Erdoğan imzaladı: Atatürk Havalimanı'nın terminal binaları 'Teknopark' ilan edildi
AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın imzasıyla bugün Resmi Gazete'de yayımlanan karar kapsamında Atatürk Havalimanı terminal binaları, teknopark ilan edildi.
Atatürk Havalimanı terminal binaları, Resmi Gazete'de bugün (6 Mayıs Salı) yayımlanan kararla teknopark ilan edildi. Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır, teknoparka "Terminal İstanbul" ismiyle hizmet sunacağını duyurdu.
Sosyal medya üzerinden konuya dair paylaşım yapan Kacır, şu ifadeleri kullandı:
"Bugün Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın imzasıyla Resmi Gazetede yayımlanan kararla, Atatürk Havalimanı Terminal Binaları “teknopark” ilan edildi. Bilişim Vadisi'ne bağlı kurulan teknopark, 'Terminal İstanbul' markasıyla dünyanın en büyük teknoloji girişimciliği merkezi olarak hizmet sunacak. Binlerce teknoloji girişimi bu merkezde doğacak, büyüyecek ve yatırımcılarla buluşacak. Kamu ve özel sektörden çok sayıda paydaş kurumla birlikte İstanbul’u küresel düzeyde bir girişimcilik merkezi yapacağız. Bu dev merkezde kuracağımız bilim merkezi, yazılım ve yapay zeka okulu ile teknoloji atölyeleri de farklı yaş gruplarına ev sahipliği yapacak."
Nisan enflasyonu gerçekçi değil: Ne inandırıcı ne de rahatlatıcı!-Hayri Kozanoğlu-
TÜİK’in açıkladığı yüzde 3’lük enflasyon ne sokakla örtüşüyor ne yurttaşı rahatlatıyor. Gıda ve barınma harcamaları cepleri yakıyor. İlk dört ayda yüzde 13,36’ya ulaşan artış, hedeflerin hayal olduğunu gösteriyor.
Nisan ayı tüketici enflasyonu yüzde 3,00, yıllık enflasyon ise yüzde 37,86 olarak açıklandı. Bu veriler gündelik fiyat değişimlerini izleyenler için inandırıcı olmaktan uzak, TÜİK’in performansını bilenler için ise şaşırtıcı değildi. Konuya iki yönüyle yaklaşabiliriz.
Birincisi, 19 Mart’ta İmamoğlu ve İBB’ye yönelik olarak başlatılan operasyon sonrası yoğun rezerv satışlarına karşın döviz kurlarında yaşanan sıçramanın ve yurdun değişik bölgelerinde meydana gelen don vakasının aylık enflasyona nasıl böyle sınırlı yansıdığı. Fiyat toplamanın ayın üçüncü haftasına kadar sürdüğü göz önüne alınarak yapılan bir hesaplama, bir ayda doların yüzde 3,2, avronun yüzde 9,1, döviz sepetinin yüzde 6,2 arttığına işaret ediyor. Fiyat artışlarını beklentilerin de etkilediği düşünülürse, hanehalkının on iki ay sonrasına ilişkin yüzde 59,3 enflasyon tahmin ettiği, siyasi çalkantının ve döviz kuru hareketlerinin en azından dayanıksız tüketim mallarında talebi öne çekme davranışını tetiklediği bir dönemde yüzde 3,00 aylık fiyat artışı manidar görünüyor.
İkincisi, bu veri temelinde de enflasyonu düşürme amacı doğrultusunda işlerin yolunda gitmediği açıkça görülüyor. Aylık yüzde 3 enflasyon, basit bir hesaplamayla yüzde 36, zincirleme yöntemiyle ise yüzde 42,6’lık bir yıllık enflasyona işaret eder. Yılın ilk dört ayındaki toplam enflasyon yüzde 13,36. Yıl sonu yüzde 24 resmi tahmininin tutması için aylık fiyat artışlarının yüzde 1,2’nin altında kalması gerekir ki bu da olanaksız. Yüzde 30’luk bir yıl sonu enflasyonu ise yine çok uzak ihtimal, ancak aylık ortalama yüzde 1,8 enflasyon temposuyla olanaklı. Kısaca, Şimşek’in dezenflasyon programı yolunda gitmiyor.
DÖVİZE YÖNELİŞ SÜRÜYOR
Enflasyon verilerinin ayrıntılarına girmeden önce, isterseniz hafta sonu TCMB tarafından açıklanan “makro ihtiyati önlemlere” kısaca değinelim. Zorunlu karşılık oranlarını artıran, TL mevduat zorunlu karşılıklara ödenen faiz oranlarını yukarı çeken, ihracatta döviz devrini yüzde 35’e kadar yükselten kararlar, dövize yöneliş korkusunun sürdüğünü gösteriyor. 50 milyar doları aşan rezerv kaybı büyük ölçüde yabancı çıkışlarından kaynaklandı. Yurtiçi yerleşiklerin dövize yönelişleri ise sınırlı kaldı. Ancak hanehalkları ve şirketlerin nakit akışlarına, TL mevduat hesaplarının vade bitimlerine göre dövize kademeli biçimde talepte bulundukları düşünülürse, yeni bir panik ortamı doğmasa bile, kurlar üzerinde yukarı doğru baskının süreceğini öngörebiliriz.
Nisan ayı dış ticaret rakamları da ihracatta yüzde 8,5, ithalatta yüzde 12,9’luk bir artışla dış ticaret açığının 12 milyar doları aştığını gösterdi. Her ne kadar iki yönlü bu artışlarda gümrük vergileri belirsizliği nedeniyle sevkiyatları öne çekme refleksinin payı varsa da, veriler önümüzdeki aylarda cari açığın tırmanabileceğini, bunun rezerv erimesine katkıda bulunabileceğini gösteriyor.
SEBZE VE MEYVEDE DÜŞÜŞ!
Nisan ayında yurtiçi üretici fiyat endeksi (Yİ-ÜFE) yüzde 27,6 arttı. Kur basıncının önce üretici fiyatlarına yansıması beklenir. Böyle bakınca bu aylık sınırlı fiyat değişimi soru işaretleri uyandırıyor. Yine de yılın ilk dört ayında yüzde 2,5’in üzerinde bir aylık ortalama üretici fiyatı enflasyonu gözleniyor. Buradan da tüketici fiyatlarında yıl sonu hedeflerine ulaşmanın olanaksızlığı görülüyor.
Özel kapsamlı göstergeler diye adlandırılan, mevsimlik ve/veya enerji, gıda gibi fiyat oynaklıkları açıklayan tüm endekslerde, sırasıyla A, B, C, D, E’de aylık artışlar yüzde 3’ün üzerinde. Bunlar içerisinde çekirdek enflasyon sayılabilecek C endeksi, aylık yüzde 3,34 yükselmiş. Tüm bunlar enflasyonun genele yayıldığını, öyle kolay kolay alt edilemeyeceğini gösteriyor.
Enflasyonun daha da hızlı bir tempo kazanmamasının başlıca nedeni, çalışan ve emekli ücretlerinin ay be ay erimesi, geniş halk kitlelerinin alım gücünün giderek gerilemesidir. Borçlanarak harcama olanağı da kredi limitlerinin dolması, takibe düşen alacakların kabarmasıyla daraldı. Tahsil edilemeyen alacaklar tüketici kredilerinde yüzde 3,4’e, bireysel kredi kartlarında yüzde 3,9’a çıktı. İhtiyaç kredilerinde faizler yüzde 71’e, ticari kredilerde yüzde 56’ya kadar fırladı. Faizlerin bu düzeyi hem tüketimi hem de şirket yatırımlarını caydıracak düzeyde. Bu da enflasyon ve durgunluğun bir arada yaşandığı, işsizliğin mart 2025’te yüzde 28,8’e ulaşan atıl işgücü üzerinden kronikleştiği bir stagflasyon senaryosuna adım adım yaklaşıldığını gösteriyor.
∗∗∗
Tüketici fiyatlarında manşet enflasyon aylık yüzde 3,00 artarken giyim ve ayakkabıda yüzde 6,50, konutta yüzde 4,66, ulaştırmada yüzde 3,80, lokanta ve otellerde yüzde 3,59’luk bu oranı aşan fiyat yükselişleri söz konusu oldu. Dar gelirlilerin gelirlerinin büyük kısmını beslenme, barınma ve ulaşıma ayırdıkları düşünülürse, bu üç kalemden bir tek gıdada yüzde 2,01’lik, yüzde 3’ün altında bir enflasyon açıklandı. Bilindiği gibi ücretli kesimin en fazla şikâyetçi olduğu konu, taze meyve-sebze ve et fiyatları. Okuyanlar bana kızmasın, TÜİK’e göre taze sebze ve meyve fiyatları nisan ayında yüzde 1,49 düşmüş. Taze sebzelerde yüzde 17,32’lik bir gerileme yaşanırken meyve fiyatları yüzde 19,84 artmış. Etlerde ise danada yüzde 6,44, kuzuda yüzde 4,56, taze balıkta yüzde 9,13’lük aylık enflasyon ortaya çıkmış. Anlaşılan yurttaşlar taze meyve ve sebze yemekten, et tüketmekten fedakârlık ederse; makarna, pilava talim ederse hükümet açısından bir sorun yok.
/././
Yoksulluğa 3 ayda milyarlarca TL yama -Mustafa Bildircin-
Yoksulluk derinleştikçe sosyal yardım yaması daha da büyüdü. Bütçesinin yüzde 54’ünü yoksullukla mücadele için ayıran Aile Bakanlığı, yoksulluğu gizlemek için 2025’in ilk çeyreğinde 48,7 milyar TL harcadı.
Türkiye’de giderek derinleşen ve 20 milyon yurttaşı düzenli yardıma mahkûm eden ekonomik krize karşı sosyal yardım muslukları sonuna kadar açıldı. Ekonomik krizin yurttaş üzerindeki etkisini sosyal yardım ile yamamaya çalışan iktidarın, “Yoksullukla Mücadele” adı altında Ocak-Mart 2025 döneminde kullandığı kaynak, 50 milyar TL'ye dayandı.
İktidarın övündüğü yoksullukla mücadele harcaması, Türkiye’deki ekonomik krizin boyutunu bir kez daha gözler önüne serdi. 2025 yılının ilk çeyreğinde, “Yoksullukla Mücadele” kapsamında yapılan harcamada rekor kırıldı.
YOKSULLUK YAMASI
Türkiye'deki ekonomik krizin yarattığı derin yoksulluğu perdelemek için 2025 yılının Ocak ve Şubat aylarında 31 milyar 522 milyon 266 bin TL harcayan Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın, “Yoksullukla Mücadele” kapsamında Mart ayında yaptığı harcama da belli oldu. Bakanlık, yoksullukla mücadele için yalnızca mart ayında 17 milyar 250 milyon 722 bin TL’lik kaynak kullandı.
GSS BATAĞI
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın, 2025 yılının Ocak, Şubat ve Mart aylarını kapsayan ilk çeyreğinde, “Yoksullukla Mücadele” adı altında harcadığı paranın toplamı, 48 milyar 733 milyon 39 bin TL olarak hesaplandı. Toplam 48,7 milyar TL’lik yoksullukla mücadele harcamasının 30 milyar 3 milyon 511 bin TL’sini, “Sosyal Güvenliği Olmayanların Sağlık Primi Giderlerinin Karşılanması” harcaması oluşturdu.
Bakanlığın, “İhtiyaç Sahibi Yaşlıların Mali Açıdan Desteklenmesi” kaleminden yaptığı harcama 10 milyar 441 milyon 22 bin TL, “İhtiyaç Sahibi Engellilerin Mali Açıdan Desteklenmesi” kaleminden yaptığı harcama ise 8 milyar 328 milyon 506 bin TL olarak kaydedildi.
KATLANAN HARCAMA
Aile Bakanlığı’nın yoksullukla mücadele için harcadığı parada yıllar itibarıyla yaşanan değişim de dikkati çekti. 2021 yılında 50 milyar 781 milyon 566 bin TL olan AKP’nin “Yoksullukla Mücadele” harcaması, 2022-2024 döneminde yıllara göre şöyle sıralandı:
• 2022: 55 milyar 171 milyon 122 bin TL
• 2023: 97 milyar 181 milyon 711 bin TL
• 2024: 166 milyar 378 milyon 738 bin TL
• 2025 (Ocak-Mart): 48 milyar 733 milyon 39 bin TL
SOSYAL YARDIMA BAĞIMLILIK
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu Üyesi ve CHP Milletvekili Ahmet Vehbi Bakırlıoğlu, iktidarın sosyal yardım harcamalarını BirGün’e değerlendirdi. AKP’nin yoksulluğa çözüm değil, “Bağımlılık yarattığını” söyleyen Bakırlıoğlu, “İktidarın Türkiye’yi sürüklediği ekonomik krizin en büyük göstergesi, yoksulluğa ayrılan sosyal yardım bütçesidir” dedi.
‘ÇARESİZLİK DERİNLEŞİYOR’
Bakırlıoğlu, Türkiye'de milyonlarca yurttaşın sosyal yardım almadan yaşayamaz hale geldiğinin altını çizerek, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Maalesef iktidarın yanlış politikalarının sonucu olarak, yardımlar kalıcı hale getirildi ve adeta bir yönetim biçimine dönüştü. Bu, yoksulluğun ortadan kaldırılması değil, sadece günü kurtaracak şekilde yönetilmesidir. Yalnızca sağlık primi için harcanan 30 milyar TL bile, milyonlarca insanın sosyal güvenlikten yoksun yaşadığını gösteriyor. Emekliler, işsiz gençler, engelliler ve yaşlılar için yapılan yardımların miktarı arttı çünkü bu kesimler giderek daha fazla yoksulluğa itildi.
Seçim bölgem olan Manisa’da ve köylerinde de yoksulluğun, çaresizliğin nasıl derinleştiğini bizzat sahada görüyorum. Yurttaşlarımız geçinemiyor, gençlerimiz iş bulamıyor, çiftçimiz ürettiğinden kazanamıyor ve emeklilerimiz geçinebilmek için çalışmak zorunda kalıyor. Ama iktidar hâlâ utanmadan, makyajlı rakamlarıyla övünüyor. Eğer ekonomi bu kadar iyiyse, neden 20 milyon yurttaş sosyal yardımlarla yaşamını sürdürmek zorunda?”
∗∗∗
BÜTÇENİN YARISI YARDIMA
Bakanlık, yoksullukla mücadele ve sosyal yardımlaşma için 2025 yılında 219 milyar 723 milyon 130 bin TL’lik kaynak ayırdı.
Yoksullukla mücadele için ayrılan kaynağın Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 407 milyar TL’lik 2025 yılı bütçesinin içindeki oranı yüzde 54 olarak gerçekleşti.
***
Külliye cumhuriyetleri -Gözde Bedeloğlu-
***
Türk Devletleri Teşkilâtı’na üye bazı devletlerin, AB ile imzaladığı işbirliği anlaşması gereği adadaki tek meşru hükümetin Kıbrıs Cumhuriyeti olduğunu kabul etmesi bir süredir Türkiye’nin de gündeminde. Efendim nasıl olmuş da KKTC’nin egemen bir ülke olduğuna Türkler bile ikna edilememiş. Erdoğan, KKTC’ye külliye yapılacağına karar verdi ve inşaat başladı. Konu ne Kıbrıslı Türklere soruldu, ne de mecliste tartışıldı. Bu nasıl ‘bağımsız, egemen’ bir devlet ki kendi ihtiyacını tespit edip ona göre ve yasa kural gözeterek bina yapamıyor ve başka bir ülkenin Cumhurbaşkanı gelip, üstelik de ‘gecekondu’ benzetmesiyle, nereye ve nasıl bir devlet binası yapılacağına karar verebiliyor? Bağımsız ve egemen olmadığı için elbette. Dahası, benzerine ancak sömürge ülkelerinde rastlanan bir dayatma ve küçümsemeyle…
***
Türkiye’deki külliye nasıl yapıldıysa, Kuzey Kıbrıs’taki de öyle yapıldı. Lefkoşa’nın Metehan bölgesinde, sayısı iyice azalan yeşil alanlardan biri inşaat sahası seçildi. Kıbrıs Türk Mühendis ve Mimarlar Odası’ndan alınması gereken proje vizesi alınmadı, yapı denetimi yapılmadı. Külliye inşaatı Kuzey Kıbrıs’taki yasal mevzuat ve bilim insanlarının görüşü yok sayılarak başlatıldı. Ağaçlar kesildi, sahipli araziye girildi ve süreç yargıya taşındı. AKP destekli UBP-DP-YDP koalisyon hükümeti, külliye yapılarına ‘denetim muafiyeti’ sağlayarak, ülkenin yasal mevzuatlarına uyulmayabileceğine hükmetti. Bu karar açıkça, KKTC’nin kendi yasalarını reddetmesi demek. Hangi ‘bağımsız’ ülkede hükümet, yolsuzluk ve usulsüzlüklerin önünü açacak böylesi bir karar alabilir? KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, AKP’nin Dışişleri Bakanlığı kadrosundan katıldığı yurtdışı gezilerinde bunu da anlatsın dünyaya.
***
Ankara Beştepe’de, Atatürk Orman Çiftliği arazisi üzerine yapılan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi ve bağlantı yolları için binlerce ağaç sökülmüştü. Doğal sit alanı olan çiftlik yasalarda 'kamu yararı açısından korunması gerekli alan’ olarak tanımlanıyordu. Melih Gökçek’in Ankara Belediye Başkanı olduğu 2006 yılında çiftlikle ilgili her türlü imar planı yapma yetkisi belediye verildi. 2011’de AOÇ’nin bazı bölümlerinin sit alan statüsü kaldırıldı. Tıpkı Kuzey Kıbrıs’ta olduğu gibi mühendis ve mimarların itirazları ve külliye aleyhine çıkan yargı kararları dinlenmedi. Külliye için 2025 yılı bütçesinden ayrılan para yaklaşık 17 milyar lira. CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut, 2024 yılında külliyenin bir günde 2 bin 23 asgari ücretlinin ve 2 bin 752 emeklinin aylık maaşı kadar harcama yaptığını belirtmişti.
***
Erdoğan’ın KKTC’ye ‘hediye’ ettiği ve Kıbrıslı Türkler için büyük bir masraf kapısı olmaya hazırlanan 5.5 milyarlık külliye dün Erdoğan’ın katılımıyla açıldı. Bir gün önce binlerce Kıbrıslı Türk, öğretmen sendikaları öncülüğünde, ikinci kez büyük bir miting gerçekleştirdi. Türkiye’nin siyasal İslam çerçevesinde Kuzey Kıbrıs’a bir dayatması olarak görülen okullarda ‘başörtüsü tüzüğüne’ karşı lâik eğitimi savunan Kıbrıslı Türkler, kurumlarını ve ülkelerini kuşatarak kimliklerine ve iradelerine saldırılmasını kabul etmediklerini söyledi. Dün de külliye açılışını protesto etmek için ‘irade bizde’ yazılı pankart açan, aralarında aktivist Halil Karapaşaoğlu, eski kıdemli yargıç Tacan Reynar ve siyasetçi Hulusi Kilim’in bulunduğu bir grup gözaltına alındı. Özgür Gazete Kıbrıs, üniversite öğrencilerinin zorla açılışa götürüldüğünü gösteren bir mesaj yayınladı. Kıbrıs medyasındaki haberlere göre Erdoğan adada hiç hoş karşılanmadı. Türkiye, desteklediği KKTC hükümetiyle birlikte, ülkenin yasalarına da halkın iradesine de saygı duymuyor. Külliye ile Kuzey Kıbrıs’ta, Türk tipi başkanlık sistemine geçisin yolu açılıyor.
/././
Suriye’de Dürzilere soykırım çağrıları/fetvaları -Hüseyin Aygün-
O hafta Suriye -bu defa- Dürzilere yönelik soykırım çağrıları ve kampanyasına sahne oldu. "İslam peygamberine hakaret edildiğini" içeren bir ses kaydını diline dolayan cihatçılar, "Domuz Dürzileri öldürün!" çağrıları yaptı (Ses kaydının sahte olduğu kısa sürede anlaşıldı). Ancak Dürzi soykırımı genişleyemedi; İsrail müdahale etti, saldırılar durdu. Yine de toplam 100'den fazla insan öldürüldü. İki gün sonra İsrail, bu defa Colani'nin başkanlık sarayı dahil 20 ayrı noktayı bombalayarak, Dürzileri katletme çağrıları yapan HTŞ'ye açık gözdağı verdi.
Suriye'deki yönetimi, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinin desteği, İran ve Rusya'nın zımni onayıyla 5 ay evvel ele geçiren HTŞ ve diğer islamcı çetelerin, ne İsrail'le, ne de Amerika ile hiçbir sorunu yoktur. Suriye'deki "zaferi", bu ülkelere borçludurlar. (İsrail, sadece Suriye'yi dizayn etmektedir, ülkede yaşayan, özellikle ordusunda savaşan Dürzi kadroların da müdahalede elbette etkisi var- ama İsrail'in, "Suriye'deki azınlıkları koruma gibi bir amacı olsaydı, Colani ve HTŞ'nin iktidarına yol vermezdi). HTŞ içeride Alevileri ve Dürzileri katletme kampanyasını hevesle sürdürmektedir. Nitekim Dürzi katliamı için dünya ayağa kalkmışken, Alevi beldelerinde katliamlar -hız kesmeden- "sessiz" şekilde sürmektedir. Çünkü Alevilerin bir İsraili yoktur.
