Evrensel "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

 Ukrayna savaşında İstanbul virajı -Yücel Özdemir-

Dünyanın içinden geçtiği paylaşım mücadelesinde Suriye önemli bir duraktı. Batılı emperyalist devletlerle Rusya arasında vekiller üzerinden süren savaş yaklaşık 13 yıl sürdü. 8 Aralık 2024 öncesinde durum tam “pat” olarak tanımlanmaya başlanırken Suriye’de rejim devrildi, Esad Rusya’ya kaçtı. Böylece kilit Batı yönüne açıldı. Bunun zirvesi, ABD Başkanı Donald Trump’ın, yakalanması için başına 10 milyon dolar ödül konulan Suriye’nin Geçici Devlet Başkanı Colani (Ahmet Şara) ile üç gün önce Riyad’ya bir araya gelmesi oldu.

Suriye’de açılan kilidin bölge açısından pek çok değişikliğe yol açtığına hep birlikte tanık oluyoruz. Şimdi sırada Ukrayna savaşındaki “pat”a, kilidin Rusya’dan yana açılmasına gelmiş görünüyor. Trump’ın seçimlerden önce verdiği en önemli vaatlerden biri olan Ukrayna savaşının bitirilmesi konusunda başlatılan görüşmelerin, belli bir olgunluğa ulaştığı söylenebilir.

İstanbul’da Rus ve Ukrayna taraflarının doğrudan bir araya gelmesi girişimi bunun önemli göstergelerinden birisiydi. Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy’nin, Rusya Lideri Putin’i İstanbul’a davet etmesi kapalı kapılar arkasında üzerinde kısmen anlaşmaya varılan anlaşmanın ayrıntılarını konuşmaya hazır olduğu anlamına geliyor. Ortadoğu turunda olan Trump’ın da yardımcı olmak için yönünü İstanbul’a çevirebileceğini söylemesi, ayrıntılardaki anlaşmazlıkların giderilmesinin mümkün olduğuna dair bir mesaj.

Putin daveti geri çevirerek ayrıntılar üzerindeki pazarlığın netleşmesini bekliyor. Ukrayna kilidinin Rusya’dan yana açılması demek, Ukrayna’nın NATO üyesi olmaması ve 2014’ten bu yana elde ettiği Ukrayna topraklarının bir bölümüne sahip olması anlamına geliyor. NATO’ya üyelik meselesinin şimdilik gündemde olmadığı söylenebilir. Asıl tartışmanın toprak üzerinden olacağı anlaşılıyor. Bu, mart 2022’de üzerinde anlaşmaya varılan ve Batı’nın müdahalesiyle son anda imzalanmayan İstanbul Protokolü’nde görüşülebilecek bir konu olarak zamana bırakılmıştı. Rusya’nın ele geçirdiği toprakların bir kısmından geri çekilmeyi kabul etmesi durumunda İstanbul virajından barışa giden düz yol görünebilir. Böylece dün İstanbul’a gelmeyen liderler yakında imza töreni için gelebilirler.

Mart 2022’de İstanbul Protokolü’nün imzalanmasına karşı çıkan Batılı emperyalist devletlerin Rusya ile ABD arasında Ukrayna üzerinden süren diplomasi trafiğinden başı dönmüş durumda. Geçen hafta sonu gece treniyle Kiev’e giden Almanya Başbakanı Merz, İngiltere Başbakanı Starmer, Polonya Başbakanı Tusk ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Zelenskiy’ye tam desteği yinelediler.

Müzakere masanın dışında kalan Avrupa ülkelerinin İstanbul buluşmasından memnun oldukları söylenemez. İstanbul’da bir uzlaşmasın çıkması durumunda da Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kışkırtmaya devam edecekler. Seçimlerden önce Ukrayna’da Taurus füzeleri vereceğini her defasında tekrarlayan Merz, şu günlerde konuyu pek gündeme getirmese de plandan vazgeçmiş değil. Barış görüşmelerinin sürdüğü bir dönemde Almanya’nın Ukrayna’ya Taurusları vermesi tam anlamıyla bir provokasyon olacaktır. Ki, Merz, Trump’ın başlattığı bir girişimi sabote edecek güçte değil.

Buna rağmen, başta Almanya olmak üzere Avrupalı emperyalist devletlerin askeri harcamaları rekor düzeyde artırmayı, içerideki emekçilere anlatabilmesi için “büyük bir düşmana” ihtiyaçları var. Bu düşman, uzun bir süre daha Rusya kalmaya devam edecek. Bu nedenle, Rusya’ya yönelik yaptırımlara yenileri eklendi.

Ukrayna savaşının “İstanbul virajı”ndan geçip hedefe varması durumunda Erdoğan’ın da bundan ekonomik ve siyasi fayda sağlayacağı sır değil. Aslında savaş başladığından bu yana faydalanıyor. NATO ülkeleri Rusya’ya yaptırım kararları aldığı halde Türkiye bunlara uymadı. Rusya’dan doğal gaz almaya devam etti, Ruslar Akkuyu’da nükleer santral yapmayı sürdürdü. Frankfurter Allgemeine Zeitung’a göre, bu süreçte İstanbul Havaalanı, Rusya’ya uçuşlar için adeta merkez haline geldi.

Aynı Türkiye savaşın diğer tarafı Ukrayna’ya insansız hava araçları sattı ve bunlar önemli bir rol oynadı. Bununla da kalmayarak Ukrayna donanmasına savaş gemileri üretti, Rus savaş gemilerinin boğazlardan geçişini durdurdu. Yine, Ukrayna tahılının dünyaya pazarlanması için ara buluculuk yaptı.

Denilebilir ki; Türkiye her iki tarafla da iyi geçinerek savaştan kazanan nadir ülkelerden birisi oldu. Burada Türkiye’nin izlediği “başarılı dış politika”dan çok savaşan tarafların Türkiye’den vazgeçememesi belirleyici oldu. Savaşın seyri, konum, zorunluluklar ve çıkarlar onların da Türkiye’ye karşı ikili bir siyaset izlemesine yol açtı.

Ama bu savaşın asıl kazananı Türkiye değil, Batılı emperyalist ülkeler ve onların silah ve enerji tekelleri. Savaşla hedeflerinin önemli bir kısmına ulaştılar. Ölen yüz binlerce Ukraynalı ve Rus sivil ve askerin asıl sorumluları onlardır. Zira üç yıl önce İstanbul Protokolü’nün imzalanmasına karşı çıkmasalardı, bu kadar can ve mal kaybı yaşanmazdı. Ama emperyalizm tam da böyle bir sistem.

                                                          /././

Kılıfın altındaki nedenler: Yoksullaşma, nüfus artış hızındaki düşüşün asıl nedeni -Nisa Sude Demirel-

Türkiye'de doğurganlık hızı 2000'de 2.53'ten 2024'te 1.48'e düştü. Ekonomik krizlerle doğum oranları arasında doğrudan bağlantı var. Gençlerin %72'si ekonomik özgürlük olmadan çocuk istemiyor.

Türkiye’de nüfus başına bir kadının dünyaya getirdiği ortalama çocuk sayısı olan toplam doğurganlık hızı 2000-2023 seneleri arasında 2.53’ten 1.51’e düştü. 13 Mayıs’ta yayımlanan TÜİK verileriyle beraber 2024’te de doğum hızı 1.48 olarak düşüşe devam etti. Türkiye’de doğum hızı 1970’lerden beri genel eğilim olarak düşüşte olsa da 2003 ve 2009 sonrasından itibaren nüfusun kendini yenileme hızı olarak kabul edilen 2.1 oranının altında.

Bu durum hem iktidarı hem de sermaye çevrelerini tedirgin ediyor. TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Ömer Aras, bir süre önce TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısında “Unutmayalım ki demografik fırsat penceresi hızla kapanıyor. TÜİK 2030 yılını işaret ediyor. Bu tarihten sonra çalışma çağındaki nüfusun toplam nüfus içindeki oranı azalmaya başlayacak. Bu nedenle iş gücünün niteliğini artırmak daha da önemli hale geliyor” demişti. Peki nedir bu “demografik fırsat penceresi”? Demografik fırsat penceresi, çalışma çağındaki nüfusun, genç ve yaşlı nüfusun toplamından fazla olduğu dönemi adlandırmak için kullanılıyor. Yani iş gücünün yüksek olduğu, “bağımlı” olarak tanımlanan yaşlı ve çocuk nüfusun düşük olduğu dönem. Nüfusun düşmeye devam etmesi ise toplum içinde iş gücü oranını azaltıyor. Yani aynı anda hem iktidarı hem de sermayeyi endişelendiren durum bu.

Bu nedenle 2024’ün sonunda Nüfus Politikaları Kurulu ile Aile Enstitüsü kuruldu, iktidar sözcüleri uzun süredir kadınların doğum ve doğum kontrol yöntemlerini hedef alıyor, yer yer bu durumun nedeni olarak LGBTİ’leri, kadınların yaşam biçimlerini hedef gösteriyor.

Nüfus artış hızındaki düşüşün kaynağı ne?

Ancak veriler açıkça gösteriyor ki ücretli emeğin milli gelirden aldığı payın azaldığı ekonomik çöküş dönemlerinde doğum hızı gözle görülür şekilde azalıyor.

1994 kriziyle beraber 1993 ve 1994’te doğum hızı sırasıyla 2.87 ve 2.81’ken, 1995 ve 1996’da 2.76 ve 2.70 oluyor.

2001’de yaşanan çöküş bu verileri ortaya koyuyor. 1998’de doğum hızı 2.61’di, 2000’e kadar 2.50’ye düşüyor. Ancak 2001 yılı ve sonrasındaki iki yılda (2000-2003) arasında 2.50’den 2.09’a düşüyor. Yani 1998-2000 arasında 0.11’lik düşüş olurken krizin hissedildiği yıllarda 0.41’lik bir düşüş oluyor. 2000’in son çeyreğinde işsizlik oranı yüzde 6.3’ken 2001’in aynı döneminde işsizlik yüzde 10.6’ydı. Emeğin GSYH içindeki payı 2.2 puan azalarak yüzde 29.8’den yüzde 27.6’ya gerilemişti.

Yine 2008’de Türkiye’yi de etkileyen küresel krizin etkisi de benzer oluyor. 2005’te 2.12 olan doğum hızı, 2007’ye kadar artıp 2008’de 2.15 oluyor. Ancak 2008’le beraber üç yılda yeniden düşüşe geçiyor, 2011’de 2.05 oluyor. 2008’de Türkiye’de işsizlik oranı yüzde 11’ken, 2009’da yüzde 14’e çıkmıştı. 2007’de emeğin GSYH içindeki payı yüzde 29.8’ken 2009’da yüzde 27.6’ya düşmüştü.

2018’de yaşanan kur krizi ve pandemi döneminde de benzer bir düşüş gözlemleniyor. 2015’te doğum hızı 2.16’yken 2018’e kadar 2’ye düşüyor, yani 0.16’lık bir düşüş var. Ancak 2017-2021 arasında doğum hızı 2.08’den 2020’ye 1.77’ye düşüyor, yani 0.31’lik (önceki oranın 2 katı) düşüş gözlemleniyor. 2017’de işsizlik oranı 10.8’ken 2019’da 13.7’ye çıkmış, aynı yıllarda emeğin GSYH’den aldığı pay 29.8’den 27.4’e düşmüştü.

Gençler çocuk sahibi olmak istemiyor mu?

TEPAV’ın 2024 haziran ayında yayımladığı nüfus raporunda, nüfus artış hızındaki düşüş ekonomik durumla doğrudan ilişkilendiriliyor. Rapora göre beş yıl önceye göre kişisel durumunun gerilediğini söyleyenlerin oranı yüzde 45.71, 18-34 yaş aralığında son bir yılda gelirinin azaldığını belirtenlerin oranı yüzde 41, iş gücüne dahil olmayan nüfusun 1.8 milyonu iş bulma ümidinin olmadığını belirtiyor.

Nurgül Şimal ve Elif Gürsoy’un 2020’de Eskişehir’de 364 erkek ve 348 kadın olmak üzere toplam 712 üniversite son sınıf öğrencisiyle ile yaptığı çalışma da benzer bir sonuç gösteriyor. Öğrencilerin yüzde 77.9’u gelecekte çocuk sahibi olmak istiyor. Ancak yüzde 72.1’i ekonomik olarak özgür olmadığı takdirde çocuk sahibi olmak istemediğini belirtiyor. Yine yüzde 62.2’si sosyoekonomik durumunun çocuk sahibi olmaya dair kararını etkileyeceğini söylüyor.

Sermayenin ‘çözümü’ meslek liseleri ve esneklik

TÜSİAD’ın 1999’da hazırladığı “Türkiye’nin fırsat penceresi: demografik dönüşüm ve iz düşümleri” raporunda Türkiye’de nüfus artışının yavaşlamasına dair değerlendirmeler yer alıyor.

Raporda 25 senelik projeksiyonlara dair, “Toplam nüfusun artık sabitlenmeye doğru gittiğini göstermektedir. Türkiye için son derece alışılmadık olan bu durumun, toplumsal hayattan ekonomiye ve siyasi sisteme bir dizi uzantısı olacaktır. (...) Bu durum, Türkiye’nin önüne “fırsat penceresi” olarak tanımlanan demografik konjonktürü çıkartacaktır” deniyor.

2025’e kadar 25-54 yaş grubunun giderek azalan oranda artacağı belirtilerek, işsizliğin bir ‘nitelik sorunu’ olduğu öne sürülüyor. Bu demografik fırsat penceresinden yararlanabilmek içinse uzun zamandır şahit olduğumuza benzer öneriler yer alıyor. Bunların içinde bugün devlet politikası haline gelmiş olan meslek liselerinin sayısının artması ve esnek çalışmanın yaygınlaştırılması da var. Meslek liselerine dair öneride “Bu kesimin nitelikleri gelişmezse bu fırsat penceresi bir işsizlik cehennemine dönüşebilmektedir. (...) İşsiz kesim, daha çok niteliksiz kesim olduğundan, bu programlar ve meslek liselerinin nitelik ve sayısının arttırılabilmesi istihdamı olumlu etkileyecektir” ifadeleri yer alıyor. Esnek çalışmaya dair ise, “Talebin daraldığı dönemlerde, bir süre sonra toplu işten çıkarmaları kısmen önleyebilecek olan bir yöntem esnek saat-esnek ücret uygulamasıdır. Bu konudaki sendikal direncin yüksekliği ve Türkiye’deki ücretlerin yapısı bu öneriyi kısa vadede uygulanamaz kılmaktadır” deniyor.

2021 ekim ayında yayımlanan TÜSİAD’ın geleceği inşa raporunda da “genç nüfus” vurgusu yapılıyor. Genç nüfus yoğunluğunun 2030’a ve 2050’ye kadar yarattığı “istihdam penceresi” ile “genç istihdam havuzuna” esneklik, uzaktan çalışma yöntemleri öneriliyor. Türkiye nüfusunun diğer ülkelere karşı “avantaj” olduğu ifade edilerek güvencesiz çalışma biçimleri “çağın gerekliliği” olarak sunuluyor.

                                                          /././
Çiftçiye sıfır destek, faize 724 milyar TL

Yılın ilk 4 ayında faize ödenen tutar 724 milyar TL oldu. Faize ödenen tutar nisanda memurlara ödenen toplam maaşı 168 milyar TL aştı.  Şirketlerin   ödediği vergi damga vergisinin dahi altında kaldı.

Türkiye’de iktidar vergi gelirlerinin yalnızca yüzde 1,9’unu şirketlerin ödediği kurumlar vergisi kaleminden elde etti. Şirketler ocak-nisan ayında 53 milyar TL kurumlar vergisi ödedi. İşçi ve memurların ödediği gelir vergisi tutarı ise aynı dönemde 367,9 milyar TL oldu. Buna göre işçilerin ödediği doğrudan vergi, şirketlerin ödediği kurumlar vergisi tutarını yüzde 1279 aştı.

Erdoğan-Şimşek eliyle uygulanan kemer sıkma programı sürerken, nisan ayına ilişkin merkezin yönetim bütçe gelir ve giderleri yayımlandı. Sağlık, eğitim ve sosyal harcamalar gerilerken, faize ayrılan tutar nisanda aylık bazda yüzde 128, kümülatif olarak ocak-nisan döneminde yüzde 98,8 arttı. Faize bu nisan ayında 260 milyar TL ödeme yapıldı. Yılın ilk 4 ayında faize ödenen tutar 724 milyar TL oldu.

Faize ödenen tutar nisanda memurlara ödenen toplam maaşı (168 milyar TL) aştı. Devlet bütçesinden nisan ayında işçi ve memurlar dahil olmak üzere ücret ve maaşlılara toplam 209 milyar TL ödeme yapılmıştı. Ücret ve maaşlılara ödenen tutar resmi enflasyon oranında arttı.

Dolaylı vergiler, gelirlerin yüzde 79’unu oluşturdu

Tüm gelir gruplarından eşit toplanan ve vergide adaletsizliği yansıtan ölçütlerden biri olarak kabul edilen dolaylı vergiler, toplam vergi gelirlerinin içinde yine büyük pay sahibi oldu. KDV gelirleri nisanda 112 milyar TL, yılın ilk 4 ayında 464 milyar TL olarak kaydedildi.

Şirketler ‘sigara’ kadar bile vergi ödemedi

Şirketlerin 53 milyar TL kurumlar vergisi ödediği dönemde alkollü içkilerden toplanan vergi 32,2 milyar TL, sigara ve tütün mamullerinden toplanan vergi 123,1 milyar TL oldu. Buna göre Türkiye’de gelirlerin büyük kısmını elde eden şirketler sigara kullanan vatandaşların ‘sigara vergisi’ kadar dahi vergi ödemedi. Sigaradan alınan vergi, şirketlerden alınan kurumlar vergisinden 2,3 kat fazla oldu.

Sigaranın yanı sıra motorlu araçlardan alınan ÖTV tutarı 200 milyar TL’yi buldu. Petrol ve doğal gaz ürünlerinden alınan ÖTV tutarı da 141 milyar TL oldu.

Damga vergisi de şirketleri geçti

‘Mürekkep’ masrafı olarak hayata geçirilen damga vergisi geliri nisan ayında 17,8 milyar TL oldu. Yılın ilk 4 ayında toplanan damga vergisi tutarı da 69 milyar TL’yi gördü. Buna göre şirketlerin ödediği vergi damga vergisinin dahi altında kaldı.

Sağlık, burs, eğitim ödemeleri azaldı

Kemer sıkma programı kapsamında hane halklarına yapılan sosyal transferler de azaldı. Burslar nisanda bir önceki aya göre 118 milyon TL düştü. Sağlık amaçlı transferler 3,3 milyon TL geriledi.

Zirai don ayında çiftçiye sıfır destek

Türkiye’de 30’dan fazla ili etkisi altına alan ve tarımsal ürünleri vuran zirai dona rağmen tabii afetten zarar gören çiftçilere yardım yapılmadı. Bu kalemde harcama sıfırlandı. Alan bazlı tarımsal destekleme ise martta 17,5 milyar TL iken, bu tutar nisanda 9,9 milyar TL’ye geriledi.

