Toprak reformsuz Köy Enstitüleri -Oğuz Oyan-
Cumhuriyet kurucuları, kırsaldaki egemenlerin gücünü kırmaya cesaret edememenin bedelini sadece siyasi olarak kendileri ödemeyecektir, ülkenin 1950’lerden başlayıp AKP döneminde son sürat devam eden bir büyük yağmanın konusu olmasının kapısını ardına kadar açmış olacaklardır.
Önceki yazımızda (“Cumhuriyet ve Devrimci Dinamikleri”, 22 Nisan) şu ara sonucun altını çizmiştik: CHP’nin sol kanadının 1940’lardaki son iki çıkışı 1940 tarihli Köy Enstitüleri (KE) ve 1945 tarihli Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu (ÇTK) hamleleridir. Ancak hem bunların tarihi sıralaması yanlış olmuş hem de her ikisi de gecikmeli olarak sahneye konmuştur. Bununla birlikte bu iki reform atılımından sonraki onyıllara ve hatta bugünlere izleri kalan, her şeye rağmen yalnızca Köy Enstitüleri modeli olmuştur. ÇTK’nın ise toplumsal bellekte yer eden herhangi bir izi kalmamıştır. Bu devam yazısında konuya biraz da bu açıdan bakmaya çalışalım.Köy Enstitüleri neden sürdürülemedi?
Köy Enstitüleri, o günün koşullarında eğitimde ve kırsal kalkınmada emsalsiz bir devrimci atılımı temsil ederler. Bu girişim Aydınlanma Devriminin uzantısındadır, hatta onun doruğundadır. Aslında ilk uygulama yıllarında çok da başarılı olduğu görülmüştür. Ancak bu reformun uzun soluklu olamamasının arkasında, aşılamayacak olan başlangıç engelleri vardır. Bu engellerin asıl belirleyici olanı, bu uygulamanın öncesinde kırsal alanın düzene sokulamamış, toprak ağalarının gücünün kırılamamış olmasıdır. Esasen kırsal alandaki egemen ekonomik/toplumsal ilişkilere müdahale etmeyi, bunun için de mülkiyet ilişkilerini/sınıfsal dengeleri değiştirmeyi yani köklü bir toprak reformu yapmayı göze alamadan Köy Enstitüleri gibi devrimci bir eğitim/kültür dönüşümü kalıcı olamazdı.
Öte yandan, her ne kadar KE modeli esas olarak 1940-46 döneminde uygulanmış ve başarılı sonuçlar alınmış olsa da, bu dönem savaş koşullarına denk gelmesi bakımından son derece elverişsizdir aslında. Türkiye savaşa katılmamış olsa dahi -ki bu dönemin iktidarının başarı hanesine yazılacak çok önemli bir stratejik tercih olmuştur- seferberlik koşulları tüm ekonomiyi ve özellikle kırsal ekonomiyi vurmuştur. Seferberlik, köylü nüfusun önemli bir üretken kesiminin silah altına alınması bakımından tarımsal üretimi son derece olumsuz etkileyecektir; 1940-45 arası milli gelir yıllık yüzde 6 oranında gerilerken, tarımsal hasıladaki yıllık ortalama gerileme yüzde 7,1 olacaktır (K. Boratav). Dönem boyunca hızla tırmanan enflasyon, karaborsacılık ve bunların sonucu olarak ortaya çıkan iaşe sorunları, Milli Korunma Kanunu üzerinden halledilmeye çalışılırken köylüye getirilen yüzde 25 dayatması (ürününün yüzde 25’ini devlete onun belirleyeceği fiyatlardan satma zorunluluğu), köylünün çeki hayvanlarının bir bölümüne el konulması, Yol Vergisi’nin köylü için yaygın bir angaryaya dönüşmesi, nihayet 1944-46 döneminde uygulanan Toprak Mahsulleri Vergisi ile aşar vergisine geçici bir dönüş yapılması, hepsi birden iktidarın kırsaldaki toplumsal desteğini aşındıracaktır. İşte bu koşullarda KE uygulamasının karalanması, toprak ağalarının köylü tepkilerini kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda istismar etmelerini kolaylaştıracaktır.
KE uygulamasının CHP içinden de yeterince savunulamaması, hatta karşıtlarının esas olarak o zamanın bu tek partisinin safları içinde kümelenmiş olmaları başarısızlığı çabuklaştırmıştır. 1946’da çok partili düzene geçiş, ÇTK ve KE karşıtlarının muhalif DP’de örgütlenmesi; emperyalizmin etkisinin 1946 sonrasında hızla artması ve hem ekonomide hem de siyasette liberal yönelişlerin ağırlık kazanması nedeniyle, KE modelinin uygulama zemini tamamen kayganlaşacaktır.
KE Kanunu 17 Nisan 1940’da çıkmış olmasına rağmen, uygulama alıştırmaları 1938’den itibaren başlatılmıştı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün bu uygulamayı başından itibaren güçlü bir biçimde sahiplenmesi, Hasan Ali Yücel’i 1938’de Milli Eğitim Bakanı yapması, İsmail Hakkı Tonguç’un da 1936’dan itibaren MEB İlk Öğretim Genel Müdürlüğü’nde deneyim biriktirmesi sürecin ön koşullarını hazırlamıştı. KE’lerin sayısı 1944’de 20 olacak, 1948’de en son Van KE kurulmasıyla nihai sayı olan 21’e çıkacaktır. Ancak henüz 1942’de KE sayısı 18 iken Cumhurbaşkanı İnönü, Yücel ve Tonguç’a 60 KE toplamına ulaşılması ve 200 bin tarımcı yetiştirilmesi hedefini önerir. Bu hedefi çalıştıktan sonra hazırladıkları raporda bu hedefin o zamanki olanaklarını çok aştığını söylerler. İnönü “İlerde çok pişman olacaksınız; savaştan sonra bu işlerin hiçbirini bize yaptırmayacaklardır!” diye karşılık verir. Ama işin ilginci, değişen iç ve dış güç dengeleri ve partinin bölünmüş yapısı karşısında İnönü’nün pragmatist siyasetçiliği artık 1946’da KE’leri savunmasız bırakarak en olumsuz etkene dönüşecektir! (Bu arada Tonguç da 60 KE hedefine yürümeme pişmanlığını 1950 sonlarında itiraf edecektir; ama 21 KE’yi koruyamayan bir iktidar bunu nasıl yapacaktı ki?).
KE’ler için o dönemde kuşkusuz her türlü yalan uydurulmuştur. Öğrencilerin yönetime katılmaları üzerinden bunların komünist fikirleri yeşerttiği “suçlamasından” tutun, karma eğitim vermeleri üzerinden fuhuş yuvası olduklarına kadar her türlü iftira dolaştırılmaktadır. Dönemin CHP Eskişehir milletvekili Emin Sazak bir kapitalist çiftçi/toprak ağası karması olarak bu uygulamaya karşı sınıfının tepkilerini daha “düzeyli” bir yerden özetleyecektir: «Köylere giden Enstitü mezunları kendilerini birer Atatürk zannediyorlar». Meclis oturumunda H.A. Yücel, «Her birinin birer Atatürk olması temenni edilir» diye yanıtlayacaktır ama artık bu sözlerin bir karşılığı yoktur. 1946’da CHP yönetiminin hem iç hem dış güçlere karşı iktidarını koruma kaygısı öne çıkmıştır. Buna karşılık kırsal ve kentsel alanın yükselen egemen güçlerinin özgüveni artmıştır. 1920’lerin, 1930’ların Kemalist reformları egemen üretim ilişkileri bakımından bir tehdit olarak görülmezken, KE’lerin kurulu düzeni sorgulayan bireyler yetiştirmesi kadar büyük bir tehdit herhalde olamazdı. Cavit Orhan Tütengil de henüz 1948 yılında, “«İdealist nutukların semere vermeyeceği ancak Cumhuriyetin on beşinci yılından sonra anlaşılabildi» (Köy Enstitüleri, TÜSES Yn., 2000, s.65) derken radikal reformlardaki gecikmeye ve uygulama zamansızlığına vurgu yapmaktaydı.
KE’lerin kapatılma süreci 1946’da Hasan Ali Yücel yerine KE deneyimine başından beri karşı olan tutucu Reşat Şemsettin Sirer’in ME Bakanı yapılmasıyla başlar. KE’lerin 1946’da Köy Öğretmen Okullarına dönüşüm sürecini, Yüksek Köy Enstitüleri bölümünün 1947’de; eğitmen kurslarının da 1948’de kapatılması izler. İnönü, 1941’de yaşamı boyunca destekleme sözü verdiği KE’lerden desteğini 1946’da çekiverir. 1945’te ÇTK’nın Meclis’e sunulması bu bakımdan adeta bir anakronizm gibidir.
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu: Nafile çaba
ÇTK tasarısı en az 15 yıllık gecikmeyle Meclis’e sunulabilmişti. Geçen yazımızda belirtmiştik: Balkan ülkelerinde toprak reformları, Osmanlı’nın son yüzyıllarında bu coğrafyada önemli bir yaygınlık kazanan büyük çiftlikleri hedefe koyarak 20. yüzyılın genellikle ilk çeyreğinde başlayıp tamamlanmıştı. Bu bakımdan ÇTK’nın 1945’te gündeme gelmesi basit bir gecikme olarak tarif edilemez. Ülkede sınıfsal ve siyasi dengelerin büyük ölçüde değiştiği, iktidarın gücünün iyice aşındığı; dünyada ise daha köklü denge değişikliklerinin olduğu, Türkiye’nin bu yeni güçler dengesinde Batı emperyalizminin hegemonyasını kabullenmeye ve çok partili sisteme geçmeye zorlandığı bir dönemde, ÇTK’nın gecikmesinden değil de nasıl olup da bu evrede gündeme gelebilmiş olmasından söz etmek daha doğru olacaktır! (Daha ayrıntılı değerlendirme için bkz. O. Oyan, “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Geçiş Döneminde 1950’li Yıllara Kadar Çiftliklerin Evrimi”, Vergi-Ordu Sistemleri ve Geçiş Tartışmaları, Yordam Kitap, 2023 içinde, s. 129-171).
Bu tasarı aslında CHP içindeki sol kanadın da son çırpınışlarındandır. Meclis’te kurulan ve büyük toprak sahiplerinin ağırlıkta olduğu Geçici Komisyon’da aylarca tartışılacak olan bu tasarı, yıllarca süren “hazırlığa” rağmen çok yetersizdir. Bunu Komisyon raporu da tespit etmekte, mülkiyetlerin dağılımı konusunda verilerin eksikliğine, çok geniş mera arazilerinin hesaba katılmamış olmasına, tarımdaki zayıf mekanizasyona ve sermaye eksikliğine çözüm önermemesine dikkati çekmekteydi. ÇTK’nın gecikmiş olmasına Komisyon da vurgu yaparken, büyük toprak sahiplerinden Adnan Menderes’in Genel Kurul görüşmeleri sırasında, “toprak reformunun 20 yıl geciktiği, bilhassa 1934’teki İskân Kanunu fırsatının kaçırıldığı, 1930 krizinden sonra toprak fiyatlarının düşmesinin yarattığı fırsatın kullanılamadığı” (TBMM Tutanak Dergisi, 16.5.1945, s.114) eleştirileri aslında hem doğrudur hem de tasarıyı çürütme bahaneleridir. Başka deyişle 1930’lar başında yapılacak bir toprak reformuna en başta karşı çıkacaklar arasında gene Menderesler, Emin Sazaklar yer alırdı.
Komisyon görüşmeleri sırasında Emin Sazak, Tarım Bakanı Hatipoğlu’na “Tasarıyı geri alırsan, Beylikköprü’deki 30 bin dönümü hibe ediyorum” der. Komisyon başkanı, “Kanunla alsak n’olur?” diye yanıtlayınca, “Kanunla olmaz, Devlet araziyi zorla alırsa, Eskişehir havalisinde Emin Sazak ölür. Sakın bu düzene dokunmayın” der. (D. Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Dün-Bugün-Yarın, 1.Cilt, 1971, Bilgi Yayınevi, s.322). Bu diyalog bize, kapitalist çiftçileşme yolundaki bir figürün bile yarı-feodal ilişkilerden hâlâ nasıl güç devşirdiğini gösterir.
ÇTK tasarısının mülkiyet dağılımı bakımından 1938 anketlerine dayanır ve bunlar gerçekten de çok yetersizdir. Bu ankete göre 500 dönüm üzerindeki işletmelerin sayısı 6 bindir! Oysa daha sonra bugün bile en güvenilir toprak sayımı olarak anılan 1950 sayımına göre bu sayı 40 bindir. Aradan geçen 12 yılda bu kadar büyük artış olması beklenemeyeceğine göre, 1938 verileri güvenilmezdir. Ama toprak sahipleri bunu da şöyle istismar edeceklerdir: Bu kadar az sayıda büyük mülkiyet varken bunları parçalamanın akıldışı olduğunu savunup asıl meraların dağıtılmasının çözüm olacağı konusunda daha ısrarlı olacaklardır. Esasında ÇTK da büyük kapitalist işletmeleri değil, “absanteist” denilen kasaba-şehirde oturup ortakçılarla/marabalarla toprağını işleten yarı-feodal toprak ağalarını hedefleyecektir. Ki buna rağmen duruma göre 2-5 bin dönüm araziyi de bu tür toprak sahiplerine bırakarak…
ÇTK tasarısı, etrafında koparılan büyük gürültüye rağmen, “dağ fare doğurdu” sonucundan başka bir yere varamayacaktır. Bu tasarı, CHP içindeki saflaşmaların billurlaşmasına nihai katkıyı yapacak, yeni kurulacak Demokrat Parti’nin (DP) kopuş gerekçelerinden de birini oluşturacaktır. 1948’de başlayan ve kâğıt üzerinde 1973’e kadar yürürlükte kalan ÇTK kapsamında dağıtılan toprakların toplam genişliği 2,2 milyon hektardan ibaret kalacaktır. (1945 öncesinde mübadeleyle ve diğer kanallarla gelen göçmenler başta olmak üzere dağıtılan toprak yüzölçümünün 1,1 milyon hektar olduğunu hatırlayalım). Olayın en ilginç yanıysa, ÇTK’nın ona muhalif olan DP eliyle uygulanmış olması, toprakların 1,8 milyon hektarının 1950’li yıllarda dağıtılmış olmasıdır. Dağıtılan toprakların yüzde 99’u da Hazine’ye, köy ortak mülkiyetlerine, vakıflara ait metruk topraklar ile bataklıklardan elde edilmiştir. Aslında bunda bir sürpriz yoktur, DP kendi sınıfsal karakterinden beklenebilecek tarzda bir icraat yapmıştır.
Ama tarımsal mülkiyetlerde asıl önemli altüst oluş bir toprak reformuyla falan değil, 1948’den itibaren tarımda ithal traktörleşmeyle simgelenen hızlı bir mekanizasyon dalgasıyla gelecektir. Meralar başta olmak üzere geniş alanların traktör gücüyle işlenmesi sonrasında, 1948 ile 1973 arasında işlenen yüzölçümü 12,7 milyon hektar genişleyecektir. Cumhuriyetin başından itibaren dağıtılan toplam toprak miktarının (1,1 + 2,2 milyon hektar=) 3,3 milyon hektardan ibaret olduğu düşünülürse, bunun ne kadar muazzam bir mülkiyet değişimi olduğu daha iyi anlaşılır. Büyük toprak sahipleri, 1946’da Geçici Komisyon’daki taleplerini makine gücünü ellerine geçirdikten sonra fiili işgallerle DP döneminde gerçeğe dönüştüreceklerdir. Bu elbette 1950’lerde ekstansif bir tarımdan (yani üretimi modern tarımla değil, toprak genişlemesi üzerinden arttırmaktan) başka bir yere götürmeyecektir. Tarım işçisi sayısını da 1950’de 357 binden 1960’ta 652 bine taşıyacaktır. Sözde toprak reformu uygulanırken topraksız tarım işçilerinin sayısı patlamaktadır! 1950 sayımında işledikleri alan 200 dönümün üzerinde olan 150 bin işletme vardır ve bunlar tüm alanların yüzde 43’ünü işlemektedirler. İşte traktörleşmeye erkenden geçen ve tarımdaki yağmadan aslan payını alanlar da bunlar olacaktır.
Sonuç olarak
Türkiye tarımında 1950 sonrasında olan, aslında bir “tersine toprak reformu” hareketinden başka bir şey değildir! Cumhuriyet kurucuları, kırsaldaki egemenlerin gücünü kırmaya cesaret edememenin bedelini sadece siyasi olarak kendileri ödemeyecektir, ülkenin 1950’lerden başlayıp AKP döneminde son sürat devam eden bir büyük yağmanın konusu olmasının kapısını ardına kadar açmış olacaklardır. 1967’de Abdi İpekçi’nin İsmet İnönü ile yaptığı söyleşi çok öğreticidir (Milliyet Gazetesi, 20 Kasım 1967): “Atatürk zamanında toprak reformu gibi, ağaların tahakkümü gibi problemler üzerinde durulmuş mudur?” sorusuna İnönü’nün yanıtı “Hepsinin üzerinde nazari olarak durduk. Ama işte yapılan işin derecesini, hududunu biliyorsunuz”. İpekçi: “O devirlerde arzu edilen bir toprak reformu, bugünkünden daha kolay gerçekleştirilemez miydi?”. İnönü: “Belli değil…”. İpekçi ısrar eder: “Neden?”. İnönü: “Biz buna dokunmadık, dokunulduktan sonra anlaşılır böyle şeyler”. Bu aslında, Cumhuriyetin cüretkâr devrimci kadrolarının sınıfsal güç dengeleri karşısında kendi sınırlarını itiraf etmesidir bir bakıma.
Köy Enstitüleri meselesine dönersek, CHP, kendi geleceğini sağlama alma adına İkinci Savaşın bitiminden itibaren kendi çocuğunu yemeğe başlamıştır. Ama siyasi hesabı tutmayacak, kendi dayandığı tarihi ve toplumsal meşruiyet zeminini de yitirme sürecine girecektir. KE deneyinin sürdürülememesi, aynı zamanda, laik-demokratik ve üretken bir toplum inşası ufkunun da yitirilmesi anlamına gelecektir. Ekonomide devletçiliğin bağımsızlık ülküsünün hâlâ en gerekli koşulu olduğu bir dönemde, liberal sapmaya ve emperyalizmin yönlendirmelerine açılmak olacaktır. Tüccar- eşraf- toprak ağası- kapitalist çiftçi dörtlüsünün hakimiyetinin anakronik bir biçimde 1960’lara kadar uzatılması sonucunu verecektir. CHP, kırsalda mülkiyet yapısına ve kültürel ilişkilere iki zorunlu müdahaleyi en sona, kendi gücünün iyice aşındığı ve bölündüğü bir döneme bırakarak, aslında kendi varoluş koşullarını tartışmaya açmış olacaktır. Sonraki on yıllarda da bu sapmadan esaslı bir dönüş gerçekleştiremeyecektir. Devletçilik, laiklik, devrimcilik ve hepsini kavrayan cumhuriyetçilik ilkelerinin içini bir daha dolduramayacak, egemen ekonomik ve siyasi güçler karşısında bu ilkelerin tanımlarını esneten ve dolayısıyla anlamsızlaştıran savunmacı bir çizgiye hapsolacaktır.
/././
Üç Fidan anılıyor: ‘Tam bağımsız, sosyalist Türkiye’nin inşasına çağırıyoruz’-soL-
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idamlarının 53. yılında bugün mezarları başında ve ülkenin dört bir yanında anılacak. Denizlerin idamına "evet” diyenlerin boyunlarına asılı utançsa sürüyor.
Türkiye devrimci hareketinin sembol isimleri olarak tarihe kazınan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, 53 yıl önce bugün hukuksuz bir karar sonucunda idam edildiler.
Eşit, özgür ve bağımsız bir ülke için mücadele veren Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan Türkiye'nin sosyalist geleceği için mücadelenin, anti-emperyalizmin ve yurtseverliğin simgelerinden olmayı sürdürüyor.
Denizler bugün Ankara Karşıyaka’daki mezarları başında ve ülkenin dört bir yanında anılacak.
Türkiye Komünist Gençliği (TKG) “Denizlerden devraldığımız mücadeleyi devrim sözüyle yarınlara taşıyacağız! Ülkesini seven yurtsever gençleri tam bağımsız, sosyalist bir Türkiye'nin inşasına çağırıyoruz!” diyerek bu akşam saat 19.30’da İstanbul Dolmabahçe’de buluşmaya çağırdı.
“Türkiye’nin vicdanı zorbaya boyun eğmez” diyen TKG, Ankara’da saat 11.30’da Karşıyaka Mezarlığı 2 Numaralı Kapı’da, İzmir’de saat 18.00’de Alsancak Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde, Eskişehir’de saat 20.00’de Ulus Anıtı’nda, Mersin’de saat 19.00’da Kushimato Sokağı girişinde Denizler için buluşma çağrısında bulundu.
İdamlara 'evet' diyenlerin tam listesi
Türkiye’nin vicdanı yarım asrı aşkın süredir Denizleri ve mücadelelerini unutmazken onların idamına iki ellerini kaldırıp "evet" diyenlerin boyunlarına asılan utançsa sürüyor.
Tutanaklara göre, idam tasarısıyla ilgili mecliste oy verenler 323, kabul edenler 273, reddedenler 48, çekimserler 2, oylamaya katılmayanlar 118 olarak kayıtlara geçti.

İşte o isimler:
Kabul edenler
Adana: Cevdet Akçalı (AP), Fazıl Güleç (CHP), M. Salahattin Kılıç (AP), Melih Kemal Küçüktepepınar (CHP), Ali Cavit Oral (AP), Emir H. Postacı (CHP), Kemal Satır (CHP), Ahmet Topaloğlu (AP), Turgut Topaloğlu (GP), Alpaslan Türkeş (MHP), Hüsamettin Uslu (AP)
Adıyaman: M. Zeki Adıyaman (AP), Ali Avni Turanlı (Bğz.)
Afyonkarahisar: Hasan Dinçer (AP), Hamdi Hamamcıoğlu (GP), Ali İhsan Ulubahşi (AP), Kazım Uysal (AP)
Amasya: Yavuz Acar (AP), Salih Aygün (AP)
Ankara: Orhan Alp (AP), Oğuz Aygün (AP), Musa Kazım Coşkun (AP), Orhan Eren (AP), İ. Sıtkı Hatipoğlu (CHP), Mustafa Maden (AP), H. Turgut Toker (AP), Aydın Yalçın (AP), Ferhat Nuri Yıldırım (AP), Şerafettin Yıldırım (AP), Mustafa Kemal Yılmaz (AP)
Antalya: Hasan Akçalıoğlu (AP), İhsan Ataöv (AP), Süleyman Çiloğlu (AP), Ömer Eken (AP), Rafet Eker (AP, Hasan Ali Gülcan (CHP)
Artvin: Mustafa Rona (AP)
Aydın: Nahit Menteşe (AP), İsmet Sezgin (AP), Fikret Kayaalp Turhangil (AP)
Balıkesir: İbrahim Aytaç (AP), Cihat Bilgehan (AP), M, Şükrü Çavdaroğlu (AP), Kemal Erdem (AP), Ahmet İhsan Kırımlı (AP), M. Nurettin Sandıkçıoğlu (CHP), Osman Tarı (AP)
Bilecik: Şadi Binay (AP)
Bingöl: Mehmet Sıddık Aydar (Bğz.), Mehmet Bilgin (YTP)
Bolu: Ahmet Çakmak (AP), Nihat Bayramoğlu (AP), Halil İbrahim Cop (AP), M. Şükrü Kıyıkoğlu (AP)
Burdur: A. Mukadder Çiloğlu (AP), Mehmet Özbey (AP)
Bursa: Ahmet Türkel (AP), Barlas Küntay (AP), Cemal Külahlı (AP), Ertuğrul Mat (AP), Kasım Önadım (AP), Mehmet Turgut (AP), Mustafa Tayyar (AP)
Çanakkale E. Kemal Bağcıoğlu (AP), Mesut Hulki Önür (AP), Refet Sezgin (AP), Zekiye Gülsen (AP)
Çankırı: Nuretin Ok (AP)
Çorum: Abdurrahman Güler (AP), Arslan Topçubaşı (AP), İhsan Tombuş (AP), Kemal Demirer (AP), Yakup Çağlayan (AP)
Denizli: Ali Uslu (AP), Hasan Korkmazcan (AP), Mehmet Emin Durul (AP), Sami Arslan (AP)
Diyarbakır: Abdüllatif Ensarioğlu (AP), Behzat Eğilli (AP), Hasan Değer (Bğz.), Necmettin Gönenç (AP), Nazif Yıldırım (YTP), Sabahattin Savcı (AP)
Edirne: M. İlhami Ertem (AP)
Elazığ: Hayrettin Hanağası (CHP), Samet Güldoğan (AP)
Erzincan: Hüsamettin Atabeyli (AP)
Erzurum: Cevat Önder (AP), Naci Gacıroğlu (AP), Rasim Cinisli (AP), Rıfkı Danışman (AP), Turhan Bilgin (AP), Sabahattin Aras (AP)
Eskişehir: Mehmet İsmet Angı, (AP) Şevket Asbuzoğlu (CHP), Orhan Oğuz (AP), Seyfi Öztürk (AP), M. Şemsettin Sönmez (AP)
Gaziantep: Ali İhsan Göğüş (CHP), Erdem Ocak (AP), İ. Hüseyin İnceoğlu (GP), Mehmet Kılıç (AP), Mehmet Lütfi Söylemez (AP)
Giresun: Abdullah İzmen (AP), M. Emin Turgutalp (AP), Hidayet İpek (AP), İ. Kayhan Naiboğlu (CHP), Mustafa Kemal Çilesiz (CHP), Nizamettin Erkmen (AP)
Gümüşhane: Ekrem Saatçi (AP), Mustafa Kahraman (AP), Necati Alp (CHP), Nurettin Özdemir (CHP)
Hatay: Ali Yılmaz (AP), Hüsnü Özkan (CHP), Halil Akgöl (AP), Talat Köseoğlu (AP)
Isparta: Ali İhsan Balım (AP), Süleyman Demirel (AP), Yusuf Uysal (AP)
İçel: H. Cavit Okyayuz (AP), Kadir Çetin (AP) Mazhar Arıkan (AP), Turhan Özgüner (CHP)
İstanbul: İbrahim Abak (AP), İsmail Hakkı Arar (CHP), Sadettin Bilgiç (AP), Ferruh Bozbeyli (AP), İlhan Egemen Darendelioğlu (AP), Tekin Erer (AP), Nuri Erdoğan (AP), Orhan Cemal Fersoy (AP), Hasan Güngör (AP), Mustafa Fevzi Güngör (AP), A. Şeref Laç (AP), Osman Özer (AP), Akgün Silivrili (AP), İsmail Hakkı Tekinel (AP), Naime İkbal Tokgöz (AP), A. Turgut Topaloğlu (AP), Hasan Türkay (AP), Mehmet Yardımcı (AP)
İzmir: Şevket Adalan (CHP), Mustafa Akan (AP), Şükrü Akkan (AP), Muzaffer Fazlı Arınç (AP), Burhanettin Asutay (CHP), Münir Daldal (AP), Ali Nailli Erdem (AP), İhsan Gürşan (AP), Nihat Kürşad (AP), Akın Özdemir (AP), Orhan Demir Sorguç (AP)
Kars: Latif Aküzüm (AP), İsmail Hakkı Alaca (AP), Mustafa Doğan (AP), Kemal Kaya (AP), Veyis Koçulu (AP), Osman Yeltekin (CHP)
Kastamonu: Orhan Ali Deniz (AP), Hüseyin Sabri Keskin (AP), Mustafa Topçular (AP), Hasan Tosyalı (GP)
Kayseri: M. Şevket Doğan (AP), Turhan Feyzioğlu (GP), Hayrettin Nakipoğlu (AP), Vedat Ali Özkan (AP), Enver Turgut (AP), Mehmet Türkmenoğlu (GP)
Kırklareli: Mehmet Atagün (AP), Feyzullah Çarıkçı (AP), Hasan Korkut (AP)
Kırşehir: Cevat Eroğlu (MP), Mustafa Kemal Güneş (AP)
Kocali: Cevat Ademoğlu (AP), Vehbi Engiz (AP), Sabri Yahşi (AP)
Konya: İrfan Baran (CHP), Bahri Dağdaş (AP), Mustafa Kubilay İmer (AP), İhsan Kabadayı, (GP) M. Necati Kalaycıoğlu (AP), İ. Ethem Kılıçoğlu (AP), Baha Müdderrisoğlu (AP), Tahsin Yılmaz Öztuna,(AP) Faruk Sükan (AP), Vefa Tanır (GP)
Kütahya: Ahmet Fuat Azmioğlu (AP), Ali Erbek (CHP), A. Mesut Erez (AP), İlhan Aksoy (AP)
Malatya: Ahmet Karaaslan (Bğz.), İsmail Hakkı Şengüler (AP)
Manisa: Ertuğrul Akça (AP), Mustafa Orhan Daut (AP), C. Selçuk Gümüşpala (AP), Hilmi Okçu (AP), Vehbi Sınmaz (AP), Kamil Şahinoğlu (AP), Önal Şakar (AP)
Maraş: Atilla İmamoğlu (AP), Veysi Kadıoğlu (AP), M. Zekeriya Kürşad (AP)
Mardin: Esat Kemal Aybar (AP), Abdülkadir Kermooğlu (AP), Abdülkadir Özmen (Bğz.), Abdürrahim Türk (Bğz.)
Muğla: Adnan Akarca (AP), Mualla Akarca (CHP), Ahmet Buldanlı (AP), İzzet Oktay (AP)
Muş: Nimet Ağaoğlu (YTP), Kasım Emre (Bğz.)