Alevi, Batıni ve Şii grupların "kanlarını dökmenin, mallarına el koymanın dini görev olduğu" fetvasını veren İbn Teymiyye, Dürzilerle ilgili de aynı fetvaları vermiş, bir ilahiyatçı olarak bizzat kılıç kuşanmış, savaşmıştır. Teymiyye, Kisrawan dağında yaşayan Şii/Alevileri katletmek için, 1305 yılında Memluklularca gerçekleştirilen askeri seferi haklı çıkarmak için bu fetvaları vermiş görünmektedir.
Teymiyye, Dürzilere dair fetvasında, "münafık, kafir ve mürted" olan bu taifeye karşı devletin savaşması gerektiğini söylemiştir. Bir Müslüman için de bunlarla savaşmak, "en büyük vaciplerden ve salih amellerden" biridir. Bunlar o derece kafirdir ki, "kestikleri yenmez, kadınlarıyla nikahlanılmaz, onlardan cizye de alınmaz", "onlar, ne Müslüman, ne Yahudi, ne de Hıristiyan'dır, onlar, Kelime-i Şehadet'i ihzar etseler de kafirdirler, Dürziler, Heşteki ed-Dürzi'nin tabileridir. Bunlar, ğulatlar içindeki en büyük küfre sahip olanlardır, onların küfürleri konusunda her kim şüphe ederse onlar da kafirdir" (Adem Eryiğit, İbn Teymiyye'nin Cihat Doktrini, Çıra Y.).
Nusayriler ve Dürziler için, "nerede yakalanırlarsa öldürülür, nöbetçi, kapıcı olarak çalıştırılmaz, alimleri ve salihleri de katledilmelidir, onların evlerinde uyumak, onlarla birlikte yürümek, onlarla arkadaşlık etmek, cenazelerine katılmak haramdır" fetvası veren İbn Teymiyye, İslam'ın yorumunda öylesine fanatiktir ki, bizzat kendi grubu Hanbelilerden de tepki almıştır.
Katip Çelebi'nin bibliyografik sözlüğünde, Hurufileri kınayan Bursalı mutasavvıf el-Bistami'nin çalışmasında adı ve eserleri geçen İbn Teymiyye, Şah İsmail'e ve Safevilere yönelik 16. yüzyıldaki Osmanlı fetvalarının da esin kaynağı olmalıdır.
Daha önemlisi "modern" çağdaki Vahabbilik akımı, Mevdudi ve Seyyid Kutup (ö. 1966) gibi köktendinci akımların esin kaynağı olan Teymiyye ve katliam fetvaları, özellikle 1980'li yıllarda Müslüman Biraderler'in Suriye'deki "Arap Alevi iktidarı"na yönelik gerilla saldırılarının esin kaynağı olmuştur. 2011 yılı sonrası Beşar Esad ve Baas'ın yıkılması uğruna başlatılan iç savaşta Alevi, Ermeni ve Dürzi köylerinde gerçekleştirilen katliamların siyasal motivasyon kaynağı da, İbn Teymiyye fetvalarıdır.
8 Aralık ve hele 6 Mart sonrası Suriye Sahili'nde yoğunlaşan ve şu ana dek yayınlanmış tüm raporlarda, "Alevi Soykırımı" olarak geçen katliamlar, geçen hafta Şam'daki "Dürzi soykırım teşebbüsü", işte bu fetvalardan güç almaktadır. İslam'ın radikal, cihadist ve Selefi yorumu ile hesaplaşılmadan, Suriye'ye ve İslam toplumlarına huzur gelmeyecektir.
/././
Topluma tehlike teşkil eden kim?-Ayça Söylemez-
Müebbet hapis cezasının bazı suçlar için ebedi olmadığını, Özgür Özel’e düzenlenen saldırı ile bir kez daha idrak ettik.
Yani, çocuklarınızı canice katletmeniz, diğer çocuklarınızı yaralamanız, hırsızlık yapmanız, birilerini tehdit etmeniz, bu suçların hepsini birden işlemeniz… Hiçbiri sizi ömür boyu toplumdan uzak tutmaya yetmiyor. Slogan atıp pankart açmazsanız “güvendesiniz”.
Bu eşitsizlik nereden kaynaklanıyor? (Tabii ki temel sorumlu hukuk değil ama bugün sadece işleyişe bakacağız.)
İYİ HAL
Müebbet hapis cezası, anlamı gereği ömür boyu hapis demek. Ama aslında tam öyle değil. Şöyle: “Müebbet hapis cezası, ömür boyu devam eder. Ancak, belli bir sürenin ‘iyi halli’ geçirilmesi halinde, müebbet hapis cezası alanlar, koşullu salıverilme hükümlerinden yararlanabilirler. Müebbet hapis cezasına mahkûm edilmiş olanlar 24 yılını infaz kurumunda çektikleri takdirde, koşullu salıverilmeden yararlanabilirler.”
Bu bilgilerin yer aldığı, Avukat Baran Doğan’ın internet sitesindeki* makaleye göre, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ise bazı diğer suçlarla birlikte “nitelikli kasten öldürme” suçunda da uygulanır.
CANAVARCA HİS
Ancak saldırgan Selçuk Tengioğlu’nun eylemini, örneğin “canavarca hisle veya eziyet çektirerek” işlediğine kanaat getirilmemiş, suçu bu kapsamda değerlendirilmemiş ve sadece müebbet hapse mahkum edilmiş. (Bu suçlama, o dönemki TCK’da da bulunuyor. Ancak idam o dönem bu suçlar için kaldırılmış olduğundan “en ağır suçlama” kavramı bugünkü haliyle 2004’teki düzenlemede netleşiyor.)
Müebbet hapse mahkum edildiğini nereden biliyoruz? İçişleri Bakanlığının açıklamasından: “CHP Genel Başkanı Sayın Özgür Özel’e fiziki saldırı gerçekleştiren 66 yaşındaki S.T. adlı şahsın; 2004 (yılında) B.T. ve M.T. isimli çocuklarını öldürdüğü ve iki çocuğunu yaraladığı belirlenmiştir. Hırsızlık ve Tehdit suçlarından kaydı vardır. Müebbet Hapis Cezası alan S.T., 2020 yılında şartlı tahliye ile serbest bırakılmıştır.”
MÜEBBET ALDI, SERBEST
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç bu bilgiyi doğruladı, başka bilgiler de verdi:
“Söz konusu şahsın, 2004 yılında iki çocuğunu kasten öldürme ve iki çocuğunu da kasten yaralama suçlarından İskenderun 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nce iki kez müebbet hapis ve süreli hapis cezalarına çarptırıldığı anlaşılmıştır. Suçun işlendiği tarihte yürürlükte bulunan 765 sayılı Türk Ceza Kanunu ile 647 sayılı Ceza İnfaz Kanunu hükümleri çerçevesinde, ilgili şahıs ceza infaz kurumunda 16 yıl kaldıktan sonra, 2020 yılında şartlı tahliye edilmiştir. …Bugünkü mevzuat uyarınca aynı suçu işlemiş olsaydı, birden fazla ağırlaştırılmış müebbet ve süreli hapis cezası alması durumunda Ceza İnfaz Kanunu 107/3-a maddesi gereğince en az 36 yıl yüksek güvenlikli ceza infaz kurumunda kalacağı açıktır. Dolayısıyla, kamuoyunda bazı çevrelerce oluşturulmak istenen ‘müebbet aldı, serbest bırakıldı’ yönündeki değerlendirmeler gerçeği yansıtmamakta; hukuki ve infaz sürecine ilişkin bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır.”
Bakan Tunç’un algı yönetimi iması yaptığı konu ise teknik olarak doğru: Cezanın adı müebbet ama Türkçedeki anlamı uyarınca ömür boyu değil, şartlı tahliye hakkı var.
AF OLMAYAN AF
Yılmaz Tunç ayrıca kanunun değiştiğini ve saldırganın bugünkü kanuna göre 36 yıl hapiste kalacağını söylüyor. Tabii eğer eylemi birden fazla ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılsaydı. Şu an bir mahkeme kurulmayacağı için cezasının ne olacağını bilemeyiz.
Yani, saldırgan o dönemki gibi sadece müebbetle cezalandırılsaydı, Avukat Doğan’ın Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun uyarınca verdiği bilgiye göre, birden fazla müebbet hapis cezasına veya bir müebbet hapis cezası ile süreli hapis cezasına mahkumiyeti hâlinde en fazla 30 yıl hapiste kalacaktı. Ya da tek bir müebbet hapis cezasına mahkum edilmesi durumunda, 24 yıl hapiste kalacak ve 2028 yılında aramızda olacaktı.
Tabii adı af olmayan pandemi affında çıkmasaydı. (Bu uygulamada da tahliye hakkının bazı adli suçluları kapsadığını, siyasilere tanınmadığını söylememe gerek var mı…)
BAZI MÜEBBETLER
İtirazım şartlı tahliye uygulamasına değil tabii, ama mahkeme kararları kamu adına verilir ve sonuçları tüm toplumun derdi olur.
Toplumu dert edinen “siyasiler” içinse kanun, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasında gerçekten de ömür boyu hapsi öngörüyor. Kelime anlamındaki gibi: “5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap, Dördüncü Kısım, “Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar” başlıklı Dördüncü Bölüm, “Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar” başlıklı Beşinci Bölüm, “Milli Savunmaya Karşı Suçlar” başlıklı Altıncı Bölüm altında yer alan suçlardan birinin bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi dolayısıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkûmiyet hâlinde, koşullu salıverilme hükümleri uygulanmaz.”
Özetle, bazı müebbetler ömür boyu değil, bazı müebbet hapis cezaları ömür boyu sürüyor.
TAHLİYE ŞARTI
Ağırlaştırılmış müebbet hapis değil de süreli cezaya mahkum edilseniz bile, şartlı tahliye koşulları da siyasiler için farklı. Hem hapiste kalma yani koşullu tahliyeyi hak etme süreleri daha uzun hem de bu sürenin sonundaki tahliyeleri meçhul.
Daha iki hafta önce Selçuk Kozağaçlı’ya, siyasetçilere ve üniversite öğrencilerine şartlı tahliye hakkının neden tanınmadığını, kanuni haklarının hangi sudan gerekçelerle kullandırılmadığını yazmıştım.
Örneğin öğrencilerden birinin şartlı tahliye talebi “çok kitap okuduğu” ve vaizle görüşmek istemediği için reddedilmişti.
Selçuk Kozağaçlı hakkındaki kararda da toplumla bütünleşemeyeceği öngörülüyordu: “…kişinin salıverilmesi sonrası toplumla bütünleşme süreci ve gelecek motivasyonu hakkında olumlu bir kanaat oluşmadığı, topluma ve mağdura zarar verme riski konusunda anlaşılır, samimi ve olumlu bir kanaat oluşamadığı gözlemlendiğinden…”
Anlaşılıyor ki, toplumla bütünleşme mefhumumuz yargıyla aynı değil. Yani, Selçuk Kozağaçlı’nın toplum için taşıdığı risk, Selçuk Tengioğlu’ndan fazla. Yine de bu kararları kamu adına verdikleri için, bir parçası olarak soruyorum: Sayın yargı, sizce saldırgan Tengioğlu toplumla bütünleşmiş mi?
/././
Korkunun gövde gösterisi -Berkant Gültekin-
Türkiye, Avrupa’da en fazla polis istihdam eden ülke. Kişi başına düşen polis sayısında ise Sırbistan ve Karadağ’dan sonra üçüncü sırada. Eurostat’ın 2021 verileri, ülkemizde 100 bin kişi başına 568 polisin düştüğünü gösteriyor. Bu sayı İtalya’da 399, Fransa’da 323, Almanya’da 307. Türkiye’de 2016-2021 arasında polis sayısı yüzde 21 arttı.
AKP devletinin karakterini göstermesi açısından bir de sağlık çalışanlarının sayısını aktaralım. Türkiye, kişi başına düşen doktor ve hemşire sayısında hem Avrupa hem OECD ülkeleri arasında son basamaklarda. OECD ortalamasında bin kişiye 3.7 doktor düşerken, Türkiye’de bu sayı sadece 2.2. Komşumuz Yunanistan’da bin kişiye 6.3, Almanya’da 4.5, İtalya’da 4.1 doktor düşüyor.
Yani konu “güvenlik aygıtını büyütme” olunca Avrupa devlerine taş çıkartırken, iş halka sağlık hizmeti sunmaya gelince bölgenin en mütevazı ülkelerinin bile arkasından nal topluyoruz. Tesadüf mü? Değil elbette. İktidarın politik ve ideolojik tercihlerinin sonuçlarıyla yüz yüzeyiz. İşte AKP’nin Türkiye’yi getirdiği yer burasıdır.
Düzenin bu ideolojik karakteri bir kez daha 1 Mayıs’a yansıdı. Fakat 19 Mart’tan sonra sahneye çıkan birleşik halk muhalefetinin yarattığı etkinin, iktidarın panik seviyesini başka bir noktaya taşıdığını söylemek gerek. İstanbul, geçen yıllara nazaran bu yıl çok daha geniş ve sıkı yasaklarla abluka altına alındı.
Sözde Taksim’i yasaklama adı altında, İstanbul’un tüm merkezi noktaları kapatıldı. Yasal miting alanı olan Kadıköy’e ulaşmak bile bazı ilçelerden imkânsız hale getirildi. Ana caddelere giriş yasaklandı, metro durakları kapatıldı, boğazdaki vapur ve motor seferleri durduruldu. Merkezde toplu taşıma sistemi tam anlamıyla felç edildi. Her sokağın başı ve sonuna polis barikatları konuldu. İnsanlar bırakın eyleme katılmayı evlerine girip çıkmakta bile zorlandı.
Amaç sadece Taksim’i değil, bir bütün olarak 1 Mayıs’ı engellemekti. Kadıköy, milyonlarca kişinin Saray’a karşı sesini yükselttiği bir direniş alanına dönüşmesin diye güvenlik aygıtı tam kapasite ve üst düzey alarm modunda çalıştırıldı. Taksim’e çıkmak isteyen yurttaşlar sanki memleket büyük bir beladan kurtarılıyormuş gibi yaka paça gözaltına alındı.
Geçen yıla kıyasla bu yıl 1 Mayıs için hazır bulundurulan polis sayısı yüzde 25 artırıldı. İstanbul Valiliği kent genelinde 52 bini aşkın emniyet personelinin görevlendirildiğini açıkladı. Eğer imkân olsa, polis sayısını yüzde 100 oranında bile artırabilirlerdi.
Kâğıt üstünde nüfus aynı nüfus, ülke aynı ülke ama siyasi şartların değiştiğini rejim de görüyor. Tepedekiler büyük bir korku ve tedirginlik içerisinde. Korkunun kaynağı hiç şüphe yok ki 19 Mart operasyonlarından sonra başlayan ve kabına sığmayan halk eylemleri. 1 Mayıs günü Taksim çevresi ve İstiklal Caddesi’ndeki vaziyet her şeyi anlatıyordu.
İktidar, insanların bir araya gelip Taksim’e çıkabilme ihtimalini bu kez hiç olmadığı kadar yüksek gördü ve elindeki tüm imkânları bunu engellemek için kullandı. “Olumsuzluk yaşanmaması” iddiasıyla uygulanan yöntemler, kentte yaşama dair tek bir olumlu detay bırakmadı.
Özetle bu 1 Mayıs, halkın Kadıköy’de tek adam rejime karşı sergilediği iradenin yanında, korkunun gövde gösterisine de sahne oldu. Egemenler korkmakta son derece haklı, zira ülkenin dört bir yanında biriken tepki, gençliğin cesur ve devrimci adımlarıyla önüne çıkan her yataktan gürül gürül akıyor.
Toplumu ikna edemeyen, kendini dayatmaktan başka hiçbir şansı olmayan ve artık seçimden bile kaçan bu tükenmiş iktidar, baskı, yasak ve zor ile ayakta kalabileceğini düşünse de milyonların değişim enerjisini hiçbir barikat durduramayacak. Cebirle bir günü kurtarabilirsiniz ama geleceği kazanamazsınız. Halkın onurlu mücadelesi, zorbalık ve adaletsizlikle örülen bu karanlığı yırtacak.
/././
AKP’nin kumdan kaleleri düşerken -Yaşar Aydın-
Muhafazakârlığın, sağcılığın, siyasal İslamcılığın asker postalları ve Batılı dostlarıyla kurduğu hegemonya artık sona eriyor. İktidarın kumdan kaleleri, toplumsal mücadelenin hafızası karşısında çaresiz kaldı.
İnsanlar gibi toplumların da hafızası var. Bazen bir fotoğraf, bazen bir koku, bazen bir ses çok gerilere itilmiş ne varsa bir anda ortaya çıkarır.
Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesi, toplumsal hafızada çok önemli bir kesinti yarattı. O kadar büyük bir acıya yol açtı ki, sanki o tarihten önce bu ülkede hiçbir şey yaşanmamıştı. Şehirler, kurumlar, üniversiteler, yasalar hep böyleymiş gibi kabul edildi. Batılı egemen güçlerin desteği ve himayesiyle bu hale getirildiği hep saklandı. Anayasa, yasalar, siyasi partiler yasası, hatta şehirlerin imar planları bile istenilen toplum ve ülkenin var edilmesi için kurgulandı.
Önce şehirler sağın, muhafazakârlığın kalesi olarak sunuldu. Rize, Konya, Urfa ve daha birçok kent bu listeye eklendi. Kur’an kursları ve imam hatiplerle donatılan bu kentlerde köy okulları kapatıldı. Öğretmenler kovulurken imamlara alan açıldı. Toplumun tüm ilerici, devrimci hafızası yok edilmeye çalışıldı.
Ama buraya kadarmış işte. Bir görüntü, bir çağrı, bir eylem; bulaşıcı bir salgın gibi tüm ülkeyi sardı. Etiyle, kanıyla gerçek insanlar yeniden kendi sorunlarını sahiplenerek siyasete giriş yaptı. Tıpkı bundan 45 yıl önce olduğu gibi.
Rize’nin 15 bin nüfuslu Pazar ilçesinde 1979’da 4 bin çay üreticisinin ayağa kalkması gibi... Uşak’ta tütün üreticilerinin, Artvin’de orman köylülerinin yaptığı gibi... Yozgat’ta traktörüne atlayıp yola çıkan köylünün hafızasında açığa çıkan da bu geçmişti aslında.
TAM 50 YIL SONRA ÖTK TESADÜF MÜ?
Üniversiteli gençler, 19 Mart sonrası ülke gündemine yerleşti. Her yönüyle hak edilmiş bir gündem... Tıpkı üretici eylemleri gibi, burada da toplumun hafızası kendini tazeledi. Gençlerin en çok savunduğu ve her eylemde bir talep olarak dile getirdikleri örgütlenme modelinin Öğrenci Temsilciler Konseyi (ÖTK) olması asla tesadüf değil. 1976 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) öğrencilerinin uzun süreli mücadelesinin ürünü olarak ortaya çıkan bu model, 50 yıl sonra bir kez daha öğrencilerin dilinde.
Yine 19 Mart eylemlerinin gençlik tarafından en çok sahiplenilen pankartının “Dev-Genz” olması da benzer bir hafızanın ürünü değil mi? Bundan neredeyse 60 yıl öncesine dayanan bir mücadele örgütünün toplumun hafızasında yok edilemediğini bundan daha iyi ne anlatabilir?
ANADOLU’YU HAFİFE ALMA
Ülkede yaşanan 40 günlük süreç, birçok anlamda siyasetin yörüngesini değiştirmeye aday. Ama her şeyden önemlisi, halkın çok farklı alanlarda siyasete müdahale etme biçimlerinin açığa çıkmasıyla hatırlanacak, akıllarda kalacak.
Lisedeki 15 yaşındaki gençle 80 yaşındaki emekli, aynı itirazı şehir, cinsiyet ya da meslek farkı gözetmeden dile getiriyorsa, burada başka bir gerçekliğe işaret etmek gerekiyor.
Anadolu şehirleri, birilerinin bahsettiği gibi sağın, milliyetçiliğin ya da siyasal İslamcılığın kalesi değildir; hiç de olmamıştır. Ahmet Arif, “Havva Ana dünkü çocuk sayılır, Anadolu’yum ben tanıyor musun?” diye seslendiğinde, tam da bunu anlatıyordu aslında.
Asker postallarıyla, yasalarla, tarikatlar, cemaatler ve doymak bilmez patronlarla koca bir hafıza yok edilmeye çalışıldı. Hatta bunu başardıklarını sandılar. Ama işte hiç beklenmedik bir anda Beyazıt’ta ortaya çıkan bir fotoğraf karesi, unutturulan her şeyi hatırlattı. Sadece gençlere değil, toplumun çok farklı kesimlerine kim olduklarını ve güçlerinin farkına varmalarını sağladı.
Üniversiteli öğrenciler Beyazıt’ta sadece bir polis barikatını yıkmadı. Tam 45 yıldır baskı ve zorla bu halkı hizaya sokmaya çalışanların kumdan kalelerini yerle bir etti. Konya’daki kokusundan, Yozgat’taki renginden, ODTÜ’deki sesinden, Van’daki silüetinden hatırladı.
Sarayınız, saltanatınız, yargınız, polisiniz, güçlü dostlarınız, paranız olabilir. Bunlar sayesinde iktidara da gelebilirsiniz. Ama güçlü fikirleriniz, onlara inanmış fedakâr insanlarınız ve toplumun hafızasına kazınmış deneyimleriniz yoksa, iktidarınızın ömrü bir insan hayatından da kısa olmaya mahkûm kalır.
Bugün ülkenin her yerinden gelen haberler bunu doğruluyor ve bu hiç de şaşırtıcı değil.
/././
Çete, Ganimet, Yargı -İlhan Cihaner-
Çok yaygın olduğunu düşündüğüm bıkkınlık duygusunun iktidara trajik bir çaresizlik olarak yansıdığını görüyoruz. Memurlaştırarak emir komutaya bağladığı, cemaat ve çıkar ağlarına ihale ettiği yargı mekanizması bile tatmin etmiyor iktidarı. Onun içindir ki ardı arkası gelmeyen “reform (!) paketleri” çıkarıyor. Sınavları zorlaştırıyor, militan hâkim savcıların önünü açıyor… tüm bunlara rağmen objektif araştırmalar –ve tabii ki pratiğimiz– yargıya olan güvenin artık ölçülebilir sınırın bile altına düştüğünü gösteriyor. Geldiğimiz noktada şunu söyleyebiliriz sanırım: iktidar yargıya hâkim olmak isterken yargıyı ortadan kaldırdı! Geriye meşruiyetini yitirmiş çıplak bürokratik bir mekanizma kaldı. Devletin zor aygıtı olan yargının meşruiyetini yitirmesi ise eninde sonunda derin bir yönetememe krizine dönüşecektir. Bunun farkında olsalar gerek günde üç öğün yargının ne kadar tarafsız ve bağımsız olduğunu vazediyorlar. “Propaganda Başkanlığı” AKP’li milletvekillerine ve ilişik TV yorumcularına gönderdiği not ağırlıklı olarak yargısal süreçlere ilişkin taktikler içeriyor.
İktidarın yargıyı nasıl bu hale getirdiğinin pratik analizi çok yapıldı. Genellikle 2010 Anayasa değişiklikleri ile başlatılan, Fethullahçı dönem, Yargıda Birlik dönemi, vs analizler yapıldı. Belli krizler ve davalar (Anayasa Mahkemesi/Yargıtay Krizi, AİHM’den kopuş, Gezi ve İBB soruşturmaları, vs) üzerinden de analizler yapıldı. Yargıdaki yıkımın gerekçelerini açıklamak ve mukadder bir iktidar değişiminde tarafsız ve bağımsız, etkin bir yargı inşası için çok kıymetli.
Ben bu yazımda pek kullanılmayan iki kavram üzerinden olan biteni açıklama ve olası çözüm yollarını araştıracağım: Ganimet Sistemi ve Çete.
Öncelikle yargıdaki sorunlar tartışılırken genellikle sistemin/ rejimin diğer unsurlarıyla arada bir bağ/belirleyicilik yokmuş gibi değerlendirmeler yapılıyor. İşte eğitimin kalitesinin artırılmasıyla, liyakatin getirilmesi ile sorunlar çözülebilir gibi… Oysa ister altyapı/üstyapı belirleyiciliği, ister devletin zor aygıtları/ ideolojik aygıtları, ister liberal hukuk devleti yaklaşımıyla ele alalım yargı sistemin diğer belirleyiciliğinden azade değildir. O nedenledir ki birçok ülkede benzer sorunlar yaşanıyor. Buna kapitalizmin kendi krizlerine benzer tepkiler vermesi de diyebiliriz, kapitalistlerin birbirlerinden öğrenmesi de.
Gelelim Ganimet Sistemine (spolis system). Sanırım ilk olarak Özal, adını söylemeden bu sistemi övmüştü. Başbakanın değişmesi ile tüm kamu görevlilerinin değişmesi gerektiğini savunmuştu. ABD-perver ve devleti şirket gibi yönetme sevdalısı ülkemiz sağcıları kökeni ABD’de olan bu hayalle rini Cumhurbaşkanlığı sistemi ile kurumsallaştırdılar. Üstelik ABD bu sistemi terk etmişken! Ganimet Sistemi özetle, kamu çalışanlarının partilerini desteklemek için bulundukları makamda siyasi faaliyette bulunmasını ve partileri seçimi kaybederse çalışanların görevden alınarak yerine kendilerine siyasi olarak bağlı kişilerin getirilmesini içerir. İslami dayanağı da olan bu anlayış “siyasal İslam”la buluşunca, giderek kamusal her değeri –bu arada yurttaşın hukukunu da– “helal” görür hale geldi. Üst bürokratlardan başlayan “ganimet kadrolar” alt kadrolara ve hâkim savcılara yayıldı. Oysa belirttiğim gibi ABD, 1829-1880 arasında yürürlükte olan sistemin yıkımını görüp Pendleton Yasası ile sonlandırmıştı (Bu konuda T24’de Cemal Tunçdemir’in “Trump’un Altın Çağı” yazı serisini öneririm).
Çete ise Kapitalizmin üretim, tüketim, dağıtım ilişkileri ve dolayısı ile hukukuna içkindir. Kendi hukukunu ve yargısını üretip ayakta tutar. Şu alıntıyı yapayım: “Çete, kendi kolektif çıkarlarını bütünün aleyhine dayatan kendi içinde yeminli bir gruptur. Millet, bu çetelere hizmet eden örgütlenmedir. Milletin ‘bütün’ olduğu savı, safi ideolojidir…” ganimetçi anlayış çeteleştiği zaman aralarındaki dayanışma suç ortaklığına dönüşür. Bu da statükonun ölümüne savunulmasını, her bir aktörün bu sisteme uyumunu garanti altına alır.
Yargıda olan biteni ekonomiye ve bürokrasiye egemen olan “ganimet çetelerinden/ağlarından” dolayısı ile sistemden ayrı düşünmek en iyi niyetli çözüm girişimlerini bile eksik bırakacak, en fazla kısa bir süre rahat nefes aldıracaktır. Bir müddet sonra yeniden kendi çarpık yargısını yaratacaktır.
Sonraki yazım çözüme dair olacak.
/././
İspanya’yı kim elektriksiz bıraktı?-Özgür Gürbüz-
Elektrik üretiminde yenilenebilir enerjinin payının çok yüksek olması şebekenin çökme nedeni olarak gösteriliyor ancak bu İspanya ve Portekiz için yeni bir durum değil. Elektrik şebekesi çökmeden önceki üretimlere baktım. Güneş enerjisinin üretimdeki payı yüzde 52,67, rüzgârın ise yüzde 14,64’tü. Baz yük olmayan diğer yenilenebilir enerji kaynaklarını da eklesek yüzde 70’i buluyor. Oranlar yüksek ama ilk değil.
***
İspanya 16 Mayıs 2023’te tam dokuz saat boyunca yüzde 100 yenilenebilir enerjiyle elektrik talebini karşılamıştı. Bu yılın 16 Nisan’ında da yine birkaç saat boyunca sadece yenilenebilir enerji ile elektrik üretimi yapmıştı. Portekiz 2023 yılında altı gün boyunca yüzde 100 yenilenebilir enerjiyle hayatını sürdürdü. Nükleer santralı olmayan Portekiz’de termik santralların elektrik üretimindeki payı geçen yıl sadece yüzde 10’du. Bu deneyimler yenilenebilir enerjinin çok olmasının şebekeyi çökerttiği iddiasına kuşkuyla bakmamıza neden oluyor.
İspanya Başbakanı Pedro Sanchez, sistemin çökmesinin fazla yenilenebilir ya da az nükleer santralla bir ilgisi olmadığını açıkça söyledi. Bağımsız araştırmaların sonuçlarını bekleyip şebekede reform yapacaklarını da ekledi. Bir parantez açıp elektrik kesintisi nedeniyle nükleer santrallara ne olduğunu da anlatalım. İspanya’daki yedi nükleer reaktörün dördü kesinti sırasında çalışır durumdaydı. Şebekenin çökmesiyle dışardan aldıkları elektrik kesildi ve acil durum ilan edildi. Pek bilinmez ama nükleer santrallar için şebeke bağlantısı elzemdir. Elektrik kesilince santrallardaki dizel jeneratörlerle durumu kontrol altına aldılar. O jeneratörler çalışmasa Fukuşima ya da Çernobil’de yaşananları İspanya’da da görebilirdik.
***
Resmi analizler olmadan tahminde bulunmak hoş olmasa da sorunun elektrik üretim biçiminden değil şebekenin bu üretime hazır olmamasından kaynaklandığını söylemek mümkün. İspanya’dan bu yönde çağrılar da geldi ama herhalde içinde kamulaştırma geçtiği için ana akım medyada çok da yer almadı. Ecologistas en Acción, özelleştirilen ve beşte bir hissesi kamuda kalan Red Electrica’nın yenilenebilir enerji üretimini büyük firmalarının kaderine bıraktığına dikkat çekiyor. Planlama, elektrik depolama, yer ve kaynak seçimi gibi tercihlerin şirketlere bırakılması sonucu bazı bölgelerde yığılma olduğunu, bunun da sistemdeki dalgalanmalara yanıt vermeyi zorlaştırdığını belirtiyor. İspanya’da olan bitenden dolayı güneşi rüzgârı suçlamak yerine gerekli dersleri çıkarıp, özelleştirilmesi 2026 sonuna bırakılan TEİAŞ’a sahip çıkmaya ne dersiniz?
İklim ve çevre sorunları nedeniyle elektrik üretiminde kullanabileceğimiz kaynaklar belli. Bu kaynakları kullanmak için mikro şebekelere, tüketimle üretimi birbirine yakınlaştırmaya, elektrik depolama sistemlerine ihtiyacımız var. Teknik açıdan bakarsanız bu yapılabilir. Almanya Federal Ağ Ajansı’nın (BNetzA) İspanya ve Portekiz'i karanlığa sürükleyen elektrik kesintisinin bir benzerinin Almanya'da yaşanmasının mümkün olmadığını, elektrik tedarik sistemlerinin birçok koruma mekanizmasına sahip olduğunu söyleyen açıklaması buna işaret ediyor. Ben biraz farklı düşünüyorum. Sorun sadece teknik olsaydı çözümü de bulunurdu elbet ama işin içinde kendimizi kaptırdığımız tüketim toplumu, giderek artan enerji tüketimi ve bunu modern bir dünyayla eş tutan tutarsız bir insan davranışı da var. Sorunun o kısmını çözmek yapay zekadan çok samimi bir devrim gerektiriyor.
/././
Almanya tarihinde ilk: Meclis birinci turda başbakan seçemedi.
Almanya’da Meclis Genel Kurulu yeni başbakanını seçmek için toplandı. Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) Partisi Friedrich Merz, koalisyondaki partilerin toplam vekil sayısı yeterli olmasına rağmen ilk turda gerekli oyu alamadı. Bu sonuç, modern Alman tarihinde bir başbakan adayının ilk turda başarısız olduğu ilk seçim olarak kayıtlara geçti.
Almanya'da parlamento genel kurulu yeni başbakanı seçmek için toplandı. Başbakan seçilmesi beklenen Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) Partisi Genel Başkanı Friedrich Merz, ilk turda yeterli sayıya ulaşamadı.(İLK TURDA 18 FİRE) Koalisyondaki CDU ve Sosyal Demokrat Parti'nin (SPD) toplam 328 oyu olmasına rağmen Merz ilk turda 310 oy aldı, Merz'in başbakanlığının parlamento tarafından onaylanması için 316 oy alması gerekiyor. Oylamaya katılan 307 milletvekili Merz'in başbakanlığına 'hayır' oyu kullanırken 3 milletvekili çekimser kaldı ve 1 oy ise geçersiz sayıldı. Merz'in ilk turda seçilemediğinin açıklanmasının ardından, Meclis Başkanı Klöckner oturuma ara verdi. İkinci oturumda da Merz 316 oya ulaşamazsa üçüncü oturumda salt çoğunluk aranacak. Merz'in en kötü ihtimalle üçüncü turda başbakan seçilmesi bekleniyor.(2'NCİ OYLAMA NE ZAMAN?) Parlamentonun alt kanadı Bundestag'ın, Merz'i ya da başka bir adayı salt çoğunlukla başbakan seçmek için 14 günü var. İkinci turun ne zaman yapacağı henüz belli değil. The Guardian muhabiri Jakub Krupa'nın aktardığına göre Merz'in yurt dışı ziyaretleri nedeniyle ekibi, ikinci tur oylamanın bugün ilerleyen saatlerden yapılmasını talep edecek.("İMAJ KAYBI") Öte yandan bu sonuç, modern Alman tarihinde bir başbakan adayının ilk turda başarısız olduğu ilk seçim olarak kayıtlara geçti. Analistler ve yorumcular, bunun 69 yaşındaki Merz için büyük bir imaj ve repütasyon kaybı olduğunu vurgularken CDU'nun ikinci turun bugün yapılmasına yönelik ısrarının amacının bu imajı düzeltmek olduğunu belirtiyorlar. Ancak BBC Türkçe, CDU'nun bir 'utanç verici yenilgi' daha alma riskiyle yüzleşmemek için ikinci tur oylamanın bugün yapılması talebinden vazgeçebileceğini kaydetti. İlk tur seçimlerinin ardından Merz kurmaylarıyla bir araya geldi. Diğer siyasi partiler de kendi gruplarıyla toplantıya geçti. 23 Şubat’ta yapılan erken genel seçimde Hristiyan Birlik (CDU/CSU) partileri yüzde 28,6 oyla birinci olmuştu.
***
BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder