Tutulamayan yas; Cumartesi Anneleri: Özür dilemek yetmez!-Candan Yıldız-
Zorla kaybedilen çocuklarının, sevdiklerinin akıbetini 30 yıldır soran Cumartesi Anneleri Galatasaray Meydanı’nın yeniden açılmasını talep ediyor.
Sanatçıların sözlerinin, dillerinin bağlanmadığı yıllardı. Ozan Sezen Aksu, kayıp yakınlarını arayan Cumartesi Anneler için yaktığı ağıtta “Kemiğim etim kapı önlerinde, can kayıp… Allah’ım bu nasıl bir dünya, bu nasıl bir ayıp” diyordu. 30 yıldır süren o ayıp katmerlendi. O ayıp bir fotoğrafla her hafta cumartesi günü yüzsüz faillerin yüzüne tutuluyor. Bu 30 yılda mücadeleyi başlatan anneler, babalar, yakınlar hayatlarını kaybetti… 34 Cumartesi Annesi/İnsanı sevdiklerinin kemiklerine kavuşamadan bu dünyadan gitti. İsimleri burada:
Berfo Kırbayır (Cemil Kırbayır'ın annesi), Şahsenem Cihan (Süleyman Cihan'ın annesi), Zeynep Güney (Veysel Güney'in annesi), Ali Güney (Veysel Güney'in babası), İsmail Yedigöl (Nurettin Yedigöl'ün babası), Fatma Morsümbül (Hüseyin Morsümbül'ün annesi), Baba Ocak (Hasan Ocak'ın babası), Veli Tekin (Düzgün Tekin'in babası), Cevriye Altunbaş (Zeki Altunbaş'ın annesi), Asiye Doğan (Seyhan Doğan'ın annesi), Ramazan Doğan (Seyhan doğan'ın babası), Hediye Coşkun (Abdurrahman Coşkun'un annesi), Fatime Taşkaya (Hüseyin Taşkaya'nın annesi), Ziyneti Türkoğlu (Talat Türkoğlu'nun annesi), Kesriye Demir (Abdurrahim Demir'in annesi), Asiye Karakoç (Rıdvan Karakoç'un annesi), Kiraz Şahin (İsmail Şahin'in eşi), Mehmet Bozışık (Salih Bozışık’ın abisi), Koçeri Kurt (Üzeyir Kurt'un annesi), Mehmet Demir (Abdurrahim Demir'in abisi), Makbule Babaoğlu (Nazım Babaoğlu'nun annesi), Ali Rıza Toraman (Hüseyin Toraman’ın babası), Fatma Örhan (M.Selim, Hasan ve Cezayir Örhan), Meryem Baskın (Mecit Baskın'ın annesi), Elmas Eren (Hayrettin Eren'in annesi), Anik Can (Metin Can'ın annesi), Halil Şahin (İsmail Şahin'in babası), Fincan Bilgin (Kenan Bilgin’in annesi), Şehriban Yakut (Yahya Yakut’un annesi), Kemalettin Eren (Hayrettin Eren’in babası), İsmail Kırbayır (Cemil Kırbayır’ın babası), Zeycan Yedigöl (Nurettin Yedigöl’ün annesi), Fatma Kırbayır, Saffet Yaman (Hüsamettin Yaman'ın annesi)
1995’te gözaltına alınan Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç’un cansız bedenlerinin bulunmasının ardından 27 Mayıs 1995’te, gelen geçenin gözünü kaçıramayacağı Galatarasay Meydanı’nda sevdiklerinin fotoğraflarını havaya kaldırdı Cumartesi Anneleri.
1980’de gözaltında kaybedilen Hayrettin Eren’in kardeşi İkbal Eren, 30. yıl nedeniyle düzenlenen “Cezasızlık ve İnkarın Gölgesinde Kayıpları aramak” başlıklı panelde anlattı meydanın anlamını:
“Ülkemizde o kadar çokmuş ki bu acıyı yaşayanlar. Kocaman bir aile olduk. Acılarımızı ortaklaştırdık Galatarasay Meydanı’nda. Sevdiklerimizin fotoğraflarını taşımak onlara sarılmak gibi… Hiç bitmeyen acımız var. Yaralarımız kanıyor. Yasımız hiç bitmiyor. Bitmesi için sevdiklerimizin kavuşmamız lazım. Onların kemiklerine ulaşmalıyız. Bu yas biter ama acılarımız bitmez.”
Panelde konuşan akademisyen Hülya Dinçer de barışın toplumsallaşma ihtimalinin güçlendiği Çözüm Süreci (2013-2015) döneminde, zaman aşımına uğrayacak faili meçhul dosyaların raflardan indirildiğini, sürecin akamete uğraması sonrası ise bu dosyaların çoğunun ya zaman aşımına uğradığını ya da beraatle sonuçlandığını hatırlattı.
Zorla kaybetmelerin sadece kişiyi öldürme ya da bedenini yok etme anlamına gelmediğini belirten Dinçer şunları ifade etti:
“Kişinin kimliğini, bir insan olduğunu, izini, hikayesini, varlığını silmeye yönelik bir suç aynı zamanda. Faillerin cezalandırılması talebi eşit yurttaşlık talebi de demek. Şiddete maruz bırakılanın hukuk önünde varlığının tanınması, haysiyetinin onarılması demek.”
Panelde MHP lideri Bahçeli’nin başlattığı sürecin kalıcı barışa dönüşebilmesi için yüzleşme, faillerin cezalandırılması gerektiği de vurgulandı. Akademisyen Dinçer, yazar Amin Maalouf’un bu bağlamdaki sözünü anımsattı: “Halkların hafızasında zaman aşımı yoktur.”
Eski HDP Eş Genel Başkanı, çatışma çözümleri, geçiş dönemi adaleti gibi konularda çalışan Prof. Mithat Sancar da zorla kaybetmenin yas hakkının gaspı anlamına geldiğini söyledi.
Panelde çatışmalı dönemlerin ardından barış ve demokrasi hedefinin bir arada olması gerektiğinin vurgulanması Cumartesi Anneleri’nin sürece dair beklentilerinin de ifadesiydi.
O nedenle “Mehmet Ağar gelse ve özür dilese helalleşme mümkün olur mu” soruma iki Cumartesi İnsanı şu yanıtı verdi: “Özür dilese de affedebilmemiz mümkün değil. Biz otuz yıldır bu mücadele ile yasımızı dillendirdik. Kaybedenlerin alacağı ceza bizim yaşadıklarımızla eş değer olmalı. İçimizden hiçbirimizin ‘gel barışalım’ diyebileceğini sanmıyorum. Mehmet Ağar’ın böyle bir niyeti varsa, sakın ha…”
Mithat Sancar İspanya- Franko faşizmi sonrası insanlığa karşı suçlar bağlamında ‘unutma’ yasasının çözüm olmadığını, acıların bir şekilde gün yüzüne çıktığını, İspanya’nın yüzleşmekten kaçamayacağını anlayınca ‘hafıza yasası’ çıkardığını aktardı.
Ki bu Türkiye’ye dair de bir şey söylüyor. Cumartesi Anneleri için çocuklarının, sevdiklerinin fotoğrafını, hafızanın yaşatıldığı Cumartesi Meydanı’nda kaldırmak onlara sarılmak demek. Ancak 700. haftadan beri Galatasaray Meydanı Cumartesi Anneleri’ne kapalı. Bariyerlerle çevrili. 700. hafta nedeniyle yargılandılar ve beraat ettiler. Haftalarca gözaltına alındılar. 1000. haftadan sonra polis müdahalesi ve gözaltılar sona erdi.
Anayasa Mahkemesi’nin barışçıl toplanma özgürlüğünün ihlal edildiği yönündeki kararına rağmen meydan tam açılmadı. Zorla kaybedilenlerin akıbetini artık sadece 10 kişi sorabiliyor. 30 yıldır süren hafıza/yüzleşme/adalet nöbetine katılabileceklerin sayısı sınırlanmış durumda. Tekrar edersem, yalnızca 10 kişi!
Uluslararası Af Örgütü bu nedenle Galatasaray Meydanı’nın yeniden açılması için kampanya başlattı.
/././
İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Gürlek, HSK'ya şikâyet edildi: İşgal ettiği makamı iktidarın aracı olarak kullanıyor
Avukat İsmail Sami Çakmak, İBB’ye yönelik soruşturmaları yürüten İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’i, “görevi kötüye kullanma” ve “anayasayı ihlal etme” suçlarından Hakimler ve Savcılar Kurulu’na (HSK) şikâyet etti. Şikâyet dilekçesinde, Gürlek’in “makamını dalga geçilme makamı haline” getirdiği iddia edilerek, “İşgal ettiği makamı, mensubu olduğu iktidarın siyasetinin bir aracı olarak kullanmaktadır" denildi. (https://t24.com.tr/haber/istanbul-cumhuriyet-bassavcisi-gurlek-hsk-ya-sikayet-edildi-isgal-ettigi-makami-iktidarin-araci-olarak-kullaniyor,1241943)
Çok kutuplu dünyada büyük devlet; Rusya ve Türkiye -Ercan Uygur-
Türkiye’nin bir büyük devlet olamayacağı görüşü hakim. Bazı Türk gruplar Türkiye’yi bir ağabey gibi görmek istediklerini ancak bu özellikten giderek uzaklaştığını belirtiyorlar. Acaba Türk Devletleri Teşkilatındaki bazı ülkelerin AB isteklerine boyun eğerek KKTC konusunda aldıkları tavıra bu çerçevede mi bakmak gerekir?
Önceki yazımda, Kazan Forum konferansı için gittiğim Tatar Türklerinin başkenti Kazan üzerinden geçmişin ve günümüzün bazı olaylarını ve gelişmelerini anlatmıştım. İki konuda ek bilgi vereyim.
1- Mustafa Kemal Atatürk, her döneminde Türk Müslüman aydınlar ile iletişim ve yardımlaşma içinde oldu. Bu bağlamda, birçok Tatar aydını İstanbul ve Ankara üniversitelerinde dersler verdiler, Cumhuriyet kurumlarında görev aldılar.
1921-1922’de İdil-Ural (Kazan) ve Kırım bölgelerinde büyük kıtlık ve açlık yaşanıyordu. Atatürk, Kurtuluş Savaşının bu en zor günlerinde bu bölgelere un ve hububat yardımı için yoğun çaba gösterdi. Kırımlı (Aralık 2011)
Tatar ve diğer Türk aydınları bu nedenle de Atatürk’e ve Türk ulusalcılarına yakın oldular. Atatürk, bazılarının dediği gibi, yüzünü yalnızca Batı’ya dönmedi, bilim neredeyse oraya döndü ve destek almaya çalıştı.
Ne yazık ki Türkiye’de son dönemde bilim öncelikli bir konu değil. Tam tersine; nitelikli üniversitelerimizin en iyi bilim insanları, genç yetenekler atıldı, dünyaları dar edildi. Bu konuların Kazan’da biliniyor olmasına şaşırdım.
Aslında şaşırmamam gerekir; yoğun bilgi akışının olduğu dünyada, neler olup bittiğini isteyenler izliyor. Ne yazık ki bilgi akışı ülkemizde hep sınırlanıyor ve yönetenler içinde bilgi fukaraları var. Aşağıda bu konularda yaptığım bazı sohbetleri belirtiyorum.
2- Çoğunluğu Rusya Bilimler Akademisi üyesi olan meslektaşlarla 13-14 Mayıs’ta yaptığım sohbetlerde Putin’in 15-16 Mayıstaki İstanbul toplantısına gitmeyeceği açıkça söylendi. Halbuki o günlerde iktidar “Putin de Trump da İstanbul’a gelecek” heyecanı yaratmıştı.
Putin’in ve Rusya’nın Ukrayna konusuna yaklaşımı, genel devlet politikasının bir parçasıydı. Bu politikada, “Rusya büyük devlettir, başkan her söylenen yere koşmaz” yaklaşımı görülüyor, açıkça söyleniyordu. Bunu aşağıda bir örnekle de anlatıyorum.
Türkiye’nin bugünkü dış politika ilişkilerinde ise tam tersi geçerli. Örneğin, her yerden sürekli dış kaynak (döviz) arandığı; Erdoğan-Trump telefon görüşmesinin bile büyük başarı olarak manşete çıkarıldığı biliniyordu. Kazan Forum’da birçok Arap ve Afrikalı meslektaş olduğunu da belirteyim.
Son örnek, Türkiye’deki iktidarın ve ana ortağının PKK ile ilgili açıklamalarıdır. Bunlar, daha birkaç ay önceye kadarki söylemin tam tersidir. Terör örgütü olarak gördükleri bir yapıya karşı nasıl “büküldüklerini” Kazan’daki bazı yabancı meslektaşlar belirtti. Bükülme kelimesi onlarındır.
“Biz büyük devletiz” demekle büyük devlet olunmaz elbette. Arkasının dolu ve güçlü olması gerekir. Bu bağlamda Rusya’nın yaklaşımı da sağlıklı olmayabilir. Ancak Türkiye’nin son dönemdeki dış politikasını Atatürk dönemindeki ile karşılaştırınca ortaya çıkan tablo çok acıdır.
BM, IMF ve diğerleri; dün ve bugün
Kazan Forumu 2025, Birleşmiş Milletlerin (BM) kuruluşunun 80’inci yılında yapıldı. Bu hep belirtildi ve konuşmacı olduğum oturumda da bu konu vardı. Etkilerini anlamak için, BM ve IMF gibi kurumların kuruluşuna ve bugününe kısaca bakalım.
II. Dünya Savaşı Avrupa’da bittiğinde başta ABD ve Birleşik Krallık gibi galip devletler, hazırlığını yaptıkları bir BM sözleşmesi mutabakatı için Haziran 1945’te ABD’de toplantı düzenlediler. Devletlerin onaylaması ile BM, Ekim 1945 toplantısı ile faaliyete başladı.
BM sözleşmesinde kalıcı barış ve iş birliği yanında üye devletlerin eşitliği vurgulandı. Ama eşitlik, en baştan şöyle kâğıt üzerinde kaldı.
BM ile ilgili hazırlıklar sürerken aynı çerçevede, ABD öncülüğünde ve yine ABD’de Temmuz 1944’te “BM Para ve Finans Konferansı” düzenlendi. Kısa adı “Bretton Woods Konferansı” olan bu toplantıda, aşağıdaki kurumların oluşumu tartışıldı.
1) IMF (Uluslararası Para Fonu)
2) Dünya Bankası, IBRD (Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası)
3) ITO (Uluslararası Ticaret Örgütü)
4) ICU (Uluslararası Kliring Birliği)
5) BIS (Uluslararası Ödemeler Bankası)
Bu kurumları onaylama kararı, Mart 1946’da yapılan ikinci toplantıya kaldı. En çok tartışma IMF için yapıldı. IMF’nin sermayesinde en büyük payı olan ABD’nin söz hakkı da ağırlıklı olacak ve dahası, sermayede ABD doları kullanılacaktı.
SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) ve bazı ülkeler IMF sermayesinde ABD dolarının hem de büyük ağırlıkla kullanılmasına karşı çıktılar. Benzer bir yapı Dünya Bankası için de öngörüldüğü için ona da karşı oldular.
Sonuç değişmedi bunun üzerine SSCB ve diğerleri “IMF ve Dünya Bankası Wall Street şubeleri gibi” diyerek bu kurumlara onay vermediler ve bunlara üye olmadılar. SSCB yıkılınca Rusya Federasyonu IMF ve Dünya Bankasına 1992’de üye oldu.
Son 80 yıldır IMF ve Dünya Bankasında kabaca ABD’nin dediği oluyor. Birçok örnek arasından ikisini belirteyim.
1- Türkiye 1997’de IMF’den kredi almak için önce ABD’yi ikna etmek gerektiğini biliyordu. Türkiye bu amaçla ABD Hazine Bakanlığına heyet gönderdi. Bu heyette ben de vardım.
2- IMF bir ay kadar önce Nisan 2025’te Arjantin’e olağanüstü miktarda, hem de büyük bir ön ödeme ile, uzun vadeli kredi verdi. IMF kredisinin olağanüstü miktarda ve koşullarda verimesini isteyen ABD Başkanı Trump idi.
Neden?
Çünkü Arjantin Başkanı, Trump’ın “en sevdiğim başkan” dediği Milei idi. Bu kredi IMF içinde tartışmalar, istifa söylentileri yarattı ama sonuç değişmedi, Trump’ın dediği oldu. Ardından Dünya Bankası ve Inter-American Kalkınma Bankası da Arjantin’e büyük miktarlı krediler açıkladılar.
Tekrar 1946’ya dönelim. ABD, Uluslararası Ticaret Örgütü ITO’nun kuruluşuna bazı serbest ticaret maddeleri nedeniyle karşı çıktı ve ITO’yu onaylamadı. ITO yerine bir ara çözüm olarak GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması) oluşturuldu.
GATT toplantıları ve pazarlıkları 50 yıl sürdü. 1995’te ABD razı oldu, ITO yerine WTO (Dünya Ticaret Örgütü) oluşturuldu. Son yıllarda ABD, Trump liderliğinde, WTO ilkelerine ve kurallarına uymuyor, onları yerle bir ediyor. İtirazlar da bir işe yaramıyor.
ABD dünya ticaret düzenini parçalamış durumda.
ABD 1946’da Uluslararası Kliring Birliği ICU’ya da karşı çıktı. Halbuki ünlü iktisatçı J. M. Keynes, ICU’nun özellikle döviz rezervleri yetersiz, dış ticaret açığı yüksek yoksul ülkelere yararlı olacağını, onlara nefes aldıracağını savunuyordu.
Çünkü ICU’da mal mübadelesi olabilecek, ticaret açığı bir süre devam edebilecekti. ABD, “ticaret açığı olanlar IMF’den borç alır ve faizini de öderler” görüşünü savunarak ICU’yu kesin istemedi. Keynes’in önerilerinden hareketle 10 ülke 1974 sonunda Asya Kliring Birliğini kurdular. 1996’da Myanmar’daki yıllık toplantılarına katılmıştım.
Uluslararası Ödemeler Bankası BIS 1946’da zaten vardı. Ancak savaş suçu işlediği için birçok delege kapatılmasını istedi. BIS, Almanya’nın işgal ettiği bölgelerden para aktarmasına aracılık etmişti. Konu ertelendi, kapandı. BIS hala sürüyor.
Kutuplaşan dünya, Rusya, Türkiye
1-Dünya Savaşı sonrasında dünya iki kutuba ayrıldı; bir yanda kutup başı olarak ABD, diğer yanda kutup başı olarak SSCB vardı. Diğer ülkeler bu iki kutup içinde kabaca ikiye ayrıldılar. Soğuk savaş vardı.
Genel görüşe göre, bu iki kutuplu dünya Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılması ile sona erdi. Sonra ABD’nin süper veya tek hegemon güç olduğu 1990-2008 tek kutuplu dünya dönemi geliyor. Bu dönem, 2008’de ABD’de başlayan küresel finansal bunalım ve büyük durgunluk ile sona eriyor.
Yine genel görüşe göre 2008 sonrasında çok kutuplu bir dünyaya giriyoruz. Birinci kutup, yine ABD’nin kutup başı olduğu ülkeler grubudur. İkinci grupta kutup başı Çin’dir ve Rusya Federasyonu da bu grup içindedir.
Avrupa Komisyonu eski Başkan Yardımcısı Borrel’e göre üçüncü bir kutupta AB ve çevresindeki ülkeler yer alıyor. Borell (2021), Rusya’nın ikinci kutup içinde bölgesel bir güç olduğunu söylüyor. Bölgesel güçler içinde Suudi Arabistan, Türkiye ve İran’ı sayanlar da var.
Rus yönetimi ve yönetime yakın akademisyenler, Rusya’nın bölgesel bir güç olmadığını, büyük bir devlet olduğunu ve hele S. Arabistan, Türkiye, İran gibi ülkelerle aynı düzeyde olamayacağını söylüyorlar.
Kazan Forumu’nda Rus meslektaşlar, “Rusya bölgesel güçtür” diyenlere kızdılar. Oturum başkanı, bu görüşte olan Borell’e ağır sözler söyledi. Demek ki Rusya, birçok konuda olduğu gibi, Ukrayna konusunda da büyük devlet olarak bazı “haklarının” olduğunu, “kazanımlarını” koruyacağını düşünüyor.
Aynı Rus meslektaşlar, AB’nin de bir kutup olmadığını düşünüyor. Bir bölgenin kutup olması için ekonomik, askeri ve siyasi gücünün olması gerekiyor. AB’nin özellikle askeri gücünün yeterli olmadığı kanısındalar.
Türkiye konusunda düşünceler nedir? Girişte belirttiğim ekonomik istikrarsızlık, bilimsel eğitimde düşüş ve yetersizlik, tutarlı bir dış politika eksikliği gibi nedenlerle Türkiye’nin bir büyük devlet olamayacağı görüşü hakim.
Bazı Türk gruplar Türkiye’yi bir ağabey gibi görmek istediklerini, ancak bu özellikten giderek uzaklaştığını belirtiyorlar. Acaba Türk Devletleri Teşkilatındaki bazı ülkelerin AB isteklerine boyun eğerek KKTC konusunda aldıkları tavıra bu çerçevede mi bakmak gerekir?
Son olarak Suriye konusuna değineyim. Foruma katılanlar içinde benim konuşabildiklerim Türkiye’nin Suriye konusunda yanlış politika izlediğini, ABD’nin beslediği Cihatçı bir grupla Suriye’de kalıcı bir başarı olamayacağını söylerler.
Bilindiği gibi Asya’daki Türk devletleri, cihatçı gruplardan kurtulmak için çaba içindeler. Bu konuda Rusya ile benzer görüşleri var.
Kaynaklar
Borell, J. (2021). “How to revive multilateralism in a multipolar world?” European Union.
https://www.eeas.europa.eu/eeas/how-revive-multilateralism-multipolar-world_en
Kırımlı, Hakan (Aralık 2011) “Kırım'da ve İdil-Ural Bölgesinde Açlık ve Türkiye'den Giden Yardım (1921-1922)”, Belleten, Türk Tarih Kurumu, ss. 881-952.
https://belleten.gov.tr/tam-metin/155/tur
/././
Tartışma büyüdü, Tanal arşivleri açtı; Selvi'nin Fethullah Gülen'e hitaben yazdığı yazıyı paylaştı: Sicilin seni ele veriyor
CHP Şanlıurfa Milletvekili Mahmut Tanal ile Hürriyet gazetesi yazarı Abdulkadir Selvi arasındaki tartışma devam ediyor. Bugünkü yazısında, "Mahmut Tanal, FETÖ’nün yayın organı olan Zaman gazetesine devlet tarafından el konulduğunda FETÖ’cülere destek ziyaretinde bulunmuş. İşte orada üzüntüsünden gözyaşı dökmüş. Bunu da kendi adamlarına çektirip servis etmiş" diye yazan Selvi'ye, Tanal'dan yanıt geldi. Selvi'nin 2013 yılında Fethullah Gülen'e hitaben kaleme aldığı, "Hocam Türkiye'ye dön artık" başlıklı yazısını hatırlatan Tanal, "Bugün bana saldırarak geçmişini temizleyemezsin. Arşivin seni yalanlıyor, sicilin seni ele veriyor" dedi. (https://t24.com.tr/haber/tartisma-buyudu-tanal-arsivleri-acti-selvi-nin-fethullah-gulen-e-hitaben-yazdigi-yaziyi-paylasti-sicilin-seni-ele-veriyor-,1241958)
Konstantiniyye’nin fethi ve Konstantinopolis’in işgali -Mine Söğüt-
Atalarımızın fetihlerine sevindiğimiz ve işgalin, istilanın gerçekte ne anlama geldiğini hiç düşünmediğimiz sürece yeryüzünde güzel günler göremeyecek hiç kimse. Nürnberg Kronikleri'nden Konstantinopolis
Fetihle işgal arasındaki bağı eğer mağdur ile fail üzerinden okuyacak kadar kendinize adil olabilirseniz 1453’te İstanbul’da yaşananın fetih mi işgal mi olduğunu hiç tartışmazsınız bile.
Yaşanan düpedüz işgaldir.
Ama olaylardan biraz daha uzaklaşıp bu şehrin daha önce kaç kere ve kimler tarafından feth ve haliyle aynı zamanda da işgal edildiğine bakmaya kalkarsanız o sonuca da varamazsınız.
Çünkü yeryüzündeki tüm devletler işgaller ve fetihler sarmalında kurulup yıkılmıştır. Tüm soylar devamlı birbirini kırmıştır. Şu anda yeryüzünde yaşayan tüm halklar kılıç artığıdır.
Bu karmaşada kimin haklı kimin haksız, kimin iyi kimin kötü olduğuna bakılmaz. Tarih sadece sonuçları yazar ve her halk o sonuçlardan kendisine duruma göre ya bir başarı ya da bir haksızlık yontar.
Bugün fethini kutladığımız ve işgalini yok saydığımız İstanbul’un tarihine hızlıca bir göz atalım.
Şehrin atası, milattan önce 667 yılında Yunanistan’dan gelen Megaralı kolonistlerin bugünkü tarihi yarımadanın doğusunda Byzantion adıyla kurdukları bir şehir devlet.
Byzantion milattan önce 196’da Romalılar tarafından feth/işgal edildi ve Konstantinopolis adını aldı. Batı Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra zamanla adı Bizans İmparatorluğu'na dönüşecek olan Doğu Roma’nın başkenti oldu.
Ve 1204’te Haçlı Seferleri sırasında şehri bu kez Latinler feth/işgal etti. Ama Latin İmparatorluğu’nun ömrü uzun olmadı. 57 yıl sonra 1261 tarihinde İznik İmparatoru VIII. Mihail Konstantinopolis’i feth/işgal ederek Haçlıların elinden geri aldı ve şehir yeniden Bizans İmparatorluğu’nun başkenti oldu.
Ve 1453 yılında bu kez Osmanlı Padişahı II. Mehmet şehri feth/işgal ederek bir devletten imparatorluğa doğru evrimleşen Osmanlı’nın başkenti yaptı ve Konstantiniyye Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar başkent olarak kaldı.
İstanbul Kurtuluş Savaşı sırasında iki kez 1918 ve 1920’de İngilizler ve müttefikleri tarafından tekrar işgal edildiğine artık dünyadaki işgal ve fetih meseleleri bambaşka boyutlara geçmişti.
İmparatorlukların ardı ardına sözde hukuk ve demokrasi temelli cumhuriyetlere dönüşmeye adım atmaya başlayacağı yeni dönemde, Türkiye Cumhuriyeti olarak yepyeni bir kimlikle dünya siyasetinde sahne almaya hazırlanan bir ülkenin en kıymetli şehri olarak işgal kuvvetlerinden geri alındı ve yüzlerce yıllık başkent olma unvanını Anadol’unun bağrındaki derme çatma bir kasabaya onuruyla devrettikten sonra büyüleyici bir kültür başkenti olarak ömrünü sürdürmeye devam etti.
Ta ki 1994 yılında farklı bir düşman zihniyet tarafından feth/işgal edilerek için için ele geçirilmeye başlanana kadar.
Fetih, işgal ve istila…
Bugün üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken üç önemli kelime.
Kendisini Bizans torunu olarak görenler 572 yıldır bu işgalin yasını tutuyorlar.
Osmanlı torunu olarak görenler 572 yıldır fethin başarısını kutluyorlar.
101 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin sade vatandaşlarının duygularıysa haliyle karışık. Onlar şu sıralar kültürel işgalin ve politik yağmanın bombardımanı altında kendi başlarına geleni anlamlandırmakla boğuşuyorlar.
Fetih, işgal ve yağma kelimeleri onlar için bambaşka şeyler ifade ediyor.
Ve İstanbul tarihinde yaşamadığı yeni bir tecrübeyle bir kez daha çok fena düşüyor.
* * *
Savaş düşkünü insan türünün (Homo bellicosus) başarılarını vahşetiyle paralel gerçekleştirdiği şu dünyada, bizler atalarımızın fetihlerine sevindiğimiz ve işgalin, istilanın gerçekte ne anlama geldiğini hiç düşünmediğimiz sürece…
Yeryüzünde güzel günler göremeyecek hiç kimse.
/././
Siyaset ve ticaret -Ahmet Çelik Kurtoğlu-
Devletin parası olmaz. O vatandaşların parasının, yani ekonominin değerinin korunmasıyla görevlidir.
“Çağdaşlaşmanın birinci adımı, toplumun ‘devletin parası’ denen şeyin aslında kendi parası olduğunu anlaması ve bu konuda bilinçlenmesidir.”
Bu ifade geçen hafta kaybettiğimiz, TCMB Başkanı, Rüşdü Saracoğlu’na ait ve aynı dönemde hazine müsteşarlığı görevinde bulunan sevgili öğrencim Mahfi Eğilmez, Rüşdü’yü andığı yazısında hatırlatmış.
Bu kısa cümle aslında fevkalade önemli olan kamu yönetimi, demokrasi, yurttaşlık ilkelerini içeriyor. Burada sorun, toplumun büyük bir kesiminin yurttaşlık bilincinin temellerini ciddiye almıyor olmamızdır. Bunların başında devlet nedir, yasa nedir, merkez bankası, içişleri bakanlığı, milli savunma bakanlığı, gibi kamu kurumlarının ve onların uygulama aşamasındaki uzantısı olan, devlet başkanı, bakan, milletvekili, vali, yargıç, komutan gibi unsurlar kimdir, nedir; para nedir, vergi nedir, para politikası ne demektir gibi asgari düzeyde bilgilere sahip olup olmadığımız kuşkuludur.
Sorunun cevabı net bir “hayır”dır. Tıpkı trafiğin doğru akması için yollara konulan yön ve akışı düzenleyen levhaları “görmediğimiz” gibi, vatandaş olmanın getirdiği sorumluluğu da ciddiye almıyoruz.
Bu kurumlar hizmet etmekte oldukları yurttaşlar adına hareket etmektedir, yani İngilizce karşılığı ile bizim “agent”larımız, tanımlanmış görevleri yerine getirmesi gereken bireylerdir. Bizim onlara karşı sorumluluklarımız anayasa ve yasalarla belirlenir, keza onların bize karşı yetki ve sorumlulukları da kuruluş yasaları, görev yönetmelikleriyle tanımlanır.
“Devletin parası” denen şeyin aslında toplumun, halkın kendi parası, varlığı olduğunu anlaması, bu konuda bilinçlenmesi, burada vurgulanan eksikliklerin giderilmesiyle, mümkündür. Devletin, devlet başkanının kendi varlığını borçlu olduğu anayasayı tanımadığı, mülkiyet haklarından tutun da, paranın değerine kadar, hiç kimsenin ciddiye almadığı, kimsenin ötekine hesap vermediği bir ülkede bu dileğin karşılık bulması hayal bile edilemez. Nitekim, günlük yaşamda karşılaştığımız fiyatlara artık şaşırmamamız, tehlike çanlarının en büyüğünün çalması demektir. Tıpkı suçlunun savcı, yargıç karşısına çıkartılamayacağından, suçu tanımlanamayanların çeşitli tutarsız nedenlerle hürriyetten yoksun bırakılması gibi.
“Devletin parası-bireyin kendi parası” ayrımı, uyarısı önemli bir algı yanılgısı ötesinde bir uyarı niteliğindedir. Para değer ölçüsüdür ve ulus olmanın, dil kadar, folklor kadar, ulusal sınır kadar, bayrak kadar önemli kriteridir. Para birimini ülkenin merkez bankası çıkartır ve ülke ekonomisinin nasıl işlediğine bağlı olarak değişen değerini aynı kurum takip eder, o değeri, yani her bir yurttaşın varlığını korumaktan sorumlu olan da o kurumdur. Paranın değerini ülke ekonomisinin nasıl işlediği belirler dedim, vaktiyle Türk parasının değerini koruma kanunu adında bir yasa vardı, oysa paranın değeri ne yasayla ne askeri güçle korunmaz. Onu koruyacak olan, o parayla yapılan alışverişlerde ülkenin üretim becerisidir. Bu da ülke insanlarının, onların kurup yönettiği şirketlerin becerisine bağlıdır.
R. Saracoğlu ve M. Eğilmez görevdeyken bu becerinin en güzel örneğini verdiler. Evvelce TCMB ile Hazine müsteşarlığı birbirlerinden borçlanarak bütçe açığının sürdürülerek yönetirlerken, buna imkân vermeyen bir protokol imzaladılar. O dönemde ülkenin maliyesini yönetenler bundan hiç hoşlanmadılar, ama böylece o güne kadar birkaç kez yaşanan krizlerin tekrarlanması önlenmiş oldu. Bunu Mahfi Eğilmez bloğunda açıklamaktadır.
Şu hâlde devlet bireylerin parasının değerini korumak için gerekli ekonomi politikası önlemlerini almak zorundadır. Bu önlemler alınmadığı, yatırımlar, üretim, ticaret tamamen başıboş bırakıldığı takdirde, bundan kaybeden önlem almayan ülkelerin yönetimi, yani devletler, kazanan ise doğru önlemleri alan devletlerdir.
Hemen bir yanılgıya işaret edelim; iktisatta Adam Smith’ten beri serbest piyasa ekonomisinde bir gizli elin her şeyi doğru yola soktuğu varsayılırdı. Artık küresel ekonominin böyle bir “invisible hand” tarafından değil, “visible hand”ler tarafından yönetildiği ortadadır. Bunun son örneği, kapitalizmin en güçlü savunucusu ABD’nin Donald Trump politikalarında görülmektedir.
Paranın ne olduğuna, devlet denilen düzenleyici ve bireylerin agentlarından oluşan kurumun yetki ve sorumluluklarıyla siyasetin iç içe girmesi, bireylerin menfaatini, sahip oldukları varlığın parayla ifade edilen değerini etkilemesi göz ardı edilemez. Bunu sağlayacak olan, bireyin kendi parasına, varlığına sahip olmasıdır. Bu varlık devletin değildir, onu meydana getiren insanlarındır. Devletin parası olmaz. O vatandaşların parasının, yani ekonominin değerinin korunmasıyla görevlidir.
/././
Orta Doğu’yu ‘ustalık’ çarptı -Akdoğan Özkan-
“Çıraklık” dönemine denk gelen 2017 tarihli ilk Körfez turundan 350 milyar dolar kaparak dönen Trump, geçtiğimiz haftaki ikinci Körfez turundan 3 trilyon dolar “çarparak” dönünce “ustalığı” tescil oldu ama ya bu onun aslında “kalfalık” dönemi ise!
ABD Başkanlığındaki “çıraklık” dönemini 2017-2021 arasında yapan Donald Trump, kalfalığı pas geçerek 2025’te adeta doğrudan “ustalık” dönemine giriş yapmış görünüyor. “Ustalığının” en önemli göstergesi Orta Doğu’yu “çarpmada” 2017 yılına kıyasla fazlasıyla mahir bir görüntü sergiliyor olması.
Bundan 8 yıl önce Trump ilk Körfez turuna çıktığında, Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz El Suud'u masaya oturtup ABD'den ivedilikle 110 milyar dolar tutarında, on yıl içinde ise 350 milyar dolar değerinde silah satın alması için bir dizi niyet mektubu imzalatmıştı. Yani çıraklık dönemine denk gelen ilk Körfez turundan 350 milyar dolar kaparak dönmüştü Trump. ABD Başkanı geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği ikinci büyük Körfez turundan ise 3 trilyon dolar kaparak döndü.
350 milyardan 3 trilyon dolara…. Söyleyin şimdi, buna “ustalık” denmez de ne denir!
2017’de Suudi Kralının onayladığı anlaşmalar, bu Körfez monarşisinin savunma yeteneklerini güçlendirip bölgesel tehditlere karşı koymayı hedefleyen savaş gemileri, füze savunma sistemleri, tanklar ve siber güvenlik teknolojisi ürünleri alımını kapsıyordu. Körfez’de ABD’ye bu şekilde para aktarmak demek, İsrail ile ilişkileri normalleştirme gayreti gösterme sözü de vererek rejimini bir süre daha üst düzey bir meşruiyetle koruma altına almak demek
Yıl 2025. Bölgesel ve küresel risklerin epeyce arttığı şöyle bir konjonktürde petrol zengini Körfez monarşileri Trump geldiğinde keseyi daha da açmayıp ne yapacaklar. Trump İsrail’e, “hadi koçum arkandayım, git vur İran’ı” dese, İran da misillemesinin bir parçası olarak -daha önce defalarca ifade ettiği üzere- dönüp Suudi Arabistan’ın petrol rafinerilerini vursa, Hürmüz Boğazı’nı trafiği kapatsa iyi mi olur!
İyi olmaz tabii. “Çıraklık” dönemini çoktan tamamlamış Trump bir nevi “ustalık” çağını yaşadığından Orta Doğu’da istikrarsızlığın ne kadar “kıymetli” olduğunu şimdi çok daha iyi biliyor. Bu farkındalık ile, Suudi Arabistan’a geçen hafta "tarihteki en büyük silah satış anlaşmasını" imzalattı. Anlaşmanın değeri yaklaşık 142 milyar dolar. Bu tutarla Suudi Arabistan’a Amerikan savunma şirketlerinden yine son teknoloji ürünü savaş ekipmanları ve hizmetleri sağlanacak. Ancak iş birliği ve imzalar askeri konularla sınırlı değil. Trump, Suudi hanedanına toplam yatırım tutarı 600 milyar doların üzerine çıkan anlaşmalara da imza attırdı. Bunun iki ülke arasında kaydedilen en büyük ticari anlaşma paketi olduğu söyleniyor. Şunun şurasında çok zaman geçmedi, gazeteci Kaşıkçı cinayetinin ardında olduğu söylenen Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın “acaba Washington beni siliyor mu?” diye endişelendiği zamanlardan bu yana. (Muhammed bin Selman’ın o dönemki endişelerini, bu köşedeki "Bir ticaret savaşının piyonu olarak Kaşıkçı vakası" ile "Riyad’a saray darbesi mi tezgahlanıyor" başlıklı yazılarımda ayrıntılı olarak ele almıştım.)
Geçen hafta Tesla ve SpaceX CEO'su Elon Musk, OpenAI CEO'su Sam Altman, BlackRock CEO'su Larry Fink ve Amazon CEO'su Andy Jassy gibi önde gelen Amerikalı iş dünyası liderlerini ağırladığı yatırım forumunda Trump’ı dinlerken ve alkışlarken Selman’ın suratına yayılan ifadeden kat ettiği mesafeden dolayı ne kadar mutlu olduğunu iyice görme imkânı bulduk.
Orta Doğu turu kapsamında Riyad’dan sonra Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) de giden ABD Başkanı, bu ülkeyle de yeni anlaşmalara vardı ve daha önce kendisine bu ülke tarafından taahhüt edilen 1,4 trilyon dolarlık yatırımları hızlandırdı. Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada, BAE gezisinde ABD ile BAE arasında 200 milyar doları aşan ticaret anlaşmaları yapıldığı, bu gelişmeyle Körfez bölgesindeki yatırım anlaşmalarının toplamının 2 trilyon doların üzerine çıktığı bildirildi.
BAE’nin ABD’deki yatırımları epeyce çeşitlilik arz ediyor. Sanılmasın Araplar sadece ABD’nin havacılık ve dijital teknoloji şirketlerine yatırım yapıyor. BAE’nin “Emirates Global Aluminum” şirketinin Oklahoma'daki 4 milyar dolarlık alüminyum üretim (metalurji) tesisi projesine dahi yatırım yapacağı, bu tesisin ABD'nin kritik mineral tedarik zincirlerini güçlendireceği ve bu ülkenin mevcut üretim kapasitesini ikiye katlayacağı söyleniyor.
Orta Doğu turu kapsamında Suudi Arabistan ve BAE'nin yanı sıra Katar'ı da ziyaret etti ABD Başkanı ve bu ülkeden de 1,2 trilyon dolarlık ekonomik iş birliği taahhüdü aldı. Anlaşma, Qatar Airways'in ABD’den Boeing 787 Dreamliner ve 777X uçaklarının 96 milyar doları bulan tutarda satın alımını da kapsıyor. Bunun ne anlama geldiği daha iyi anlaşılsın diye şu bilgiyi vereyim: Bu, Boeing'in şimdiye kadarki en büyük geniş gövdeli uçak siparişi anlaşması ve sadece bu anlaşmayla üretim ve teslimat sürecinde ABD'de yıllık 154 bin olmak üzere toplamda 1 milyondan fazla istihdam sağlanacak.
Evet rakamlar böyle. Tabii bilmiyorum belki de yanılıyorumdur, bu Trump’ın “ustalık” değil, “kalfalık dönemidir! Ve ustalık dönemi geldiğinde 10 trilyon da “çarpabilir."
Çok mu zor Körfez monarşilerinin ümüğüne çökerek, “bak valla Netanyahu’yu zor tutuyorum İran’ı vurmasın da sizlere bir zeval gelmesin" diyerek bu rakamları 10 trilyona çekmek yani!
Velhasıl ABD Başkanı’nın Körfez turundan elde ettiği hasılat sayesinde Orta Doğu’daki bölgesel risklerin ve istikrarsızlığın yükselişinin Amerikan ekonomisine para enjekte edilmesini sağlamada ne kadar “kıymetli” olduğu, paritenin nasıl değiştiği görülmüştür sanıyorum.
Yani istikrar para etmiyor Washington için, ama şu istikrarsızlık, artan bölgesel ve küresel jeopolitik riskler, hele de Orta Doğu’da tehlikeli dönemeçler vs. yok mu, gözünü sevdiğim “bu karda kışta” onlardan daha kıymetlisi yok!
Siyasi gözlemciler de son haftalarda Netanyahu ile teması kesen Trump’ın Tel Aviv’i dışarda bırakan Orta Doğu turunda Filistin devletini tanıyabileceği yolundaki spekülasyonlara kulak kesilsinler, Trump Orta Doğu’ya gördük ki “tamamen duygusal (!)” bakıyor. Tabii bu spekülasyonun, Trump’ın Netanyahu üzerindeki baskıyı artırmak amacıyla dolaşıma sokulmuş olabileceğini belirtmiştim geçen haftaki yazımda. Bu baskı sayesinde Netanyahu’ya Hamas’a yönelik verdiği ültimatomunun son gününde daha önce verdiği sözü yedirtmiş oldu. İnsanlık şimdilik bu minik “adım” ile yetinmek durumunda.
Trump’ın Körfez turunda yapacağı söylenen “çok önemli açıklama” için ise “dağ fare doğurdu “denilebilir mi bilmiyorum. Elbette ABD’nin Suriye’ye yönelik Sezar Yaptırımları’nı kaldırma yoluna gitmesi bir savaşla dünyanın en yoksul ülkesine konumuna gerilemiş milyonlarca Suriyelinin ilaca, gıdaya, temel mal ve hizmetlere erişiminin rahatlaması anlamına gelecek.
Evet Orta Doğu’da eşeği önce kaybettirip sonra buldurunca bir “barış havarisi” imişsiniz gibi, kürsüde dakikalarca alkışlanabiliyorsunuz! Aynı esnada, Filistinli bir baba uykudayken yakalandıkları İsrail bombardımanı akabinde girdiği evinin enkazında “sesimi duyan var mı?” diye seslenirken, tüm aile fertlerinin cansız bedenlerini buluyor.
/././
“Üç Deniz Girişimi”, üç kâğıt oyunu olmasın -Hasan Göğüş-
ABD’nin kendisinin Karadeniz’deki mevcudiyetine sınırlamalar getiren Montreux rejimini hiçbir zaman içine sindiremediği bir gerçek. Bir şekilde boğazları bypass ederek Karadeniz’e çıkmak istediği biliniyor.
Üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye, 28-29 Nisan tarihlerinde Varşova’da düzenlenen zirvede, “Üç Deniz Girişimi”ne (3DG) İspanya ile birlikte sessiz sedasız bir şekilde “stratejik ortak” olarak dahil oldu. Anlaşılan Yunanistan sonunda vetosunu kaldırarak Türkiye’nin önünü açmış. Çoğumuzun adını ilk kez duyduğu 3DG, kuzey güney ekseninde Baltıklardan Adriyatik ve Karadeniz’e uzanan bir hatta, ulaştırma, enerji ve dijital alanlardaki eksikliklerin giderilmesini, bu yolla geliştirilecek alt yapı projeleriyle girişimde yer alan ülkeleri birbirlerine bağlamayı hedefliyor. Avusturya, Polonya, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Slovenya, Slovakya, Estonya, Litvanya, Letonya, Bulgaristan ve Macaristan girişimin “kurucu katılımcı üyeleri.” 2023 yılında Yunanistan’ın da dahil olmasıyla üye sayısı 13’e çıkmış. ABD, Almanya, AB Komisyonu ve Japonya stratejik ortak. 3DG ismi, üyelerinin hepsinin Baltık, Adriyatik ve Karadeniz arasındaki bölgede yer almalarından kaynaklanıyor. Aslında Yunanistan’ın katılımıyla 3DG, Ege’ye de indiğinden belki de dört denizden bahsetmek daha doğru olur.
Girişimde yer alan ülkelerin hepsi aynı zamanda Avrupa Birliği üyesi. En belirgin ortak noktaları ise Avusturya haricinde hepsinin eski demir perde ülkesi olmaları. Demir perdenin batısında kalan Avrupa ülkeleri, gelişmiş otoyol ağları, demir yolları şebekeleri, gaz ve petrol boru hatlarıyla birbirlerine bağlıyken, daha az gelişmiş eski doğu bloğu ülkeleri modern bir alt yapıya sahip değiller.
3DG’nin doğuşu
Avrupa içerisinde kuzey güney eksenindeki bu dengesizliğe ilk kez 2014 yılında Amerikan menşeli bir düşünce kuruluşu olan Atlantik Konseyi’nin, “Avrupa’yı tamamlamak” (completing Europe) başlıklı bir raporunda dikkat çekilmiş. Bu rapordan ilham alan Hırvatistan’ın o zamanki cumhurbaşkanı Kolinda Grabor Kitaviç ile Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, 2015 yılında New York’ta BM Genel Kurul Toplantısı marjında bir araya gelerek 3DG’ni başlatmışlar. Bir yıl sonra da Dubrovnik’de ilk 3DG Zirvesi düzenlendi.
3DG çerçevesinde geliştirilen projeler
Gün geçtikçe bölgesel bir iş birliği forumu haline gelen girişime daha sonraki yıllarda iş forumu ve alt yapı projelerine finansman sağlamak amacıyla oluşturulan yatırım fonu eklendi. 3DG çerçevesinde bugüne kadar katılımcı üye ülkeler tarafından 143 proje hazırlanmış. Toplam maliyeti 150 milyarı avroyu aşan alt yapıya ilişkin bu projelerin yüzde 49’u ulaşım, yüzde 37’si enerji, yüzde 14’ü ise dijitalleşme sektörlerine ait.
3DG projelerinden en önemlilerinden birisi Türkiye’nin de yakından ilgilendiği “Via Carpatio” Otoyolu projesi. BM çerçevesinde gerçekleştirilen “Trans Avrupa Kuzey Güney Otoyolu”nu (TEM) anımsatan 718 km uzunluğundaki bu proje, Litvanya limanlarını Polonya, Slovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan üzerinden Yunanistan’daki Selanik limanına bağlıyor. “Via Carpatio” otoyolunun bir kolunun Sofya’dan sonra Türkiye’ye kadar uzatılması da gündemde.
3DG’nin siyasi yansımaları
3DG katılımcı üyeleri arasındaki iş birliğini geliştirmek ve alt yapı projelerine finansman sağlamak açılarından önemli bir ekonomik girişim olarak değerlendirilmekle beraber, siyasi açıdan epey tartışmalı bir proje. Girişimin sahibi AB gibi görünse de mühendisliği ABD patentini taşıyor, her aşamasında ABD tarafından güçlü bir şekilde destekleniyor. İlk bakışta eski doğu bloğu ülkelerindeki alt yapının geliştirilmesiyle, bu ülkelerdeki Rusya’nın etkisinin azaltılmasını amaçlanmış olduğu söylenebilir. Bugün için ise Amerika’nın bir numaralı rakibi haline gelen Çin’in “kuşak ve yol” projesine bir alternatif olarak 3DG’ni desteklendiğini düşünmek de mümkün. 3DG’nin ilk yıllarında girişimi AB’nin altını oymak için ABD tarafından tezgahlanmış bir proje olarak görenler de olmuştu. Nitekim Almanya uzun bir süre 3DG’ne çekingen yaklaşmış, zirvelerine bakan düzeyinde iştirak etmiş.
3DG ve Türkiye
Türkiye, girişimin ilk yıllarında üyelik başvurusu yapmadan uzun bir müddet sürecin gelişimini uzaktan izlemekle yetindi. Bu arada, Türkiye’nin 3DG ile ilişkisinin nasıl şekilleneceği ülke içinde yeni bir tartışma başlattı. Bir kesim 3DG ile iş birliğini geliştirmenin Türkiye için birçok kazanımı beraberinde getirebileceğine inanıyor. Özellikle enerji nakil hatları için bir merkez olmak isteyen Türkiye için 3DG’nin önemli bir potansiyel olduğunu vurgulanıyor. Ancak diğer bir kesim de 3DG’yi Atlantik macerası olarak niteleyerek uzak durulmasını tavsiye ediyor.
Ama Türkiye için asıl gözden kaçırılmaması gereken önemli bir unsur, 3DG’nin Montreux Boğazlar Sözleşmesi üzerindeki olası etkileri. ABD’nin kendisinin Karadeniz’deki mevcudiyetine sınırlamalar getiren Montreux rejimini hiçbir zaman içine sindiremediği bir gerçek. Bir şekilde Boğazları bypass ederek Karadeniz’e çıkmak istediği biliniyor. ABD, 3DG çerçevesinde geliştirilecek bir projeyle böyle bir imkânı zorlamak isteyecektir. Bunun iki yolu görünüyor. Birincisi Baltıklardan Beyaz Rusya, Ukrayna üzerinden Dinyeper nehrini kullanarak Karadeniz’e inmek. İkincisi ise Tuna nehriyle Almanya, Avusturya, Macaristan, Sırbistan güzergahı üzerinden Romanya’dan Karadeniz’e açılmak. Ancak bugüne kadar her ikisi de mümkün olamadı. Rusya Federasyonu son askeri harekatıyla Ukrayna’yı işgal ederken Dinyeperin Karadeniz’e döküldüğü bölgeyi de hedef aldı. Sırbistan, 3DG’ye katılımcı üye olması için ikna edilemediğinden, Tuna üzerinden de bir proje gerçekleştirilemiyor.
Katılımcı üye olmasak da, her halükarda 3DG’nin gelişimini dikkatle izlemekte yarar var.
/././
FETÖ ile mücadele ne zaman biter?-Tolga Şardan-
Başsavcılığın açıklaması, iktidarın FETÖ’yle mücadelede “milat” olarak kabul ettiği 17/25 Aralık ile 15 Temmuz’dan sonra geçen yaklaşık 9 yıllık sürede henüz tespit edilemeyenlerin olduğunun itirafıdır. Ayrıca, gerek AKP–MHP ittifakı içinde, gerekse Erdoğan’la birlikte çalışan kimi isimler üzerinde “FETÖ iltisakı” gölgesi devam ediyor.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın resmî açıklamasıyla kamuoyuna yansıyan son FETÖ operasyonu, içerik bakımından son derece dikkat çekici.
Başsavcılık, 23 Mayıs’ta yaptığı açıklamada özetle, halen Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) görevli 50, İçişleri Bakanlığı çatısı altındaki Jandarma Genel Komutanlığı’nda ise 13 subay / astsubay ve uzman çavuşun FETÖ’yle bağlantılı oldukları iddiasıyla soruşturulduğunu duyurdu.
Haklarında soruşturma başlatılan şüpheli askeri personelden 36’sı Kara Kuvvetleri, 8’i Hava Kuvvetleri ve 6’sı da Deniz Kuvvetleri kadrosunda muvazzaf. Yani, halen görev başındalar.
Başsavcılık açıklamasında, 35 farklı kentte başlatılan operasyonda adı geçen şüphelilerden dördünün albay, 8’nin yarbay, 12’sinin binbaşı, 15’nin yüzbaşı ve 24’nün ise astsubay ile uzman çavuş olduğunu aktardı.
Aynı operasyon kapsamında ayrıca Emniyet teşkilatı bünyesinde beş kentte 9 polis hakkında gözaltı kararı verildi. Bu dosyayı da yine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı yürüttü.
Başsavcılığı’n açıklamasındaki “FETÖ’nün Türk Silahlı Kuvvetleri’nde halen deşifre edilemeyen örgüt mensuplarının, 15 Temmuz darbe girişimine katılanlara oranla daha fazla olduğu” cümlesi çok ama çok önemli. Bir kez daha okumanızı öneriyorum.
Kaldı ki, bu değerlendirmenin altının çizilmesi gerek.
Başsavcılık bir rakamsal veriyi de paylaştı; 1915 operasyon gerçekleştirildiği, 28 bin 194 asker şüphelinin belirlendiği ve 25 bin 801 şüphelinin gözaltına alındığı vurgulandı.
İktidarın FETÖ’yle mücadele ve bağlantılı olma konumunda “milat” olarak kabul ettiği 17/25 Aralık 2013 tarihi, hele ki 15 Temmuz’dan sonra geçen yaklaşık 9 yıllık sürede henüz tespit edilemeyenlerin olduğunun itirafıdır; başsavcılığın bu açıklaması.
Başsavcılık, elindeki veri havuzunu kullanarak TSK’da ve Emniyet’te temizlik işine devam ettiğini belirtirken, TSK’yı ve Emniyet’i yönetenlerin ne yaptığını sormadan edemiyor, insan.
Daha önceleri de aktarmıştım. TSK’da var da Emniyet’te kalmadı mı?
"Garson" kod adlı itirafçının verdiği bilgilerden elde edilen kodlamalara bakıldığında “C” ve “DA” kodlu polis müdürleri halen aktif görevde. Oysa Garson’un son kodlamalarında “F” koduyla FETÖ’ye düşman çıkanlardan bazıları, öncesindeki kodlama sebebiyle terfi alamıyor!
FETÖ’cü gizli tanığın iddiası
Buraya kadar madalyonun bir yüzü. Diğer yüzü de en az bu tarafı kadar vahim görünüyor.
Gazeteci İsmail Saymaz, 12 yaşından bu yana FETÖ’nün içinde olan ve savcı iken Erzincan’da FETÖ tarafından yürütülen dosyada gizli tanık yapılan Bayram Bozkurt’la görüşmesini kaleme aldı.
Bozkurt, Saymaz’la görüşmesinde şu cümleyi kurdu:
“Dönemin emniyet müdürü, terörle mücadele müdürü, hepsi cemaatin adamıydı. Şu an kripto olan ve hâlâ başsavcılıklara devam eden arkadaşlar var.”
Bu cümlenin de altını çiziyorum.
Anlatanın FETÖ’cü olması sebebiyle verdiği bilgiye mesafeli yaklaşmak gerekse de Bozkurt’un bu açıklamasına ne Adalet Bakanlığı’ndan ne de Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) yönetiminden herhangi bir itiraz geldi. Her iki kurum da sessiz kalarak iddiayı kabullenmiş oldu, bir bakıma.
Bu arada ülkenin en etkin kamu kurumu konumda olduğu su götürmeyen HSK’nın yeni göreve gelecek yönetiminin beş üyesi TBMM tarafından seçildi. Şimdi ilk kademe yargıdan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın atayacağı üyeler var. Bu aşamada çok ciddi rekabet var yargı camiasında.
Hele ki, mevcut yönetimde görev almasına karşın, bir kez daha HSK’da görev almak amacıyla iktidara yakın yazarlara ve çeşitli internet sitelerine “FETÖ’yle mücadele için gerekli isimler” olarak gündeme getirilenler, Bozkurt’un “kripto FETÖ’cü olarak halen başsavcı konumunda görev yapan üst düzey yargı mensupları bulunduğu” iddiasına ne yanıt verirler acaba?
Söz konusu iddianın doğru veya yanlış olduğunu şimdiye kadar ortaya koyması gerekip koy(a)mayanlar, yeniden atandıklarında nasıl görev yapacaklar?
Türkiye’nin yeni bir kalkışmayı kaldıracak ne ekonomik ne de toplumsal gücü var.
Bu tabloyu ortaya koyduktan sonra yine gözden kaçan bir fotoğrafı ortaya koymak lazım sanırım.
İktidara yakın Yeni Şafak gazetesi, bir süredir Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e eleştiri oklarını yöneltmiş durumda.
Aynı gazete; pek tartışılmayan bir başlıkla çıktı, 19 Nisan 2025 günlü sayısında:
“FETÖ iş başında: 15 Temmuz’un ardından FETÖ ile önemli bir mücadele verildi. Ancak örgüt yöneticiliğinden ve üyeliğinden hüküm giyip tahliye olanlar ya da yargılaması devam edenler yine işbaşında. Bu FETÖ’cüler bürokratik uzantılarıyla temel hizmetlerde, işleri sümen altı ediyor ya da yavaşlatıp vatandaşı bezdiriyor.”
Bu anlatıma bakıldığında, gazetenin söz konusu yayınıyla kime / kimlere mesaj verdiği net biçimde anlaşılıyor sanırım.
Ayrıca, gerek AKP – MHP ittifakı içinde, gerekse Cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikte çalışan kimi isimler üzerinde “FETÖ iltisakı” gölgesi devam ediyor. Hem siyasilerde hem de bürokraside.
Zaten bir süredir, AKP içinde de ciddi bir mücadelenin olduğu biliniyor.
Dolayısıyla, bilhassa HSK’nın yeni yönetiminin FETÖ’yle mücadele konusunda ne kadar samimi olduğunu hep beraber yaşayarak göreceğiz.
Ali Yerlikaya’nın “polis tayinleri” açıklaması
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, haftaya televizyon ekranlarında yaptığı basın toplantısıyla başladı.
Toplantının konusu, Yerlikaya’nın “reform” olarak kabul ettiği, Emniyet teşkilatı içindeki tayin ve atamada uygulamaya başlanacak yeni uygulamaydı.
Yerlikaya, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan alışkın olduğumuz “Ya Allah, Bismillah” diyerek bilgisayar butonuna basıp, polis memuru – başkomiser arasındaki rütbelerde yaklaşık 22 bin teşkilat mensubunun 2025 yılı tayinlerini gerçekleştirdi.
Yerlikaya’nın açıklamalarından özellikle İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerde çalışmak istemeyen polislere ayrıcalık getiriliyor. Büyük kentlerin hem ekonomik hem de iş yükü koşulları, görev yeri tercihlerinin dışında kalmasının başlıca iki sebebi. Bu sebeple puanlama uygulamasının getirilmesi olumlu.
Yanı sıra, kimi teşkilat mensuplarının, sağlık ve eğitim öncelikli ailevi gereklilik nedeniyle görece daha küçük kentlerde çalışmayı istedikleri biliniyor. Emniyet’teki tayinlerde bu talepler de yıllardır dikkate alınır.
Yerlikaya’nın olumlu bir yaklaşım göstermek istediği anlatımlarından anlaşılıyor.
Ancak uzun yıllardır teşkilatı yakından takip eden bir gazeteci olarak tavsiyem şu ki; atamalarda personelin kişisel memleketi ile görev yaptığı kentin “sırt sırta” yani sınır olmasının önüne geçilmesi gerekliliği zorunlu.
Teşkilat içinde hemen herkes biliyor ki; özellikle memur konumundaki personel – eğer sağlık ve eğitim koşulu gibi yaşamsal gereklilik yoksa – memleketine sınır olan kentte çalışmak istiyor. Hatta il merkezi yeterli kalmıyor, en yakın ilçeler üzerinde tercih baskısı yapılıyor.
Bu noktada, il valileri ve il emniyet müdürleri tayin ve atama dönemlerinde epeyce ter döküyor. Nedeni, iktidar ittifakın il ve ilçe başkanlarının baskısı. En çok da Karadeniz hattı ve İç Anadolu Bölgesi’nde yaşanıyor bu tablo. Yaşanarak elde edilen bir veri; memleketine çok yakın yerlerde görev yapan teşkilat mensuplarının görev performansı düşerken, meslek istismarı artıyor.
Hâl böyle olunca, İçişleri Bakanı Yerlikaya, butona basarak gerçekleştirmek istediği reformu, iktidardaki ittifakın taşra yöneticilerine “valilerin / emniyet müdürlerin işine karışmayın” talimatı vererek yerine getirse çok daha faydalı olacaktır. Polislerin istedikleri yerde görev yapamamalarından kaynaklanan hoşnutsuzluklar sebebiyle il / ilçe başkanlarının hemen telefona sarılıp il valilerini ya da il emniyet müdürleri rahatsız etmelerinin önüne geçilmesi kamu güvenliğinin sağlanmasına katkı verecektir.
Bir küçük bilgi daha vereyim; kimi il emniyet müdürlerinin gündelik sıkıntıları arasında personelin farklı tutumları önemli rol alıyor.
Örneğin, aile içi şiddet bürosunda görevli kadın polisin, ihbara giderken aynı ekipte erkek polis bulunmasından rahatsız olup ‘ben bu araca binmem’ dediği kentler var. Oysa, bu görev sırasında her ihbara giden polis ekibinde mutlaka bir kadın polis bulunması gibi usul var. Bu durumda kadın polisin görev yerini değişmesi gündeme geliyor ve kısır döngü başlıyor.
Başka bir örnek vereyim; polis merkezinin yani karakolun ifade alma odasında görev yapması istenilen erkek polis, “odada kadın polis var, ben onunla aynı büroda çalışmam, caiz değil” görüşüyle amirlerinin karşısına geçiyor.
Bir diğeri; polis birimlerinin denetimi sırasında denetime gelen kadın amir, nöbetçiden tekmil aldıktan sonra ‘teşekkür edip, toka yapmak için elini uzattığında’ erkek nöbetçi memur, yine ‘caiz değil’ diyerek denetici kadın amire – ki bu uygulama Emniyet’te usuldür - elini uzatmıyor.
Bunlar taşradaki pek çok kentte yaşanan gündelik olaylar!
Yerlikaya, polis atama ve tayinlerine hazır elini atmışken, aktardığım sıkıntıları da çözse yerel yöneticilere fevkalade destek vermiş olur, kanımca.
/././
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder