Kemalist- Sosyalist İttifakı -Atilla Özsever-
Geçen hafta sonu Ankara’da düzenlenen Cumhuriyetçiler Kurultayı’nda Kemalistlerin sosyalist ve komünistlerle işbirliği ön plana çıktı. AKP’nin gerici, piyasacı, baskıcı düzenine karşı Cumhuriyetçilerin geniş bir ittifak halinde mücadele etmesinin önemi üzerinde duruldu. Kurultay ilk adım, önümüzdeki süreçte çeşitli alt başlıklarda toplantı ve kitleselleşme yaygınlaşacak.
Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin (THTM) çağrısı üzerine 24-25 Mayıs 2025 tarihlerinde Ankara'da bir “Cumhuriyetçiler Kurultayı” toplandı. Cumhuriyetçiler Kurultayı’na akademisyenlerden gazetecilere, siyasetçilerden yurttaş inisiyatiflerine uzanan geniş bir katılım gerçekleşti. Kurultayda öncelikle çok sayıda Cumhuriyetçi dernek, meslek odası ve platformun temsilcileri görüşlerini açıkladılar.
Ardından beş oturumluk bir çalışma toplantısı yapıldı. Bu toplantıda, 1923 Cumhuriyeti’nden günümüze gelen süreç, laiklik, bağımsızlık, ekonomide halk egemenliği ile ilgili konu başlıklarında uzman katılımcıların görüşleri ortaya kondu. Son oturumda da sonuç bildirisi üzerinde görüş ve öneriler ifade edildi.
Cumhuriyetçiler Kurultayı, TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği) Makina Mühendisleri Odası’nın Kızılay’daki Eğitim ve Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi.
Toplantı salonu tamamen doluydu, katılımcılar büyük bir dikkatle konuşmaları izlediler. Verimli, entelektüel düzeyi yüksek, sunulan görüşlerin izleyiciler tarafından da kolay anlaşıldığı ve konuların birbiriyle bütünlüğünün sağlandığı etkin bir kurultay gerçekleştirilmiş oldu.
Kemalist-sosyalist işbirliği
Yoğun ve özgün görüşlerin sergilendiği kurultayda, esas itibariyle Cumhuriyetçilerin birliğinin sağlanması, bu bağlamda Kemalistler ile sosyalist ve komünistlerin ortak bir program çerçevesinde bir ittifakının gerçekleştirilmesi anlayışı ön plana çıktı.
Kurultayda, kendini Kemalist olarak tanımlayan Ömer Atagenç’in konuşması da bu anlamda ilginçti. Ömer Atagenç,"Bugün buraya bir akademisyen olarak değil Kemalist olarak geldim" diyerek şunları söyledi:
"Biz daha kuruluşunda Cumhuriyet'i kaybettik. Devrimci, devletçi ve halkçı ilkeleri; altı okun üçünü 1945’lerde kaybettik. Sermayenin toplumun temellerine nasıl dinamit koyduğunu göremedik. Cumhuriyet’in kapitalist düzende asla taçlanamayacağını bildiğim için, Kemalizmin yüzünü sosyalizme dönmesi ile yaşayabileceğini bildiğim için aranızdayım."
Daha önceki süreçlerde Kemalist kadrolarda “antikomünizm” ağırlıklı olmasına rağmen günümüz gençliğinin bir bölümünde bu görüşün giderek aşıldığını ve sosyalizme dönük bir anlayışın geliştiğini ifade edebiliriz. Ömer Atagenç arkadaşımızla kurultayda yaptığımız özel sohbette de sosyalizme yakın olduğunu bizzat gözlemlemiş olduk.
Kuşkusuz Zafer Partisi gibi sağ partilerde “Atatürkçülük” savunulmakla birlikte ırkçı görüşler de ağırlıklı gözüküyor. Burada daha ziyade sol görüşlere yakın Kemalist kesimlerden ve onlarla bir ittifakın gerçekleştirilebileceğinden söz ediyoruz.
Cumhuriyetçi cephe
Öte yandan kurultayda, böyle bir ittifakın siyasal İslamcı AKP’nin gerici, piyasacı ve baskıcı düzenine karşı oluşturulması ve bu çerçevede mücadele edilmesi öncelikle ortaya kondu. Bu anlamda oluşacak Cumhuriyetçi Cephe’nin kamucu ekonomi, laiklik, tam bağımsızlık temel hedefleriyle emeğe dönük yüzünün yaşama geçirilmesi için mücadele etmesi önem kazandı.
AKP’nin ve Cumhur İttifakı’nın gerici, anti laik uygulamalarıyla birlikte emek karşıtı tarafının ve sermayeden yana olan sınıfsal kimliğinin de ortaya konup vurgulanması istendi.
Dinin istismarına karşı laikliğin ve cumhuriyetin savunulmasıyla aslında emekçilerin iktidarının savunulduğu, hem holdingler, hem tarikatlarla mücadele edilerek laiklik ve sosyalizmin inşa edilebileceği görüşü ifade edildi. Cumhuriyetçiler Kurultayı’nın sonuçta bir cepheye veya ittifaka dönüşmesinin amaçlandığı vurgulandı.
Çalışma hakkının önemi
Uzmanlık alanımız itibariyle kurultayın dördüncü oturumunda, “Ekonomide halk egemenliğini nasıl kuracağız?” başlığı tartışıldı. Burada başta gençlerin işsizlik sorunu olmak üzere bu sorunun çözümünde kamusal planlama ve ekonomiye önem verilmesi, çalışma hakkının en önemli mücadele alanı olacağı belirtildi.
Sendikal örgütlenme, grev hakkı, çalışma sürelerinin azaltılması gibi başlıklar üzerinde duruldu. Kuşkusuz bu konuyla ilgili daha sonra yapılacak çalıştaylarda daha detaylı öneriler ortaya çıkacaktır.
Genel grevin gündeme getirilmesi, sendikal haklar önündeki engellerin kaldırılması, asgari ücret mücadelesi, bu bağlamda asgari ücretin en düşük memur aylığına eşitlenmesi, emeklilerin düşük aylık sorunu ve sendika hakkının sağlanması, muayene ve ilaç katkı payı gibi ödentilerin ortadan kaldırılması gibi somut konular üzerinde de görüş ve önerilerin ortaya konması gerekebilir.
Cumhuriyetçiler Kurultayı’nın dört oturumunda mevcut durum ve saptamalar kapsamlı bir biçimde gündeme getirildi. Genelde bu teşhis ve tespitler önemliydi ancak “Ne yapmalı ve nasıl yapmalı?” sorusu da katılımcılar açısından dikkate alınan bir soruydu. Somut çözüm önerilerine dönük bu tür soruların önümüzdeki çalıştaylarda ve toplantılarda gündeme getirilmesi bekleniyor.
Sonuç bildirisi
Bu yazıyı yazdığımız saatlerde henüz sonuç bildirisi kamuoyuna açıklanmamıştı. Ancak kurultayda bir sonuç bildirisi taslağı da mevcuttu. Taslakta, bu kurultayın bir başlangıç olduğu, Cumhuriyetçilerin ortak bir yürüyüşe başlayacağı belirtiliyordu.
Yine taslak bildiride, “Cumhuriyetin kazanımlarının tasfiyesinde AKP’nin imzası vardır. Ancak sorumluluk emperyalizm, büyük sermaye ve dinci gericilik üçlüsüne aittir… Cumhuriyeti ayağa kaldırmak için bir halk hareketi inşa edeceğiz” deniliyordu.
Bildiride, emekçilerin konumuna da özel bir önem verilerek şu görüşler yer aldı:
“Emekçilerin politik ve sendikal örgütlenmesinin geri düzeyi, Cumhuriyetin ayağa kaldırılması için verilen mücadelenin en büyük boşluğunu oluşturmaktadır. Cumhuriyetçiler Kurultayı, emekçi halkı örgütlenmeye, bütün Cumhuriyetçileri bunun parçası olarak destek vermeye çağırmaktadır. Bu sınıfsal boyutu nedeniyle Cumhuriyetimiz ancak bir emekçi iktidarı olarak ayağa kalkabilecektir”.
Yine sonuç bildirisi taslağında, çeşitli alt başlıklarda bir dizi panel, sempozyum, konferans ve halk toplantılarının düzenlenerek kitleselleşmenin amaçlandığı belirtildi. Bu amaçla da kurultaya katkı yapan ve destek veren kişi ve kurum temsilcilerinden oluşacak bir koordinasyon kurulunun meydana getirileceği ifade edildi. /././
Diyanet'e yeni yetkiler: 'Manevi danışmanlık' ve 'din hizmeti' verecekler
Diyanet İşleri Başkanlığı’na yeni yetkiler getiren düzenlemelerin de yer aldığı kanun teklifinin 7 maddesi TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi.
TBMM Genel Kurulu'nda Diyanet İşleri Başkanlığı’na yeni yetkiler tanıyan düzenlemelerin de yer aldığı 29 maddeden oluşan Bazı Kanunlarda ve 660 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi'nin 7 maddesi kabul edildi.
Teklifle Anayasa Mahkemesi kararıyla iptal edilen düzenlemeler doğrultusunda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın "dini yayınları inceleme, mealleri denetleme ve dini günleri tespit etme" görevleri yeniden düzenleniyor.
Diyanet’e bağlı genel müdürlüklerin görevleri yeniden tanımlanırken Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü bu düzenlemeyle "öğrenci yurtları, eğitim kurumları, gençlik merkezleri ve kampları, ceza infaz kurumları, sağlık kuruluşları, sosyal hizmet kurumları ve benzeri yerlerde işbirliği esasına göre manevi danışmanlık ve din hizmeti sunacak; yazılı, görsel, işitsel ve dijital medya vasıtasıyla toplumu din konusunda aydınlatacak; göçmen, engelli, bağımlı, afetzede gibi desteğe muhtaç kesimlere yönelik manevi danışmanlık hizmetleri" yürütecek. Başkanlık ayrıca müşavir ve müftülerinin farklı birimlerde görevlendirilebilmesi ve ilk defa atanacak personelin sınav usulü belirlenecek.
TENMAK'la ilgili de düzenleme yapıldı
Teklife göre, Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu (TENMAK) için Anayasa Mahkemesi’nin kararı doğrultusunda vergi, harç ve gümrük muafiyetleri yeniden düzenlenirken TENMAK’ın mal ve varlıkları devlet malı sayılmış ve haciz yasağı getirilmesi öngörülüyor.
TENMAK, yaptığı faaliyetlerden elde ettiği gelirler dolayısıyla kurumlar vergisi açısından iktisadi işletme oluşmuş sayılmayacak. Kuruma makbuz karşılığında yapılan nakdi bağış ve yardımlar, Gelir Vergisi Kanunu ile Kurumlar Vergisi Kanunu hükümleri çerçevesinde gelir veya kurumlar vergisi matrahının tespitinde, gelir veya kurumlar vergisi beyannamesi üzerinde ayrıca gösterilmek şartıyla beyan edilen gelirden veya kurum kazancından indirilebilecek.(https://haber.sol.org.tr/haber/prompter-ile-dua-okuyan-diyanet-baskani-erdoganin-has-adamlarindan-erbasi-nasil-taniyoruz)
***
8 kiloluk Nutuk, 15 bin liralık tarih: Zafer Toprak'ın mirası kime ait?-Yalçın Çuğ-
Prof. Dr. Zafer Toprak'ın "veda mirası" olarak değerlendirilen eseri, bir sermaye grubunun inisiyatifine bırakıldı. Yalnızca 1500 adet basılarak belirli kişilere gönderilen eserin binlerce liralık ikinci el fiyatı, bilginin metalaşmasına dair tartışmayı yeniden gündeme getirdi.
İşlediği kent suçlarıyla bilinen ve siyasi ilişkileriyle dikkat çeken Folkart'ın, Prof. Dr. Zafer Toprak'ın son eserini sınırlı sayıda basarak "ayrıcalıklı" kişilerin erişimine sunması tartışmalara neden oldu.
Zafer Toprak üzerinden ilerleyen tartışma, bilginin dolaşımının sınırlandırılması gündemine dair örneklerden yalnızca bir tanesi. soL’a konuşan Prof. Dr. Cangül Örnek de telif hakları adı altında bilginin dolaşımının sınırlandırılmasıyla birlikte kaynaklara erişimin çok ciddi bir sorun haline geldiğine işaret etti.
Esere kimlerin erişeceğine ilişkin karar sermaye grubuna bırakıldı
Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemine ilişkin sosyo ekonomik çalışmalar yürüten Prof. Dr. Zafer Toprak, 2 yıl önce hayatını kaybetti.
1992 yılında kurucu başkanlığını üstlendiği Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü'nün 2013 yılına kadar başında bulunan Toprak, hayatı boyunca 20'den fazla kitap, 250'nin üzerinde de akademik makale yayımladı.
Toprak’ın “veda mirası” olarak nitelendirilen son çalışması ise “Modern Türkiye Tarihi” oldu. “Cumhuriyet ve Siyaset”, “Cumhuriyet ve Ekonomi”, “Cumhuriyet ve Toplum” ile “Cumhuriyet ve Kültür” başlıklı dört ciltten oluşan eser geçtiğimiz yıl yayımlandı.
Ancak eser, işlediği kent suçlarıyla bilinen ve siyasi ilişkileriyle dikkat çeken Folkart İnşaat’ın halkla ilişkiler çalışması kapsamında hayata geçirdiği Folkart Gallery tarafından yayımlandı. Eserin yalnızca 1500 adet basılması ve “özel kutusuyla” birlikte yayıncı kuruluş tarafından belirlenen kişilere gönderilmesi de tepkilere neden oldu.
Konuyu X platformunda Alp Buğdaycı geçtiğimiz gün tekrar gündeme getirdi. Eserin kamuoyuna sunulmaması ve kimlerin erişeceğine ilişkin kararın bir sermaye grubuna bırakılması haklı olarak eleştirilere neden oldu. Ancak Folkart’ın esere “erişmesine izin verdiği” bazı kişiler, 4 ciltlik seriyi ellerinden çıkardı. Şu anda internet ortamındaki bir kitap mecrasında, eserin iki kopyası satışa sunulmuş durumda. 15 bin 750 TL’den satışa koyulan eserler, yüzde 10 indirimli fiyatı olan 14 bin 175 TL’ye alıcılarını bekliyor.
Eserin “ayrıcalıklı” bir kesime sunulmasından dolayı her ne kadar yayıncı kuruluşa tepki gösterilse de bu eser Zafer Toprak’ın “ayrıcalıklı” kişilere sunulan ilk çalışması değil.
Nutuk çalışması da belirlenen 1500 kişiye gönderilmişti
1923 Devrimi’nin en büyük atılımlarından biri eğitim alanında olmuştu. Devrimin ardından eğitim, her yurttaşa eşit şekilde sunulması gereken bir kamu hizmeti haline getirilmiş, okulsuz ve öğretmensiz Anadolu'da büyük bir eğitim atılımı gerçekleştirilmiş, eğitim ücretsiz şekilde sağlanmıştı.
Akademik hayatını bahse konu döneme adayan ve Tarih Vakfı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ö. Alkan’ın hakkında "Hocanın ideolojik çizgisini tanımlarken ‘Demokrat Kemalist’ sıfatını kullanmıştım. Bu tabir çok hoşuna gitmişti" bilgisini paylaştığı Zafer Toprak, yaşarken de kimi çalışmalarını sadece “ayrıcalıklı” bir kesime sunmayı tercih etmişti.
Zafer Toprak, sıkı ilişkileri bulunduğu Folkart’ın 15. kuruluş yılı için de bir çalışma hazırlamıştı. Folkart Yönetim Başkanı Mesut Sancak’ın imzasıyla basımı yapılan eser ise Nutuk’tu.
Üç ciltten oluşan Nutuk çalışması da “Modern Türkiye Tarihi” gibi yalnızca 1500 adet basıldı ve yurttaşların erişimine sunulmadan “seçilmiş ayrıcalıklılara” gönderildi. Çalışmanın elden çıkartılan nüshaları internette 5 bin 625 ila 12 bin TL arasındaki fiyatlarıyla alıcılarını bekliyor.
Toprak gerçekleştirdiği bir söyleşide çalışmaya ilişkin şu ifadeleri kullandı:
“Folkart’a sekiz kiloluk bir Nutuk hazırladım. Nutuk siyasi önemi yanı sıra belagat sanatının üstün bir örneği. Çalışma kutu içerisinde üç ciltten oluşuyor. 1500 kişiye özel olarak gönderildi. Piyasaya verilmedi. İlk cilt 1927 Mebuslar için hazırlanmış Nutuk’un tıpkı baskısı… İkinci cildi benim oturup 1927 metnini baştan en güncel transkripsiyon ilkelerini uygulayarak Latin harflerine çevirisi. Üçüncü cilt ise benim Nutuk üzerine yorumum, gözlemlerim…”
Öte yandan Zafer Toprak, Akbank, Yapı Kredi Bankası, Borusan gibi sermaye kuruluşları için kurumsal tarih kitaplarını hazırladı; Yapı Kredi Bankası ve Garanti Bankası’nın sergilerinde küratörlük yaptı; Asım Kocabıyık Borusan Müzesi'ni kurdu.
Folkart'ın neden yayınevi var?
Kitabın sınırlı basımı yanında basan yayınevi de tepki çekti. Saya Grup Şirketlerine ait Folkart Yapı'nın Folkart Gallery isimli yayınevi, "Türkiye'nin sanatsal yaratıcılığını hem ulusal hem de uluslararası platformda tanıtmak, sanata yönelik farkındalığı artırmak ve İzmir'de sanata olan ilgiyi geliştirmek için uluslararası standartlarda bir sanat galerisi kurmak" hedefiyle yola çıktığını iddia ediyor. Ancak Folkart İzmir'i yağmalayan bir sermaye sermaye kuruluşu olarak biliniyor. Özellikle son 10 yılda yaptıkları çok sayıda lüks ve yüksek katlı bina ile kentin dokusunu bozuyor.
Başında Mesut Sancak'ın bulunduğu Folkart en son kaçak konut projesiyle ve Narlıdere'de sitelerinde çıkan büyük yangınla gündem olmuştu.
'Kitapları birtakım insanların kütüphanesinde süs nesnesi olarak tutmak yadırganacak bir durum'
Oysa Zafer Toprak üzerinden ilerleyen tartışma, bilginin dolaşımının sınırlandırılması gündemine dair örneklerden yalnızca bir tanesi. Bilginin metalaştırılması ve dolaşımının sınırlandırılması uzun süredir devam eden bir tartışma konusu.
soL’a konuşan Prof. Dr. Cangül Örnek de telif hakları adı altında bilginin dolaşımının sınırlandırılmasıyla birlikte kaynaklara erişimin çok ciddi bir sorun haline geldiğine işaret etti.
Cangül Örnek, özellikle Batı dışındaki toplumlarda türü fark etmeksizin eserlere ulaşmanın fiziksel olarak güçlükler barındırdığını ve oldukça maliyetli olduğunu vurguladı.
Bahse konu sorunu aşmaya yönelik çeşitli girişimler olmasına karşın hali hazırda dünya genelinde tartışmaların sürdüğünü aktaran Örnek, “Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik koşullar nedeniyle okuyucular bütçelerini zorlayan kitap fiyatlarıyla karşı karşıyayken, bunun üzerine bir de özel baskılarla kitapları bir grup insanın ayrıcalığı haline getirmek savunulacak bir şey değil” diye konuştu.
Özellikle yazarların bu tür uygulamalardan uzak durması gerektiğinin altını çizen Örnek, “Bir yazarın, araştırmacının en önemli amacı nedir?” sorusunu yönelterek sözlerine şöyle devam etti:
“Bildiğini veya yapmak istediği tartışmayı mümkün olduğunca çok insana ulaştırmaktır. Okuyucuların, araştırmaya, incelemeye veya edebiyat eserine verdiği tepkiyi almaktır. Kitap deyince iki taraftan bahsediyoruz, bu iki yönlü bir ilişkidir. Bu iki yönlü ilişkide okur, yazar için çok önemlidir ve birbirini besleyen bir süreçtir. Okuyucuları dışarıda bırakacak şekilde kitapları birtakım insanların kütüphanesinde süs nesnesi olarak tutmak yadırganacak bir durum.”
Örnek, bu nedenle kitabın maliyetini artıran ve okuyucunun kitaba ulaşmasını zorlaştıran herhangi bir lüksün söz konusu olmaması gerektiğini vurguladı. Örnek, sözlerini şöyle noktaladı:
“Bilginin metalaşmasını tartışmamız gereken bir süreçten geçerken, maliyet artıran etkenler, kitapların veya araştırmaların mantığına aykırı bir noktada duruyor.”
/././
Ali Koç’un götürdüğü asıl baklava başka -Ali Ufuk Arikan-
Mustafa Varank’ın eliyle yedirdiği baklavadan çok daha büyük bir dilim olan Tüpraş, yıllardır Koç Ailesi’nin servetine servet katıyor.
Bazı kareler vardır ki fazla söze yer bırakmaz, sayfalar dolusu analiz ve veriyle anlatılmak isteneni kısa yoldan gözümüze sokuverir.
Geçtiğimiz hafta sonu Abu Dabi’de çekilen bir fotoğraf karesi, Türkiye’de yıllardır anlatmaya çalıştığımız ama ısrarla görmezden gelinen AKP iktidarı ile patronlar arasındaki büyük ortaklığın en ‘çiğ’ özeti niteliğindeydi.
“Çağdaş” ve “laik” patron sınıfımızın önde gelen temsilcilerinden biri olarak sunulan Ali Koç, "Ak Trol" olarak ünlenmiş Bakan Mustafa Varank’ın elinden “Bismillah” nidası eşliğinde okunmuş baklavasını yiyordu o karede.
Aslında Koç temsil ettiği ailesiyle birlikte yıllardır iktidarın elinden baklava yemeye doymamış, doyamamış bir isim.
Dün bu baklavaların en büyüğüne ilişkin artık klasikleşen bir haber düştü ajanslara.
O habere göre “İSO 500 çalışmasında 2024 yılında üretimden satışlara göre en büyük kuruluş, 651,6 milyar lira ile uzun yıllardır olduğu gibi yine TÜPRAŞ” olmuştu.
Evet, Türkiye'nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu Araştırması'nın bu yıl da zirvesinde Koç Ailesi’nin çöktüğü en büyük baklava dilimi olan Tüpraş yer aldı.
Mustafa Varank’ın eliyle yedirdiği baklavadan çok daha büyük bir dilim olan Tüpraş, yıllardır Koç Ailesi’nin servetine servet katıyor.
Türkiye’de kamuya ait en önemli sanayi kuruluşlarının başında gelen Tüpraş, AKP iktidarı tarafından sadece 4 yıllık kârına denk düşen bir bedelle Koç’lara peşkeş çekilmişti.
Tüpraş’ı bünyesine kattığı günden bu yana 18 milyar dolara yaklaşan bir kârı cebine indiren Koç, holding bünyesindeki gelirinin yüzde 30’undan fazlasını yine bu ballı Tüpraş dilimi üzerinden elde ediyor.
Peki, baklavaları tepsi tepsi götüren, her yıl en büyükler listesinin ilk sırasında yer alan ve kâr rekorları kıran Tüpraş’ın patronu Koç, binlerce Tüpraş işçisi için ne anlama geliyor?
Bundan sadece yirmi gün önce kendilerine teklif edilen sefalet ücretlerine karşı ayağa kalkan ve iş yavaşlatan Tüpraş işçilerinden birine kulak verelim:
"Hayat pahalılığına eziliyoruz. Gerçek enflasyon da belli, TÜİK'in rakamları da. İnsanın onuruyla bu kadar oynanmaz. Biz Tüpraş'ta gazın içinde, tehlikeli ortamlarda çalışıyoruz. Hayatımızı ortaya koyuyoruz. Ama bize teklif edilen ücret 38 bin-42 bin lira arası. Bu parayla mevcut ekonomik koşullarda nasıl geçinebiliriz?"
Evet, insanın onuruyla bu kadar oynanmaz!
Bir yanda AKP iktidarının çektiği peşkeş sonrası Tüpraş üzerinden kar rekorları kıran Koç, bir yanda ise sefalet ücretlerine mahkum edilen binlerce emekçi.
Bir yanda 23 Nisan’da, 29 Ekim’de paylaşılan duygusal Mustafa Kemal Atatürk videoları, bir yanda AKP ile el ele cumhuriyetin tasfiyesi. Bir yanda “laik Türkiye’den yanayız”masalları, bir yanda tarikat ve cemaatlere verilen destek, Abu Dabi’de yenilen ‘okunmuş’ baklavalar…
Tablo bu kadar açık, bu kadar net aslında.
Bu yüzden Koç’un Saray’dan çıkmamasına, her fırsatta soluğu MHP Genel Merkezi’nde almasına, Emine Erdoğan’ın kermesinde boy göstermesine şaşırmanın alemi olmadığı gibi, Bakan elinden yenilen baklava da gayet normal karşılanmalı.
Tabii Ali Koç’u hâlâ “sarı saçlı mavi gözlü” muhalefet lideri sananlar, şaşırmaya devam edebilir.
Bu tabloya şaşırmayan, bu düzenin kendisine karşı mücadele yürüten Türkiye Komünist Partisi, geçtiğimiz yıl Koç Ailesi’nin sadece bir yıllık kârıyla el koyduğu rakamı ve bununla neler yapılabileceğini paylaşmıştı:
- 163 bin 472 ataması yapılmayan öğretmenin yıllık maaşı.
- 1000 kişilik 180 adet öğrenci yurdunun yapılması için gerekli kaynak miktarı.
- Tüm İstanbulluların 6 aylık abonman ücreti.
- İşsiz 576 bin kişinin asgari ücretle istihdamı.
Bazen bir dilim baklava tüm bu çarpıcı ve isyan ettirici veriden daha açıklayıcı olabiliyor.
Ama biz o karenin yanına bu verileri eklemeli, tabloyu tamamlamalıyız.
Çaldıkları şey Tüpraş işçisinin dediği gibi bizim insanlık onurumuz, alınterimiz ve emeğimiz.
Tam da bu yüzden Tüpraş derhal devletleştirilmeli diyoruz. Mutluluk ve iştahla yedikleri baklavaları iktidarın ve patronların boğazına dizmek, hakkımız olanı almak için… /././
İzmir'de 23 bin işçi grevde: İzBB'den grev kırıcılık ve üstü kapalı tehdit.
İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde yaklaşık 23 bin işçi greve çıktı. Sendika taleplerinin karşılanmadığını söylerken belediye, işçilerin taleplerinin "ülke gerçekleriyle ve belediyenin koşullarıyla bağdaşmadığını" öne sürüyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/izmirde-23-bin-isci-grevde-izbbden-grev-kiricilik-ve-ustu-kapali-tehdit-398629)
***
Kötü niyetli anayasacılık -Ali Rıza Aydın-
Kötüye kullanılan (istismarcı) anayasacılık anlayışı devam ediyor. Demokrasi kılıfı içinde sermaye sınıfının ve siyasal temsilcilerinin sınıfsal istek, gereksinme ve çıkarları devam ediyor.
Başlığı 22.12.2022 günlü soL yazımın “Anayasa tuzağı ve kötü niyetli anayasacılık” başlığından devren kullandım. Bugün yinelememin nedeni artık usandıran yeni anayasa nakaratının içeriğini kısa ve öz olarak anlatması.
İster gerici ya da süreç koşulu densin ister Erdoğan’ın sözleriyle “değişikliklerle ayıplarından arındığı, ancak darbe döneminin tortularını taşıyan anayasadan kurtulmak” densin hem hukukun ilkelerinden hem de siyaset ve yaşamın insanlık göstergelerinden olan iyi niyet ilkesinin zerre kadar çalışmayacağı bir duruma başka ne denilebilir ki.
Sömürücü ve gerici düzeni yansıtan, cumhuriyet karşıtı bir anayasa girişimi iyi niyetli olabilir mi?
Yazarımız Sevgili Oğuz Oyan’ın bu hafta Salı yazısında ayrıntılı olarak anlattığı anayasacılık birikimi, birikimin çöpe atılması, anayasa nakaratları nedeniyle yeni şeyler yazmanın giderek zorlaşması ve yeni anayasanın “despotizmin hukuku” olacağı üzerine analizi de kötü niyetli anayasacılığı işaret ediyor.
Sıkça vurguladığımız gibi, ekonomik, siyasal ve toplumsal ilişkilerin ürünü olan anayasalar yaratmayıp yansıttığı için AKP iktidarının ve siyasal ortaklarının 23 yıldır yaptıkları yapmak istediklerinin işareti olacak, yeni anayasa da tortulardan kurtulurken(!) ilerici ve aydınlanmacı cumhuriyeti gömüp emekçi halkı batağın içinde yaşamaya tutsak edecektir. PKK açıklamalı DEM paketinin Lozan Anlaşmasının ve Cumhuriyetin öncesine dayanması da aynı planın tamamlayıcısıdır.
Anayasa tuzağı filmi halka defalarca izletildi.
Aynı sömürü düzeninde defalarca anayasa değişikliği yapıldı ama siyasetin, devletin, hukukun, hak ve özgürlüklerin sermaye sınıfının egemenliğine ve sınırsız özgürlüğüne adanması hep sürdü.
Hak ve özgürlükler yanılsamasının, demokrasi yanılsamasının anayasası mı? Eşitleştirilmiş halk iktidarının toplumun anayasası mı?
Sınıflı toplumun, sömürünün, burjuvazinin, gerici ama adı cumhuriyet olan düzenin anayasası mı? Sınıfsız, sömürüsüz, ilerici, aydınlanmacı toplumun anayasası mı?
Halkı kul, emek gücünü meta yapanların anayasası mı? Emekçi halkın cumhuriyetinin anayasası mı?
Yukarıda gönderme yaptığım 2022 yazısında da vurguladığım gibi, burjuvazinin anayasası yalnızca diliyle değil, özüyle de bütünsellik oluşturur. Dilindeki hukuksal gösteriş, özündeki sömürüyü saklamak için kullanılır. Ki o dildeki ve özdeki “hak ve özgürlük” denilenler emekçilerin uzun, sancılı ve kanlı savaşımlarıyla kazanıldığı halde…
Bir de hukuksuzluk var ki AKP Anayasayı, hukuku ve yargı kararlarını tanımayan uygulamalarıyla bu konuda hayli becerikli. Bu becerisini meşrulaştırabilmek için yanına MHP’yi, DEM’yi, pazarlığa gireceği Meclis içi kimi siyasi parti ya da milletvekillerini alarak istediği zaman istediği gibi uygulayabileceği esnek, yetki devriyle dolu, özünde gerçek cumhuriyeti reddeden bir anayasayı yeğleyecektir.
Yan yana getirilen birkaç haber yeni anayasa girişiminin ne kadar ciddiyetten ve halktan uzak yapıldığını göstermeye yetiyor. CHP çözüm komisyonunda olacağını ama Erdoğan’la anayasa yapılmayacağını; PKK ve DEM anayasa değiştirilmeden çözüm olamayacağını söylüyor. O zaman çözüm komisyonunun sonu anayasa değiştirmeye gidiyor. DEM, Erdoğan’la anayasa yapılmaz diyen CHP’ye “masada cumhurbaşkanı yok, Meclis var” diyor. Kimi kandırıyorlar?
Erdoğan yeni anayasa için 10 hukukçu görevlendirdiğini açıklıyor. Sabah’ın haberine göre yeni anayasa çalışmalarına ilişkin karar alınan AKP MKYK'de, 10 üyeden oluşan bir anayasa komisyonu kurulması kararı alınıyor. Buna göre komisyon başkanının Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz'ın olması bekleniyor. Komisyonda AKP Genel Başkanvekilleri Mustafa Elitaş ve Efkan Ala, AKP Meclis Grup Başkanı Abdullah Güler, Grup Başkanvekilleri Özlem Zengin ve Bahadır Yenişehirlioğlu, Parti Sözcüsü Ömer Çelik ve Genel Başkan Yardımcıları Hayati Yazıcı ve Ali İhsan Yavuz ile Antalya Milletvekili Serap Yazıcı Özbudun'un da yer alacağı ifade ediliyor.
Bu süreçte Erdoğan kim? Cumhurbaşkanı mı, AKP Genel Başkanı mı? Meclis’le ve anayasa değişikliği süreciyle ilişkileri Anayasa gereği sıfır olmadığına göre masada yok denilebilir mi? AKP’siz anayasa değiştirilemeyeceğine göre masada yok denilebilir mi?
Tarafların kendi anayasa isteklerini lastiğe yazıp çekiştirdikleri sahnede toplumu oyalayıp duran polemikler sürüp gidiyor.
Anayasada neler değişecek henüz belli değil ama değişmezler belli: Egemen sermaye sınıfına, sömürüye ve ortağı gericiliğe hizmet eden, emekçi halkı baskı altında tutup sömürmeye devam eden karşıdevrimci bir düzen siyaseti, devleti ve hukuku değişmeyecek.
İşlevsizleştirilmiş, önemsizleştirilmiş, sömürücü ve gerici özellikleri öne çıkan, dayanağı olan anayasayı ve cumhuriyetin niteliklerini bile koruyamayan bir meclisin anayasa yapmaya kalkışması şapkadan tavşan çıkarmaya benzer.
Kötüye kullanılan (istismarcı) anayasacılık anlayışı devam ediyor. Demokrasi kılıfı içinde sermaye sınıfının ve siyasal temsilcilerinin sınıfsal istek, gereksinme ve çıkarları devam ediyor.
24-25 Mayıs’ta toplanan Cumhuriyetçiler Kurultayında vurgulandığı gibi “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu büyük bir devrimdir”. Bu devrime karşı emperyalizmin, sermaye sınıfının, dinsel ve etnik gericiliğin ortaklığıyla bugünlere gelindi.
Sömürücülerin, gericilerin, sermaye sınıfının ve siyasal iktidarının, cumhuriyet düşmanlarının kurallarıyla ve onlara verilen ödünlerle emekçilerin sınıfsal savaşımının verilemeyeceğini tarih bize gösteriyor.
Mustafa Kemal 1876 Kanuni Esasisini tanımlarken anayasaların ilişkilerin ürünü olma ve yansıtma özelliklerine vurgu yapar, bu anayasanın toplumsal ve yapısal bir itme sonucu değil de, (Avrupa kaynaklı) dış baskıları savuşturmak isteyen taklitçi yöneticilerin girişimiyle ortaya çıktığını söyler. “Bu kitap” der, “düşmanlarımızı muvakkaten olsun memnun etmek gayesini gözetmiş bir kitaptır”. Ve devam eder: “Bu kitap üstündeki unvan ile milleti senelerce aldatan ve aldattıkça girivei izmihlâle (yokolma uçurumuna) sevkeden bir kitaptan başka bir şey değildir. Bir paçavradır.”
Halkı aldatan hiçbir anayasaya izin verilemez. Yeni denilen anayasaya “karşı devrim” damgasının vurulmasını engelleyecek ve laik, bağımsız cumhuriyeti ayağa kaldıracak tek güç emekçi halktır. Emekçilere karşı geriye döndürülen çarklar emekçiler yararına emekçiler tarafından ileriye döndürülecektir.
/././
CAATSA gerçekten devam ediyor mu?-Ogün Eratalay-
Hatırlanacağı üzere AKP iktidarının Rusya’dan tedarik ettiği S-400 savunma sistemleri nedeniyle ABD Türkiye’ye yaptırım uygulamıştı. ABD'nin Düşmanlarına Yaptırımlarla Karşı Koyma Yasası (Countering America's Adversaries Through Sanctions Act, CAATSA) kapsamında uygulanan tedbirler sonucunda Türkiye F-35 savaş uçağı programından çıkarılmıştı. Savaş uçağı tedarik zincirinin Türkiye’deki ayağı tartışmalı hale gelmişti. Ancak geçen süre zarfında iki ülke silah sanayii arasındaki ilişkiler hiç de yaptırım uygulanmış gibi gözükmüyor.
Hatırlanacağı üzere AKP iktidarının Rusya’dan tedarik ettiği S-400 savunma sistemleri nedeniyle ABD Türkiye’ye yaptırım uygulamıştı. ABD'nin Düşmanlarına Yaptırımlarla Karşı Koyma Yasası (Countering America's Adversaries Through Sanctions Act, CAATSA) kapsamında uygulanan tedbirler sonucunda Türkiye F-35 savaş uçağı programından çıkarılmıştı. Savaş uçağı tedarik zincirinin Türkiye’deki ayağı tartışmalı hale gelmişti. Ancak geçen süre zarfında iki ülke silah sanayii arasındaki ilişkiler hiç de yaptırım uygulanmış gibi gözükmüyor.
CAATSA neden uygulamıştı?
Yaptırımlar NATO üyesi olan bir ülke olan Türkiye’nin, ABD tarafından hasım olarak görülen Rusya’dan hava savunma sistemi gibi karmaşık ve üst düzey teknolojiye sahip bir silah sistemi alması sonrasında yaşandı. Bu silah sisteminin devreye konması bir şekilde Rusya’nın NATO işletim sistemine dahil olması anlamına gelecek, bunun da ötesinde NATO envanterindeki özellikle hava kuvvetleri bilgilerine erişim anlamına gelecekti. Keza CAATSA yaptırımlarından bir yıl önce S-400’lerin Türkiye’ye gelmesinden iki gün sonra Türkiye F-35 programından çıkarıldı, gerekçe ise çok açıktı: “F-35, gelişmiş yetenekleri hakkında bilgi edinmek için kullanılacak bir Rus istihbarat toplama platformuyla entegre olamaz.”
Ancak o dönem yapılan sayısız yorumun aksine S-400 savunma sistemi hiç aktive edilmedi, kullanıma sokulmadı. Bu açıdan bakıldığında S-400 alımının Suriye İç Savaşı sırasında kopma noktasına gelen Türkiye-Rusya ilişkilerinde Rusya tarafına verilen bir diyet olduğu anlaşılıyor.
CAATSA Kronolojisi
2 Aralık 2015 Rus Savunma Bakan Yardımcısı Anatoly Antonov Suriye ve Irak'tan yasadışı şekilde çıkarılan ham petrolün satışında Recep Tayyip Erdoğan'ın ailesinin doğrudan dahli olduğunu ve IŞİD ile koordinasyon halinde olunduğunu öne sürdü.
1 Ocak 2016 Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin aldığı kararla Türk mallarının ülkede satışını yasaklarken, Rusya'da çalışan Türklerin vizelerini uzatmama kararı aldı. İlaveten iki ülke arasında vizesiz seyahat iptal edilirken, Rusya'dan Türkiye'ye charter uçuşlar kaldırıldı, turizm firmalarından Türkiye'deki turizm faaliyetlerini iptal etmesi istendi.
Bahar 2016 Turizm gelirlerinde muazzam düşüş ve Türk mallarına uygulanan ihracat yasağının ekonomiye maliyetinin 11 milyar dolar olduğu belirtiliyor.
Haziran 2016 Erdoğan, Putin'e işadamı Farhad Ahmedov aracılığıyla yaşananlardan ne kadar üzgün olduğuna dair bir mektup iletti.
15 Temmuz 2016 Fethullah Gülen darbe girişimi. Putin, Erdoğan'ı tüm NATO liderlerinden önce arayarak desteğini ifade etti.
20 Temmuz 2016 Erdoğan, El Cezire'ye verdiği röportajda Rus uçağını düşüren pilotların FETÖ bağlantısı olduğunu belirtti.
9 Ağustos 2016 Erdoğan , Putin ile görüşmek üzere Sankt Peterburg'a gitti.
7 Ekim 2016 Darbe sonrası takibat kapsamında İzmir'de Rahip Andrew Bronson gözaltına alındı.
10 Ekim 2016 Rus doğalgazını Karadeniz üzerinden Avrupa kıtasına getirecek olan Türk Akım hattının anlaşması imzalandı. Krasnodar-Kırklareli arasında bulunan hat 2020 yılı başı itibarıyla faaliyete geçti.
19 Aralık 2016 Rusya'nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov suikast sonucu öldürüldü.
9 Şubat 2017 Rus uçakları El-Bab'da görev yapan Türk askerlerini yanlışlıkla bombalayınca 3 Türk askeri öldü.
31 Mayıs 2017 Putin yaptığı açıklamada geçen yıl yürürlüğe konan tüm yaptırımların kaldırıldığını, vize serbestisinin yeniden yürürlüğe konduğunu belirtti.
12 Eylül 2017 Türkiye'nin Rusya'dan S-400 hava savunma sistemi alımı yapacağı ilan edildi.
3 Nisan 2018 Mersin Akkuyu Nükleer Santral inşaatları başlatıldı.
1 Ağustos 2018 Rahip Bronson gündemiyle bağlantılı olarak ABD yaptırımları başladı. Türkiye ekonomisi krize girdi.
12 Ekim 2018 Rahip Bronson serbest kaldı.
12 Temmuz 2019 S-400'lerin ilk sevkiyatı gerçekleştirildi.
17 Temmuz 2019 Türkiye, ABD tarafından F-35 programından çıkarıldı.
27 Şubat 2020 İdlib'de M-4 karayolu yakınlarında görev yapan TSK konvoyuna Rusya ve Suriye Silahlı Kuvvetleri tarafından düzenlenen saldırıda 34 Türk askeri ölmüştür.
9 Mart 2020 İdlib görüşmeleri için Rusya'ya giden Erdoğan ve beraberindeki heyetin Kremlin'deki görüşme öncesinde koridorda bekletilmesi Rus Rossiya 1 kanalında yayınlandı.
27 Eylül-10 Kasım 2020 İkinci Dağlık Karabağ Savaşı
14 Aralık 2020 ABD Dışişleri Bakanlığı Türkiye Savunma Sanayi Başkanlığına yaptırım uyguladığını duyurmuş, Türkiye'nin F-35 programındaki varlığının askıya alındığı bildirilmiştir. Ayrıca SSB Başkanı İsmail Demir başta olmak üzere Faruk Yigit, Serhat Gençoğlu ve Mustafa Alper Deniz'e de yaptırım vize kısıtlaması uygulanmıştır.
Yaptırımlar neler?
CAATSA yaptırımları oldukça detaylı. Ancak burada muhatap olarak özellikle Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin değil de Savunma Sanayi Başkanlığının seçilmesi ilginç. Böylelikle ABD tarafı konunun ciddiyetini vurgularken, sınırı aşmayıp ileriki bir tarihteki uzlaşma olasılığına da kapı açmakta. Yaptırımlar şöyle:
- SSB'ye transfer edilen herhangi bir mal veya teknoloji için belirli ABD ihracat lisansları ve yetkilendirmeleri verilmesinin yasaklanması (Bölüm 235(a)(2));
- ABD finans kuruluşlarının SSB'ye herhangi bir 12 aylık dönemde 10 milyon doları aşan kredi veya borç vermesinin yasaklanması (Bölüm 235(a)(3));
- ABD İhracat-İthalat Bankası'nın SSB'ye yapılan ihracatlar için yardımının yasaklanması (Bölüm 235(a)(1));
- ABD'nin uluslararası finans kuruluşları tarafından SSB'ye fayda sağlayan kredilere karşı çıkması zorunluluğu (Bölüm 235(a)(4)); ve
- SSB Başkanı Dr. İsmail Demir, SSB Başkan Yardımcısı Faruk Yiğit, SSB Hava Savunma ve Uzay Daire Başkanı Serhat Gençoğlu ve SSB Bölge Hava Savunma Sistemleri Müdürlüğü Program Yöneticisi Mustafa Alper Deniz’ tam blokaj yaptırımları ve vize kısıtlaması uygulanması (Bölüm 235(a)(7), (8), (9), (11) ve (12));
Detay maddelerine bakıldığında yaptırımların çok özel bazı projeler dışında olağanüstü yıkıcı etkisinin olmadığı, Türkiye’deki şirketlerin ise 2019 yılında F-35 üretim ve tedarik zincirinden çıkartılmasının bu şirketler nezdinde daha büyük sorun yarattığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak bu şirketlerde durum hiç de içler acısı değil.
Türkiye’nin silah sanayi devlerinde durum ne?
F-35 programından çıkarılan Türk silah şirketleri ve programda aldıkları görevler şu şekilde.
- TAİ: Yakıt depoları, kompozit parçalar. Firma Northrop Grumman ile işbirliği halinde.
- ASELSAN: Elektronik bileşenler ve sensörler
- AYESAŞ (Aydın Yazılım ve Elektronik Sanayi A.Ş.) Füze kumanda arayüz üniteleri ve elektronik montaj.
- Kale: Motor aksamı, iniş takım parçaları. Firma Pratt & Whitney ortağıdır.
- Roketsan: Doğrudan projeye dahil olmasa da ileriki aşamalarda Türk F-35’leri için füze sistemleri entegrasyonuna başlayacaktı.
- Alp Havacılık: İniş takım bileşenleri, titanyum entegre rotor ağırlıklı motor parçaları ve diferansiyel bileşenleri. Firma Skorsky ile işbirliği halinde.
- Havelsan: F-35 pilotları için eğitim sistemleri ve simülasyon tasarımları.
Oldukça büyük bir projeden çıkmak elbette bu firmaların planlarında kimi aksamalara sebep olmuştu. Ancak kimi firmalar yukarıda da görüldüğü gibi çeşitli emperyalist merkezli silah şirketleriyle doğrudan bağlantılı. Dolayısıyla firmalar arasında işbirliğinin durması veya sekteye uğraması söz konusu değil.
Özellikle son dönemde sivil havacılık alanında yaşadığı sorunlarla boğuşan Boeing grubunun silah sektöründe Trump yönetimi tarafından kollandığı görülüyor. Trump, 14 Mayıs 2025 günü Katar ile imza altına 1.2 trilyon dolarlık kapsamlı anlaşmada bu firmayı öne çıkardı, 210 adet Boeing 787 ve 777X yolcu uçağı için 96 milyar dolar değerinde bir satış onaylandı. Bunun dışında 6. Nesil olacağı belirtilen F-47 savaş uçağını da Boeing firmasının yapacağı açıklanmış durumda. Dolayısıyla halihazırda Boeing ile çeşitli projelerde ortak faaliyet gösteren gibi firmalar, herhangi bir yaptırımın etkisinde kalmışa benzemiyor.
Silah sanayinin bir bölümü ve hava taşıtlarını içeren imalat sanayi alt sektörü “diğer ulaştırma araçları” kesintisiz büyüyor. Yukarıda sözü edilen şirketlerin tedarikçisi bir şirket evreni de genişliyor. Silah sanayi, insansız hava aracı üretimi kadar Boeing, Airbus’ın sivil havacılığa yönelik uçaklarının parça üretimleri önemli sürükleyicilerinden biri. Son açıklanan İSO 500 verilerinde silah-havacılık şirketlerinin gelişimi dikkat çekerken İkinci 500 ve izleyen 1000 şirkette de katma değer artışına yüksek katkı sağlandığı görülüyor. Mühendis ve kalifiye teknik emek gücü sömürüsünün yüksek olduğu, imalat sanayi ortalamasının iki-üç katı artı değer oranları yakalandığı görülüyor.
Abdülkadir Selvi: Trump Baba bizi affet!
CAATSA yaptırımları ülkemizin pek gündemde değildi ve bahsettiğimiz gibi Türkiye’nin F-35 programına dahil edilmesi aslında tercih edilebilir bir iyileşme olabilir. Tam da bu aşamada Abdülkadir Selvi 26 Mayıs günkü köşe yazısında Trump’ın Suriye’ye yaptırımları kaldırdığını ve sıranın bizim CAATSA’da olup olmadığını sordu. Trump zamanında konulan yaptırımların yine onun tarafından kaldırılabileceğini belirten Selvi, artık konjonktürün değiştiğini Rusya-Ukrayna Savaşında anlaşma sağlanırsa Rusya’ya yaptırımların kalkacağını, dolayısıyla S-400 gündemiyle ortaya çıkan sorunun kapanarak F-35 projesine dahil edilebileceğimizi söylüyor. ABD’li yöneticilerin Selvi’yi okuyup satır arasındaki mesajları alıp almadıklarını bilmiyoruz ancak eğer ABD’ye bu türlü bir mesaj verilmek isteniyorsa eldeki S-400’lerden kurtulmak en iyi mesaj olacak gibi gözüküyor.
Başa bela olan S-400’ler
Daha ilk tedarik edildiklerinde teknik değil siyasi gerekçelerle kullanılamayacağını yazdığımız bu silahlar şu anda AKP’nin başına bela olmuş durumda. Kimse kamu kaynaklarından hiç kullanılmayacak olan silahlara ödenen 2.5 milyar doları sorgulamıyor, sadece bu ateşten gömlekten kurtulmak isteniyor. Geçtiğimiz dönemde silahların Suriye’de kullanılması gündem olsa da teyit edilen bir bilgi yok. Ancak öyle görünüyor ki ABD ve Rusya arasında Ukrayna başlığında yaşanacak olumlu gelişmelerin ardından bu konu da kolaylıkla çözülebilir.
/././
Taksim'de 'Duran Adam' gözaltısı: 18 genç gözaltına alındı
Avukatın Sesi İnisiyatifi'nden Kerim Bütün, Taksim'de 18 gencin Gezi eylemlerinde 'Duran Adam' olarak bilinen ayakta durma eylemini gerçekleştirmek isteyen 18 gencin gözaltına alındığını söyledi.
Taksim Meydanı'nda "Duran Adam" eylemi yapan 18 genç gözaltına alındı.
Avukatın Sesi İnisiyatifi'nden Kerim Bütün, "Gezi eylemleri döneminde 'Duran Adam' eylemi olarak bilinen bir eylemi gerçekleştirmek istediler, sadece durdular. Aktif bir eylemlilik olmamasına rağmen 10 dakika içerisinde gözaltına alındılar. Bu durum, siyasal iktidarın demokratik hak kullanımına nasıl yaklaştığını gözler önüne sermektedir. Gözler önüne serdiği bir diğer gerçekse Taksim Meydanı ve Gezi Parkı korkusudur" dedi.
İstanbul Taksim Meydanı'nda "Duran Adam" eylemi yapan 18 genç gözaltına alındı ve Vatan Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldü. Avukatın Sesi İnisiyatifi'nden Kerim Bütün, konuya ilişkin ANKA’dan Mehmet Oflaz’a yaptığı açıklamada şunları kaydetti:
“19 Mayıs 2025 gününden itibaren Saraçhane'de gece nöbeti tutan gençler, gezi eylemleri döneminde 'Duran Adam' eylemi olarak bilinen bir eylemi gerçekleştirmek istediler, sadece durdular. Aktif bir eylemlilik olmamasına rağmen 10 dakika içerisinde gözaltına alındılar. Bu durum, siyasal iktidarın demokratik hak kullanımına nasıl yaklaştığını gözler önüne sermektedir. Gözler önüne serdiği bir diğer gerçekse Taksim Meydanı ve Gezi Parkı korkusudur. İnsanların nerede yürüyeceğine veya nerede duracağına dair bir müdahale demokratik hukuk devletinde mümkün değildir. Avukatın Sesi İnisiyatifi olarak hukuk mücadelemizi sürdüreceğiz, halkın avukatlığını yapmaya devam edeceğiz.”
***
Maraş'ta TOKİ inşaatında çalışan işçilerin maaşları ödenmiyor: 'Hakkımızı alacağız' -Özkan Öztaş-
Kahramanmaraş'ta TOKİ inşaatında çalışan işçilerin ücretleri aylardır ödenmiyor. Yaklaşık 50 işçinin mağdur olduğu inşaatta, kişi başı alacakların 70-80 bin TL’ye ulaştığı ifade ediliyor.(https://twitter.com/i/status/1927256593990636005)(https://haber.sol.org.tr/haber/marasta-toki-insaatinda-calisan-iscilerin-maaslari-odenmiyor-hakkimizi-alacagiz-398617)
***
Sermaye sınıfının 'gürültüsü' -Gülay Dinçel-
Konjonktürel gelişmeler kâr oranlarının göreli olarak düşmesine yol açarken sermaye cephesinde gürültü artıyor. Ancak gürültünün konjonktürel boyuttan daha güçlü bir “yeni misyon” boyutu olduğu gözden kaçmamalı. Türkiye sermayesi aynı zamanda yeni bölgesel iddialara hizalanmanın ilk sancılarını yaşıyor.
X’i her açtığımda çarpıcı ve basit olmasına özen gösterilerek hazırlanmış grafiklerle ekonomide işlerin ne kadar kötü gittiğini anlatmaya çalışan tweet’ler görüyorum. Geçen yılın ilk üç ayına göre, geçen yılın ilk dört ayına göre “kötüleşen” verilerle grafikler çiziliveriyor hemen. Dün İstanbul Sanayi Odası’nın 2024 yılı İlk 500 Büyük Sanayi Kuruluşu verileri açıklandı. İSO Başkanı Erdal Bahçıvan’ın “İşler iyi gitmiyor” ana mesajlı sunumunda1 bile daha dengeli sayılabilecek bazı değerlendirmeler, yine en uca çekilmiş haliyle sosyal medyada paylaşılmıştı.
Veriler önemli, veriye dayalı analizlerin tartışılmaz bir gücü olduğu muhakkak. Ancak doğru veriyi seçmek, layıkıyla değerlendirmek ve veriyi eksik ya da aşırı konuşturmamak da bir o kadar önemli. Sadece yanlış iktisadi değerlendirmeler yapmaktan kaçınmak için değil, daha önemlisi yanlış siyasi sonuçlara ulaşmamak için de…
Türkiye kapitalizmi için belirsizliklerin arttığı, sermaye sınıfının “öngörülemezlik”ten aşırı rahatsız olduğu açık. 2018-2023 döneminde toplanan ganimetin “yumuşak iniş”le sindirilmesi planlanırken hem Trump’la yeni bir boyut kazanan uluslararası belirsizlikler hem de 19 Mart’la başlayan süreç “daha az yumuşak iniş” riskini artırdı. İçinden geçerken bir tür “düzeltme” kabulüyle normal karşılanmış 2024 gerçekleşmeleri, artan risklerle birlikte gürültü çıkararak sunuluyor.
Gelişmeler, Şimşek ve ekibi dahil siyasi iktidar cenahında da sermaye sınıfının bütünü açısından da bir program tadilatına yönelik arayışların arttığını düşündürtüyor. Nihat Zeybekçi başta olmak üzere AKP içinde ve etrafındaki Şimşek karşıtı çıkışlar, sermaye sınıfı cephesinde artan hoşnutsuzluk böyle bir tadilata yönelik basıncın arttığını gösteriyor. Bakan değişikliğiyle ilgili “alternatif” isim bulma güçlüğü var. Ancak program ya da yeni bir pakete ilişkin değişik ara formül tartışmalarının hummalı bir şekilde sürdüğü anlaşılıyor.
Sermaye cephesinden gelen gürültünün bir nedeni söz konusu ara formül arayışına maksimum faydayı sağlamak üzere müdahale etmeye çalışmaları. Cevdet Yılmaz ve Mehmet Şimşek’in açıklamalarından ve atılan adımlardan anlaşılan, öncelikli sektörlere yönelik yatırım kredilerini genişletmek ve kolay kullanılabilir hale getirmek, emek-yoğun sektörlere yönelik ek istihdam desteği sağlamak, krediye erişimi sınırlı sermaye kesimlerine KGF şemsiyesi açmak, ihracatçılara yönelik reeskont kredi hacmini artırmak öne çıkan uygulamalar. 2020-2022 dönemindeki genişlikte bir sermaye fonlaması tercih edilmeyecek olsa da istihdam kaybını önleyecek ya da sınırlandıracak, bu anlamda sermayeye “sus payı” dağıtacak bir fonlama olası. Değişik sermaye kesimleri açısından ağlamanın ve yer yer şantajın (işçi çıkarma tehdidi başta olmak üzere) görece sınırlı kaynaktan daha fazla pay almaya yönelik bir işlevi var. Bu, işin daha “konjonktürel” sayılabilecek boyutu.
Diğer boyut, Türkiye kapitalizminin “orta vadeli” arayışları ya da “yol haritası” ise sermaye sınıfının huzursuzluğunu değerlendirirken daha fazla ciddiye alınması gereken boyut. Bu noktada bir kör karanlığa bakılmadığı, “sermaye barışı” arayışının hafife alınmayacak bölgesel iddialara, yeni pazar olanaklarına uzandığı belirginlik kazanıyor. Türkiye Komünist Partisi’nin 19 Mayıs tarihli “’Terörsüz Türkiye’ İddiası ve ‘Sömürüsüz Türkiye’ Kavgamız”2 başlıklı açıklamasında ele alınan ABD öncülüğünde Ortadoğu’yu da kapsayan geniş bir bölgenin yeni bir “ekonomik canlılık” merkezi haline getirilmesi hedefinin önemli dayanaklarından biri Türkiye. Ancak bu kapsamlı proje siyasi olarak belirginleşse de eşlik etmesi gereken ekonomik hamlenin boyutlarının çok hızlı netleşmesi kolay değil, henüz çok erken. Böyle bir hamlenin sermaye açısından faydalarının ve maliyetlerinin hem tanımlanması hem de paylaşımındaki çeşitli zorluklar, “sermaye gürültüsü”nün kesintisiz süreceğini gösteriyor.
Yukarıda sözü edilen açıklamada “Türkiye sermayesinin görece gelişkin üretim altyapısıyla ve tecrübesiyle bu ülkeleri daha ileri bir entegrasyonun parçası haline getirme kabiliyetine sahip olması” şeklinde ifade edilen, sermaye sınıfı açısından iddialı bir misyona göz dikilmiş durumda. Türkiye gibi bir ülkede konjonktürel sıkışmaları hafife almamak gerektiği açık, 19 Mart’ın günler mertebesinde yarattığı hasar ortadayken tersi iddia edilemez. Ancak işaret edilen misyon, çok büyük riskler içermekle birlikte Türkiye sermayesinin bir bütün olarak uluslararası sermayeye daha ileri entegrasyonu ve daha güçlü bir hizalanma anlamı taşıyor, dolayısıyla konjonktürel gerilimleri azaltma potansiyeli de bulunuyor.
En başa dönersem güncel verilere ve gelişmelere fazla boğulmuş bir yaklaşım Türkiye işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınlar açısından tek bir hayırlı sonuç bile içermesi mümkün olmayan bir büyük projeye teslimiyeti kolaylaştırabilir. “Sömürü cehennemi” başarısını daha geniş bir coğrafyaya yayma misyonu ne anlama geliyor, bunun içeriye siyasi ve ekonomik yansımaları neler olur? Güçlü bir şekilde tartışmaya başlamak gerekiyor. Aksi takdirde sermaye kadrajından önümüze sürülen verilere bakıp gerçekte olmayan ya da sınırlı sayılabilecek bir inişi abartmak, olduğundan güçlü bir sıkışma algısı yaratmaya, işçi sınıfını bir “yeni hikaye”nin peşine takmaya katkı sağlayabilir. Örneğin İSO 500 sıralamasında 19. ve 35. sıralardaki iki şirketle, devasa cirosu, kulaklarından taşan artı değeri, TOGG’dan Zorlu Enerji’nin yeni teknoloji yatırımlarına her yeri fonlayacak kadar sermaye birikimi olan Vestel’in “batmamak için işçi çıkardığı”nı söyleme tuhaflığına solcuların bile ortak olmasına yol açabilir.
Dün açıklanan İSO 500 verilerinde son üç yıldır 500 sanayi kuruluşunun net satışlarının gerilediği, kârlarının satışlara oranının 2014-2023 ortalamasının çok gerisine düştüğü bilgileri paylaşıldı, yaygınlaştı. Satışların Yurtiçi ÜFE ile reel hale getirilip karşılaştırılması, başlangıç olarak tarihi zirve sayılabilecek bir yıl olan 2022’nin seçilmesi, yine kârlılıklarda ortalaması alınan 10 yılın bir dizi etkenin üst üste binip rekor düzeylere ulaşılan bir dönem olması söz konusu. Aşağıda özellikle sanayi sermayesi açısından özel bir dönem olan 2018-2023 dönemini içerecek şekilde ve ÜFE arındırması yerine dolar kullanılarak İSO 500 verilerine bakılıyor. 2021 ve 2022 pandemi döneminin değişik etkilerinin (hem geçici ek pazar olanakları yakalanması hem de arz kısıtlarına bağlı olarak artan hammadde ve ara mamul fiyatlarının yüksek cirolara ve ilave kârlılıklara ulaşılmasını sağlaması gibi) yanısıra bir dizi destek ve sübvansiyonla satışlarda ve katma değerde önemli artış sağlanan yıllar oldu. 2023 ve 2024’te net satışlarda sınırlı gerileme olurken brüt katma değerde ise artışın sürdüğü görülüyor. 2017-2024 dönemi olarak bakıldığında üretimden satışlarda yüzde 50’ye yakın, brüt katma değerde ise yüzde 38’e yakın artış söz konusu.
Üretimden satışların 2022’de ulaştığı zirvenin özel bir seviye olduğunu, 2023 ve 2024’te dolar bazında bu seviyenin yakınında kalınmasının, ki ÜFE arındırmasıyla ulaşılan tutarlar için de söylenebilir, iyi bir performans olduğu saptanabilir. Bir örnek daha anlaşılır kılabilir: 2021 yılında Brent petrolün ortalama varil fiyatı 71 dolarken, 2022 yılında 101 dolara ulaşmıştı, 2023 ve 2024’te 80 dolar civarına indi. Benzer seyir en temel girdilerden olan demir cevheri için de geçerli. İSO 500 üretimden satışlarının yüzde 7,5’ini oluşturan TÜPRAŞ’ın satışları 2021’den 2022’ye yüzde 200’ün üzerinde arttı. Bu artışta sadece petrol fiyatındaki gelişmenin etkisi 50-60 puan aralığındaydı. Kur etkisi, hem iç hem dış satış hacminin artması gibi etkiler de yüksek artışın diğer nedenleri.
Çok dağıtmadan şu yazıda3 imalat sanayinin bütünü ve ana sektörler için nasıl dik bir patikanın çıkıldığı ele alınıyor. Artı değer oranında 2018-2022 dönemindeki muazzam artış, 2023 yılında biraz geriliyor. Veriler 2024’te gerilemenin devam ettiğini gösteriyor, ancak hâlâ 2009-2017 ortalamasının üzerinde olabilir. 2025 öngörüsü de ekleyerek kâr oranlarının düştüğünü ama geçmişten yüksek olduğu söylemek mümkün.
Söz konusu büyümenin konjonktürel/geçici nedenleri kadar yapısal nedenleri de vardı. Bazı sektörlerde geçici nedenlerin etkisi daha yüksekti, 2023 ve 2024 inişi biraz daha sert oldu, bazı sektörlerde yapısal nedenlerin etkisi yüksekti, irtifa kaybı daha az oldu. Ancak her durumda 2017 ile karşılaştırıldığında daha yukarıda bir yeni üretim seviyesine ulaşıldığı ve bu seviyenin yakınlarında kalındığı görülüyor. TL’nin 2021 ve 2022’deki hızlı değer kaybının yani devalüasyonun söz konusu gelişimdeki etkisi görece sınırlı, 2023 ve 2024’teki inişin sınırlı olması da bu durumu teyit ediyor. Özellikle görece yüksek teknolojili ve/veya katma değeri yüksek sektörlerde devletin sağladığı düşük faizli kredilerle yapılan yeni yatırımlarla yaratılan ilave üretim kapasitesinin etkisinin daha yüksek olduğu söylenebilir.
İmalat sanayinin bütünü için İSO 500’den daha güçlü bir görünüm var. Sanayi sermayesinin 2017-2023 dönemindeki performansını İSO 500’ün eksikli yansıttığı söylenebilir.
Özellikle ilk 500 ve ikinci 500’e girmeyen, izleyen 1500’de yer alan şirketlerde daha hızlı gelişim olduğu görülüyor. İSO 500’deki şirketlerin imalat sanayi üretim değerindeki payı benzer seviyelerde kalırken katma değerdeki payı dalgalı bir seyirle geriliyor. Yukarıdaki tablodan hatırlanacağı gibi İSO 500’ün katma değer toplamı artıyor. Ancak imalat sanayi katma değerine sözü edilen kategoriden daha güçlü bir katkı geliyor.
Bu durumu Yıllık Sanayi ve Hizmet İstatistikleri’nden teyit edebiliyoruz. 2023 yılında 250 üzeri işçi çalıştıran, imalat sanayi üretim değerinin yüzde 58’ini, katma değerinin yüzde 64’ünü oluşturan şirket sayısı 2 bin 548, 2017 yılında bin 978 şirket üretim değerinin yüzde 58’ini, katma değerin yüzde 61’ini oluşturuyor. 2017’den 2023’e 570 yeni şirket ilave katma değerle eklenmiş. Makine, elektrikli teçhizat, otomotiv, bilgisayar-elektronik, diğer ulaştırma araçları, kimya, ilaç söz konusu ilave katma değer katkısının yüksek olduğu sektörler. Özellikle içinde hava taşıtları ve savunma sanayiinin bir bölümünü barındıran diğer ulaşım araçlarındaki büyüme dikkat çekici. İlk akla gelen büyük savunma şirketlerinden ziyade, onları İSO 500’de görüyoruz zaten, onların tedarikçisi konumundaki, bir bölümü önemli otomotiv, beyaz eşya yan sanayi firmasının yavrusu olan şirketlerden kaynaklı bir katma değer artışı.
Daha geniş ele alınması gereken bu önemli gelişmenin sermaye yoğunlaşmasında bir azalmaya işaret etmesi mümkün mü? Söz konusu şirketlerin önemli bir bölümünün büyük sermaye gruplarının bünyesinde olması, dolayısıyla sermaye yoğunluğunda bir azalmaya işaret etmemesi ihtimali yüksek. Bünyede olmayanların da, yüksek katma değerleriyle satın alma radarına girmesi olası.
Sermaye sınıfı açısından yaşanan sıkışma, bir düşük büyüme dönemine “uyarlanmak”tan fazlasını ifade ediyor. Sadece düşük büyüme uyarlanması olsaydı, telafi edecek bir rahatlığın olduğunu yukarıdaki veriler ortaya koyuyor.
2https://www.tkp.org.tr/aciklamalar/terorsuz-turkiye-iddiasi-ve-somurusuz-turkiye-kavgamiz/
3https://haber.sol.org.tr/yazarlar/gulay-dincel/somurude-rekor-ve-1-mayis-397885
/././
6. Nesil savaş uçakları geliyor: Hedefte Çin mi var?-Ogün Eratalay-
Emperyalist merkezlerin sürmekte olan çatışmalardan dersler çıkardığı görülüyor. ABD'nin F-47 adı verilen yeni savaş uçağının Pasifik Cephesinin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirilmekte olduğu anlaşılıyor.
Ülkemizin de sık sık gündemine gelen 5. Nesil savaş uçağı F-35, sık görülen kaza kırımlarla anılırken, ABD Hava Kuvvetleri Komutanının yaptığı 6. Nesil savaş uçağı paylaşımı bu alanda yaşanan gelişmeleri gözler önüne serdi. F-47 adı verilen yeni savaş uçağının, Trump yönetiminin dayattığı yeni saflaşma sistematiğiyle uyumlu olarak Pasifik Cephesinin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirilmekte olduğu anlaşılıyor.
Nedir bu nesiller arasındaki fark?
Gündemdeki F-47 savaş uçağının, halihazırda dünyadaki çeşitli hava kuvvetlerinde mevcut 5. Nesil savaş uçaklarından daha üstün olacağı belirtiliyor. Henüz tasarım aşamasında olan bu uçakların ancak 2030’lu yıllarda hizmete girmesi bekleniyor. 5. Nesil savaş uçaklarının ana özelliklerini belirterek başlayalım. Bu savaş uçaklarının en önemli özelliklerinden birisi “hayalet” özelliği yani uçağın radarlarda görünürlüğü en aza indiren geometri, boya kaplama ve tüm silahların gövde içinde olması. Bunun dışında yüksek manevra kabiliyeti, uzun görev menzil çapı ve gelişmiş avyonik sistemleri de öne çıkıyor. 5. Nesil savaş uçakları gelişmiş yazılımları sayesinde radar ve sensörler aracılığıyla bir muharebe simülasyonu oluşturarak çeşitli insansız hava araçları içerebilen farklı platformları da kontrol edebilecek bir merkez gibi hareket ediyor. Bu anlamda geleneksel AWACS erken uyarı sistemlerinin yerini alıyor.
6. Nesil savaş uçakları ise doğrudan savaş uçaklarına karşı it dalaşı adı verilen yakın muharebeden çok düşman uçağını daha görüş mesafesine girmeden (40 km ve ötesi) ortadan kaldırmayı öngören yapıya sahip. Bunun dışında 5. Nesilde görülen muharebe merkezi olma özelliği geliştirilerek çok daha geniş kara ve hava unsurunu kontrol edebilecek bir yazılıma sahip olacağı belirtiliyor. Radar, sensör ve diğer kanallardan aldığı muazzam büyüklükteki verileri işleyecek yapay zeka destekli sistem siber saldırıya da dayanıklı olacak. Silahlarının ve uçak menzillerinin arttığı bu yeni nesil savaş uçaklarında görünmezlik özelliği daha da iyileştirilecek. Eğer bu teknik kabiliyetler gerçekleştirilebilirse 6. Nesil savaş uçakları havadaki birer uçak gemisi olacaklar. Bir uçaktan daha çok farklı unsurları kontrol edebilen bir filo gibi hareket eden bir yapıdan bahsediyor olacağız. Ancak daha 5. Nesil özellikleri geliştirilme aşamasında olduğu düşünüldüğünde bu özelliklerin daha ayrıntısı ve ne zaman hazır olacağını kestirmek zor.
ABD Hava Kuvvetleri komutanı General David Allvin’in X paylaşımıBoeing F-47’nin özellikleri neler?
6. Nesilde diğer ülkeler ne durumda?
6. Nesil denemelerinde ABD yalnız değil. Çin Halk Cumhuriyeti J-36 adını verdiği uçak tasarımını geçtiğimiz Aralık ayında ilan etmişti. Bunun dışında İngiltere, İtalya ve Japonya Tempest adı verilen platform üzerinde çalışıyor. Fransa-Almanya ve İspanya ise Future Combat Air System (FCAS, Gelecek Hava Muharebe Sistemi) adı verdikleri uçağın 2040 yılında hizmete gireceğini belirtiyor. Rusya’nın da Mikoyan PAK DP adını verdiği sistem üzerinde çalıştığını ilan ettiğini ekleyelim.
Hedefte Çin mi var?
Özellikle F-47 kabiliyetlerine bakıldığında emperyalist merkezlerin başta Ukrayna-Rusya Savaşı olmak üzere sürmekte olan çatışmalardan dersler çıkardığı anlaşılıyor. Düşman radarlarına yakalanmamanın öneminin arttığı günümüz koşullarında daha hassas, etkili ve menzili artmış silahların geliştirilmesi belirleyici oluyor. Bunun da ötesinde havadan-havaya atılan füze sistemlerinin geliştirilmesi yakın muharebenin önemsizleşeceği bir aşamaya işaret ediyor. Öte yandan uçakların özellikle yerdeyken korunmasız olması, çatışma durumunda düşmanın erişiminden çok uzak hava üslerinden kalkabiliyor olmasını önemli bir özellik haline getiriyor. Trump döneminde örtülü şekilde hedef haline getirilmiş olan Çin karşısında Pasifik Cephesini güçlendirmek isteyen ABD Hava Kuvvetlerinin bölgedeki Güney Kore veya Japonya’daki üslerindense Pasifik Okyanusu ve ötesindeki üslerini bu geniş menzilli uçak sayesinde kullanabiliyor olacak.
Neden Boeing?
Son olarak isterseniz F-47’nin üreticisi olacak olan Boeing firmasına bakalım. F-35 savaş uçağının ilk aşamalarına bakıldığında yeni uçak tasarımın doğrudan bir firmaya verilmesinin ne kadar garip olduğu anlaşılacak. O dönemde Joint Strike Fighter Program olarak adlandırılan projeye üreticilerin tasarım teklifi vermesi istendi. 1997 yılında sonuçlanan konsept tasarım yarışmasında Boeing ve Lockheed Martin finale kaldı. McDonnel Douglas elenirken, Northrop Grumman ve British Aerospace ise Lockheed Martin ekibine dahil oldu. Boeing tarafından yapılan X-32 adlı prototip Eylül 2000’de uçarken, Lockheed Martin’in prototipi X-35 ise Ekim 2000’de uçuş testlerine tabi tutuldu. Her iki uçak da sayısız teste ve geliştirmenin ardından son kez karşılaştırıldı ve bir yılında sonunda Ekim 2001’de Lockheed Martin tasarımıyla devam kararı alındı.
Detaylarıyla aktardığımız bu sürecin aksine benzer bir proje keyfekeder bir kararla doğrudan Boeing’e verildi. Boeing 2024 yılında faaliyet gösterdiği tüm alanlarda toplam 12 milyar dolar zarar etti. Boeing, özellikle 737 Max tipi yolcu uçaklarındaki güvenlik açıkları ve yaşanan kaza kırım nedeniyle gündemde kalırken, işçilere yönelik katı tutumuyla da dikkat çekiyor.
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder