak farklı siyasi odaklar tarafından farklı anlamlar yüklenerek, oraya buraya çekiştirilmek istenir. Bu mücadele de kimi liberal çevrelerce yaşam tarzına müdahale vb. daha az toplumsal, daha fazla bireysel başlıklara sıkıştırılmak istendi.

Burada komünistlere büyük sorumluluk düştü. Elbette Türkiye Komünist Partisi de Haziran Direnişi’nin başından itibaren buradaki toplumsal hareketliliği bir program doğrultusunda örgütlemeye ve hareket ettirmeye çalıştı, gayret etti. 

Bugün dahi hatırlanacaktır, TKP halk hareketine yön veren önemli güçlerden bir tanesi oldu ve ona gölge düşürülmesine izin vermedi. Haziran Direnişi tarih önünde aklanmış, tertemiz bir direnişse bunda örgütlü komünist hareketin büyük bir emeği var.

gezi

'Bayrak ahlaksızlıklarını gizlemek için kullandıkları bir örtü olmaya terk edilemeyecek kadar değerli'

Haziran Direnişi’yle bağlantılı olarak güncel tartışmalara da değinen bir soru sormak istiyorum. TKP'nin 1923 Devrimi ve döneminin devrimci kadrolarına yönelik değerlendirmesi, Türk bayrağına bakışı ve Cumhuriyet vurgusu çeşitli tartışmalara neden oluyor. Özellikle geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen Cumhuriyetçiler Kurultayı’yla birlikte bu tartışma yeniden gündeme gelmiş oldu. 

Oysa TKP, Haziran Direnişi’nde de Türk bayrağı kullandı. Hatta “Haziran Direnişi için Eylül Tezleri" başlıklı bildirisinde olduğu gibi o dönemde bu konulara dair çeşitli çıkışlarda bulundu.1 Kısacası TKP’nin günümüzde tartışılan başlıkları 12 yıl öncesinde de gündeme getirdiğini görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?

Bayrak, onu kullanan güçler tarafından anlamı belirlenen ve üzerinde hegemonya mücadelesi verilen bir sembol aslında. Mücadele eden toplum halk haline gelir ve bayrak da en çok halkın eline yakışır. Bu ülkede bayrak milliyetçilerin, liberallerin, kapitalistlerin kendi suçlarını, kendi ahlaksızlıklarını gizlemek için kullandıkları bir örtü olmaya terk edilemeyecek kadar değerli bir tarihsel anlam taşıyor. 

Türkiye'de toplumun geniş kesimleri başka bir Türkiye umuduyla mücadeleye giriştiği zaman ortaklaşma zemini gerekir. Bu ortaklaşma zeminini de tarihten türetiriz. Bizim tarihimizde ileriye dönük atılmış en büyük adım Cumhuriyet Devrimidir ve bayrak da bu devrimle özdeşleşmiş bir semboldür.

Belki biraz klişe olacak ama Türkiye'de sağcısıyla solcusuyla, yani muhafazakâr kesimler için de haksızlığa itiraz etmek, boyun eğmemek söz konusu olduğu zaman, ahlaksızlıklara karşı ses çıkarmak söz konusu olduğu zaman ortaklaşılan tarihsel miras 1923 Devrimi ve onun ifade ettiği anlam oluyor. 

Bayrak da bu devrimle özdeşleştiği için toplumsal mücadelelerde gayet tabi halkın eline yakışıyor. Bayrağı mücadele edenlerin elinde daha fazla gördükçe bu anlam da pekişecektir.

'Gençlerin çok büyük bir kısmı kaderini işçi sınıfının kaderiyle birleştirmiş görünüyor'

Kısa bir süre önce yaşadığımız 19 Mart sürecindeki eylemsellikte gençliğin yeri ve önemine dair birçok tartışma yaşandı. Benzer bir tartışma Haziran Direnişi’nde de yaşanmıştı. Gençliği ayrı bir özne olarak değerlendirebilir miyiz? 12 yıl önce veya bugün bir gençlik hareketinden söz edebilir miyiz?

Gençlik çok geniş bir kesim, tabii ki homojen bir yapıdan söz edemiyoruz. Gençlik sınıfsal ayrımların yanı sıra birbirinden ayrı koşullara sahip, üniversitelileri, liselileri, işsizleri, genç işçileri de kapsıyor. Biz yine de gençlik kavramını bir küme haline getirmeye çalışırsak, karşımıza Türkiye'de son yıllarda özellikle bir arayışta olma hali çıkacaktır. Bu arayışın kendisi oldukça kıymetli ve 19 Mart'ta ortaya çıkan şey de aslında bu arayışa işaret ediyordu. Bilhassa öğrenciler bu gençliğin önemli bir kısmını oluşturuyordu.

Elbette öğrenciler arasında da homojenlikten söz edilemez ama Türkiye’de özellikle bu dönemde, tarihte eşi görülmedik bir yoksullaşmaya terk edildiler. Bu yoksullaşma neticesinde kimileri üniversite eğitimlerini yarıda bırakmak zorunda kaldı, kimileri tarikat yurtlarına mahkûm edildi, çok büyük bir kısmı okurken çalışmak zorunda bırakıldı, yine çok büyük bir kısmı ilgi ve yeteneklerinden bağımsız olarak üniversite tercihlerini gerçekleştirmeye zorlandı. Gençler hayatlarını anlamlandırmakta, kendilerine yol çizmekte çok zorlandıkları bir dönemden geçiyorlar.  Aslında bu nedenle de gençlerin çok büyük bir kısmı kaderini Türkiye'deki işçi sınıfının kaderiyle birleştirmiş görünüyor.

Yaşam koşullarındaki son yıllara damga vuran bu altüst oluş, arayışı tetikliyor. Fakat akademinin tasfiyesi, örgütlenme yasakları, baskılar, gerici müfredat, eğitim altyapısının tahribatı, bilgi edinme hakkının gaspı gibi pek çok nedenden, gençlerin siyasi bir ideoloji geliştirmekte zorlandıkları da bir dönemdeyiz.
Dolayısıyla bu arayış çoğunlukla gençleri, çok yüzeysel bir biçimde milliyetçilik, sağcılık veya sosyalizm arasında çok kısa evrelerle değişimler yaşadıkları bir sürece sürüklüyor. Bu durum hem çok anlaşılır hem de çok büyük bir fırsat. 

Çünkü gençlerin ayağa kalkmasında da geleceğe dair bir Türkiye hayali üretmesinde de öne çıkan kimi unsurlar var. Bu ülkenin toprağına, kendi geleceklerine ve sevdiklerine sahip çıkma tutkusu; ülkelerini yağmalayanlardan, cumhuriyeti kemirenlerden kurtulma isteği… Bunun varacağı yer bellidir, temiz su yatağını bulacaktır.

Gençler bu duygularla sokaktaydılar, meydanları doldular. Ancak bu duyguların kalıcı bir siyasi programatikle buluşturulması konusunda daha yapacak çok iş var. 

Geçtiğimiz dönemlere kıyasla çok daha örgütlü, ilgili, politik bir gençlik toplamından söz edebiliyoruz. Bahse konu etkenler, biriktirdikleri örgütlenme deneyimi de tabii ki büyük bir avantaj. Gençlik ne kadar siyasallaşır ve ne kadar anlamlı bir siyasi zeminde ortaklaşırsa mücadele de o kadar güçlenecektir.

gezi

'AKP baş kaldırıyı özellikle seçtiği kimi figürler üzerinden lekelemeye çalışıyor'

Bir diğer sorum da 12 yıl önce yaşanan Haziran Direnişi’ne karşı yeniden başlatılan “cadı avı” hakkında. Bir yanda Osman Kavalaların davası varken, şimdi de menajer Ayşe Barım üzerinden yürütülen bir dava süreci başlatıldı. İki davanın da ana gündemi şu aslında: Kavala ve ilişkide olduğu kesimlerin “dış güçlerle” birlikte Haziran Direnişi’ni organize ettiklerinin öne sürülmesi. TKP bu davaları nasıl değerlendiriyor?

TKP bu davaların son derece maksatlı olduğunu değerlendiriyor. Türkiye'de adalet kurumlarına olan güven tamamen ortadan kalkmış durumda. Bunun sebebi AKP iktidarının yargıyı, muhalifleri ve muhalif toplumsal kesimleri cezalandırma aracına dönüştürmesi. Dolayısıyla AKP döneminde yapılan, politik saiklerle açılmış hiçbir yargılamanın hukuki ya da adil olduğunu değerlendirmeyiz.

Milyonlara ulaşmış, tertemiz, ak pak bir halk hareketinden söz ediyoruz. AKP’nin karşı devrimci uygulamalarına dönük en kuvvetli itirazdan söz ediyoruz. Ve son tahlilde de halkın vicdanında, tarih önünde aklanmış bir direnişten söz ediyoruz. AKP ise bu toplumsal baş kaldırıyı özellikle seçtiği kimi figürler üzerinden bir yargı konusu yaparak lekelemeye çalışıyor. 

Bahsettiğiniz gibi davalarda da uluslararası bağlantılar ya da emperyalist odakların yönlendirme teşebbüslerinden söz ediliyor. Bunun denenmiş olmasından daha doğal bir şey olamaz. Ancak Gezi, uluslararası, emperyalist odaklar tarafından yönlendirilemedi. 

Oysa bugün AKP, emperyalist odaklarca bir kumar masasına dönüştürülmüş bölge siyasetinde önemli pozisyonlar peşinde koşuyor. Bunun için kendi sermayedarlarının ve uluslararası sermayenin çıkarları için Türkiye’nin ve halkımızın çıkarlarını bozuk para gibi harcıyor.

AKP’nin daha iktidara gelirken uluslararası sermaye odaklarıyla ne kadar içli dışlı olduğu, onların yerli işbirlikçileri diyebileceğimiz büyük sermaye gruplarına nasıl hizmetlerde bulunduğu, kısa bir süre önce Medusa’nın Salı belgeselinde bir kez daha toplumun geniş kesimlerine hatırlatıldı.

Buna özellikle değinmek istedim, çünkü Haziran Direnişi aslında AKP’nin ülkemizi emperyalizmin oyuncağı haline getirmesine karşı da bir isyandı. Bugün ise AKP, Haziran Direnişi’ni emperyalist odaklarla ilişkilendirerek mahkûm etmeye çalıştıkça iyice inandırıcılığını yitiriyor. Adeta çırpınıyor.

Bu konu hakkında, Osman Kavala veya Ayşe Barım’la ilgili yani kişilere dönük kanaatimizden öte bir değerlendirme yapmakta fayda var.

gezi

'Gezi’nin izleri hâlâ halkımızın hafızasında taze'

Söyleşimizi bitirirken, yapmak istediğiniz ek bir katkı veya vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Türkiye toplumuna öylesine damga vurdu ki Haziran Direnişi, ne zaman başımızı kaldırıp ayağa kalksak, omuz omuza versek, Haziran Direnişi’ne referans veriliyor. Çünkü Gezi’nin izleri hâlâ halkımızın hafızasında taze. 

Toplumumuz, 12 yılın ardından, çok kereler olduğu gibi, bugün yine AKP zorbalığına karşı bir direnç gösteriyor. Bu direnci tüketmeden, düzen siyasetine meze edilmesine izin vermeden, tıpkı Gezi Direnişi’nde olduğu gibi bu toplumsal hareketi de kimi kılıflara uydurup mahkûm etmelerine izin vermeden güçlü bir politik doğrultuda sürdürmek ve AKP Türkiye'sine bu zorbalığa teslim olmayacağımızı göstermek zorundayız.

12 yılın ardından Haziran Direnişi’nde hayatını kaybeden bütün yurttaşlarımızı, gençlerimizi bir kez daha sevgi ve saygıyla anıyoruz. 

Buradan hareketle bugün, Ali İsmail Korkmaz'ın memleketi Eskişehir'de gençlik örgütlerimizin katkısı ve Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) Öğrenci İnisiyatifleri’nin çağrısıyla gerçekleştireceğimiz “Yaşamın Dozunu Yükselt” konserine bütün Eskişehirli yurttaşlarımızı ve gençleri davet ediyorum.

gezi

1.Türkiye Komünist Partisi, Eylül 2013'te 18 maddelik bir bildiri yayımladı. Yayımlanan bildirinin 12. maddesi şöyleydi:"Ay yıldızlı bayrağın Haziran direnişinde tuttuğu yeri bir arıza, bir bilinç eksikliği olarak görmek sadece direnişi anlamamak değil, direnişe sırt çevirmektir. Bayrakla simgelenen görüş, komünist şairimizin dizesinde saklı: Bu memleket bizim! Bu görüşten vazgeçmek ülkeden, halktan vazgeçmektir. Ülke aydınının, sosyalist hareketimizin, özgürlük ve eşitlik neferlerinin artık bu umutsuz ruh halinin eşiğinden bile geçmeye hakkı yoktur."
                                                            /././

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -31 Mayıs 2025-

 

Kapıda vize var; gidecek gemi, vizeyi verecek gümrük yok!-Eray Özer-

Yunan adalarında geçerli “Kapıda Vize” uygulamasına bu yıl iki ada daha dahil edildi. Patmos ve Semadirek/Samothraki. Lakin Samothraki’ye Türkiye’den ulaşım olmadığı gibi adadaki gümrük ofisi 12 yıldır kapalı durduğu için vizeyi verecek bir makam da yok! Samokthraki esnafı çok dertli

Kapıda vize

Bayram tatili dokuz güne uzatılmadı ama eminim yıllık izinlerinin bir kısmını kullanarak yaza başlamak için daha uzun bir dinlenme planlayanlar vardır.

Böyle tatillerde Yunanistan’ı tercih eden lakin Schengen Vizesi almakta zorlananlar için geçen yıl başlatılan “Kapıda Vize” uygulaması bazı zorluklarına rağmen epey işe yaradı ve ilgi gördü.

Hatta ben de “Kapıda Vize” yoluyla geçen yıl Midilli’ye gitmiş ve bu vizenin nasıl alındığını, gidiş yolunda neler yaşadığımı size aktarmıştım.

Bu yıl da uygulamanın süreceğini, üstelik geçen yıl kapıda vize alınabilen 10 Yunan adasına (Sakız, Kos, Midilli, Rodos, Samos, Limni, Leros, Kalimnos, Kastelorizo ve Simi) bu yıl iki ada (Samothraki ve Patmos) daha eklendiğini görünce yine merak duyguma yenik düşüp araştırmaya geri döndüm ve nihayetinde bir “tuhaf” durumla karşı karşıya kaldığımızı gördüm.

Şöyle ki; Samothraki, Türkçe ismiyle Semadirek, Türkiye topraklarına hiç de uzak olmayan lakin ulaşımın bildiğim kadarıyla sadece Yunan anakarasından, Dedeağaç’tan feribotlarla sağlandığı bir ada. (Yaz sezonunda bazı başka adalardan da aktarma oluyormuş.) Dolayısıyla Türkiye’den bu adaya ulaşım yok.

Peki, ulaşım sadece Yunan anakarasından sağlanıyorsa kapıda vize uygulaması nasıl geçerli olabilir ki?

Nihayetinde bu vize türü sadece o adaya girişte veriliyor ve toplamda yedi gün boyunca söz konusu adalarda konaklamanızı sağlıyor.

Dedeağaç’a gitmeden Samothraki’ye ulaşmak mümkün değilse biz nasıl vizenin verildiği o kapıya vizesiz ulaşacağız?

İşte bu sorunun peşine düştüm.

Baktım, bizim haber kaynaklarımızda iki yeni adanın listeye eklenmesinden duyulan mutluluğa dair haberler dışında başkaca bir içerik yok; Google Translate yardımıyla Yunan kaynaklarında bir tarama yapmaya giriştim.

Ve anladım ki, bu konudan asıl Yunan tarafı, özellikle de Samothraki adasının esnafı dertli.

Nasıl olmasınlar?

Geçen yıl kapıda vizeyle 104,700 kişi Türkiye’den Yunan adalarına gitmiş, oraların ekonomisine can vermiş. Midilli’de 27,600, Sakız’da yaklaşık 25 bin, Rodos ve Samos’ta 16 bin, Kos’taysa 8,600 kişi kapıda vize alarak tatil yapmış.

Samothraki de bu pastadan pay almayı talep etmiş ve listeye eklenmiş ama halihazırda Türkiye’den oraya giden sefer yok.

Üstelik tek sorun da bu değil.

Yunan medyasını okuyunca gördüm ki, ortada daha vahim bir sorun var: Hadi bir şekilde bir sefer kondu diyelim, Samothraki’ye girişte vizemizi onaylayacak gümrük ofisi tam 12 yıldır kapalı vaziyette!

Okuduğum habere göre 12 yıl önce Kamariotissa Limanı’nda bir gümrük ofisi varmış. Lakin müdürü emekliye ayrılınca ofis de işlevsiz hale gelmiş, yeni personel atanmamış ve üstüne üstlük bina da terk edilmiş, harap bir vaziyetteymiş.

Adanın belediye başkanı Athanasios Vitsas gümrüğün yeniden işlevsel hale getirilmesi, binanın tadilatının tamamlanıp ilgili personelin atanması için gerekli başvuruları yapmış fakat bugün itibarıyla bu mesele henüz çözülememiş.

Tabii ulaşım sorunu da…

Bu konuda da adanın esnaf birliği başkanı ve belediye meclisi üyesi Yiannis Glinias, Gökçeada’ya da ulaşım sağlanan Çanakkale Kabatepe’den feribot seferlerinin başlaması için görüşmeler yaptıklarını açıklamış.

Yani ne diyeyim bilemedim. Biraz geç kalınmış gibi sanki…

Yine de çıkmadık candan ümit kesilmez.

Hızla harekete geçilir, gümrük binası elden geçirilir, personel görevlendirilir, Kabatepe’den de seferlere başlanırsa şelaleleriyle ünlü, yüzölçümüne göre epeyce yüksek, tepesine sıklıkla bir bulutun takıldığı bu adayı da kapıda vize uygulamasıyla görmek mümkün olacak.

                                                               /././

Yeni Amerikan sefiri Barrack sıra dışı bir büyükelçi olacağa benziyor -Hasan Göğüş-

Büyükelçi Barrack’ın Başkan Trump ile ortak noktaları var. Her ikisinin yolu da adliye koridorlarında kesişmiş. Birleşik Arap Emirlikleri lehine kurallara aykırı olarak lobicilik yapmak suçlamasıyla 2021 yılında bir süre gözaltına alınan Barrack, 250 milyon dolar kefaletle serbest bırakılmış, sonra da yargıda beraat etmiş

Thomas Barrack

Ankara, yabancı büyükelçiler için pek rağbet edilen bir görev yeri değildir. Genellikle meslekte pek iddialı olmayanlar ya da emeklilik yaşına yaklaşanlar tarafından tercih edilir. Bunun iki istisnası İngiltere ve Amerikan büyükelçileri olmuştur. Ankara’da büyükelçilik yapan Amerikalı Marc GrossmanJohn BassJames JeffreyEric Edelman, İngiliz Mark RusselPeter WestmacottRichard Moore ülkelerine döndüklerinde bakan yardımcılığı, müsteşarlık, istihbarat teşkilatı başkanlığı gibi önemli görevlere getirildiler. Peter Westmacott Türkiye’den ayrıldıktan sonra kariyerine Paris ve Vaşington’da büyükelçilik yaparak devam etti. Ne hikmetse Hintliler de Türkiye’ye parlak büyükelçiler gönderirler. Ankara’da görev yapan Hint büyükelçileri arasından bir cumhurbaşkanı (K. Narayanan) üç dışişleri müsteşarı çıkmıştır. (S.Bajpai, R.Abyankar, K.Sibal)

Tüm bu isimlerin ortak özelliği, köken itibarıyla meslek memurluğundan gelmeleridir.

ABD bu geleneği bir önceki Ankara büyükelçisi Robert Flake ile bozdu. Biden, daha önce cumhuriyetçilerin saflarında siyaset yapan senatör Flake’i 2022 yılında Ankara’ya büyükelçi olarak atayarak bir ilke imza attı. Aynı dönemde Türkiye de ilk kez Vaşington Büyükelçiliğine kariyerden gelmeyen Murat Mercan’ı tayin etti.

Yeni Amerikan Büyükelçisi Thomas Joseph Barrack

ABD şimdi de meslekten gelmeyen siyasi büyükelçi atama uygulamasını iş insanı Thomas Joseph Barrack ile devam ettiriyor. 77 yaşındaki Barrack, Lübnan kökenli Hristiyan bir aileden geliyor. Gayrimenkul yatırımcısı ve halka açık bir gayrimenkul yatırım ortaklığı şirketi olan “Colony Capital”in kurucusu ve eski Yönetim Kurulu Başkanı. 19 ülkede yatırımları bulunan Milyarder Barrack’ın mal varlığının 80 milyar doları bulduğu tahmin ediliyor. Babası bakkal olan Barrack, servetini yoktan var etmiş.

Thomas Barrack, Trump’ın yakın dostu

Diplomasi alanında herhangi bir tecrübesi bulunmayan Yeni Amerikan Büyükelçisi, Başkan Trump’ın emlak sektöründen meslektaşı. Trump’a Sekreter aracılığına ihtiyaç duymadan cebinden telefonunu çıkarıp doğrudan ulaşabilecek kadar yakın olduğu söyleniyor. İngilizcede, “hiçbir öğle yemeği bedelsiz değildir” şeklinde bir deyiş vardır. Bu yakınlığın bedeli olarak Barrack da Trump’ın siyasetteki en önemli finansörlerinden biri olmuş. 2016 yılındaki seçim kampanyasına, bir çırpıda 107 milyon dolarcık bağış toplamış.

Büyükelçi Barrack’ın Başkan Trump ile bir ortak noktaları daha var. Her ikisinin yolu da adliye koridorlarında kesişmiş. Birleşik Arap Emirlikleri lehine kurallara aykırı olarak lobicilik yapmak suçlamasıyla 2021 yılında gözaltına alınan Barrack, 250 milyon dolar kefaletle serbest bırakılmış, sonra da yargıda beraat etmiş.

Bir rivayete göre Barrack, Trump başkan seçilince kendisinden ya Orta-Doğu özel temsilciliğini, ya da Ankara büyükelçiliğini talep etmiş. Orta-Doğu Özel Temsilciliği görevine Witcoff atanınca Barrack’a da Türkiye’nin yolunu tutmak kalmış.

Barrack sıra dışı bir büyükelçi olacak

Diplomasi de büyükelçilerin göreve başlamaları belirli bir prosedüre tabiidir. Bu prosedür içerisindeki süreler mütekabiliyet ilkesi dikkate alınarak ev sahibi ülke tarafından belirlenir. Ancak Amerika işin içine girince, karşılıklılık ilkesi bir kenara bırakılabiliyor. Esasen eşyanın tabiatı icabı Amerikan büyükelçilerinin daima ayrıcalıklı bir yerleri olmuştur. Dışişleri Bakanlığı’nda, bakanın veya yardımcılarının odasından aşağı bir yere adım atmazlar. İstedikleri zaman cumhurbaşkanıyla bile görüşebilirler.

Büyükelçiliği Amerikan Senatosu tarafından 29 Nisan’da onaylanan Thomas Barrack, 5 Mayıs’ta Ankara’ya gelerek, jet hızıyla da 14 Mayıs’ta güven mektubunu Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sundu.

Barrack’ın diplomatik teamüllere riayet etmeyen sıra dışı bir büyükelçi olacağı ilk günden belli oluyor. Büyükelçiler atandıkları ülkeye geldiklerinde güven mektuplarını sunmadan göreve başlamış sayılmazlar. Önce bir iki gün içerisinde güven mektuplarının bir örneğini protokol şefine takdim ederler. Bu görüşme sırasında kendilerine güven mektubunu sunana kadar Dışişleri haricinde resmi makamlarla temas etmemeleri ve medyada görünmemeleri gerektiği hatırlatılır. Maşallah Barrack Esenboğa havaalanına vardığında, neredeyse basın toplantısındaymış gibi, bir gazeteci ordusuna hitap etti. Hemencecik de sosyal medya üzerinden mesajlarını vermeye başladı. X platformunda, Türk-Amerikan ilişkileri haricindeki konularda oldukça iddialı paylaşımlarda bulunuyor. Adeta tarih dersleri veriyor.

Barrack Ankara’daki görevine başladıktan bir hafta sonra Başkan Trump’ın Suriye Özel Temsilcisi olarak tayin edildi. Trump’ın, Türkiye’yi bir şekilde ABD-Suriye-Türkiye üçgeninde görmek istediği anlaşılıyor.

Siyasetten gelen bir önceki büyükelçi Robert Flake, Kongreyle bağlantılarını kullanarak Türkiye’nin Amerikan yasama organıyla ilişkilerine epeyce katkıda bulunmuştu. F-16 savaş uçaklarının satışı gibi netameli dosyaların Kongre’den geçmesi süreçlerindeki payı yadsınamaz. Büyükelçi Barrack’ın Başkan Trump ile dostluğu bu kere Türkiye’nin Amerikan yürütme organı ile ilişkilerinde yararlı olabilir.

Türkiye ilk dış ziyaretini Türkiye’ye gerçekleştirmesi haricinde Barrack Obama’nın pek hayrını görmemişti. Bakalım bu kere bir başka Barrack’tan umduğunu bulabilecek mi?

                                                             /././

İlk çeyrek büyüme yüzde 2’de kaldı -Binhan Elif Yılmaz-

Hane halkı tüketiminin ilk çeyrekte büyümede önemli bileşen olma rolü azaldı. Hane halkı tüketimi sınırlı büyürken artış oranı yüzde 2 oldu. Belli ki alım gücünün sürekli düşüşü karşısında kitleler çaresiz kalıyor. “Dezenflasyon programı” dar gelirliler üzerinde çalışmaya devam ediyor.

Açıklanan 2025 ilk çeyrek büyüme verileri, “çalıştığı ifade edilen dezenflasyon programının” ne büyüme ne de enflasyon tarafında tatmin edici bir sonuca ulaşamadığını ortaya koyuyor. Türkiye ekonomisi yılın ilk çeyreğinde (2025 Ocak-Şubat-Mart) geçen yılın ilk çeyreğine göre yüzde 2 büyürken, bir önceki çeyreğe göre sadece yüzde 1 büyüdü. Enflasyon oranı ise yüzde 37,9’da. İki yıl önce genel seçimler öncesinde bedava doğalgaz uygulamasıyla enflasyon zaten yüzde 38’e inmişti. Sıkı para politikasına geçerek dezenflasyon sürecine gireli iki yıl oldu, bugün de aynı seviyedeyiz. Üstelik büyüme de ivme kaybetti.

Bugün gelen büyüme verisini inceleyelim şimdi:

Önce büyüme verisine GSYH'yi oluşturan iktisadi faaliyet kolları (üretim yöntemiyle) açısından bakalım:

2025 ilk çeyrekte her zaman olduğu gibi öne çıkan sektör, inşaat sektörü oldu. Ekonomik aktiviteyi sürükleyici sektör olan inşaat, yüzde 7,3 büyüdü. Ancak 2024 son çeyrekte inşaat sektörünün yüzde 9,3 büyüdüğünü hatırlatalım, dolayısıyla inşaatın büyümeye katkısı bir önceki çeyreğe göre daha düşük.  

Tarım sektöründe sert düşüş söz konusu. Tüm uyarılara ve beklentilere rağmen tarım politikasının olmayışının sonuçlarını yaşıyoruz. Nisan ayındaki zirai don, gıdada fiyat artışı yaratacak. Ancak fiyat artışının ötesinde başka sorunlar var. Örneğin artan pestisit kullanımı nedeniyle gıda, yaşam unsuru olmaktan çıkıp yaşamı tehdit eder hale geldi.

Sanayi sektörü yılın ilk çeyreğinde yüzde 1,8 daraldı. Oysa bu sektör ekonominin can damarı. İmalat sanayi, sanayi sektörünün en büyük kısmını oluşturuyor. Son yıllarda sanayi sektöründe ve imalat sanayinde büyüme, eksi bölgelerden bir miktar yükselişe geçse de sonuçta ya düşük kaldı veya eksi oldu. 

Bu yılın ilk çeyreğinde finans-sigorta faaliyetleri geçen yıla göre gerileme kaydetti, artış yüzde 0,5’te kaldı. Bilgi iletişim faaliyetleri ise canlılığını korudu yüzde 6,1 oranında artış gösterdi.

Büyüme kompozisyonuna harcama yöntemiyle de bakalım:

Hane halkı tüketiminin ilk çeyrekte büyümede önemli bileşen olma rolü azaldı. Hane halkı tüketimi sınırlı büyürken artış oranı yüzde 2 oldu. Belli ki alım gücünün sürekli düşüşü karşısında kitleler çaresiz kalıyor. “Dezenflasyon programı” dar gelirliler üzerinde çalışmaya devam ediyor.

Diğer yandan yüksek faiz ve artan finansman giderleri ortamında gayrisafi sabit sermaye yüzde 2,1 gibi yetersiz bir oranda arttı.

Döviz kurundaki artışın enflasyonun gerisinde kalmaya devam etmesi ithalat talebini hâlâ canlı tutuyor, diğer yandan da ihracat üzerinde baskı oluşturuyor. Bu gelişmeler sonucu ihracatın büyümeye negatif etkisi ortaya çıkarken, ithalat yüzde 3 arttı.

Harcama tarafındaki bu göstergeler bir sonraki çeyrekte büyüme trendinin yukarı taşınmasını zorlaştıracak.

Son olarak büyüme verisini gelir yöntemiyle ele alalım:

Emeğin, bir başka deyişle işgücüne yapılan ödemelerin büyümeden aldığı payın yüzde 43,7’ye çıktığını görüyoruz. Ancak bu rakam, ücretlerde yüksek artış gibi okunmamalı.

Bu durumun temelde iki nedeni var:

2024’ün son günlerinin gündemine oturan konulardan biri, yılın son gününe kadar emekli olununca elde edilecek kazanımlardı. Çünkü özel sektör işçileri için 31 Aralık, kamu işçileri için de 14 Ocak 2024 tarihine kadar emeklilik başvurusu yapanlar 2025 yılı ve sonrasında emekli olacaklara göre daha yüksek maaş alacaklardı. Bu nedenle özellikle yılın son günlerinde emeklilik dilekçesi verenlerin sayısında büyük bir artış oldu. SGK istatistiklerine göre 2024 aralık ayında emekli olanların sayısı 724.479 kişiye sıçradı. Bu büyük kitlenin emeklilik ikramiyesi gibi ödemelerin çoğu da 2025 yılının ilk günlerinde gerçekleşti.

Ücretlerle ile ilgili dikkat çekici bir sonuca da iş aleminin açıklamalarından ulaşılabilir. Finansmana erişim zorluğu, kur baskısı vb. pek çok riskle karşılaşarak piyasayı kaybetmeye başlayan ve kâr oranları düşen şirketlerde, ödenen ücretlerin kâra oranı yüksek görünmeye başladı.

İş gücü ödemesi demişken, bizi çok daha büyük sorunlar bekliyor. İşsizlik oranı artmaya başladı, daha da önemlisi geniş tanımlı işsizlik bir ayda yüzde 28,8'den yüzde 32,2'ye sıçradı. 19 mart sürecinin finansal çalkantıları ve yeniden parasal sıkılaşma, ikinci çeyrek verisini aşağıya çekecek gibi duruyor. Bu durum işsizlik oranında artış olarak kendisini gösterecek. Ancak emekçi açısından ne çalışırken ne de emeklilikte rahat nefes almak yok.

                                                            /././

Bir ağır ceza mahkemesinde ders gibi duruşma: "İddia makamı avukat olduğumu unutmuş!" -Candan Yıldız-

İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Fırat Epözdemir: Seçildiğim için yargılandım

Bir ağır ceza mahkemesinde ders gibi duruşma: "İddia makamı avukat olduğumu unutmuş!"

Bekir Ağırdır’ın deyimiyle küresel ara buzul dönemde insanın en ilkel duygusu güvenliği istismar eden iktidarlar üst yapı kurumu yargıyı da araçsallaştırdılar. Türkiye de öyle bir dönemden geçiyor ki, bireyin dış tehditlere karşı güvenlik ihtiyacı hem siyasetin malzemesi yapılıyor hem de siyaseti dizayn eden araçların liste başı değişiyor.

Uzun vakittir top 10 listesinin başında yargı yer alıyor demek abartı olmaz.

Siyasette iddialı adayların yargı eliyle siyaset dışına itilmesi bunlardan biri. Ekim 2024’te seçilen İstanbul Barosu yönetiminin başına gelenler de yargıyı tartışmanın odağına oturtuyor. Nitekim Baro Yönetim Kurulu Üyesi, bir dönem HDP’den aday olan, Kürt kimliğini hiçbir zaman saklamadığını ifade eden Fırat Epözdemir’in yargılandığı dava da siyaset mimarisinin bir parçası gibi duruyor. İstanbul Adliyesi 24. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ilk duruşma keşke bütün hukuk fakültelerinden canlı olarak izlenebilseydi. Zira alanında hukuk dersi gibiydi… İçeriğe geçmeden önce şu gözlemlerimi aktarmak isterim. Mahkeme Başkanı oldukça dikkatli ve özenliydi. Türkiye’nin dört bir yanından gelen baro temsilcilerinin yanı sıra Avrupa ve Afrika’dan da çok sayıda hukuk insanı duruşmayı izlediği mahkeme salonu yetersiz kaldı. Bunun üzerine mahkeme başkanı duruşmanın SEGBİS’le takibi için boş olan üç farklı salonu tahsis etti. Kimi avukatlar yabancı heyetlere duruşmadaki beyanları İngilizceye çeviriyordu. İstanbul Barosu Başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu’nun nezaketli tavrı duruşma salonunun insicamını da belirledi.

Muş Baro Başkanı ve İstanbul Barosu Genel Sekreteri’nin söz talebi “uygulamada yok ama” denilerek Mahkeme Başkanı tarafından kabul edildi. Kaboğlu’nun kurduğu bağlam heyeti ikna etmiş olmalı… Sulh ceza hakimliklerinin verdiği tutuklama kararlarının tepeden tırnağa hukuki testten geçtiği duruşma salonlarında İstanbul Barosu ve Fırat Epözdemir’in savunmasının ana çerçevesini ‘seçimlere dolaylı müdahale’ savunusu oluşturdu. Epözdemir de savunmasında “yönetime seçilmeseydim başıma bunlar gelmeyecekti” dedi.  İddianamenin güçlü olup olmadığına ilişkin bir örnek vermek gerekirse… Savcılık Halkların Demokratik Kongresi soruşturması kapsamında “terör örgütü üyeliği” ve “terör örgütü propagandası” suçlamasıyla 4 ay bir hafta tutuklu bulunan Epözdemir’in telefonunun adli kaydı olan 635 kişi ile aynı baz istasyonundan sinyal vermesini “üyelik” suçlaması için yeterli görmüş. Epözdemir’in bu iddiaya yanıtı ise şu oldu:

“10 yıl 15 günlük bütün hat kayıtlarım istenmiş. Bu özel hayatın gizliliğinin ihlali ve anayasaya aykırı. Ama istenen HTS kayıtları benim lehime. Örneğin HDK’de yönetici olduğum söyleniyor ama genel kurulun yapıldığı Ankara’da ben yokum. Adli kaydı olan 635 kişi ile görüşmüşüm. Tabii görüşürüm çünkü ben avukatım. Görüştüğüm kişilerden biri de parası olmayan hastalarına ilaç alan kadın doğum uzmanı abim. ‘Ben özele gitmem, devlet hastanelerinin de iyi doktorlara ihtiyacı var’ diyen abim KHK ile ihraç edilmişti. Sonra görevine döndü. Sırf KHK ile ihraç edilen biri ile görüşmem suç konusu yapılmış. Görüştüğüm kişilerin 80’ini de avukat arkadaşım. İddia makamı iddianameyi yazarken benim avukat olduğumu unutmuş!”

Bir başka “Diren Cizre” Whatsapp grubunun örgüt talimatıyla kurulduğu iddiası… Ki bu WhatsApp grubu daha önce de yargı konusu olmuş ve kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmiş. Epözdemir bu iddiaya şöyle yanıt verdi: "Diyarbakır Barosu o dönemde çağrı yaptı. 40 avukat olarak Cizre’ye gitme kararı aldık. 9 Eylül 2015’te e-mail ile uçak gidiş geliş tarihleri konusunda yazışma yaptık. Bir organizasyon söz konusu olduğunda bugün herkes bir Whatsapp grubu kuruyor. Bir arkadaşımız bir grup kurdu. Grubun adı da insan hakları ihlallerini yerinde gözlemlemek kayıt altına almak için Diren Cizre oldu. İşte örgütsel yazışmalar diye sosyal medyada bazı haberlerde kıyametler kopmuş. Oysa grubun neden kurulduğu ve üç gün sonra da kapatılacağı mesajı var yazışmalarda. Bu arada benim de tek mesajım yok grupta. Cizre’ye Türkiye genelinde 400 avukat gittik. Savcının iddiasına göre biz HDK’nin talimatıyla gitmişiz. Peki delili var mı? Biz 8.9.2015 tarihinde gitme kararı vermişiz, HDK’nin açıklaması ise aylar sonra…"

Bu savunmaların ardından mahkeme avukat Epözdemir’in tahliyesine karar verdi.

Hatırlatalım 2017’de Türkiye gazetesi, gazetecilerin Cumhuriyet Gazetesi tutuklularıyla dayanışma amacıyla kurduğu Whatsapp grubunu da “24 Temmuz planı çöktü” başlığıyla manşet yapmıştı. Zira gazetecilerin kurduğu grubun adı sansürün yıldönümüne atıfla “24 Temmuz’da Birlikte Özgürüz” dü. Whataspp gruplarının adı aleyhe delil olabiliyor!

İbrahim Kabaoğlu ve Fırat Epözdemir'in annesi

Karar sonrası alkışlar, sarılmalar… En çok da Epözdemir’in annesinin İbrahim Kaboğlu’na sarılışı dikkate değerdi. Bir anne olarak o da duruşmayı takip etti. Bakalım Epözdemir’in tahliyesi İstanbul Barosu hakkında açılan davaname ve ceza davalarını nasıl etkileyecek?

                                                                        /././

Yargıtay’da bir başsavcı, bir birinci başkan, iki başkan ve genel kurullarda tartışma -Sami Selçuk-

Yargıtay’da Yargıtay nezdinde Cumhuriyet Başsavcı yardımcısı, üye, daire başkanı olarak görev yaptığım dönemlerde, aşağıda değineceğim çok saygı duyduğum Cumhuriyet Başsavcısı, birinci başkan ile sürekli ilgilerini gördüğüm iki daire başkanının bilgisi, araştırma güçleri, sağlam nitelikleri ve içtenlikleri beni çok etkilemiştir.

yargıtay

Yargıtay’daki ilk görevime, Yargıtay nezdinde başsavcı yardımcılığı görevime 1972 yılı kasım ayında başlamıştım.

Başsavcımız, 1960 yılında bu göreve getirilen Ahmet Merhum Hikmet Gündüz’dü.

Merhum Gündüz, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra Cenevre Hukuk Fakültesi'nde doktorasını tamamlamış, 1960 yılında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı görevine getirilmiş, 1975 yılında emekli olmuştu.

Çok çalışkan, birlikte çalıştığı savcı yardımcılarının aile sorunlarıyla bile belli etmeden ilgilenen ve çok ciddi bir başsavcıydı. Gazetede yayımlanan yazılarım izler, değer verdiğim görüşlerini bana cömertçe bildirir, yeni yazılar yazmam için de özendirici sözler söylerdi.

Kendisini minnet ve rahmetle anıyorum.  

1984-1986 yılları arasında Yargıtay Birinci Başkanlığı yapan, Yanya doğumlu Merhum Nihat Renda (1921-2012), Birinci Başkan iken sürekli benimle ilgilenmiş, görüşlerimi değerlendirmiş ve 12 Eylül darbesini yapanların önünde hiç eğilmemiş, meslektaşlarıyla ilişkilerinde çok özenli olmuş hukukçulardan biriydi.

Birinci Başkanlık görevine seçildiğim gün beni telefonla aramış, seçildiğimi öğrendiğinde kuşlar gibi havalara uçtuğunu belirterek kutlamıştı.

Merhum Birinci Başkanı, rahmetle ve minnetle anıyorum.

Daire başkanlarına gelince, bunlardan birincisi, bilime ve sağlam bilgilere dayanarak aile ve miras hukukumuza büyük katkılarda bulunan İkinci Hukuk Dairesi Başkanı Merhum Esat Şener’dir (1924-2000).

O, her zaman güzel yazar, güzel konuşurdu. Büyük ozanlarımızdan Merhum Cahit Sıtkı Tarancı’nın teyzesinin oğlu ve kendisi de ozan olan Şener, yolunu uzatarak çoğu sabah, alt katta bulunan odamın önünden geçer ve kapımı açar, bir sabah kahvesi içmesi için ısrarıma karşın oturmaz, “Günaydın, iyi günler, iyi çalışmalar” der, bir üst kattaki odasına çıkardı.

Bilimsel bir etkinlik için geçmişte görev yaptığı Adana’ya birlikte gitmiştik. Bir ara beni arabanın arka sağ koltuğuna oturtmuş, arabayı zenginlerin köşklerinin her birinin önünde durdurarak uzun uzun onların tarihçelerini ve özelliklerini iki saate yakın anlatmıştı.

Bu anımı hiç unutmamışımdır.

Üçüncü hukukçu ise, iş hukukumuzu, sağlam temeller üzerine kurmakta büyük emeği geçen Onuncu Hukuk Dairesi Başkanı Merhum Mustafa Çenberci’dir (1921-1988).

Başkan Çenberci’nin güvenini ve dostluğunu, sanıyorum, içtihatları birleştirme toplantılarında yaptığım konuşmalar nedeniyle kazanmıştım.

Ne zaman suç (ceza) hukukuyla ilgili bir içtihatları birleştirme yoluna gidilse, odama gelir, görüşlerimi dinler, sorular sorar, notlar alırdı.

Hukuk söz konusu olduğunda o her zaman ciddi, canlı, coşkulu ve içtendi.

Ülkemizde iş hukukunun sağlam temellerini atmak için çok yorul­muş ve de bu konuda kanımca gerçekten de çok başarılı olmuştur.

Bir trafik kazası geçirmesi üzerine ailesi ve kendi yaşamını ikinci plana ittiğini düşünerek erken yaşta emekli olmuşsa da, ne yazık ki, çok yaşamamıştır.

Merhum Başkanla ilgili unutamadığım anılarımdan birisi aşağıdadır.

Dairemde görüşme bitmiş, yemekhanemize biraz erken saatte inmiştim.

Yemekhanede çok az başkan ve üye vardı.

Tam bu sırada Çenberci, üye arkadaşlarıyla birlikte kapıda göründü. El kol hareketleri yapıyor, hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu. Belli ki, bir şeylere çok üzülmüş ya da kızmıştı, merhum başkan.

Yuvarlak masamda yalnızdım.

Beni görünce her zamanki içtenliğiyle “Haydi, gelin Sami’nin yanına oturalım” dedi.

Oturdular.

“Hayrola Sayın Başkanım, bir şeyler sizi çok üzmüş olmalı!” demem üzerine bana dönmüş, “İki iki dört etmez mi? Ama az önce Hukuk Genel Kurulu beş eder diye karar verdi” deyince, “Bazen etmez. Hele hukukta. Hem siz söz alıp konuştunuz mu Sayın Başkanım?” diye sormuştum.

“Elbette konuştum. Hem de üç kez” deyince şu yanıtı vermiştim: “Görevinizi fazlasıyla yerine getirmişsiniz. O zaman niye üzülüyorsunuz ki!?”

Bunun üzerine Merhum Başkanın “Sen olsan üzülmez misin?” diye sorunca özetle şunları söylemiştim:

“Eğer hiç konuşmasaydım, uyarı ve eleştiri görevimi yapmadığım için elbette çok üzülür, keşke konuşsaydım der, çok da kahrolurum. Ancak konuşmuş, görevimi yapmışsam, sorumluluğumu yerine getirmişsem, kimlerin nasıl oy kullandıklarıyla bile hiç ilgilenmez, görevimi yapmış olmanın gönül rahatlığı içinde olurum” deyince Merhum Çen­berci’nin üye arkadaşlarına dönerek söylediği şu sözleri hiç unutamamışımdır:

“Bakın hele arkadaşlar. Bizim Sami, uzun yaşamanın sırrını bulmuş. Hem çok akıllıca ve de çok haklı!”

Başsavcımızla birlikte her üç başkanı da hukukumuz ve dostlukları adına minnetle, rahmetle anıyorum.

                                                               /././

Buyurun Tayyip Erdoğan Meydanı’na -Tuğçe Tatari-

Bazen düşünüyorum da gazetecisinden, akademisyeninden, hukukçusundan, aktivistinden; bu gözümüze gelen tüm ‘düşünce insanlarının’ yarattığı ortama ne ad veririm diye… Ben hiç düşünmeden ‘Tayyip Erdoğan Meydanı’ diyorum… Olması istenenler olacak, onu biliyoruz. Peki biz okur-yazar tayfa, biz ne yaparız; biraz konuşur sonra susar mıyız? Temiz kalmayı nasıl başarırız? Yoksa bir aşamada tası tarağı toplar kaçar mıyız?

basın özgürlüğü

Türkiye’de temiz kalarak yazı yazmak, görüş bildirmek her gün biraz daha zorlaşıyor.
Temiz kalmak deyince yanlış anlaşılmasın, elbette bu işler sadece direkt para al-ver işiyle yürümüyor!
Zihnen temiz kalmak için her şeyden önce çıkar kovalamıyor olmak gerekiyor.
Bugünün dünyasında da bulması çok zor.
Misal; ‘muhalif’ birçok tanınmış isim şimdiden bir sonraki dönemin milletvekilliği hayalini kuruyor.
Bugünlerin, o günlerin listesini oluşturacağına dair bir inanç var besbelli.
Bir ‘dava kardeşliği’ havası, anladınız siz onu…
Söylemler, yorumlar, hassasiyetler gazetecilik, yorumculuk ölçütünden çıkıp CHP kurmaylarıyla boy ölçüşüyor.
İnsan takip ederken vallahi o kişiler adına utanıyor.
Kardeşim bu kadar da belli edilmez hayaller, niyetler, hevesler, arzular; her kişinin de kendi içinde bir ağırlığı olmalı diyorsun…

Şimdi ben senin yazdığını okurken, konuştuğunu dinlerken, paylaştığına bakarken kaç süzgeçten geçireceğim?
Hadi ben geçirmeye çalışayım da okur nasıl yapacak bu işi?
Bir yanıyla da kendilerini gizleyemeyişlerini, diğerlerine nazaran daha az tehlikeli olarak mı adlandırman gerektiği konusunda düşünürken buluyorsun kendini.
Çünkü malum, bunlar katman katman, çeşit çeşit.

Diğer yandan manipülatif muhalifler var mesela, en kafa karıştırıcılar da belki onlar! Aniden hop bir lafı ortaya atıyor, tartıştırıyorlar tüm ülkeyi. Genellikle de şahane köpürtülecek konular oluyor bunlar, tipik Tayyip Erdoğan taktiği!
Bu arkadaşlara bir bakıyorsun misal, İletişim Başkanlığı tarafından Suriye’ye götürülüyor ama diğer yandan bakıyorsun en azılı hükümet karşıtları da yine aynı kişiler gibi görünüyor, biliniyor.
Ara ara muhalif kesimleri kızdıracak açıklamalar da yapıp muazzam şekilde gündemler yaratıyorlar.
Başarılılar mı? Bence çok. Ama hangi alanda derseniz, adını koymakta zorlanırım!
Diğer yanda, olanı görmezden gelip ısrarla olmayanı iddia edenler var.
Veya bir dağı görmezden gelip fareyi devleştirenler!
Bir de akşam yayınlarında gündem olan olayların ‘esasını’ anlatanlar var…
Onlar da genelde bir bilirkişi silüetinde, ‘içeriden konuşan’ havasında… Aslında takip edersen sürekli yalanlandıklarını fark ediyorsun.
Yalanlamayı takip etmesen de adamın-kadının alenen açıktan havuz bulandırdığını görüyorsun.
Ama sürekli tetikte olacaksın, kim neyi neden yapıyor ona bakacaksın.
Hangi haber nerden sızmış, kim yayınmamış bileceksin.

Bu arada düşünce dünyası adına zayıflayan zihninle, tahlil yeteneğinin zora girmesiyle sık sık manipüle edilmişken, aldanmışken, yanılmışken bulacaksın kendini elbette!
Bu ‘hazırlanmış’ ortamın esas hedefi de belki bu!
Bırak yazar olmayı okur olmak için bile taş gibi sağlam bir zihin, dalgalanmayacak bir psikoloji, yanında da azımsanmayacak bir kişilik lazım memlekette!

Sürekli dezenformasyon pompalayanları, sürekli ‘yakında olacakları’ kâhin edasıyla adeta devletin en derinlerinden haber almışçasına ortaya koyanları da ekleyince -ki bazen kehanetleri de çıkıyor, çıkmıyor değil- işler iyice bulanıyor...

Bazen düşünüyorum bu ortama bir isim vermek gerekse… Gazetecisinden, akademisyeninden, hukukçusundan, aktivistinden bu gözümüze gelen tüm ‘düşünce insanlarının’ yarattığı ortama ne ad veririm diye…
Ben sanıyorum hiç düşünmeden ‘Tayyip Erdoğan Meydanı’ diyorum…
Şimdi ne tartışılıyor, misal Anayasa tartışılıyor, CHP kurultayı tartışılıyor, Kılıçdaroğlu tartışılıyor, İmamoğlu konusu unutulmak üzere…
Demirtaş "ha çıktı, ha çıkacak" yayınları yapılıyor, henüz düzenlemesi bile yok.
Olması istenenler olacak, onu biliyoruz. Türkiye son dönemde hepimize bunu gösterdi.
Gerekirse beyazları siyah kılar, yine de olması isteneni yapar bir ülke artık burası.

Peki biz okur-yazar tayfa, biz ne yaparız; biraz konuşur sonra susar mıyız?
Temiz kalmayı nasıl başarırız?
Yoksa bir aşamada tası tarağı toplar kaçar mıyız?
Veya birilerine yanaşıp onların gölgelerini -biraz da kendi çıkarımız için- savunarak mı yaşarız?
Sahi biz kimiz ve kimin çıkarına hizmet etmekteyiz?
Gündeme bakınca ne görüyoruz?
Karşıtı olduğumuz sistemce bile isteyerek güdülüyor muyuz?
Biraz düşünmekte fayda var!

                                                            /././

AP Türkiye Raportörü Amor: Türkiye'nin AB'deki geleceği Silivri'de başlıyor

Avrupa Parlamentosu (AP) Türkiye Raportörü Nacho Sanchez Amor, Silivri cezaevinde tutuklu bulunan Ekrem İmamoğlu'nu ziyaret etti. Ziyareti sonrasında konuşan Amor, "Türkiye'nin AB'deki geleceği Silivri cezaevinde başlıyor" dedi.

DW Türkçe'nin haberine göre CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu'nu tutuklu bulunduğu Silivri'deki Marmara Cezaevi'nde ziyaret eden Avrupa Parlamentosu (AP) Türkiye Raportörü Nacho Sanchez Amor, "Ekrem her zaman iki kez kazanır. Bu nedenle, Ekrem'in nasıl belediye başkanı olabildiğini hatırlamak ve hatırlatmak için doğru an olduğunu düşünüyorum. Türkiye'nin Avrupa Birliği'nde (AB) bir umudu ve geleceği var. Türkiye'nin AB'deki geleceği Silivri cezaevinde başlıyor" dedi.

Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Nacho Sanchez Amor, ziyarete izin veren Türk makamlarına da teşekkür etti. İmamoğlu ile görüşmenin kolay olmadığını vurgulayan Amor, "Bunu yapamayan birçok Avrupalı politikacıyı temsil etme sorumluluğum vardı. Bu durumu yaşayan ve bu zorlu döneme katlanmak zorunda kalan birçok aileyi temsilen de Başak Demirtaş, Dilek İmamoğlu ve Ayşe Buğra'ya en içten dayanışma duygularımı iletmek istiyorum. Aynı zamanda, tutuklanan Belediye Başkanı İmamoğlu'nun ekibinin geri kalanına da dayanışma duygularımı iletiyorum" dedi.

"Protestocular kayyum atanmasını engelledi"

İmamoğlu'nun tutuklanmasıyla başlayan geniş kitlesel gösterilere değinen Amor, "Protestocuların açık bir siyasi hedefe ulaştıklarını düşünüyorum. İstanbul Belediye Başkanlığına kayyum atanmasını engellediler. Hükümeti, şehre kayyum atamak için hiçbir koşulun olmadığına ikna eden, protestoların muazzam ölçeğiydi. Türkiye'yi seviyorum, İstanbul'u seviyorum. İstanbul her zaman demokrasiyi savunmak için sokaklara döküldü. Gezi'de de darbe girişimi sırasında da böyle oldu" dedi.

Ekrem İmamoğlu'nun afişini havaya kaldıran bir kadın gösterici, etrafında kalabalık, arkada flu Türk bayrağı
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanmasının ardından, İstanbul başta olmak üzere çok sayıda kentte gösteriler düzenlendiFotoğraf: Francisco Seco/AP Photo/picture alliance

"Bu dava uydurma"

"Bizim için bu tamamen uydurma bir davadır" diye de konuşan AP Türkiye Raportörü, Avrupalı meslektaşlarına vermek istediği ana mesajın da bu olduğunu belirtti.

Belediye başkanlığı, belediye başkanı ve ekibinin son bir aydır yaşadığı durumu incelediklerini de belirten Amor, Ekrem Imamoğlu'nun cezaevinde olmasının sebebinin AKP'nin adaylarının başarısız olması olduğunu da dile getirdi. Amor, "İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yargının profesyonel tutumuna uygun olmayan her türlü yolu kullanarak Belediye Başkanı İmamoğlu'nu ortadan kaldırmak gibi açık bir siyasi görevi var" diye de konuştu. Türkiye'de muhaliflerin tutuklanmasına atıfla da, siyasi rakipleri ortadan kaldırmak için yargıyı kullanmanın Türkiye'nin AB üyeliği yolundaki en büyük engellerden biri olduğunu düşündüklerini de vurguladı.

"Protestocular kayyum atanmasını engelledi"

İmamoğlu'nun tutuklanmasıyla başlayan geniş kitlesel gösterilere değinen Amor, "Protestocuların açık bir siyasi hedefe ulaştıklarını düşünüyorum. İstanbul Belediye Başkanlığına kayyum atanmasını engellediler. Hükümeti, şehre kayyum atamak için hiçbir koşulun olmadığına ikna eden, protestoların muazzam ölçeğiydi. Türkiye'yi seviyorum, İstanbul'u seviyorum. İstanbul her zaman demokrasiyi savunmak için sokaklara döküldü. Gezi'de de darbe girişimi sırasında da böyle oldu" dedi.

                                                        ***

T-24

Öne Çıkan Yayın

Ormanlarımız yanıyor, paralar Azerilere gidiyor - Deniz Ayhan / Sözcü -

Orman Genel Müdürlüğü, tüm eksikliklerine rağmen petrol zengini Azerbaycan’a ormancılık eğitim merkezi yapılması için iki yılda 390 milyon l...