Ergin Yıldızoğlu/Cumhuriyet -29 Mayıs 2025-

 

Her darbe aynı değil

Her 27 Mayıs kaçınılmaz olarak, aklıma, liberallerin, “Darbecilere karşı demokrasiyi savunuyoruz”, “Yetmez ama evet” yaygarasıyla muhalefeti paralize ederek süreç olarak faşizmi desteklemeleri geliyor. Artık onlar yok; bu kez rejim, kendisine bir gün gidici olduğunu anımsatan herkesi darbecilikle suçlamaya çalışıyor.

Salı günü Alev Coşkun’un anımsattığı gibi “1960-1980 tarihleri arasında ülkemizde üç askeri darbe oldu. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980. Kimi yazarlar tüm bu askeri hareketleri bir torbanın içine koyarlar ve hepsinin lanetlenmesi gerektiğini belirtirler.” Halbuki, hukukçu Ozan O. Varol’un, “Demokratik Darbe” (Harvard International Law Journal / Vol. 53/2 201) başlıklı çalışmasında sergilendiği gibi “darbe-demokrasi” ikilemi, göründüğünden çok daha karmaşıktır.

Örneğin, Nicos Poulanzas’ın işaret ettiği gibi darbeler, genellikle hegemonya krizlerinin içinde şekillenir. Bu tür krizler, kapitalizmin yeniden üretimini tehlikeye atar, tehlike toplumsal muhalefetin (sınıf mücadelesinin) yükseldiği dönemlerde daha da büyür. “Darbeler” öncelikle, kapitalizmin istikrarını sağlamak için gündeme gelirler, demokrasi kurmak için değil; her zaman bir şiddet öğesi içerirler; gelişmelerinin olası yönü önceden kestirilemez, onu kapitalizmin gereksinimleri, sınıflar arası dengeler belirler.

Darbeler bazı durumlarda halk iradesini bastırmak, seçilmiş iktidarları zorla devirmek, kalıcı askeri rejimler kurmak amacıyla yapılır, bazı durumlarda da seçimle gelmiş ama seçimle gitmeyi reddeden, muhalefeti susturan, anayasal düzeni ortadan kaldıran, ekonomiyi yönetemeyen otoriter rejimlerin karşısında ordu, halkın talebi doğrultusunda geçici bir müdahalede bulunabilir. Bu müdahale, baskıcı rejimi sona erdirir, demokratik bir anayasa sürecini başlatır, sonunda yönetim seçilmiş bir sivil iktidara devreder.

ÜÇ ÖRNEK?

Varol çalışmasında Türkiye 1960, Portekiz 1974 ve Mısır 2011 örneklerini inceliyor. Türkiye’de 27 Mayıs darbesi, Demokrat Parti’nin muhalefeti, basını susturduğu, hukuk düzenini çökerttiği bir dönemde gerçekleşti. Darbe sonrası hazırlanan 1961 Anayasası, o güne dek Türkiye’nin gördüğü en özgürlükçü, çoğulcu anayasa oldu: Anayasa Mahkemesi kuruldu, sendikal haklar tanındı, basın özgürlüğü genişletildi, Milli Güvenlik Kurulu da kuruldu, seçimler yapıldı, iktidar sivillere devredildi. Elbette bu baskıcı, şiddet boyutu olan bir süreçti. Ancak Varol’a göre bu bir “kurucu müdahaleydi”.

Portekiz’de 1974’teki “Karanfil Devrimi” olarak bilinen askeri darbe, uzun yıllar süren faşist rejimi sona erdirdi. Darbenin hemen ardından, halkın ve AB sürecinin talepleri doğrultusunda, iki yıl içinde sivil yönetime geçildi.

Mısır’da Tahrir Meydanı’ndaki halk hareketinin ardından Mübarek devrildi, ordu yönetime el koydu. İlk aşamada geçiş süreci umut verici görünse de Mısır’da bir kapitalist sınıf fraksiyonu olarak ordu, iktidarı “sivillere” (Müslüman Kardeşlere) terk etmedi, demokratik beklentiler yerini hayal kırıklığına bıraktı.

Diğer taraftan; darbe döneminde devletin göreli bağımsızlığı artar (Poulanzas). Bu durumda, Varol’un dikkat çektiği gibi ordu, kendi otoritesini, Türkiye’de 1961 Anayasası ile kurulan Milli Güvenlik Kurulu örneğinde olduğu gibi sivil dönemde de korumaya devam etmek isteyebilir. Bu bir tür sessiz pazarlıktır: otoriter rejim gidecekse, yerine gelen “demokratik” sistem ordunun güvencesi altında olmalıdır.

Bazen ordu, darbenin meşruiyetini, halk desteğine dayandırır. Tahrir Meydanı’ndaki kalabalıkların orduya “halkla ordu el ele” sloganıyla seslenmesi bu anlamda çarpıcıdır. Ancak Varol, halk desteğinin geçici olabileceğine dikkat çeker: Ordu bu geçici meşruiyeti kalıcı iktidara dönüştürmeye çalışabilir.

Varol darbeleri meşrulaştırmaya çalışmıyor ama önemli bir şeyi hatırlatıyor: Her askeri müdahale, demokrasiye düşman değildir. Özellikle seçimle gelmiş ama artık gitmek istemeyen rejimlerin olduğu, sivil direnişin zayıf kaldığı, alternatif yolların tıkandığı koşullarda, ordu bazen kapitalist sınıfın genel çıkarları doğrultusunda demokrasinin önünü açan geçici bir güç olabilir.

Ancak her darbe özünde bir kapitalist devlet operasyonudur, yönü de önceden kestirilemez. Bu nedenle sosyalistler darbeleri çare olarak görmez ve desteklemez.

                                                       /././

Doğru bir adım ama yanlış yönde...

DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan, “eşitlikçi bir kardeşlik hukukunun tesis edildiği, herkesin özgürlüklerinin yasal teminatının olduğu bir yeni anayasa” arzuladıklarını söylemiş. Yeniden aday olması tehlikeye girmeye başlayan Cumhurbaşkanı Erdoğan da bir süredir, “Darbecilerin değil, sivillerin ortaya koyduğu yeni bir anayasaya ihtiyacımız var” diyor. Ben de aynı fikirdeyim. Yeni bir anayasa gerekiyor. Ancak aklıma hemen, o fıkradaki, yağcılık yapmaya çalışan genç bürokratın, “Ülke bir uçurumun kenarına gelmişti. Liderimiz ileri doğru çok cesur bir adım attı” sözleri geliyor. Ülkemiz de bugün, bir uçurumun kenarına geldi ve doğru bir adımı yanlış yöne bakarak atma tehlikesi var. 

ESKİ, YENİ, DARBECİ…

“Darbecilerin yaptığı” anayasa haklar, özgürlükler ve Kürt sorunu alanlarına kısıtlamalar koyan baskıcı bir anayasaydı ama hakların ve özgürlüklerin olmazsa olması laikliği biçimsel olarak da olsa “güçler ayrılığı” ve “hukuk düzeni” temelinde koruyordu. O anayasa kapitalist demokrasinin en temel özelliği olan ikili hükümet yapısını da koruyordu: Yasalar Meclis’te yapıldığı için “seçilmişlerin” bir anlamı, “atanmışların” da anayasayı koruma yetkisi vardı. 

“Darbecilerin yaptığı” anayasanın, 20’den fazla değişiklik paketiyle 100’den fazla maddesi değişti. Dahası o anayasa, siyasal İslamın “pasif devrimi”“süreç olarak faşizm” içinde, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini sağlamak için 2007’de, Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler Savcılar Kurulu’nun yapısını değiştirmek için 2010’da, nihayet, parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçmek için 2017’de olmak üzere üç kez değişti, “öze” ilişkin unsurları (içeriği) yeniden şekillendi. Şimdi, “ikili hükümet” yapısı yok, güçler ayrılığı yok. Dahası birçok kez gördük ki bu “pasif devrim sürecinin” gerektirdiği anlarda rejim kendi yaptığı anayasayı da laiklik ilkesini de kolaylıkla çiğniyor. Karşımızda, artık, siyasal İslamın “pasif devrim” sürecinin ürünü ve aracı olan, sivil ama darbecilerin anayasasından daha baskıcı (Ne ironi ama!) bir anayasa var. 

DOĞRU YÖNDE DOĞRU ADIM

Öyleyse, cumhurbaşkanı “Sivil anayasa gerekiyor” derken aslında ne diyor? Sanırım cumhurbaşkanı, aslında rejimin liderliğini ve bu tür rejimlerde liderin etrafında oluşmuş iktidarı (pouvoir) kalıcı kılarak “pasif devrimi” son bir cephe savaşıyla (Gramsci!) “Tamamlamak istiyorum” diyor. 

Cumhurbaşkanı, kendi açısından doğru bir yönde doğru bir adım atıyor. Cumhurbaşkanı bu yönün “yol haritasını” da Meclis aritmetiğini düşünerek DEM Parti’yi, 1924 Anayasası, Lozan Antlaşması, Öcalan’ın durumu gibi vaatlerle yanına çekerek sokakları meydanları sarsmaya başlayan CHP’yi de “Gelin komisyonlarda tartışarak birlikte yapalım” çağrısıyla sürece katarak oluşturmayı planlıyor. Sivil anayasa metaforuyla aslında, laik Cumhuriyeti yalnızca pratikte ve kültürel alanda değil, ruhen de tarihten, Huntington’ın deyimiyle bir “anomali” olarak silmeyi arzuluyor. 

STRATEJİK BİLMEZLİK

Cumhurbaşkanının yeni anayasayı gündeme getirme nedenleri, arzuları arkasındaki, ekonomik ve kültürel iktidar yapılarını düşünmeye başladığımızda da DEM Parti Sözcüsü Doğan’ın “Yeni anayasa tartışmalarını başka siyasi hesap ve çıkar tartışmalarının üstünde tutmak gerekiyor” sözleri üzerine “doğru bir adım ama yanlış yönde” demek gerekiyor. 

Çünkü anayasa yalnızca hukuki bir metin değil, iktidar kurucu bir araçtır, anayasa tartışmaları son derecede siyasidir, kaçınılmaz olarak farklı çıkarları yansıtırlar. Öyleyse ya Doğan ve DEM Parti, cumhurbaşkanının ve Bahçeli’nin başlattıkları “yeni anayasa” sürecini anlamlandıramıyor ya da etnik-milliyetçi bir refleksle, amaçlarına ulaşma umuduyla “stratejik bir bilmezliği” benimsemeyi tercih ediyor. Belki de kendi amacına ulaşırken ülkenin geri kalanında yaşanacaklar DEM’in umurunda değil. Ancak tarih, “stratejik bilmezliğin” kişiyi sorumluluktan kurtarmadığını, “Bilmiyordum”, “Aldatıldım” deme hakkı da vermediğini gösteren örneklerle doludur. 

Diğer taraftan, sanılanın aksine, Türkiye’nin demokratikleşmesinin anahtarı Kürt sorununun çözümü değildir, Türkiye’nin demokratikleşmeye başlaması Kürt sorunun çözümünün anahtarıdır. Evet, belki DEM doğru bir adımı atıyor ama yanlış bir yönde.

                                                           /././

En ‘yeni Ortadoğu’da İsrail

Trump Ortadoğu gezisinde İsrail’e uğramadı, Suudi Arabistan için bölgedeki “En güvenilir müttefikimiz” ifadesini kullandı. O, Suudi Arabistan’da, Katar’da ve BAE’de 3 trilyon dolara yakın ticari-askeri anlaşmalar imzalarken Batı medyasının, siyasi liderlerinin Netanyahu hükümetine yönelik tavrında bir değişiklik başlıyordu. Bu, uluslararası mahkemelerde yargılanma tehdidiyle karşı karşıya olan Netanyahu için diplomatik açıdan belki de en travmatik haftalardan biriydi.

TİCARET DİPLOMASİSİ

Trump’ın, kısa dönemli ekonomik çıkarları önceleyen yaklaşımıyla ABD, artık bölgesel etkisini uzun vadeli stratejik ortaklıklardan ziyade, hızlı ticari kazançlar ve devasa silah anlaşmaları üzerinden sağlamaya çalışıyor. Trump’ın dikkati artık petrol gelirleri ve genç nüfusuyla bölgenin yeni teknoloji ve ticaret merkezleri üzerinde odaklanıyor.

İsrail hızla yalnızlaşıyor. ABD’de bile, en son kamuoyu yoklamaları, İsrail’e verilen desteğin azalırken Filistin’e sempati duyanların oranının arttığını gösteriyor. Bu ortamda The American Conservative’in editörü salı günü, yorumunda, İsrail’in Gazze politikasının etnik temizliğe yol açarak ABD’nin ulusal çıkarlarına zarar vermeye başladığından yakınıyor, “Artık bırakın ne hali varsa görsün” diyordu.

Batı medyası, siyasetçileri de artık, tarih önünde bir soykırımı kolaylaştırmış olma konumuna düşmekten korkmaya başlayarak tutumlarını değiştiriyorlar. The Guardian, The Economist, Financial Times ve New York Times, Wall Street Journal gibi yayınlar hatta BBC, İsrail’in Gazze’deki yaptıklarını “utanç verici” ve “insani felaket” olarak nitelendirmeye başladılar. Fransa, İngiltere, Kanada liderleri, ortak açıklamalarında, “Netanyahu hükümeti bu korkunç eylemleri sürdürürken seyirci kalmayacağız. İsrail’in yenilenen askeri saldırılarını durdurmaması ve insani yardım üzerindeki kısıtlamalarını kaldırmaması halinde, karşılık olarak daha somut adımlar atacağız” diyorlardı.

İSRAİL YALNIZLAŞIRKEN

Gazze yıkımı, soykırımı, İsrail nefreti giderek derinleşen yeni bir Arap kuşağının gelişmesini hızlandıracak, İsrail’in güvenliğini daha da zayıflatacak. Obama döneminde imzalanan 3.8 milyar dolarlık 10 yıllık askeri yardım paketi önümüzdeki yıl sona eriyor; Trump’ın “önce mali çıkar” odaklı yaklaşımı altında anlaşmayı yenilemek, hiç de kolay olmayacak.

“İsrail Batı ile ortak değerlere sahip bir ülkedir” fantezi de çöküyor. İsrail uluslararası sistemde “dışlanmış bir devlet” konumuna düşüyor.

DİNCİ FANATİKLER

Tüm bu felaketi, Aristotelesçi bir dille ifade edersek bir de çok önemli bir “fail nedeni” var: Dinci fanatiklerin birbirini besleyen fantezileri. (Belki de sanrıları demek gerekiyor.)

Bir tarafta, Filistin halkının seküler direniş cephesini (İsrail’in de yardımıyla) bölen dinci Hamas’ın, yıllardır uyguladığı radikal, uzlaşmaz politikalarının arkasındaki, “Şeria Nehri’nden Akdeniz’e” fantezisi. Sonuç: Hamas’ın, sonrasını hesaplamadan (Ya hesapladıysa?) tezgâhladığı 7 Ekim 2023’teki kanlı pogrom saldırısı: 2 bin 500 ölü, 250 dolayında rehine.

Diğer tarafta, İsrail’de, Filistinlilerin bir halk olarak varlığını bile kabul etmeyen, dinci faşistlerin “Fırat Nehri’nden Nil Nehri’ne büyük İsrail” fantezisi. Sonuç: Hapisten kurtulmaya çalışan hırsız Netanyahu’nun, dinci faşistlerle kurduğu hükümetin, ordu ve istihbarat şeflerinin uyarılarına kulaklarını tıkayarak başlattığı, Gazze’yi, bir soykırımla “temizleyerek” yerleşime açma projesi. Ve tabii, Batı’nın yaklaşık 19 aydır başka yöne bakarken İsrail’e sattıkları silahlarla katledilen 100 binden fazla Filistinli ve yıkımın, bombalanan hastanelerin, sağlık merkezlerinin, ambargonun sonucu, açlıktan, susuzluktan hastalıklardan ölmeye devam eden, gerçek sayısı belirsiz on binlerce çocuk.

Şimdi, çoktan utancından intihar etmiş olması gereken Hamas liderliği hâlâ bir sorumluluk üstlenmeden konuşuyor, pazarlık yapıyor. Bir faşist soykırım utancı altında kurulan İsrail, tarih önünde soykırım yapmış bir ülke konumuna düştü. Her yerde dinci akımlar, maddi çıkarlarını, hurafelere sararak gizlemeye devam ediyorlar, yarattıkları felaketlere da halk katlanmak zorunda kalıyor.

                                                          /././

En ‘yeni Ortadoğu’

Arab News’den bir yorumcu, ABD Başkanı Donald Trump’ın 13 Mayıs tarihli Riyad konuşması “Sadece Suudi-ABD ilişkileri için değil, tüm bölge için bir dönüm noktası olarak tarih kitaplarına geçeceğine şüphe yok” diyordu. Birçok yorumcu bu konuşmayla tüm Ortadoğu’da paradigmaların değiştiğini iddia ediyor: “Hemen anlaşma arzusu jeopolitik kaygıların önüne geçti.” 

Trump’ın konuşmasının bir yüzünde bölgesel uzlaşma vurgusu, geçmiş Amerikan politikalarının hatalarının kabulü; özellikle İran’a uzatılan “zeytin dalı”, Suriye’ye uygulanan yaptırımların kaldırılması ve Filistinliler için daha iyi koşullar yaratma taahhüdü var. Bu değişiklik vaatlerinin öbür yüzü ise emperyalist rekabete, bu rekabetin bölgeye dayattığı siyasi gericiliğe ilişkindir, özgürlüğe, adalete ve refaha değil. 

TİCARET-POLİTİKA

Son on yılda ABD’nin askeri ve diplomatik olarak Ortadoğu’dan kademeli çekilişi, Çin’e büyük bir fırsat sundu. Pekin, Kuşak ve Yol Girişimi ile Körfez’den Akdeniz’e uzanan bir ekonomik, teknolojik ağ kurarken enerji, finans, lojistik ve dijital altyapı yatırımlarıyla bölgeye derinlemesine nüfuz etti. Çin’in, İran ve Suudi Arabistan arasında arabuluculuk yapması, Huawei ile yapılan teknoloji anlaşmaları ve “petro-yuan” üzerinden enerji ticareti, Washington’ın bölgedeki geleneksel üstünlüğünü sarsmaya başladı. 

Trump’ın Riyad ziyaretinin temel amacı işte bu gidişatı ticari anlaşmalarla tersine çevirmekti. ABD, 2 triyon dolara ulaşan yatırım, silah, ileri teknoloji transferi anlaşmalarıyla, Körfez ülkelerini yeniden kendi yörüngesine çekmeye çalışıyor. Özellikle yapay zekâ, bulut bilişim ve savunma sanayisi gibi stratejik alanlarda Çin’in etkisini sınırlamak için “dijital egemenlik” kavramını öne çıkarıyor. ABD’nin Suriye’ye uyguladığı yaptırımları kaldırması ve Lübnan’ın yeniden inşasına destek sözü, Pakistan’la sıfır gümrüklü ticaret anlaşması planı, Trump ile Netanyahu arasında artan gerginliğe ilişkin yorumlar, Çin’in bölgedeki jeopolitik ve ekonomik hamlelerine karşı hamleler olarak öne çıkıyor. 

EMPERYALİZM-SİYASİ GERİCİLİK

Trump konuşmasında, Körfez ülkelerinin-özellikle Suudi Arabistan, BAE ve Katar’ın-bölgesel dönüşümdeki rolünün altını çizdi, “barış, refah ve ilerleme” temalarını sıkça kullandı. Trump’ın “yeni Ortadoğu” vizyonu, bölge ülkelerinin kendi ulusal geleneklerine sahip çıkarak ilerlediğini, Batı’nın müdahaleci politikalarının başarısız olduğunu vurguluyor. Ancak bu söylem, Körfez ülkelerinde ekonomik ve toplumsal dönüşüm överken otoriter yönetimlerin, ifade özgürlüğü, siyasi katılım ve temel haklar konusunda, demokratik hareketler üzerinde baskı ve terörü meşrulaştırıyor

Trump, geçmişteki müdahaleci politikaları eleştirirken bölgeye yeniden liderlik etme iddiasını, “dijital güvenlik” kavramı altında silah satma, adeta haraca bağlama politikasını sürdürüyor. Çin ise Batı’nın “demokrasi ve insan hakları” söylemlerinin aksine, otoriter rejimlerle işbirliğini derinleştiriyor ve kendi dijital gözetim modellerini ihraç ediyor. 

Her iki güç de bölge halklarının gerçek anlamda özgürleşmesi ve demokratikleşmesi için değil, kendi çıkarlarını maksimize etmek için hareket ediyor. Emperyalist rekabet, askeri işgallerden çok, ekonomik bağımlılık, teknoloji transferi ve dijital altyapı üzerinden kurulan yeni bir “bağımlılık zinciri” yaratıyor. Bu zincir, bölge ülkelerinin kendi kalkınma vizyonlarını belirlemesini zorlaştırırken siyasi gericiliği de yeniden üretiyor. 

Filistin meselesi ise emperyalist rekabetin ve siyasi gericiliğin en açık göstergesi olarak ortada duruyor. ABD’nin ve Batı’nın, Körfez ülkelerinin “barış planları” Filistinlilerin adalet ve özgürlük taleplerini karşılamaktan çok uzak; Çin ise bu sorunda sessiz kalarak statükoyu kabulleniyor. ABD bölgesel çıkarına öncelik vermeye başlarken Netanyahu ve İsrail’in bölgedeki önemi görece geriliyor gibi görünse de Gazze soykırımı ve Batı Şeria’daki işgal politikaları, emperyalist çıkarların ve siyasi gericiliğin bölgeye ne denli zarar verdiğini gösteriyor. 

“En yeni Ortadoğu”da emperyalist rekabet yoğunlaşırken ekonomik, teknolojik ve diplomatik hamleler, daha çok silah satma çabaları, savaş riskini de büyütüyor.

                                                    /././

Ergin Yıldızoğlu/Cumhuriyet

                                                   

                                       


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Murat Batı -T24

  Otomobillerde yeni ÖTV düzenlemesi… Kuvvetle muhtemel oranlarla alakalı ÖTV Kanunu m.12/2-c uyarınca Cumhurbaşkanı'na verilen artırma ...