Hazine, faizin yanında sanayi teşvikine nisan ayında 1,8 milyar TL ayırdı. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı eliyle verilen sanayi teşvikleri bu yılın ilk 4 ayında 4,1 milyar TL’ye yükseldi. Yıl sonuna kadar nakdi teşviklerin 31 milyar TL’yi aşması bekleniyor.

                                                            ***

Meclis’te TRT düzenlemesi kabul edildi: "Kamu hizmeti değil, siyasal çıkar düzeni"

Kamu yayıncısı TRT, artık Kamu İhale Kanunu’ndan muaf olacak. CHP, “milyarlarca liralık kamu kaynağı kapalı kapılar ardında kullanılacak” dedi.

TBMM Genel Kurulu’nda, TRT ve Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği bazı düzenlemeleri içeren 208 sıra sayılı Kanun Teklifi’nin 10 maddelik birinci bölümü kabul edildi. Teklif, 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’de de değişiklik öngörüyor.

Birinci bölümün kabulünün ardından Meclis Başkanvekili Celal Adan, birleşimi 20 Mayıs Salı günü saat 15.00’te toplanmak üzere kapattı.

“TRT artık kapalı kapılar ardında yönetilecek”

Kanun teklifi üzerine söz alan CHP Mersin Milletvekili Gülcan Kış, Anayasa Mahkemesi kararlarının yok sayıldığını ve yargı denetiminin devre dışı bırakıldığını belirtti. Kış, TRT’ye ilişkin düzenlemeleri şöyle eleştirdi:

“Anayasa Mahkemesi bir düzenlemeyi iptal ediyor, saray iktidarı virgülüne dokunmadan aynı metni tekrar Meclis'e getiriyor. Bu, yalnızca hukuki bir inat değil, anayasal denetimi yok sayan bir anlayıştır. TRT, anayasa gereği tarafsız olmak zorunda ama bugün muhalefetin sesi ekranlara yansımıyor. AKP Genel Başkanı’na 32 saat yer ayrılırken, Genel Başkanımız Özgür Özel’e 32 dakika bile verilmiyor.”

TRT’nin artık Kamu İhale Kanunu kapsamı dışına çıkarıldığını vurgulayan Kış, “Bundan böyle TRT’nin milyarlarca liralık kamu kaynağı, kapalı kapılar ardında kullanılacak” dedi.

“Liyakat yok, sınav yok, şeffaflık yok”

TRT’de personel alımlarının da keyfîliğe dayandığını belirten Kış, sözlerine şöyle devam etti:

“Sınav yok, liyakat yok, şeffaflık yok. Yönetim kurulu istediğini alıyor, maaşını da kendi belirliyor. Kamuda 35 yaş sınırı uygulanırken TRT’ye sınavsız atamalar yapılıyor. Gençler yaş bahanesiyle dışlanırken, partizan kadrolaşma sürüyor. Bu, adalet değil çifte standart rejimidir.”

Devlet Memurları Kanunu’nun işlevsizleştirildiğini ve kamu personel sisteminin parçalandığını ifade eden Kış, “Kariyer ilkesi rafa kaldırılıyor. Biz bu teklifin karşısındayız” dedi.

Son olarak, CHP iktidarında TRT’nin yeniden kamu kurumu olacağını, kamuya alımlarda ise liyakat esaslı bir sistem kuracaklarını belirtti.

“Bu ülkenin kurumları torpille değil, adaletle yönetilecek. Sarayın saltanatına karşı halkın düzenini kuracağız.”

                                                                    ***

ABD’den, Rusya’dan Türkiye, Lozan ve PKK’ye esneklik ve yeni sözleşmelerde bellek sorunu -Adnan Gümüş-

Her şey bir söz, bir nutuk, bir mantık, bir bellek ile mi başlar yoksa zaten beraberinde bir söze mantığa belleğe mi bürünür? Liberallerin, J. J. Rousseau’nun söylediği gibi son 300 yıldır bir söz sözleşme çağında mıyız, sözleşme kimler arasında olur, belleğe ne olur?

Türkiye, Bahçeli’nin bir sözü çağrısı ile “MHP-Bahçeli belleğini mi kaybetti?​” diye sormak zorunda bırakıldı, Öcalan gelsin Meclisteki bir parti grubunda konuşsun diyordu, bu bir bellek kaybı mıydı, belleklerin silinmesi veya yeniden inşası mıydı, nereden çıkmıştı, bir stratejik kurgu ise neyin stratejisi idi, ne silinecek ne kurulacaktı?

Bellek hiç oluşmazsa n’olur? Mevcut her bellek ne anlama geliyor, her biri ayrı bir özgüllük ayrı bir politik güç mü, birlikteliklerin, ayrışmaların, dengesizliklerin ve çatışmaların birer parçası mı? Yeni bloklar, dengeler ve dengesizliklerde, kimliklerin, ulusların kuruluş, dönüşüm veya yıkılışında bir karşılığı var mı?

Tüm sözleşmelerin esnemesi ve yeniden gözden geçirilmesi aynı zamanda bellekle mi ilgili?

Dengesizlikler çok, denge nasıl kurulacak, liberallerin iddia ettiği gibi siyasal uygarlık söz sözleşme çağında mı diyalektik tarihi materyalistlerin iddia ettiği gibi emperyalizmin yeni hallerinin dayatmaları mı gelinen nokta? Ortada Trump ile birlikte başlayan mevcut anlaşmaların toptan gözden geçirilmesi fenomeni var, bu süreçte bellekler nasıl bir direnç oluşturuyor veya ne işe yarıyor? ABD Başkanı Trump, Kanada başbakanına “asla asla deme” diyor, gel yeni bir anlaşma yapalım. Son beş aydaki örnekleri;

ABD ile İngiltere, Kanada, Ukrayna, AB antlaşmalarını yenilemek üzere (Görünür ve görünmeyen yanı çok, hepsi müttefikler…)

ABD/İsrail ile Arap-Sünni ülkeler anlaşmak üzere (Görünür yanı Filistin, Lübnan, Irak, Suriye, İran-Yemen ama görünmeyen yanında tüm Ortadoğu var, Akdeniz var, Süveyş var, Afrika var, petrolden ticarete çok yan var, müttefiklikten öte…)

ABD ile Çin anlaşmak üzere (Görünür yanında sorun çok Tayvan, Güney Çin Denizi, Hint-Pasifik, Tibet, Uygur, para-BRICS, teknolojik üstünlük yapay zeka, ticari fazla…)

ABD ile Rusya anlaşmak üzere (En görünür yanı Ukrayna-Baltık sorunu, Balkan sorunu ama BRICS’ten nükleere Karadeniz’den, Avrupa’dan, Asya’dan, Amerika’dan Kutba pek çok konu…)

ABD ile Türkiye zaten anlaşık da yeni bir anlaşma daha yapıyor (görünür yanları NATO, BOP/ Suriye, Filistin, Kıbrıs, Ege, Ermenistan, Irak, Libya, Mısır, Afgan, Sudan, Somali, İran, Yemen ve daha pekçoğu…).

Türkiye için son süreçte içinin, içerisinin, dışının, dışarısının çok karışık olduğu bir yanda PKK ile, Öcalan ile görüşmeler diğer yanda Suriye’de, Şara ile birlikte yapılanlar en sıcak gündem. CHP ve muhaliflere çekilen operasyonlar, eğitimden askeriyeye ve ilmiyeye yapılanlar, Boğaziçi’den YÖK’e TÜSİAD’a, odalara, sendikalara yapılanlar da bu süreçlerin birer parçası mı, şimdilik bu soruları biraz paranteze alarak, özellikle PKK ile sürdürülen sürece ve Suriye’ye odaklanarak devam edelim.

Mevcut sözleşmelerin toptan yeniden gözden geçirilmesi dengesizliğin çok arttığı anlamına geliyor, yeniden nasıl bir denge sağlanacak, nasıl bir politika ve strateji güdülüyor, güdülecek, güdülmeli; bunda tarihi toplumsal belleğin yeri ne oluyor, bellekler de birlikte değiştiriliyor mu, değiştirilmeli mi? Somut yakın örnekte, Türkiye’deki Mütaşerik otoriter blok ile Suriye’de Şara ile sürdürülen süreç, aynı zamanda PKK arasında bir sözleşme arayışına kadar varacak süreç hangi ortak belleğin kalıntısı, etkisi ve sonuçları? Cumhuriyetin kuruluşu ve Lozan Antlaşması’nın bu ortak bellekteki yeri rolü nedir, neden böyle bir hafıza tartışmaya açıldı?

Rusya’dan bir değerlendirme ile devam edelim.

Rusya ve dünya: Ortak anlatılar ve hafızadan çok kutuplu tek değerli esnek ve çapraşık ilişkilere geçiş

Bu hafta Rusya’da II. Dünya Savaşı’nın galibi olarak 80. Zafer Günü kutlamaları vesilesiyle, Rusya Global Affairs'te genel yayın yönetmeni, Dış ve Savunma Politikası Konseyi Başkanı ve Valdai Uluslararası Tartışma Kulübünün Araştırma Direktörü, özetle Rusya’nın resmi pozisyonunu yansıtan Rus Kanaat Önderi Fyodor Lukyanov; II. Dünya Savaşı’nın bellekteki yeri ve küresel siyasetin aldığı güncel biçimi şöyle yorumluyor:

“Zaman bizi insanlık tarihinin en büyük savaşından uzaklaştırsa da bunun anlamı azalmaz. Aksine, yeni formlarda yeniden ortaya çıkar. Beğen ya da beğenme, hafıza politik bir güç haline geldi. Bir ülkenin hangi topluluğa ait olduğunu giderek daha fazla tanımlıyor. Her ulusun savaşa dair kendi versiyonu olması beklendik bir durumdur. Bu revizyonizm değil. Farklı koşullar altında şekillenen farklı tarihsel deneyimlerin doğal sonucudur. (…) Anlatılardan birini empoze etme girişimleri gerçekçi olmamanın ötesinde tehlikelidir de. Odak noktası, tekdüzeliği uygulamak değil, farklı yorumlar arasında uyumluluk bulmak olmalıdır. Hafızayı siyasi bir silah olarak kullanmak, barışçıl uluslararası bir arada yaşamanın temellerini aşındırır. (…)  Ülkeler kendi çıkarları tarafından şekillendirilen kendi geçmişlerini yazacaklar. Bu dışarıdan kontrol edilemez. Asıl mesele, farklı tarihsel anlatıların bir arada var olup olamayacağıdır. (…) Resmi basitleştirirsek, yakın günlere kadar dünya düzeni İkinci Dünya Savaşı'nın paylaşılan hafızası ve sonuçları üzerine inşa edilmişti. Bu artık bitti- ve onu destekleyen fikir birliği de öyle. Mevcut küresel durum geleneksel anlamda yeni bir düzen anlamına gelmiyor, ancak belki de yeni bir denge ortaya çıkabilir. Bu denge evrensel değerlere veya birleşik anlatılara değil, farklı yorumlar ve çıkarlar arasında barış içinde bir arada yaşama dayanacaktır. (…) çok yönlü, çok medeniyetli bir dünyada faaliyet göstermek için esnekliğe sahip olmak gerekiyor. Yeni uluslararası ortam - sonuçta ne şekilde olursa olsun - tek bir hegemonik merkez tarafından şekillendirilmeyecektir. Ve bu gerçeklik, Rusya da dahil olmak üzere herkesi uyum sağlamaya zorlayacaktır. (…) Ancak adaptasyon, birilerine tabi olmayla aynı şey değildir.” buradan ulaşabilirisiniz

Cumhur İttifakı ve PKK: I. Dünya Savaşı ve Lozan belleği bitti, ‘esnek’ politikalara mı geçildi?

Lukyanov; özetle artık ilişkilerin evrensel değerler veya ortak birleşik anlatılara dayalı olmadığını, Rusya’nın hafızasını yeni duruma uyarlama ve yeni esnek politikalara adapte olma kapasitesine sahip olduğunu, bu süreçte kendi anlatıları da dahil farklı anlatılara açık olunması gerektiğini, anlatıların da değiştirilebileceğini, yeter ki çok kutuplu çıkarlarda (Yani birbirine çıkar sağlamak üzere) uzlaşılmasını, ortak tek değerin kazanç/çıkar olmasında (kapitalizme ve emperyalizme) hazır olduklarını ileri sürüyor.

Rusya zaten 1990’da rotayı tümden başka yere kırmıştı. Türkiye 1945’lerde bunu zaten yapmıştı. Bununla beraber geriye kalan pek çok olgu da bulunuyor, bellek bunda bazen olumlu bazen olumsuz anlamda tutucu olabiliyor. Kim kazançlı çıkar kim daha kaybeder, bu çok ayrı bir konu ancak her şeyden önce bellekte de yeni anlaşmalara uygun esnemeler yaratılması gerekiyor.

D. Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a çağrısı bile söylemin, eski söylem biçiminin, mevcut belleğin esnediğini göstermeye yeter artar. PKK’nin kendini veya silahlı mücadeleyi feshi ile ilgili kongreyi toplaması ve kongre metni de bir hafıza değişimi/ esnemesi çağrışımı içeriyor.

Çok çeşitli anlatılar halinde de olsa cumhuriyet ve günümüz Türkiye’si hâlâ birincil düzeyde I. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve Lozan belleğine dayalı bulunuyor.

PKK’nin kongre metni en çok da Lozan ve 1924 öncesine dönme bakımından dikkat çekici bulunuyor. Bunu Bahçeli ve AKP’nin olumlu selamlaması muhatapların iki tarafında da bu hafızanın aşılmasına yönelik daha arka planda bir yakınlaşma olduğunu gösteriyor. AKP Osmanlı Hanedanlığı, fetihçilik ve şeriatçılık bakımından cumhuriyete ve cumhuriyetin resmi hafızasına hep belli bir mesafe içindeydi, artık MHP’nin de bu hafızaya mesafe aldığı anlaşılıyor ancak MHP’nin bu değişimi AKP ile aynı güdülere mi dayanıyor, bu henüz çok anlaşılmış bulunmuyor.

Aydınlanmacı ve sol belleğin tasfiyesi: İkinci cumhuriyet mi, cumhuriyet öncesi mi, mütaşerikleşme mi, neomuhafazakar liberalleşme mi?

PKK’nin Özal’ı olumlaması ile AKP’nin zaten kendini özellikle DP ve ANAP’ın devamı sayması aralarında söylem bakımından büyük bir yakınlaşma olduğuna işaret ediyor. Eski söylemle ağalık-aşiret-tefeci bezirgan düzen 1980’lerden bugüne MÜTAŞERİK (müteahhit, taşeron, tarikat, şeriatçı şerikliğine) evrildi. Kaygım o ki, bu mütaşerik otoriter blok giderek daha da genişliyor.

Kaygım o ki bu sürecin iki tarafta da aydınlanmacı yanın, cumhuriyetçi yanın, sol yanın daha da tasfiyesini getirmesidir. Bu ABD-Trump’ın da Cumhur İttifakının da istediği ve beklediği bir sonuç olur.

Aydınlanmacı ve sol yanın giderek tasfiye olması, Kürt Türk halklarının, Türkiye ve Ortadoğu’nun yararına mı olur, buna pek olumlu yanıt vermek mümkün gözükmüyor. Rusya ve Putin’in esnemesi de olmadık yönlere doğru esneyebilir.

Temel insan hak ve özgürlüklerinde, özgürleşmede, hümanizmde, eşitlik ve dayanışmada buluşmadıkça, bunlardan esnedikçe, varılacak yer kayganlaşıyor.

Yaşasın tam bağımsız Türkiye, yaşasın tam demokrasi ve eşitlik, yaşasın özgürlük, yaşasın halkların kardeşliği. Bunlar, sözde de kalsalar iyi güzel idealler. Kahrolsun emperyalizm.

İşin somutu, Kürtçe ve diğer diller de bu toprakların belleği, ana dilinde eğitim sorunu çözülmesi gereken somut sorunun başında geliyor. Herkesin kimliğine saygı gösterilmesi zaten temel bir ilke. Seçim ilkesi de seçim ilkesidir, bir uygunsuzluk varsa, yine seçime gidilir. Bunların ötesinde milliyet sorunu bir hak ve özgürlük konusu mu, buna dair çok tartışma bulunuyor. Benim bireysel görüşüm, bir yanı çok daha kişisel diğer yanı çok daha enternasyonal bulunuyor. Daha mikroda ise en azından temel hak ve özgürlüklere dayalı eşitliği ilke sayan bir yurttaşlığın garanti edilmesi gerekiyor.

Elbette inkar da imha da kabul edilemez.

Demokrasi ve çoğulculuk, tek değerin kapital olduğu, kapitalistle kapitalistin kutup olduğu bir dünyada mümkün değil -böylesi olsa olsa paranın hegemon insanın tabi ve imha olduğu bir durum.

Eğer bir esneklik, bir eğilip bükülme olacaksa, yeni bir sözleşme yapılacaksa, en büyük imhaya yol açan kapitalizmden, emperyalizmden, etnosantrizmden yana değil, emperyalizmle mücadele belleğinin silinmesinden yana değil, insandan, toplumdan, doğadan, bilcümle halklardan ve yaşamdan yana, hak ve özgürlüklerden yana olması, böyle ilkelere ve böyle belleklere dayanması gerekiyor.

Bu bellekte emperyalizm ve yayılmacılık yanlısı Trump olumsuz, cumhuriyet, sosyalizm, bağımsızlık mücadeleleri ve diktatörlüğe karşı mücadele eden José “Pepe” Mujica olumlu tarafta yer alması gerekiyor.

                                                                /././

İstanbul, Antalya, Ankara: Emperyalist fuar -Hakkı Özdal-

Geride bıraktığımız çarşamba günü, Erdoğan’ın son aylarda geçirdiği ‘en iyi’ gün olabilir. Erdoğan yönetimi için ‘iyi haberler’ sabah saatlerinde başladı. Ortadoğu turundaki ABD Başkanı Trump, Suriye'ye uygulanan tüm yaptırımların kaldıracağını ilan etti ve bu kararı “Erdoğan’la görüşmesini takiben” aldığını söyledi. Ardından, ABD başkanı ile HTŞ örgütü tarafından Suriye'nin yeni cumhurbaşkanı ilan edilen Ahmed eş Şara (Colani), Riyad’da Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın ev sahipliğinde bir araya geldi. Bu muhteşem üçlünün buluşmasına Erdoğan da telekonferans yöntemiyle dahil edildi.

HTŞ öncülüğündeki cihatçı grupların Esad yönetimini devirmesinde de doğrudan etkili olacak şekilde Suriye’de büyük ekonomik yıkıma yol açan yaptırımların kaldırılmasında ve ardından kek hamuru kıvamına getirilmiş Colani’nin Trump’a takdim edilmesinde, Suudi Arabistan’la birlikte Türkiye’nin de rol oynaması, Erdoğan’a takılmış bir “bölgesel nüfuz nişanı” gibi göründü doğal olarak. Ortadoğu’daki dört büyük ülkeden ikisi (Türkiye ve Suudi Arabistan) bizzat, biri (İsrail) hamisi ve ajandasıyla dolaylı olarak o salondaydı. Dördüncü ülke de (İran) zaten tüm bu trafiğin açık-örtük hedeflerinden biri olarak salonun ‘konuğu’ idi.

Erdoğan bu toplantıya aynı gün mecliste yaptığı grup konuşmasında da değindi ve Türkiye’nin “barış diplomasisinin küresel merkezi haline geldiğini” söyleyerek övündü. Nitekim bir gün sonra (15 Mayıs Perşembe) Rusya ile Ukrayna arasında 2022’den beri kesilmiş olan barış görüşmeleri İstanbul’da yeniden başlayacaktı ve bu görüşmelere Rusya Devlet Başkanı Putin, hatta ABD Başkanı Trump’ın katılabileceği konuşuluyordu. Üstelik yine İstanbul, 16 Mayıs’ta da ABD ile İran arasındaki nükleer müzakerelere ev sahipliği yapacaktı.

Yine aynı gün ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye'ye 304 milyon dolar değerinde füze ve ekipmanları satışını onayladığı duyuruldu. ABD Savunma Güvenlik İşbirliği Ajansı, bu onay kararını duyururken şu ifadeleri kullandı: “Avrupa’da siyasi ve ekonomik istikrar için önemli bir güç olan NATO müttefikimize bu satış, ABD'nin dış politika ve ulusal güvenliğine destek olacak.”

Erdoğan bu ‘kusursuz fırtınayla’ yelkenlerini şişirerek çıkmıştı AKP grubu kürsüsüne ve tüm konuşmanın en önemli bölümünde, belediye yönetimleri için “yeni bir statü ihtiyacı” olduğunu söyledi. ‘Terörsüz Türkiye’ tütsüsüyle, bu sözlerin aslında ‘kayyum düzeninin sonu” anlamına gelebileceği yorumları yapılsa da -hatta iktidar kaynaklarından bu yönde bazı ‘kasti kulis’ haberleri üflense de- asıl niyetin merkezi idarenin yerel yönetimler aleyhine güçlendiği ve dolayısıyla rejimin, bir de yerel seçimlerle, bu seçimleri kaybedip durmakla, kazananlarını derdest etmekle uğraşmak zorunda kalmayacağı bir yol bulmak olduğu açık. Vali ve kaymakamlara yapılan özel vurgu da bunu teyit ediyor. Erdoğan’ın, bu vali-kaymakam vurgusuna saniyeler uzaklığında olan “Kayyumlar yeniden istisna olacak” sözleri; kayyum düzeninin işin temeli haline getirilmesi yönündeki niyeti gizlemeye yetmiyor.

Erdoğan’a bu cesareti veren uluslararası koşullar, tam bu grup konuşması devam ederken Antalya’dan da bir başka önemli uç veriyor. Antalya’daki NATO Dışişleri Bakanları Gayriresmî Toplantısı’nın açılışında konuşan Genel Sekreter Mark Rutte, açık açık “NATO’nun daha ölümcül hale getirilmesi gerektiğini” söylüyor. Peki bunu nasıl yapmayı öneriyor: Daha fazla savaş harcaması, daha fazla askeri sanayi üretimi ve bunlar için gerekli mali yükün üye ülkeler arasında adil şekilde paylaşılması... Trump’ın ve onun şahsında ABD egemen kliğinin tezi NATO’nun resmi tezi olarak tekrarlanıyor.

Ve aynı Rutte, aynı gün Anadolu Ajansı’na “Erdoğan'ın muhteşem bir lider olduğunu ve büyük saygı gördüğünü”, “Türk savunma sanayiinin NATO için çok önemli olduğunu” söylüyor.

Yine aynı gün, Trump’ın da zaman zaman alayla diline doladığı neoconların ‘ölü yıldızı’, İsrail yanlısı Cumhuriyetçi senatör Anıtkabirde zuhur ediyor ve “bölge istikrarı için Türkiye ve İsrail’in iki önemli müttefik olduğundan” dem vuran bir video yayımlıyor.

ABD Dışişleri Bakanı Rubio, Zelenski ve yandaşları, NATO örgütünün ‘merkez komitesi’, İsrail damgalı karanlık senatörler İstanbul, Ankara ve Antalya’da, adeta bir emperyalist fuarda iş bağlayarak ve fırsat arayarak dolanıyor. Sözcüğün gerçek anlamıyla “dış güçler”in katıldığı bir kitle turizmi adeta…

Bütün bu sahnenin önünde ise “dış güçler” demagojisini dilinden düşürmeyen yerli-milli iktidarın barış kostümlü gövde gösterisi var. İçeride eriyen gücünü, dışarıdan gördüğü teveccühün ışıltısıyla göz kamaştırıp örtmeye çalıştıkları bir gösteri. Teveccühü ‘ne karşılığında’ aldıkları tahmin edilebiliyor. Bölge ülkelerini şantajla kuşatmak için girişilen ve içinde bizzat İsrail’in güvenlik çıkarlarının yer aldığı projeleri topluma ‘barış insanları’ pozuyla itelerlerken Gazze’de her şey ‘eskisi’ gibi devam ediyor. Gazze Sağlık Bakanlığı, kentteki hastanelere bir günde 100’ün üzerinde ölü ve 200 kadar yaralının getirildiğini açıklıyor. İsrail 19 Ocak'ta varılan ateşkesi bozup iki ayda 3 bin Filistinliyi katletti, 8 bin yaralı var. Gazze enkazlarının altındaki binlerce cenaze bu istatistiklere dahil değil.

O gün Türkiye’de iktidar medyası “Suriye tamam sıra Gazze’de” manşetleriyle çıkıyor. Söylediklerinin tam tersi yönde ama akış açısından doğru: Suriye teslim alındı, sırada Gazze var.

                                                               /././

Kendine ait bir Sevr -Nuray Sancar-

Kendisini feshetmiş olan PKK’nin, son bildirisinde 1924 Anayasası’na karşı 1921 Anayasası’nı referans göstermesi ultra milliyetçi refleksleri tutuşturdu. Bu bildiri yayımlandığından bu yana, işgal koşulları altında imzalanan Sevr Anlaşması’nın sonrasında yapılan ilk anayasa ile, Lozan anlaşması sonrasında çıkarılan 1924 Anayasası karşılaştırması eşliğinde, irili ufaklı partilerin temsilcileri ile tek tek ‘bilirkişiler’ tarafından hararetli tartışmalar yapılıyor. Bu süreçte ‘terörsüz Türkiye’ hedefine ulaşmakla övünen iktidar partisi, nesnel gelişmeleri nasıl iç cepheyi güçlendirmenin manivelası haline getirmeye çalışıyorsa; başından bu yana Öcalan ile görüşmelere karşı çıkan ve PKK bildirisinin bu karşı çıkışlarını meşrulaştırdığını düşünen milliyetçi akımların da kendilerine göre bir iç cephe oluşturmaya çalışması beklenmedik bir şey değil. Öyleyse bu tarihsel dönüm noktasında, siyasal kapsama alanlarını genişletmek isteyen çeşitlenmiş milliyetçi kesimlerin başlıca varlık nedeni haline gelen terör karşıtlığının elden kayıp gitmesine karşı refleks göstermesi şaşırtıcı değil. 

Ne var ki durmadan tarihi kendine göre yeniden yazmaya çalışmak, aktüel siyasi gelişmeleri anlamaya vakit bırakmıyor. Saray iktidarını Kürtlere müsamaha göstererek ‘Ayakları baş etmek’, ‘bebek katili’ne itibar tanıyarak memleketi Sevr koşullarında, işgale açık bir ülke haline getirmekle suçlarken tersine Trump’ın Ortadoğu’daki gezisinin bağlamına bir biçimde eklemlenen Türkiye’nin işgalci güçlerle birlikte fotoğraf verdiği görüldü; Suudi-İsrail-ABD’nin oluşturduğu yeniden dizayn grubunda Türkiye iktidarı da var.

Bu arada Erdoğan AKP grup toplantısında ‘Terör örgütünün kendini feshi ardından siyasetin güçlü devreye girmesiyle, belediyelerdeki kayyım uygulamasının yeniden istisna haline geleceğini düşünüyoruz’ diye başladı ve belediyelere ilişkin yeni düzenlemelerin yapılacağını söyledi. Kimi basın bunu bir müjde olarak verdi. Bu konuşmada öne çıkan şudur aslında; birincisi, yerel yönetimlerde seçilmişler ile atanmışlar arasındaki yetki dağılımının atanmışlar lehine düzenlenmesi öngörülüyor. Bunun gerekçesi belediyelerin SGK borçlarını bile ödeyemez hale gelmeleri, belediyelerdeki kayırma ve istismar ilişkilerinin artması, haraç ve yolsuzluklar olarak gösteriliyor. Bu yüzden belediye mali kaynaklarının denetiminde merkezin rolünün artırıldığı yeni bir yerel yönetim statüsü öngörülüyor. 

Bu, Kürtlerin yararlanmasından korkulan yerel yönetim özerkliği anlamına hiç gelmiyor. Yerel seçimleri itibarsız ve etkisiz hale getirecek bürokratik bir kontrol mekanizmasının güçlendirilmesi ve belki de bir adım sonrasında seçimleri gereksizleştirmek anlamına geliyor. Kayyım rejimini istisna haline getirmenin meali yurt sathında yerel yönetimleri külliyen kayyımlaştırmak, belediyelerin halihazırda var olan yetkisini vali ve kaymakamlara devretmek olarak okunabilir. Yani artık bir valinin, yerinden edilmiş belediye başkanının koltuğuna kurulması gerekmeden, olduğu yerden kayyımlık görevini ifa etmesi.  

İkincisine gelince; güvenlik kaygısıyla bölgede rahat dolaşamayan sermayeye bundan böyle gerekli olanakların sağlanması hedefleniyor. ‘Terör sebebiyle 40 yıldır ülkemize kullandırılmayan kaynakları harekete geçirmeye zaten başlamıştık. Petrol başta olmak üzere tüm madenlerimizi milletimizin emrine amade kılacağız’ diyor Erdoğan. Sanayinin tüm alanlarında yeni tesislerin inşasını, tarım arazilerinin projelendirilmesini, bölgenin turizm destinasyonu haline getirilmesini içeren, bölgesel kalkınma çerçevesinde hiç söylenmeyen, ‘Milletimizin emrine vereceğiz’ sözünün gerçek anlamı, şimdiye kadar ‘milletimize’ kalkınma hamlelerinin sadece borçlarını yükleyen Saray iktidarının buna devam edeceği. 

Çoktan beri sessiz sedasız yakılarak imha olan Cudi ormanları ya da deprem sonrasında neredeyse vatandaşın tapulu arazisine el koyarak gerçekleştirilen dönüşüm örneğinde olduğu gibi kah alan açarak kah felaketi lütuf görerek yapılan çalışmalar, uluslararası sermaye ortaklıklarına güvenli ve hazır bir ortam sunmak için yapılan hazırlıklara hız kazandırıldığını zaten gösteriyor. ‘Bu vesileyle, uluslararası girişimcileri, kazan-kazan anlayışıyla, ülkemizin ekonomik bakımdan bakir bölgelerine yatırım yapmaya çağırıyorum’ sözünü Erdoğan aynı grup toplantısında söylerken merkezi kontrol altında sermayeye özerk dükalıklar teklif etmiş oluyor. Bunun Kürtlerin kendi kaderini tayin kapsamındaki özerklik talebiyle bir ilgisi elbette yok.  

Büyük ve ‘bakir coğrafya’ şimdi parsel parsel dağıtılmaya; altın arayıcılara, maden tekellerine, santral inşaatına, inşaat sermayesinin talanına açılmak üzere. Yoksul Kürtlerden ucuz emek gücüne, hevesli ve sermayesi olanları ise uluslararası sermaye ortaklığı için rekabete ve yarışa atılacak burjuvalara dönüştürecek olan bu düzenlemeden Türk-Kürt halkına kalan, belediyelerin de elinden alındığı, seçmen inisiyatifinin anlamsızlaştığı bütün bu sürecin merkezi irade tarafından sürdürüldüğü teşvikli bir soygun düzeni olacak gibi görünüyor. 

Milliyetçi hezeyan, PKK’nin bildirisinden anakronik bir Sevr’e dönüş korkusu çıkarmakla meşgul olurken sermayenin emek üzerindeki bölgesel tahakkümünün nasıl katmerlendirildiğini elbette görmeyecek. Tarihe çakılıp kalmaya, Kürtlerin özerklikten vazgeçmediğini, iktidarın da bunu bahşetmeye hazır olduğunu söylemeye devam edecek. Bazıları da kayyım düzeni sona eriyor diye alelacele atılan manşetlere bakarak iktidarın demokratikleşme adımlarını övebilecek. Sermaye düzeninin topla tüfekle değil, ticaret-pazar ve daha da merkezileşmeyle gelen yeni Sevr’inin içeriğinde hepsi sessiz sedasız anlaşacak. Bu arada kendi iç cephesini güçlendirmek için Kürt mefhumu bildiri satırlarıyla vur abalıya olmaya devam edecek.

                                                           /././

EVRENSEL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -18 Haziran 2025-

CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisyona üye de vermeyiz -Cansu Çamlıbel- ...