Nevşehir: Hüsammettin Başer (AP), Esat Kıratlıoğlu (AP)
Niğde: M. Naci Çerezci (AP), H. Avni Kavurmacıoğlu (AP), M. Nuri Domanoğlu (CHP), Haydar Özalp (AP)
Ordu: Ata Bodur (AP), Cengiz Ekinci (AP), Hamdi Mağden (AP), Kemal Şensoy (AP)
Rize: Erol Yılmaz Akçal (AP), Hasan Basri Albayrak (AP), Salih Zeki Köseoğlu (AP)
Sakarya: Nuri Bayar (AP), Yaşar Bir (AP), Güngör Hun (AP), M. Vedat Önsal (AP)
Samsun: Talat Asal (AP), Mustafa Boyar (CHP), Doğan Kitaplı (AP), Nafiz Yavuz Kurt (AP), Hüseyin Özalp (AP), Bahattin Uzunoğlu (AP), İsmet Yalçıner (AP)
Siirt: Zeki Çeliker (AP), Mehmet Nebi Oktay (GP)
Sinop: Hilmi Biçer (AP)
Sivas: Enver Akova (AP), Kadir Eroğan (AP), Tevfik Koraltan (AP), Yusuf Ziya Önder (AP)
Tekirdağ: Orhan Öztrak (GP)
Tokat: Hüseyin Abbas (AP), İsmet Hilmi Balcı (Bğz.), Osman Hacıbaloğlu (AP), Mehmet Kazova (AP), Reşit Önder (GP), Yusuf Ulusoy (BP)
Trabzon: Ahmet İhsan Birincioğlu (AP), Necati Çakıroğlu (AP), Ekrem Dikmen (AP), Selahattin Güven (AP), Cevat Küçük (CHP), Ali Rıza Uzuner (CHP)
Urfa: Mehmet Aksoy (AP), Necmettin Cevheri (AP), Mehmet Ali Göklü (AP), Bahri Karakeçili (AP)
Uşak: Orhan Dengiz (AP), M. Fahri Uğrasızoğlu (AP)
Van: Mehmet Emin Erdinç (Bğz.), Kinyas Kartal (AP), Fuat Türkoğlu (AP), Mehmet Salih Yıldız (GP)
Yozgat: İsmet Kapısız (MP), Turgut Nizamoğlu (AP), Neşet Tanrıdağ (AP)
Zonguldak: Fuat Ak (AP), Ahmet Nihat Akın (AP), Ahmet Güner (CHP), S. Tekin Müftüoğlu (AP), Kevni Nedimoğlu (AP)
Reddedenler
Adıyaman: Kemal Kırıkoğlu (CHP), Yusuf Ziya Yılmaz (CHP)
Ankara: Kemal Ataman (CHP), İbrahim Cüceloğlu (CHP), A. Sakıp Hiçerimez (CHP), Osman Soğukpınar (CHP), Yusuf Ziya Yağcı (CHP)
Artvin: Abdullah Naci Budak (CHP)
Bitlis: Kenan Mümtaz Akışık (CHP)
Bolu: Kemal Demir (CHP)
Burdur: Nadir Yavuzkan (CHP)
Bursa: Nail Atlı (CHP)
Çankırı: Nuri Çelik Yazıcıoğlu (CHP)
Edirne: Cevat Sayın (CHP)
Elazığ: Mehmet Aytuğ (CHP)
Erzincan: Hasan Çetinkaya (CHP)
Erzurum: Selçuk Erverdi (CHP)
İçel: Celal Kargılı (CHP)
İstanbul: Mehmet Ali Aybar (TİP), Hüseyin Dolun (CHP), Mustafa Necdet Uğur (CHP), Reşit Akif Ülker (CHP), Lebit Yurdoğlu (CHP).
İzmir: Şeref Bakşık (CHP), M. Hulusi Çakır (CHP)
Kars: Kemal Güven (CHP), Kemal Okyay (CHP)
Kayseri: Tufan Doğan Avşargil (CHP), Mehmet Yüceler (CHP)
Kırklareli: Beyti Arda (CHP)
Konya: Mustafa Üstündağ (CHP)
Malatya: Hakkı Gökçe (CHP), İsmet İnönü (CHP)
Manisa: Muammer Ertem (CHP), Mustafa Ok (CHP)
Maraş: Mehmet Özdal (CHP)
Muğla: Ali Döğerli (CHP)
Muş: Nermin Neftçi (CHP)
Niğde: Mevlüt Ocakçıoğlu (CHP)
Ordu: Hasan Ferda Güley (CHP)
Sakarya: B. Turgut Boztepe (CHP), Hayrettin Uysal (CHP)
Samsun: Yaşar Akal (CHP)
Siirt: Mehmet Adil Yaşar (CHP)
Tekirdağ: Yılmaz Alpaslan (CHP)
Tunceli: Hüseyin Yenipınar (CHP)
Uşak: Adil Turan (CHP)
Zonguldak: Bülent Ecevit (CHP)
Çekimserler
Erzurum: Gıyasettin Karaca (CHP)
Samsun: Nihat Kale (CHP)
Oylamaya katılmayanlar
Adana: Ali Rıza Güllüoğlu (CHP), Şevket Yılmaz (CHP)
Afyonkarahisar: Mehmet Rıza Çerçel (AP), Şevki Güler (AP), Süleyman Mutlu (CHP)
Ağrı: Abdülkerim Beyazıt (CHP), Nevzat Güngör (AP), Kasım Küfrevi (GP)
Amasya: Vehbi Meşhur (CHP), Kazım Ulusoy (BP)
Ankara: Hüseyin Balan (BP), Orhan Birgit (CHP), Sinan Bosna (AP), Osman Bölükbaşı (MP), Şinasi Özdenoğlu (CHP), Emin Paksüt (GP), Fatma Suna Tural (MP), Cengizhan Yorulmaz (CHP)
Antalya: Ömer Buyrukçu (CHP)
Artvin: Sabit Osman Avcı (AP)
Aydın: Kemal Ziya Öztürk (AP), Mehmet Çelik (CHP), M. Kemal Yılmaz (CHP)
Balıkesir: Salih Zeki Altınbaş (CHP), Mehmet Niyazi Gürer (CHP), Mevlüt Yılmaz (AP)
Bilecik: Mehmet Ergül (CHP)
Bitlis: Abidin İnan Gaydalı (AP)
Bursa: Sadrettin Çanga (CHP), İbrahim Öktem (CHP)
Çanakkale: Mustafa Çalıkoğlu (CHP)
Çankırı: Mustafa Hazım Dağlı (AP), Arif Tosyalıoğlu (AP)
Çorum: Cahit Angın (CHP), Ali Naki Ulusoy (BP)
Denizli: İlhan Açıkalın (CHP), Fuat Avcı (AP), Arif Hüdai Oral (CHP)
Edirne: Veli Gülkan (AP)
Elazığ: Ali Rıza Septioğlu (Bğz.)
Erzincan: Sadık Perinçek (AP), Naci Yıldırım (CHP)
Erzurum: Fetullah Taşkesenlioğlu (AP)
Eskişehir: B. Sıtkı Karacaşehir (CHP)
Gaziantep: Şinasi Çolakoğlu (CHP), Muhittin Sayın (CHP)
Hatay: Abdullah Cilli (Bğz.), M. Sait Reşa (CHP)
Isparta: Hüsamettin Akmumcu (AP)
İçel: Hilmi Türkmen (AP), Çetin Yılmaz (CHP)
İstanbul: Eşref Derinçay (CHP), İbrahim Bedreddin Elmalı (MP), Ahmet Bahir Ersoy (CHP), Orhan Eyüboğlu (CHP), Orhan Kabibay (CHP), Rıza Kuas (TİP)*, Sezai Orkunt (CHP), Haydar Özdemir (BP), M. Kazım Özeke (CHP), İlhami Sancar (CHP)
İzmir: Coşkun Karagözoğlu (CHP), Talat Orhon (CHP), Şinasi Osma (AP), Kemal Önder (CHP), Ali Naki Üner (AP)
Kars: Turgut Artaç (CHP)
Kastamonu: Muzaffer Akdoğanlı (CHP), Mehmet Seydibeylioğlu (CHP)
Kırşehir: Mustafa Aksoy (CHP)
Konya: Necmettin Erbakan (Bğz.), Sezai Ergun (AP), Sadi Koçaş (CHP), Orhan Okay (CHP), Özer Ölçmen (AP)
Kütahya: Mehmet Ersoy (AP), Kemal Kacar (AP)
Malatya: Mustafa Kaftan (CHP)
Manisa: Veli Bakırlı (CHP), Süleyman Çağlar (AP)
Maraş: M. Nejat Çuhadar (CHP), İbrahim Öztürk (Bğz.).
Mardin: Şevki Altındağ (CHP), Seyfi Güneştan (YTP)
Ordu: Memduh Ekşi (CHP), Ata Topaloğlu (CHP), Orhan Vural (CHP)
Rize: Sami Kumbasar (CHP)
Samsun: Kamran Evliyaoğlu (CHP), İlyas Kılıç (CHP)
Siirt: Selahattin Oran (YTP)
Sinop: Hilmi İşgüzar (MP), Mustafa Kaptan (AP), Tevfik Fikret Övet (CHP)
Sivas: Vahit Bozatlı (CHP), Hüseyin Çınar (BP), Ahmet Durakoğlu (CHP), Ekrem Kangal (CHP), M. Kemal Palaoğlu (CHP), Mustafa Timisi (BP)
Tekirdağ: Nedim Karahalil (AP), Mustafa Sabri Sözeri (AP)
Tokat: İsmail Hakkı Birler (CHP)
Trabzon: Mehmet Aslantürk (CHP), Mehmet Ali Oksal (AP), Ahmet Şener (CHP)
Tunceli: Kenan Aral (CHP)
Urfa: Necati Aksoy (CHP), Vehbi Melik (CHP)
Yozgat: İsmail Hakkı Akdoğan (AP), Abdullah Baştürk (CHP), Celal Ahmet Sungur (CHP)
Zonguldak: Hüseyin Baytürk (CHP), Sinan Fevzi Fırat (AP), Cahit Karakaş (CHP)
*TİP İstanbul milletvekili Rıza Kuas ağır hastalığı nedeniyle oylamaya katılamamıştır
***
Atalet toplumu -Nevzat Evrim Önal-
Kapitalist toplum, teknoloji ilerledikçe ve üretici güçler geliştikçe bir “atalet toplumuna” dönüşüyor; daha fazla emekçi diğer emekçilerin gelirine ya da devlet yardımına muhtaç duruma düşüyor.
Geçtiğimiz hafta, 1 Mayıs’tan hemen önce işsizlik verileri açıklandı. Yüzde 7,9 olarak hesaplanan rakam devlet tarafından “işsizlikte rekor, 23 aydır tek hane” diye duyuruldu. Bu oran dünya ortalaması olan yüzde 4,9’dan hayli yüksek olsa da, Türkiye’de (ve dünyada da) işsizlik gerçekten pandemiden bu yana düşüşte.
Peki, bu gelişmelere bakıp “işler işçi sınıfı için iyiye gidiyor, kapitalizm daha çok iş yaratıyor” diyebilir miyiz?
Hayır, diyemeyiz.
Diyemeyiz, çünkü “işsizlik” hiç tartışmasız sermaye düzeninin en emekçi düşmanı biçimde tanımlanmış ekonomik değişkenidir. Bu değişken, çalışmaya ihtiyaç duyan insanların sayısını ya da oranını ölçmez. Yalnızca “çalışmayan, aktif biçimde iş arayan ve bulduğu anda çalışmaya başlayacak olan”, yani patronlar için işe alınmaya hazır işçiler işsiz sayılır. Bir insan emekliyse, istediği kadar yoksul olsun ve iş arasın, işsiz sayılmaz. Okumak için çalışmak zorunda olan öğrenciler için de aynı durum geçerlidir. Haftada bir saat dahi çalışan insanlar işsiz sayılmaz. Umudunu kaybetmiş ve iş aramayı bırakmış insanlar bile işsiz sayılmaz.
Bu yüzden “işsizlik”, emekçiler açısından en anlamsız istatistiklerden biridir. Emekten yana iktisatçılar bu sorunu kısmen çözmek için genelde “âtıl işgücü” ya da “geniş tanımlı işsizlik” değişkenine başvururlar. Bu değişken, “işsiz” olarak tanımlananlara, işi olmayıp iş aramayanları ve yarı zamanlı çalışanları ekleyip yeni bir oran hesaplar.
Türkiye’de işsizlik oranı yıllardır düşüyor, âtıl işgücü oranı ise yıllardır yükseliyor ve şu anda yüzde 28,8’e ulaşmış durumda.
Bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil ve sermaye düzeninin derin bir çelişkisine işaret ediyor. Gelin, inceleyelim…
***
Aslında yukarıda bahsettiğimiz âtıl işgücü kavramı da meseleyi sınıfsal bir zeminde kavramak açısından uygun değil, çünkü bu değişken de işçi sınıfını bir bütün olarak ele almıyor. İşçi sınıfı ne yalnızca fiilen çalışmakta olan işçilerden, ne de “çalışan ve iş olsa çalışacak olan” işçilerden ibarettir. Mülksüz olan ve geçinmek için mülk sahibi sınıflar tarafından ödenen ücrete doğrudan ya da dolaylı biçimde bağımlı olan herkes işçidir ve bu insanların tamamı bir ülkedeki işçi sınıfını oluşturur. Bu sınıf, toplumsal değerin çok büyük bir bölümünü emeğiyle üretir, ürettiği bu değerin büyük bölümüne üretim araçlarını elinde bulunduran sermayedar sınıf tarafından el konur, el konmayan kısım ise ona ücret olarak verilir.
İşçi sınıfı, toplumsal değer üretiminden aldığı bu payla geçimini sağlamaya çalışır ama bu, sınıfın bütün üyelerinin sürekli sermayedarlara çalışması ya da iş araması (ki, bu süreci yaşayan herkesin bileceği üzere, iş aramak tam zamanlı bir iş gibidir) manasına gelmez. Sınıfın bazı bölmeleri, ücret karşılığı çalışmak (ya da çalışmaya çalışmak) yerine başka görevler üstlenir. Örneğin kadınların önemlice bir kısmı “ev kadını” olup, işçi ailelerinin geçinmek için ihtiyaç duyduğu harcama miktarını azaltır, çocuk ve yaşlıların bakımını üstlenir. Çocuklar hayatlarının ilk birkaç yılında bakıma muhtaçtır; ardından işçi olabilmek için bir süre eğitim alırlar ve bu süre zarfında da çalışamazlar. Tüm bunlar, bir bütün olarak işçi sınıfının “emek gücünün yeniden üretimini” sağlar.
Bu yüzden Marksizm “işsizlik” kavramını kullanmaz. İşçi sınıfının ücret karşılığı çalışmayan tüm kesimleri sermaye sınıfı için “yedek işgücü ordusu”nu oluşturur. Bu insanlar normal koşullarda emek gücünün yeniden üretimi için çeşitli görevler üstlenmenin yanı sıra çalışan işçilerin daha yüksek ücret talep etmesine karşı bir tehdit unsuru olarak kullanılır. Sermayenin daha çok işçi çalıştırmaya ihtiyaç duyduğu atılım dönemlerinde silah altına alınır gibi işe alınarak ücretlerin yükselmemesini sağlar. Hatta savaş koşullarında gerçekten silah altına alınır ya da silah altına alınan işçilerin yerine işe alınır.
Bunlardan çok önemli bir sonuç çıkar: İşçi ücretleri bireysel değildir. İşçilere verilen ücret, yedek işgücü ordusunun çok büyük bir bölümünün de geçimini ve yeni işçi kuşaklarının yetiştirilmesi dahil olmak üzere işçi sınıfının emek gücünün bir bütün olarak yeniden üretimini sağlar.
***
Yazının girişinde bahsettiğimiz çelişki şu: İşçi sınıfının giderek daha az bir bölümü fiilen çalışıyor ve yedek işgücü ordusunun sınıfın içerisindeki oranı sürekli büyüyor. Bunu bir başka değişkene, “istihdamın 15 yaş üstü nüfusa oranı”na baktığımızda görebiliyoruz. Bu oran, dünya çapında 1991’den bu yana neredeyse kesintisiz biçimde düşüyor ve günümüzde yüzde 58 düzeyine dek inmiş durumda, yani nüfusun giderek artan bir bölümü yaşamak için başkalarının gelirine muhtaç hale geliyor.
Daha yakından baktığımızda şunu görüyoruz: İstihdamın 15 yaş üstü nüfusa oranı 1990’ların başında “yüksek gelirli” olarak tanımlanan gelişkin kapitalist ülkelerde “orta gelirli” ve “düşük gelirli” ülkelere göre daha düşüktü. Bu zaten beklenen bir durumdu zira kapitalizm geliştikçe bu oranının düşmesini bekliyoruz. Ne var ki, 1998 itibariyle gelişkin kapitalist ülkelerde 2009 krizi ve pandemi tarafından kesintiye uğrasa da ılımlı bir artış trendi işlemeye başlarken, orta ve düşük gelirli ülkelerde emeğin âtıllaşma eğilimi kesintisiz devam etti. Gelinen noktada, Türkiye’nin de içinde bulunduğu orta gelir grubundaki ülkelerde istihdamın 15 yaş üstü nüfusa oranı yüksek gelirli ülkeler ortalamasının altına düşmüş durumda.1
Bu arada, geçerken söyleyelim: Hem dünya çapında hem de orta gelir grubunda yüzde 58 olan oran, Türkiye’de yüzde 49. Yani iki yetişkin insandan biri çalışmıyor.2
Bu eğilimin genel sebebi şu: Kapitalizm sürekli emek üretkenliğini yükseltiyor, yani üretimin teknik ilerlemesi sonucunda her bir mal veya hizmeti üretmek için gereken emek miktarı azalıyor ve işler daha fazla makineler tarafından yapılır hale geliyor.
Bunun sonucunda dünya çapında üretim sürekli artarken, üretimin ihtiyaç duyduğu emek aynı hızla artmıyor. Öte yandan, buna rağmen iş günü kısalmıyor. Çünkü sermayedar sınıf kârını maksimize etmek için, eskiden günde on saat çalışılarak yapılan üretim otomasyon sayesinde beş saat çalışılarak yapılabilir hale geldiğinde iş gününü beş saate kısaltmıyor ya da on saatlik iş günü içerisinde beşer saatlik iki vardiya işçi çalıştırmıyor; işçileri aynen on saat çalıştırmaya devam ediyor.
Önümüzdeki yıllarda, yapay zekanın yaygın kullanıma girmesiyle beraber bu eğilimin çok daha şiddetli bir hal alması, yetişkin nüfusunu daha da büyük bir bölümünün üretim ilişkilerinden dışlanması bekleniyor. Kapitalist toplum, teknoloji ilerledikçe ve üretici güçler geliştikçe bir “atalet toplumuna” dönüşüyor; daha fazla emekçi diğer emekçilerin gelirine ya da devlet yardımına muhtaç duruma düşüyor.
***
Bu çelişkinin, tek bir yazıda tümünü hakkıyla ele alamayacağımız çok sayıda sonucu var.
Örneğin, burjuva iktisatçılarının hararetle tartıştığı ve bu köşede daha önce ele aldığımız “evrensel temel gelir” büyük ölçüde bu eğilime bir yanıt olarak düşünülüyor. Gayet sağcı, liberal tipler “düşkünlere yardım etmeyi bırakalım, onun yerine herkese her ay sabit bir para verelim” önerisiyle, düzeni işçi sınıfının büyük bölümünün çalışmayacağı bir duruma uyarlayabileceğini iddia ediyor.3
Bir diğer sonuç, sanayileşme eşitsizliği ile emek göçü arasındaki gerilimin artarak sürmesidir. Trump’ın müdahalesi, sonuç alıp alamayacağından bağımsız olarak, birinci kuşak kapitalist ülkelerde bir “yeniden sanayileşme” eğilimine işaret ediyor. Bu eğilim güçlendiği ölçüde ve bu ülkelerdeki bir diğer eğilim olan doğurganlık oranlarında düşme ve nüfusun yaşlanmasıyla birleştikçe, emperyalist ülkeler bir yandan yoksul ülkelerden kontrollü biçimde emek ithal etmek, diğer yandansa kontrolsüz göçe karşı daha insanlık dışı önlemler almak zorunda kalacaktır. Bu durum, ayrıca bu ülkelerde işçi sınıfını vatandaş olan ve olmayan biçiminde farklı haklara sahip iki parçaya bölecek ve ek çelişkiler yaratacaktır.
İşçi sınıfının sermayeye karşı verdiği, geçtiğimiz hafta kutladığımız 1 Mayıs’a da vesile olan en temel mücadele 8 saatlik iş günü talebi etrafında gerçekleşmiştir. Öte yandan, bu talep etrafında genel grevlerin örgütlendiği 19. yüzyılın son çeyreğinden bu yana emek üretkenliğinde yaşanan muazzam artış, talebin özünün korunarak revize edilmesini gerektirmektedir.
Bugün, devrimci olsun ya da olmasın işçi sınıfının çıkarlarından yana tüm örgütler ve aydınlar, Marx’ın “sermayenin doğasında çalışan nüfusun bir kesimini aşırı çalıştırırken, diğer kısmını beş parasız bırakmak vardır” tespitinin4 her gün tekrar doğrulanmasına ve kapitalist toplumun bir atalet toplumuna dönüşmesine karşı şu iki talep etrafında birleşmelidir:
“Haftalık 30 ve günlük 6 saat azami çalışma süresi.”
“Herkese iş.”
-----
1https://data.worldbank.org/indicator/SL.EMP.TOTL.SP.ZS?locations=XD-XM-XP.
2https://data.worldbank.org/indicator/SL.EMP.TOTL.SP.ZS?locations=XP-TR.
3Juliana Uhuru Bidadanure, “The political theory of universal basic income”, Annual Review of Political Science 22(1), 2019, s.481-501.
4Karl Marx, “Artı Değer Teorileri - Üçüncü Cilt”, Marx-Engels Collected Works 32, Elektronik Basım, Lawrence & Wishart, 2010, s.438.
/././
Ahmet Büke'yle yeni romanı Kırmızı Buğday üzerine...-Neslihan Altun-
Kırmızı Buğday, tarihsel bir roman olmasının ötesinde bugüne dair düşünmeye de alan açıyor. Ege'nin toprak yapısından savaşın yüküne, sınıf meselesinden dostluğa, ihanete ve umuda kadar pek çok meselenin peşinden sürüklüyor bizi.
Ahmet Büke’yle Kırmızı Buğday üzerine konuşmak için buluştuk. Aslında sadece bir romanı değil, yıllara yayılan bir düşünme ve yazma sürecini konuştuk demek daha doğru olur. Kırmızı Buğday, tarihsel bir roman olmasının ötesinde bugüne dair düşünmeye de alan açıyor. Ege'nin toprak yapısından savaşın yüküne, sınıf meselesinden dostluğa, ihanete ve umuda kadar pek çok meselenin peşinden sürüklüyor bizi.
Kırmızı Buğday’ın yaklaşık dört yıllık titiz bir çalışmanın ürünü olduğunu biliyoruz, bize biraz hazırlık sürecinden söz eder misiniz? Nasıl çalıştınız, neler yaptınız? Kitabın çekirdeği neydi? Hangi küçük hikâye veya fikir üzerine inşa edildi bu hacimli roman?
Deli İbram Divanı’nı yazarken meseleyi daha geriden, yeniden öğrenmeyi ve anlamayı aklıma koymuştum aslında. Çünkü Deli İbram da bir birikim ve mülkiyet üzerinden çıkan sınıf kavgası üzerine oturuyordu. “Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” derler ya; memleketteki ilk birikim günahlarını daha geriye götürerek anlatmak iyi bir fikir gibi gelmişti. Ama sonuçta akademik bir çalışma ya da tarih kitabı yazmayacaktım. Benim işim kurmaca. Bunun için de bilgiden öte malzemelere ihtiyacım vardı. Özellikle başlamak için. Biraz da kendi aile tarihimi düşünerek çalışmaya başlamak için bir soru buldum kendime: Neden bir asır önce memleket emperyalist bir işgale uğradığında, Ege ovaları mukimleriyle dağlarda yaşayan halk farklı tavır almıştı ilk günlerde? Mesela ovalık Akhisar değil de yoksul ve dağlık Gördes’te ilk reaksiyon verilmiş, ilk silaha sarılanlar da buralardan çıkmıştı. Bunun mülkiyet yapısı ve buna bağlı olarak sınıf kavgasıyla bir rabıtası olabilir diye düşündüm. Ama bu da kurmacaya başlamak için yeterli bir tetikleyici değildi.
Galiba Eco’nun bir konuşmasında dinlemiştim; her romanın bir imgesi vardır, diyordu. İşte bu imge de çevirmen arkadaşım Nuray Önoğlu’nun bana Kazdağları’ndan getirdiği zeytin amelesi pulu (ya da markası) ile adeta gökten düştü. Yüz yıl önce büyük arazi sahiplerinin amele emeği için bir ödeme ve sömürü aracıydı bu. İşte bu imgenin ve yukarıdaki sorunun peşine düşerek dört yılı aşkın süre boyunca çalıştım ve yazdım.
Önce aklımdaki hikâyeyi parçalara ayırdım: Batı Anadolu’daki toprak mülkiyeti ve bunun evveliyatı, Cihan Harbi ve Millî Mücadele. Bu parçaları da hikâyenin genel yapısına göre daha küçük parçalara böldüm ve anlatacağım kısımlara daha ayrıntılı çalıştım. Örneğin Cihan Harbini genel olarak okudum ama Çanakkale Muharebelerine daha ayrıntılı baktım. Fakat burada da bir literatür deryası olduğu için dedim ki Çanakkale’nin bir gününü anlatayım. O da kara harekâtının başladığı ilk gün oldu. Millî Mücadele dönemini de çalıştım ama Ege cephesine odaklandım. İşte buna benzer inişli çıkışlı, kimi zaman bir sinir harbi gibi geçen zamanlarda ilerledim. Ve parça parça yazdım. Mesela Çanakkale kısmı bitince oturup o dönemin İzmir’ini okudum ve çalıştım; sonra bölümü yazdım. Bu aslında mücadele için de iyi bir yöntem: sonunu parçalara ayırmak ve cepheden tümüyle dövüşmek yerine adım adım ilerlemek. Tabii bir de şunu yaptım. Her bölümle ilgili uzman ve konuyu bilen meraklı, akademisyen arkadaşlar edindim. Deli İbram’da bu çok işime yaramıştı. Denizle ilgili bir metin yazıyordum ama denizci değildim. Doğru düzgün yüzmeyi bile bilmem. Her şeyi de kitaplardan öğrenemezsiniz. O zaman denizci arkadaşlar buldum kendime. Bu defa da iktisat tarihçisi, harp tarihi uzmanı, Çanakkale Savaşı üzerine çalışmış akademisyen hatta emekli subay arkadaşlar buldum. İlgili bölümleri onlara okuttum, yorum ve eleştirileriyle düzeltmeler yaptım. Ve asla bulamayacağım kimi bilgi ve dokümanlara onlar sayesinde ulaştım. İşte kısaca böyle. Biraz deli işi oldu ama neyse artık.

Günümüzde “Ben Milli Mücadele döneminden söz eden kapsamlı, hacimli bir roman yazacağım” kararı almak, tabirimi bağışlayın, kelimenin tam anlamıyla bir cüret. Bu işin altından kalkamayacağınızı düşündüğünüz anlar oldu mu?
Bir kere cüret çok güzel bir sözcüktür ve tam bizi anlatır aslında. Çünkü cüretin içinde coşku, arzu ve delikanlı bir gözükaralık olsa da gözünü daima uzak ve aynı zamanda daha yakın ve ulaşılabilir hedeflere dikmek vardır. O nedenle inşallah cüret etmeyi ve hakkını vermeyi başarmışımdır. Altından kalkıp kalkamayacağımı pek aklıma getirmedim çünkü bu, yola çıkmayı zorlaştıran bir şeydir. Ne kaybederim, en fazla denemiş ve becerememiş olurum, diye düşündüm. Bir de zaman geçtikçe inşallah bunu bitiremeden ölmem diye düşündüm. Çünkü günde sekiz saatlik bir işte çalışıyordum ve yol, ev işleri derken okumak ve yazmak için günde ortalama en fazla bir ya da iki saatim kalıyordu. Bunun için uykumdan, tatillerimden ve biraz da ailemden zaman çalmak zorunda kaldım. Tabii bütün bunlar metni bitirmem için geçen zamanı uzatıyordu. O yüzden sık sık, “Ulan şimdi inşallah hastalanmam ya da şak diye ölmem,” diye içimden geçirmeye başlamıştım. Neyse ki postu deldirmedik. Ama yazdıklarımı parça parça okuttuğum bir arkadaşım, ilk yüz sayfada, “Bu hikâyeyi asla toplayamaz” diye düşünmüş ama bana söylememiş. İkinci bölüme başlayıp ona yollamaya başladığımda, “Sen bu sporu yapıyorsun, aferin!” diye yazdı.
Kırmızı Buğday’da Ege, kitabın mekânı değil neredeyse kitaptaki bir kişi olarak düşünülebilir, o kadar canlı. Ege Bölgesi sizin için nasıl bir şahsiyete sahip?
Ele avuca sığmaz ve insanı kendine benzeten bir yer. Biraz fazla kendinde ama kendini de bilmeyen, kendisiyle ilgili merakı olmayan, merakı olanla da pek ilgilenmeyen bir coğrafyadır. Mesela ben ilk günden beri burayı yazarım ama beni Egeliler değil de bu bölge dışındakiler daha çok bilir ve okur. Bence “Kimse kendi köyünde peygamber olamaz” sözü burası için söylenmiş ilk defa. Sonra bu söz çok güzel diye her yere yayılmış.
Bir önceki romanına, Deli İbram Divanı’na daha oyuncaklı, süslü bir dil hakimdi. Kırmızı Buğday’ın dilini duru, yatışmış buldum. Bir yazar olarak ifade biçiminiz mi değişiyor yoksa basitçe “O kitabın dili oydu, bununki de budur” mu diyorsunuz?
Yazarlar da büyür, olgunlaşır ve öğrenerek tecrübe kazanır. Muhtemelen hamdık pişmeye başladık.
Arap Ali Yüzbaşı Cemil'in yanından ayrılırken “Büyük Gazi’ye de ki, eğer zaferden sonra sofrasından biz kalkacaksak ve Adnan beyler oturacaksa belinden silahını hiç ayırmasın, zira elin oğlu bize benzemez” diyordu. O sofradaki Adnan Beyler kuruluştan sonraki süreçte ve günümüzde kimleri temsil ediyor?
Aslında erken bir vedayı işaret ediyor gibi geldi bana. Cemil ile Arap Ali uzun süren ve kanla, ateşle sınanmış bir yoldaşlıktan geliyorlar ve müttefikler bu süre boyunca. Ama Arap Ali zor olan bir şeyi yapıyor ve ondan ayrılıyor çünkü ona son katılışında sorduğu bir soru var: Adnan Bey bizim yanımızda mı yoksa namlumuzun ucunda mı olacak? Anlıyor ki yavaştan Adnan Bey bu tarafa geçiyor. Ben bu romanın bir intikam meselesi olarak algılanmasını istemem çünkü öyle değil. Arap Ali’nin bir noktadan sonra Adnan Bey’den hıncını almaya imkân, kabiliyet ve hatta fırsatı var. Ama onun gözü hep kulede ve bir adamın elinde toplanmış hudutsuz toprakta. Asıl gözünü diktiği şeyler farklı. İşte Arap Ali ve yoksul halkın sofrasına ve ekmeğine çökenler, kulelerin dikildiği toprakları taksim ettirmeyenler ve bu birikimin kar topu gibi aktığı her işin sahipleri kimlerse bu sorunun cevabı da onlardır.
Kırmızı Buğday’ın ana hikayesinde kadın yok. Deli İbram Divanı’nda yoktu hatları belli, kişiliği olan, aklımızda bir şeyleriyle kalacak kadın karakter. Bunu bir “hakkını verme” meselesi olarak düşündüğünüz için kasten mi kaçınıyorsunuz yazmaktan? Risk mi sizin için?
Bu soruya, “dönemden kaynaklı” diye cevap veririm diye içimden geçiriyordum. Ama galiba çok da hakkını veremeyeceğimi düşünmüş olabilirim. Belki bundan sonra biraz daha cesaret ederim.
Şahsi bir merakımı soracağım. Nasıl odaklanıyorsunuz? Dikkatiniz nasıl dağılmıyor? Dört sene boyunca hem araştırma yapmak hem onları kurguya yedirip hikâye haline getirmek ve sonunda belli ki “bir edebiyat olayı” olarak anılacak bu harika kitabı ortaya çıkarmak için muazzam bir dikkat gerekli. Mesaili çalışıyordunuz üstelik. Kopmamayı nasıl sağladınız?
Her yazar, “bir edebiyat olayı” yazmayı temenni eder ama bunu şimdi bilmemize imkân yok. Sadece çok çalıştığımı ve ter döktüğümü söyleyebilirim. Ama zaten bunlar da yazar olarak vazifelerimiz. Şöyle bir özelliğim var sadece: gereğinden fazla meraklıyım ve yeni bir şey öğrenmekten fazlaca haz alıyorum. Çocukluğumdan beri bu böyle. O nedenle meraklanmadığım ve ilgimi çekmeyen hiçbir şeyi öğrenemedim ve haliyle kötü bir akademik hayatım oldu bu memlekette. Okul hayatından bir iş çıkmayınca merak ettiklerimi kendim öğrenmeye ya da anlamaya çabaladım. Bunu da en iyi yazarak becerdim. Yaptığım şeyi eğlenceli bir oyun haline de getirdim zamanla. Dolayısıyla karşılaştığım zorluklar ve engeller beni tetiklemekten başka bir işe yaramıyor. Benim kendime bağışlanmış bir zamanım olmadığı gibi kendime ait bir odam ve hatta masam da olmadı hiç. Ama gereğinden fazla bile yazdım aslında. Yani kafayı bir şeye takmaya bakıyor bu hayatta işte.
Son olarak, öykü yazmaya ara mı verdiniz, yoksa artık öykülerinizi okuyamayacak mıyız? Romandan devam mı?
Bundan sonra ne yazacağımı uzun boylu düşünmedim henüz. Aklımda bir iki mesele var. Epeydir de öykü yazmadım aslında. Biraz yorgunluğu atınca bir bakarım. Bir yandan da, neredeyse çeyrek yüzyıl boyunca çok yazmışım, diye düşünmeden edemiyorum.
/././
Okumanın Dikenli Yollarında -Ayşe Şule Süzük-
Şuur ve tecessüs yanında doğru bildikleri için harekete geçendir aydın aslında. Bu noktada entelektüel olmaktan aydın olmaya geçişte bir Çin Seddi var sevgili Cemil Meriç.
“Eğlencenin en asili okumaktır ya da en asilleştiricisi” diyor Cemil Meriç. Yüce duygulara, kendi derinliğimize doğru bir yoldur, yola çıkıştır, yol üzerinde dinlene dinlene ağaçları görmek, çamların ve yaseminlerin kokusunu içimize çekmek, tazelenmektir okumak.
Okuduğumuzda çoğalırız, sağalırız, güzelleşiriz, diriliriz. Her şeyden önce dinleriz, dinlemeyi öğrenmek demektir okumak. Dinleyen insan kibirli olmaz, kesin hükümlü olmaz, anlamaya çalıştıkça genişler, genişledikçe bütünlüklü bakar hayata… Ancak okuduğumuzda yobazlığa papuç bırakmaz, bir elbise gibi giyindiğimiz kimlik çaputlarını sorgulamak gücünü bulur, kendimizi keşfetme serüvenine çıkmaya cesaret ederiz.
Seviniyorum, karşıma çıkan etiyle kemiğiyle insani olanı yazan ama “bizim mahalle”de ötelenmiş, üstü çizilmiş, damgalanmış yazarlar var. Sürgit kısır bir döngüde, dolap beygiri gibi dolaşmak da bir yol ise de ben biraz başımı gözümü yara yara bilmediğim yollara sapmayı, düşmeyi, oramı buramı kanatmayı, belki de dayak yemeyi göze alıyorum bu keşif sürecinde.
Ve okumak dostluk kurmak; “dostlarım”dan mutluluk duyuyorum. Bu durum hem yazanı hem yazılan kahramanı, yazıya konu olan durumu pıt diye orta yerde yadsınamaz bir gerçeklik olarak elime verince gözümü kaçıramıyor ve inadına içine, derinine bakmak, onu çözmek istiyorum.
Kitapların âsude dünyasına iltica eden bir entelektüel Cemil Meriç ancak öylesine kışkırtıcı, çarpıcı ve içten ki her koşulda diriltici ve harekete çağırıcı bir etki bırakıyor üstümde. Statükoya meydan okumaya davet ediyor, ortalama ile bir derdi var (Bizim de olmalı). Benzer bir huysuzluğu Nurullah Ataç’ta da bulmuştum. Şimdi bu satırları yazarken Ataç’ı hatırlamam boşuna olmasa gerek.
“Kitaplar bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım, sevdim. Kitaplar benim has bahçemdi. Hayat yolculuğunun sınır taşları kitaplardı. Bir kanat darbesiyle Olemp, bir kanat darbesiyle Himalaya. Ayrı bir dil konuşuyordum çağdaşlarımla. Gurbetteydim. Benim vatanım Don Kişot’un İspanyası’ydu, Emma Bovari’nin yaşadığı şehir. Sonra Balzac çıktı karşıma, Balzac’ta bütün bir asrı yaşadım. Zaman zaman Votren oldum, Rastinyak oldum. Dört bin kahramanda dört bin kere yaşamak.”
Açlığımız ne? Yoksulluğumuz neden?
Bugünün sanat üretimi adına elimizde tuttuğumuz ya da sırtımızı dayadığımız dağılan, tüccar entelektüellerin proje odaklı anlayışları ise yalnızca? Afallamayacak mıyız? Öfkelenmeyecek miyiz? Hakikisini aramayacak mıyız? Piyasalaşma kıskacına eşlik eden vasatın sanatı, vasatın entelektüeli nereye düşüyor diye analiz etmeyecek miyiz? Dört bin kez hem de farklı farklı yaşamak bizi güçlü kılacak, bize çağımızın açık sırrını fısıldayacaksa ne mutlu.
“Din problemi, şer problemi, Avrupalılaşma problemi… bizim de gevelediğimiz mefhumlar. Ama kimsenin bu problemler üzerine kafa yorduğu yok. Sağ kovuğuna çekilmiş, münzevi, mazlum, mustarip. Sol, eline tutuşturulan reçeteyi kekeliyor, manasını anlamadığı reçeteyi. Tek ortak duygu: düşmanlık… Diyalog yok. Tanzimat’tan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete… Tefekkür kılıçla fethedilmez, bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar güç.”
Rahatsız mı ediyor? Yankı odalarında durmaktan iyidir. Diriltir, yanıt vermek ihtiyacı oluşturur, biler.
“Benim trajedim şu birkaç satırda: Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani, dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla Büyük Doğu kadrosundayım. Düşüncelerimle, inançlarımla Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış.”
1978 yılında Büyük Doğu dergisinde yazmış. Not düşmek gerek. Yazmaya başladığı dönemde Cemil Meriç'in yanı sıra Taha Üçışık, Şevket Eygi, Süleyman Yalçın, Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören ve Taha Akyol gibi isimler de bu dergide yazılarıyla yer almışlar. Türkiye sağının Türk-İslam sentezci damarını inşa eden ya da örgütleyen dergi Büyük Doğu, 1978 yılında kapanıyor.
Yollar yollara götürüyor. Bazen çıkmaz, bazen karanlık, bazen kör yollar. Ancak kendimizden önce yaşayanlar, düşünenler ve yazanlara göre çok ama çok şanslıyız çünkü cebimizde onların bir ömür biriktirdikleri, eğrisiyle doğrusuyla heybemize katacağımız devasa bir birikim var.
“Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, mâruz kalmaz, seçer. Aydın kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan: uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.”
Buradaki aydın tanımı yerinde ama eksik. Şuur ve tecessüs yanında doğru bildikleri için harekete geçendir aydın aslında. Düşünce, derinlik, sebat, emek, çalışmak ve bunlarla birlikte eylemek… İşte bu noktada entelektüel olmaktan aydın olmaya geçişte bir Çin Seddi var sevgili Cemil Meriç. Bugünümüzün sorusu ve sorunu belki de bu.
Düşünmeli.
“Ben Lenin’den çok Gandi’ye yakınım. Ama belki de kavganın dışında olduğumdan.” da diyor kendini didikleyerek, hırpalayarak. Öte yandan beni gülümseten ve içtenlikli bir şekilde çırılçıplak hâlde kendini deneme türünün çeperlerinde canhıraş haykırmaya çalışmak ve bu çırpınışları okuyucuya ulaştırmak çok değerli, bunu yapıyor Cemil Meriç.
Peki, diyorum ben de Peki… Eğilip kulağına fısıldıyorum. Ben daha ziyade Lenin’e yakınım, diyorum.
/././
Son 45 güne dair düşünceler (I) -Engin Solakoğlu-
Türkiye kapitalizminin bunalımı arızi değil kroniktir. Dönem dönem ağırlaşır, iki bunalım arasında bir nispi ferahlama yaşanır vs.. Ancak bu kez manzara biraz farklı. Yoksulluğun ve yoksullaştırmanın ana hedef olduğu algısı toplumda yerleşmiş görünmektedir.
Akepe iktidarının İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve Belediye’nin neredeyse tüm idari kadrosuna yönelik siyasi operasyonunun üzerinde 45 gün geçti. Kuşkusuz kapsamlı bir çözümleme için kısa bir süre. Bununla birlikte tek tek olgulardan, gelişmelerden uzaklaşıp biraz daha yukarıdan bakmayı denemek için yeterli.
Toplumbilimleri perspektifinden dünyayı izlemeye ve yorumlamaya çalışan kişilerin büyük çoğunluğu aşağı yukarı aynı gözlemde birleşiyorlar: Dünya iyi bir yere gitmiyor.
Oysa kimi ekonomistlere, finans uzmanlarına, ticaretle ilgilenenlere sorarsanız bütün göstergeler yukarıyı işaret ediyor. Bu çevreler, verilerle, istatistiklerle destekleyerek, insanların genel ortalama olarak 50 yıl öncesinden daha iyi, daha uzun yaşadıklarını, teknolojiye, gıdaya, sağlık hizmetlerin erişimlerinin arttığını söyleyebiliyorlar.
İstatistik, yalanın en bilimsel görünümlü versiyonudur. Yine de verilerin söylediklerinde bir gerçeklik payı bulmak mümkün. O halde toplumların büyük çoğunluğu neden dünyanın, kendi hayatlarının daha kötü bir noktaya doğru gittiğini düşünüyorlar? Neden özellikle gençler kendi gelecekleri hakkında kötümser görüşlere sahipler?
Dünya binlerce farklı halkın yaşadığı kalabalık bir gezegen. Dolayısıyla her toplum için aynı şeyleri söylemek, aynı tanıları koymak ve aynı çözümleri önermek gerçekçi değil. Yine de benzer eğilim ve isyanlara neredeyse dünyanın her yerinde tanık oluyoruz.
Kimi zaman gerekçe iktidarın bir icraatı olurken, kimi zaman da yangın veya sel baskını gibi bir afet, o afete dair alınan veya alınmayan önlemler toplumsal öfkeyi ve isyanı ateşleyici rol oynayabiliyor.
Küreselden yerele doğru yaklaştığımızda nasıl bir manzara görüyoruz?
19 Mart gününden itibaren sokağa dökülen, kendilerince alışveriş boykotları örgütleyen, evde her akşam belirli bir saatte tencere tava çalan ve bu yüzden iktidardaki dar bir zümrenin silahına dönüşmüş adliye ve kolluk mekanizmasının keyfi ve ölçüsüz şiddetine maruz kalan kitlelerin mobilizasyon sebebi bir kişinin veya yakınındaki Belediye bürokratlarının özgürlüğüne bağlanamaz.
Türkiye Cumhuriyeti 102 yaşında. Türkiye toplumunun seçim kavramıyla tanışması ise daha eski. Seçim kavramı, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden itibaren eksikli ve bugünkü anlamından uzak da olsa toplumun sözlüğünde yer almaya başladı. Şimdi bakmayın siz Türkiye’yi salt bir Ortadoğu ülkesi gibi tanımlamaya, Suriye, Irak veya İran’la karşılaştırarak yorumlamaya çalışan yerli ve yabancı oryantalistlere, ülkenin siyasi kültürünün oluştuğu yer Doğu Avrupa, daha da net söylemek gerekirse Balkanlardır. Osmanlı’dan kopan Balkan devletlerindeki siyasal ve toplumsal gelişmeler, siyaset yapma biçimi kısa sürede Türkiye’deki siyasal kültürü de şekillendirmiştir. Bunu anlamak için Osmanlının son dönemini ele alan birkaç kitap okumuş olmak yeterlidir.
Bu siyasal kültürün özellikleri ve özgünlükleri var. Demokratik haklar, özgürlük, eşitlik hatta insan hakları gibi kavramlar konusunda kolaylıkla esneyebilen Türkiye toplumu iş genel oy hakkına ve seçimlere gelince farklı bir yaklaşım sergilemektedir. Cumhuriyet tarihinde yaşanan askeri darbelerin ardından halka ilk verilen sözün “seçimlerin en kısa zamanda yapılacağı” olması rastlantı değildir.
Cumhuriyet tarihi aynı zamanda tartışmalı, kavgalı kimi zaman alabildiğine hileli seçimlerin tarihidir ancak değişmeyen kural iktidarların seçimle değişme ihtimalinin korunmasıdır. Türkiye halkı o ihtimali tutkuyla sevmektedir.
Akepe, her seferinde başvurduğu bel altı taktikleriyle de olsa üst üste seçim kazanarak iktidarını sürdüren bir partidir. Hukuka, devlet geleneklerine ve genel olarak hakkaniyete uygun olsun olmasın, bugüne dek her icraatını “seçimleri ben kazandım, halk iradesi, millet iradesi ne derse o olur” argümanını kullanarak meşru göstermiştir. Akepe’nin ilk yıllarını anımsayalım. Akepe lider ve kadroları o dönemlerde Türkiye sağcılığının genel yaklaşımıyla tutarlı olarak, sürekli bir “seçilmiş/atanmış” karşıtlığı üzerinden siyaset yaparlardı. Halk istiyordu, Akepe yapıyordu, devletli, cübbeli veya rütbelilere ise bunu kabullenmek düşmeliydi zira onlar seçilmiş değillerdi.
Bu yaklaşımın değişmesi bir günde olmadı ama 31 Mart 2024’ü bir dönüm noktası olarak kabul etmek yanlış olmaz. O tarihteki yerel seçimlerde Akepe “hegemon parti” kimliğini kaybetti. Ortağı MHP’yle birlikte azınlığa düştüğü gibi birinci parti olma özelliğini ana muhalefet partisine kaptırdı.
Bunun temel sebebinin ekonomik durum olduğunu söylemek uzmanlık gerektirmez. Yine de şunun altını çizmek gerekir. Türkiye kapitalizminin bunalımı arızi değil kroniktir. Dönem dönem ağırlaşır, iki bunalım arasında bir nispi ferahlama yaşanır vs.. Ancak bu kez manzara biraz farklı. Yoksulluğun ve yoksullaştırmanın ana hedef olduğu algısı toplumda yerleşmiş görünmektedir. Başka bir deyişle, önceki dönemlerde sıkça tanık olduğumuz “şu an biraz sıkışığız ama ileride inşallah...” duygusu ortadan kalkmış, “bu gidişle daha da beter olacağız” beklentisi toplumun geniş kesimlerini sarmıştır.
Buradaki ilginç nokta tam da yazının girişinde değindiğimiz küresel duruma benzer bir şekilde, belirli başlı ekonomik göstergelere üstünkörü baktığımızda tablonun olumlu görünmesidir. Bu üstünkörü bakışı kolaylaştıran Akepe’nin hileli istatistikleridir bir yandan ama asıl neden başka bir yerde aranmalıdır. Ülke sürekli ihracat rekorları kırmakta, ekonomi büyümektedir. Dünyanın en zenginleri listesine giren T.C. yurttaşlarının sayısı da düzenli olarak artmaktadır. Zenginleşme bir olgudur ama sömürünün büyümesi daha da somuttur.
Akepe’nin ilk iktidar döneminde Türkiye halkının ortalama refahında bir artış yaşandığı gerçektir. Ancak bunun sebebi doğru bir ekonomik politikadan ziyade, dünyadaki para bolluğundan Türkiye’nin payına düşen kaynaklarda aranmalıdır. Bahse konu dönemde yaşanan refah artışı gerçekte Cumhuriyetin varlıklarının tasfiye edilmesi ve hane halkının olduğu kadar ülkenin borcunun da alabildiğine şişmesiyle ilintilidir. Bu pembe tabloyu bozan ise küresel ölçekte paranın adres değiştirmesi, pandemi ve AKP’nin belirli kesimlere kapsamlı bir gelir transferi gerçekleştirmek üzere uygulamaya koyduğu düşük faiz odaklı ekonomi politikası sonucunda dünya rekorları kıracak seviyeye gelen enflasyon olmuştur.
Buna çare olsun diye dayatılan IMF patentli Şimşek reçetesi, enflasyonun birinci derecede kurbanı olan dar ve orta gelirli geniş kitlelerin daha da yoksullaştırılmasını hedeflemiştir. 19 Mart sonrası sokağa çıkanların ezici bölümü bu kesimlerdir. Üniversite öğrencilerinin eylemlerin lokomotif haline gelmesi tesadüf değildir. Milyonlarca üniversite öğrencisi hem okuyup hem çalışmakta, buna karşılık ülkedeki genel ücret düzeyinin enflasyon karşısında sürekli düşüşü sebebiyle mezun olduklarında insanca yaşamalarına yetecek bir gelire kavuşmayacaklarını bilmektedir. Bunun iki ana sebebi bulunmaktadır.
Bunlardan birincisi elbette hızla büyüyen işsizliktir. Neoliberal modelin yaratıcılığından yararlanan birçok Batı ülkesinde yapıldığı gibi Türkiye’de işsizlik oranları bin bir türlü teknik hileyle düşük gösterilmektedir. Bununla birlikte geniş tanımlı işsizliğe bakıldığında çalışma yaşında ve yeterliliğindeki nüfusun en az yüzde 28’inin işsiz olduğu, gençler arasında ise bu oranın yüzde 40’ı geçtiği görülmektedir. Bu kadar büyük ve umutsuzlaştırılmış bir kitlenin göstereceği sabrın bir sınırı vardır.
İkinci sebep ise, iş bulabilenlerin de son derece düşük ücretlerle ve güvencesiz çalışmalarıdır. Bu Akepe’nin sermaye sınıfından yana tercihinin sonucudur. Ülkede grev fiilen yasaktır. İlan edilen neredeyse her grev “ulusal güvenlik” gerekçesiyle ertelenmekte, yasaklanmakta, düzenin kolluk güçleri grev yapmak isteyen işçileri işveren adına, hatta işverenden selam söyleyerek cezalandırmaktadır. Birçok çalışan da (örneğin özel okul öğretmenleri) kâğıt üzerinde gösterilenin de altında ücretlerle çalışmaya zorlanmaktadır.
Akepe düzeni kendi derinleştirdiği bu yoksulluk çukurunu maddi anlamda dolduramayacağı için “manevi” silahlara başvurmaktadır. Toplumu dinselleştirme ve kaderine razı hale getirme çabaları 23 yıldır sürmektedir. 19 Mart gününden itibaren yaşananlar bu politikanın da sınırlarını göstermiştir. Türkiye toplumunun büyük çoğunluğu kendisini inançlı olarak tanımlasa da bunu kişisel bir tercih olarak yorumlama ve yaşama eğilimindedir. Devlet düzeninin dinsel kurallara dayanması fikri Cumhuriyet bilincinin, hayatın ve 21. yüzyılın duvarına toslamıştır. Türkiye’nin birçok yerinde hükümeti protesto için sokağa çıkan kitlelerin sıkça tekrarladıkları sloganın “Türkiye laiktir, laik kalacak” olması tesadüf değildir.
Türkiye halkının büyük çoğunluğu ülkeyi yönetecek kişinin ilahi bir güç tarafından değil, kendisi tarafından seçildiği ve seçtiği lideri “ilk seçimde” değiştirebileceği bir ülke istemektedir. Bu yüzden de Akepe’nin kendi adayına karşı yarışabilecek, kazanabilecek bir adayı devre dışı bırakma ve nihai olarak ülkeyi Türkmenistan’a çevirme hamlesine şiddetli tepki göstermiştir.
Gerek son yerel seçim sonuçları gerek kamuoyu yoklamalarına göre artık bir azınlık iktidarı olan AKP son hamlesiyle “milli irade” veya “halk iradesi” söyleminden fiilen vazgeçmiş, Erdoğan ve çevresindeki Beştepe aristokrasisi “ölene kadar iktidardayız çünkü öyle gerekiyor” noktasına gerilemişlerdir. Böylesine yoksulluk, beceriksizlik ve umutsuzluk üreten bir ortamda Türkiye toplumunun bunu sindirme ve kabullenme ihtimali yoktur.
Haftaya isyanın diğer bileşenleriyle devam edeceğim.
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder