T-24 "Köşebaşı + Gündem" -5 Haziran 2025-

 

KRT’de neler oluyor; görünen ve görünmeyenler…-Candan Yıldız-

CHP’ye yakınlığı ile bilinen kanalın yayın çizgisi zaman içerisinde değişti, çalışanların ücretleri ödenmemeye başladı.

KRT’de çalışanların canı yanıyor.

Bir kanalı var eden; editöründen stüdyo kameramanına, spikerinden yönetmenine kadar, olmazsa olmaz ekip iki aydır maaşlarını alamıyor.

Yemek kartları ise ‘borç’ gerekçesiyle üç aydır iptal.

Eminim “bugün ödenecek, yarın ödenecek” diye diye iki ay geçmiştir.

Bu iki ayın sonunda kanalın sahibi olduğu belirtilen Fırat Bozfırat’ın avukatı çalışanlara gerçeği ağzından kaçırdı. Video sosyal medyaya da yansıdı.

“Ben patron adına durumu tebliğ ediyorum. Ben kandıramam ki daha fazla…”

Demek ki çalışanlar çeşitli bahanelerle iki ay boyunca kandırılmış ! Bir itiraf bu…

Çalışanlar da durumu böyle değerlendiriyor olmalı ki, fiili çalışmama kararı alıyor. Bir tür muhalif görünümlü kalemlerin alerji olduğu ‘grev’e çıkıyorlar.

KRT nereden nereye geldi onu hatırlayalım önce…

Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olduğu dönemde medyadan sorumlu bütün işlerinin başındaki isim Tuncay Özkan’ın bağlantılı olduğu bir kanaldı KRT… Özkan sahibi olmadığını açıkladı ama kanalda Özkan’ın etkili olduğu biliniyordu.

Kılıçdaroğlu, sonuçları ve süreci itibariyle tartışmalı 2023 seçimlerini Cumhurbaşkanı adayı olarak kaybetti. Sonrasında parti içinde ‘değişim’ tartışmaları başladı. Parti 4-5 Kasım’da olağan kurultaya gitti ve Kılıçdaroğlu genel başkanlık yarışından elendi.

Kılıçdaroğlu’na yakın olduğu bilinen KRT’nin kurultaydan bir süre sonra satış devri tamamlandı.

Kanalı satın alan kişinin müteahhit olduğu bilinen Fırat Bozfırat olduğu açıklandı.

Ama Bozfırat’ın görünen patron, gerçek patronun Urfalı bir iş insanı olduğu hep konuşuldu. Hatta Oda TV haberini yaptı ama sonra bulamadım.

Bozfırat’ın ilginç ilişkileri var…

Mesela Mustafa Sarıgül’ün o dönem kurduğu Türkiye Değişim Partisi (TDP)’nde genel başkan yardımcısı olarak görev yapan bir isim.

İşi nedeniyle Ankara’da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı trafiğinin yoğun olduğu konuşuluyor.

Hatta bir anımı paylaşmalıyım burada…

KRT yeni satılmış, eski binasından yeni binasına taşınırken tam yerel seçimlerin arifesi… Kanala konuk olmuştum. O gün bana İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Murat Kurum’un yayına çıktığını, taşınma nedeniyle özel canlı yayın aracı getirildiğini, özel karşılama yapıldığını anlatmışlardı.

Tabii ki bir kanal bütün adayları çıkarır, bunda bir tuhaflık yok.

Kanalın sloganı zaten “Mahallesiz Kanal.”

Osman Gökçek’in Fırat Bozfırat’ın düğününe davetli olduğu da medyaya yansıdı.

Yayın çizgisinin zaman içerisinde değiştiği bariz olarak görülen KRT’nin medya ombudsmanlık görevi yapan Faruk Bildirici’nin yazılarına son verdiğini de hatırlatalım.

Editoryal bağımsızlık konusunda sık sık sıkıntılar yaşandığı da kulağıma geldi.  

Kanalın uzun süredir genel yayın yönetmeni yok.

Genel yayın yönetmenin olmadığı bir kanalın karar mekanizmasının nasıl işletildiği önemli bir soru ve sorun.

Bundan dolayıdır ki kanal çalışanları fiili greve gidince, Fırat Bozfırat apar topar Ankara’dan İstanbul’a geldi.

Çalışanlar adına seçilen kişilerlerle Bozfırat’ın görüşmesi ben bu yazıyı yazarken sürüyordu.

Medya-siyaset ilişkilerinin çıktısının ticari ilişkiler, kar, ihale olduğunu biliyoruz.

Söz konusu çalışanın ücreti olduğunda ödenmeyen ücretler olması bir yazgı değil, olmamalı.

Bu arada KRT çalışanlarına DİSK’ten yemek gönderilmiş. Ve ekrana çıkmaları için bazı isimler ikna edilmeye çalışılmış. Ama çalışanlar fire vermemiş.

Kanal yayın bant yayın olarak devam ediyor.

                                                                /././

İçişleri Bakanlığı açıkladı: 5 CHP'li belediye başkanı görevden alındı

İçişleri Bakanlığı, CHP'li belediyelere düzenlenen operasyon kapsamında İstanbul'da Avcılar, Büyükçekmece ve Gaziosmanpaşa ile Adana'da Seyhan ve Ceyhan belediye başkanlarının görevden alındığını açıkladı. 5 belediye başkanı, İBB'ye yönelik operasyon kapsamında gözaltına alınmış ve tutuklanmıştı.

                                                         ***

Demokrasi gerilerken, otokrasi yükselirken yaratılan belirsizlik: Türkiye ve ABD -Ercan Uygur-

Otokraside vatandaşa, topluma genellikle yeterli bilgi verilmez. Toplum, verilen bilgiyle yetinmek zorundadır. Bu bakımdan, bilgi talep eden vatandaş da istenmez. İşte enflasyon verilerinin güvenilirliği burada devreye girer...

Konuya dün TÜİK’in açıkladığı enflasyon oranları ile gireyim. TÜİK’in enflasyon açıklamaları artık iki nedenle özellikle ortalama vatandaş tarafından çok da merak edilmiyor.

Birincisi; sonuçlar, parmak hesabı ile, kabaca önceden tahmin edilebiliyor. Örneğin, Mayıs 2025 için aylık tüketici enflasyonu İTO’ya göre yüzde 2,83; ENAG’a göre yüzde 3,66; TCMB beklenti anketine göre yüzde 2,36 olarak açıklandı.

Belirttiğim parmak hesabına göre, TÜİK tüketici enflasyonu tüm bu oranların altında olacaktı ve yüzde 1,53 ile öyle de oldu. TÜİK enflasyonunun üst sınırını kestirmek bu anlamda kolay, alt sınırını kestirmek daha zor. Burada başka etmenler devreye giriyor olabilir.

TÜİK enflasyon verilerinin daha az merak uyandırmasının ikinci nedeni, bu verilerin güvenilir olmamasıdır. Bu, elbette  birinci nedenle de ilgilidir. Geniş kesimlerin katılımıyla (daha yüksek örneklemle) elde edilen enflasyon beklentileri bu durumu açıkça gösteriyor.

TÜİK veya hükümet ne derse desin, vatandaşın bir yıl sonrası için enflasyon beklentisi TÜİK anketinde hala yüzde 60 dolayında. Başka anketlerde daha da yüksek. Çalışmalardan biliyoruz ki, vatandaşın yaşadığı enflasyon, beklediği enflasyonu yakından etkiliyor.

Enflasyon ve otokrasi

Şimdi otokrasi kavramını hatırlayalım. Otokrasi, siyasi gücün tek merkezde toplandığı yönetim biçimidir. Otokrat, merkezin kendisidir; genellikle bir kişidir, bir grup da olabilir. Bir ülkede demokrasi ne kadar gerilerse, otokrasi o kadar yükselir. Uygur (8 Mayıs 2025).

1) Otokrat, otokrasinin mutlak güç merkezidir, üzerinde etkili bir kontrol, sınırlama yoktur. Muhalefet partilerini ve sivil toplum kuruluşlarını sistem dışına itmeye çalışır. Otokraside anayasa vardır, ancak göstermeliktir, sık sık ihlal edilir, sıkça değişiklik yapılır.

2) Otokratikleşmede yargı anahtar konumdadır. Yargı sistemi otokratın yandaşı olmaya zorlanır. Giderek hukukun üstünlüğü ve güvenilirliği azalır. Hukuk ve adalet yara alınca, vatandaş için güven ve güvenlik sorunları oluşur.

3) Otokraside vatandaşa, topluma genellikle yeterli bilgi verilmez. Toplum, verilen bilgiyle yetinmek zorundadır. Bu bakımdan, bilgi talep eden vatandaş da istenmez. İşte enflasyon verilerinin güvenilirliği burada devreye girer.

Türkiye’de TÜİK’in enflasyonu düşük gösterdiği kanısı çok yaygındır. Enflasyon verilerine güven yoktur. Bu nedenle TÜİK’den bilgiler, açıklamalar istenir. Ancak TÜİK bu bilgileri vermez. Mahkemelere bile başvuru yapılır, sonuç alınmaz.

Bu güvensizliği ve bilgi taleplerini hükümeti/devleti yönetenler dert edinmez, yönetenlerle ters düşmek istemeyenler de dert edinmez. Zaten bilgilerin saklanması yönetenlerin isteğidir. Ortalama vatandaş ise yaşamını sürdürmek için her anlamda kıvranır.

Burada bir kısır döngü var; Türkiye’de kronik yüksek enflasyon yaşanıyor, çünkü otokratik ortamda kamu gelirlerinin ve giderlerinin kontrolü, denetlenmesi çok zayıftır. Dengelenme yoktur, sürekli açıklar vardır. Buna karşılık enflasyon düşük gösterilir, çünkü otokraside vatandaş “düşük enflasyon” bilgisi ile yetinmek zorundadır.

Otokrasi neden yükseldi: Türkiye ve ABD

Yanıt isteyen bir soru şudur; bazı ülkelerde demokrasi geriledi, haliyle otokrasi yükseldi. Bu süreç neden ve nasıl oluştu? Bu soruya yanıt vermek için ABD’yi ve Türkiye’yi örnek ülkeler olarak alalım.

ABD ve Türkiye’yi örnek ülkeler olarak aldım, çünkü bu iki ülke son yıllarda demokrasinin gerilediği ve otokrasinin yükseldiği iki ülkedir.

Daha önce bu köşede verilerle gösterdiğim gibi, Türkiye 2018’den başlayarak otokrasinin en hızlı yükseldiği ülkelerden birisidir. Uygur (8 Mayıs 2025). Gelişmiş ülkeler içinde de ABD, demokrasinin gerilediği, otokrasinin yükseldiği tek ülkedir.

ABD’de otokrasinin Trump’in şahsında yükselmesinin nedeni, ekonominin kronik açıklarla giderek tıkanması, rekabet gücünü ve tek hegemon (emperyalist) ülke konumunu kaybetmesidir. ABD sürekli dış ticaret/cari açık veriyor, sürekli bütçe açığı da gösteriyor.

ABD bu açıklarla uğraşırken, özellikle üretim teknolojisi alanında rekabette geri düşüyor. Bu bağlamda Çin en büyük rakibidir. Bunu gören Trump ve ekibi, önce 2017-2018’de, sonra 2025’te şöyle bir düşünce ile hareket ediyor.   

Gümrük vergilerini arttırarak bir yandan ithalat fiyatını yükseltir, ithalat talebini düşürürüz, diğer yandan vergi gelirlerini arttırırız. İthalat vergilerini arttırmak sorun olmaz, çünkü biz en büyük alıcıyız, monopson gücümüz var.

Böylece hem dış ticaret açığını, hem de bütçe açığını daraltmış oluruz. Bu arada ithalat talebi düşünce, içeride üretilen ürünlere talep artacak, üretimleri yükselecektir. Daha yüksek üretim, daha çok istihdam da yaratacaktır.

Senaryo, iki başka hamle ile tamamlanıyor. Birincisi, mülteci girişlerini durdurmak, var olanların en az bir bölümünü sınırdışı etmektir. Böylece yerli işgücünün istihdam oranı da  hızla yükselmiş olacaktır. İkincisi, sermayenin/kârların vergi oranını düşürmektir. Bu da yatırımları özendirecektir.

Trump’ın bu söylediklerini yapabilmesi için kendi deyimiyle “hızlı karar alıp uygulamaya” ve “engel olanları kenara itmeye” itiyacı vardır. Bu çerçevede itiraz edenleri hain ilan etmeye kadar ileri gitmiştir. Trump bu bağlamda kendisini ABD’nin kurtarıcısı ilan etmiştir. 

Trump böylece ABD’de otokrasiyi hakim kılmış, birçok kurumu çalışmaz hale getirmiş, özellikle yargı sistemine sürekli müdahale eder hale gelmiştir. Uyguladığı politikalar başarılı olmuş mudur? Trump’ın bu aşamada başarısız olduğu bellidir. Başarısızlığının en büyük göstergesi ABD’de ve dünyada yarattığı büyük belirsizliktir.

Bu belirsizliği aşağıda bir endeks ile açıklıyorum. Ama önce Türkiye’ye de bakalım. Türkiye’de ekonomi dış koşulların da yardımıyla ve birkaç sarsıntı dışında 2002’den 2015-2018’e kadar görece iyi seyretmiştir. Ancak 2018’de önemli bir kırılma yaşanmıştır.

ABD gibi Türkiye’nin de kronik dış ticaret ve cari açık sorunu vardır. Çok yüksek olmamakla birlikte kronik bütçe açığı da vardır. Kronik cari açıklar ve birlikte yaşanan kronik enflasyon, Türkiye’de dövize olan talebi hep canlı tutmuş, ülke zaman zaman kur atakları yaşamıştır.

Türkiye’nin de bir dış rekabet sorunu vardır. Yeni teknolojilerle verimlilik artışı sağlayamayan Türkiye, kronik enflasyon ile birlikte dış rekabeti sağlamak için döviz kuru artışlarına mahkum durumdadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bunu görmesi gerekir.

Verimlilik artışı sağlanamıyor çünkü hem fiziki yatırım eksikliği hem eğitim eksikliği vardır. Özellikle 2000 sonrasında dini eğitime ağırlık verilirken, teknolojik eğitim çok geri kalmıştır. Bu eğitimi alanlar da çokça yurt dışına gidiyorlar, kendilerine “giderlerse gitsinler” deniliyor.

Sistem böylece tıkanınca, 2015 sonrasında otokratik yükseliş başladı. Otokratik yönelişte yine hızlı karar alma ve uygulama söylemleri etkili olmuştur. Tıkanan ekonomiyi 2018 ve özellikle 2021’den itibaren yeni bir “model” ile açmak için ithalatı caydırıcı, ihracatı özendirici “kredi ve faiz” politikaları girişimleri görüyoruz.

Ancak bu politikalar çare olmadığı gibi, ekonomiyi giderek bir açmaza sokmuştur. Bu açmaz yoğunlaştıkça otokratik yükseliş de hızlanmıştır. 2024 sonlarından ve özellikle 2025 Mart ayından bu yana yaşananlar açmazın ve otokrasinin birlikte seyretmesidir.

Türkiye’de yargıya yapılan müdahaleler ve bilgi akışına getirilen engeller otokrasinin yansımalarıdır ve ekonominin işleyişini daha da bozmaktadır. Bunlar elbette bir çözüm olmayacaktır. Tam tersine, bunlar ekonomiye olumsuz şoklar veriyor.

ABD’de ve Türkiye’deki otokratik ortamda gözden kaçırılan önemli nokta şudur; bu ekonomiler belli bir yapı içindedirler, bazı vergilerle, kredi ve faiz politikalarıyla bu yapı kolay değişemez. Yapısal önlemler gerekir.

Bir otokratın “Ben her şeyi bilirim, yapıyı da hemen değiştiririm” demesiyle yapı değişmez. Katılımcı bir politika oluşturma düzeni gerekir.

Diğer yandan, ABD’de olduğu gibi, Türkiye’de de otokratik uygulamaların, müdahalelerin ve uygulanan politikaların ilk ve önemli etkisi yarattıkları belirsizliktir. 

Otokraside yaratılan belirsizlik

Otokrasilerde karar alma süreci tek kişinin veya dar bir grubun hakimiyetinde olduğu için uygulanacak politikalar konusunda önemli belirsizlikler yaşanıyor. Bu belirsizlikler elbette riskler de yaratıyor.

ABD’de Trump ve ekibinin kararları ile yaratılan belirsizlik tüm küresel ekonomiyi de etkiliyor. Üstelik bu kararlar birbirleriyle ve zaman içinde tutarlı da değiller. Bu tutarsızlıklar da belirsizlikler ve riskler ortaya şıkarıyor.

Bu bağlamda bakabileceğimiz bir gösterge, ABD ve belli başlı ülkeler için oluşturulan “Ekonomi Politikaları Belirsizlik Endeksidir.” Şekil 1’de 2024 yılının tümü ve 2025 Mayıs ayına kadar ABD için oluşturulan aylık belirsizlik endeksi değerleri yer alıyor.

Kaynak: Baker, Bloom ve Davis (2025)

Şekil 1’de görülen şudur. ABD’de 2024 Kasım ayına kadar istikrarlı bir politika belirsizlik endeksi var. Bu endeks, 2024 Kasım ayında Trump’ın seçimi kazanması ile birlikte bir sıçrama gösteriyor.

Ancak endeksteki asıl sıçrama Trump’ın Ocak 2025’te başkanlık koltuğuna oturması sonrasında görülüyor. Endeks, Şubat – Mayıs döneminde 2 kattan fazla sıçrıyor. Şunu söyleyebiliriz: Trump’ın kararları ve uygulamaları ekonomi politikaları belirsizliğini önemli ölçüde arttırıyor.

Bir politika belirsizlik endeksi Türkiye için de var. Ancak bu endeks 2024 yılı sonuna kadar geliyor ve üç aylık. Yani, son aylarda yaşanan otokratik kararları içermiyor.

Peki otokratik yükselişi durdurmak ve daha çok demokrasiye ulaşmak için ne yapmak gerekir? Bu soruya yanıt, başka bir yazının konusu olacak. 


Kaynaklar

Kaynak: Baker, Scott, Nicholas Bloom ve Steven J. Davis (2025) “Measuring Economic Policy Uncertainty” www.PolicyUncertainty.com

Uygur, Ercan (8 Mayıs 2025) “Türkiye ve ABD’de otokrasi”, https://t24.com.tr/yazarlar/ercan-uygur/turkiye-ve-abd-de-otokrasi,49802

                                                                   /././


DEVA Partisi lideri Ali Babacan: Sanal bahis ve kumar oynatan firmalar, şahsen Cumhurbaşkanı’nın tanıdığı, bildiği insanlar -Tolga Şardan-

"Hükümet, ‘yasa dışı kumarla, yasa dışı bahisle mücadele ediyorum’ diye bir başlık altında sunuyor. Ama bir de bunun yasal olanı var, devletin resmen izin verdiği var. Sanal bahis konusunda Türkiye’de yetkilendirilmiş altı şirket var. Öyle bir dönemdeyiz ki, sanal kumar / sanal bahisten parayı koyacak yer bulamayan çetenin banka satın almasına BDDK izin vermiştir. Yetmiyor, BDDK, bunun arkasındaki ödeme sistemlerine de izin veriyor"

DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, bir grup gazeteciyi partisinin genel merkezinde konuk etti.

Davetin gerekçesi, Kurban Bayramı öncesinde siyasette boğulan gündemden uzaklaşıp farklı konu başlığında farkındalık yaratmaktı.

Babacan’ın tercihi; son dönemde özellikle gençler arasında büyük rağbet gören yasal ve yasadışı sanal bahis / sanal kumar faaliyetleri ile madde bağımlılığı konusuna dikkat çekmekti.

DEVA Partili lideri, “Türkiye’nin gündemi o kadar yoğun ki ve bu gündem hepimizi o kadar meşgul ediyor ki, asıl büyük açılan sosyal yaralar, toplumsal sorunlar gözden kaçabiliyor” diyerek sohbete başladı.

Fazla yorum yapmaksızın Babacan’ın açıklamalarını özet şeklinde doğrudan aktarayım.

Yaygınlaşan yoksulluk: Büyük yaygınlaşan yoksulluk var. Şimdi Türkiye, genel anlamda daha yüksek refah seviyelerini yaşadı. İnsanlar, otomobile, eve daha kolay ulaşabileceği dönemleri yaşadı. Ama ardından arka arkaya yaşanan ekonomik krizler, Türkiye’nin yaşadığı refah seviyesinin altına düşmesine sebep oldu.

Gençlerin kaygısı: Özellikle gençlerimizin ekonomik sorunları kolay kolay düzelmeyecek. Türkiye’nin yeniden yükselişe geçmeyeceğiyle ilgili çok derin bir kanaat var. Bu derin kanaat, onları çok mutsuz ediyor ve umutsuzluğa sürüklüyor aynı zamanda. Çünkü belli bir yaş aralığındaki gençlere baktığımız zaman, Türkiye’nin son on yılında ekonomiyle ilgili sorunlar bir türlü çözülemediği için ‘hep böyle gidecek. Galiba bu ülke hiçbir zaman düzelmeyecek. Galiba ben bu ülkede hiçbir zaman arzu ettiğim nitelikte bir iş bulamayacağım’ kaygısı özellikle gençlerde bir içine kapanmayı, bir ümitsizliği beraberinde getiriyor.

Gençler ev genci oldu: Şöyle bir baktığımızda şu andaki gençlerimizin yaklaşık yüzde 27’si ne eğitimde ne de işte. Okulda da değiller, ama işte de değiller. Asıl istatistikleri, dünyada en çok dikkat etmesi gereken dolayısıyla iş aramaktan artık ümidini kesmiş, iş aramayan ama ailesinin mecburen yanında yaşayan “ev genci” dediğimiz bir toplum kesimi oluştu. Çünkü bu gençlerimiz, geceleri daha ağırlıklı ekran bağımlılığıyla vaktini geçiren, ama gündüz dinlenmeyi tercih eden, biraz da anne babasıyla aileyle çok da muhatap da olmak istemeyen gençler maalesef.

TÜİK’in rakamları: TÜİK’in rakamlarına ne kadar güveniriz ne kadar güvenmeyiz o ayrı bir tartışma konusu. TÜİK’in rakamlarına bile baktığımızda barınma enflasyonu yüzde 67, eğitim enflasyonu yüzde 71. Bunlar en temel ihtiyaçlar. Barınma, konut, kira gerçekten çok çok pahalı artık. Bu evlenme sayılarının azalması, hatta doğan bebek sayılarının azalması da bu barınma maliyetiyle çok çok alakalı. Genel anlamda umutsuzluk.

Evlenmeler erteleniyor: Genel anlamda ama özellikle bu artan maliyetler, gençlerimizin evlenmesiyle ilgili kararlarını ertelemesine sebep oluyor. Evlenen gençlerimizin de çocuk sahibi olmasıyla ilgili hem zamanla hem çocuk sayısıyla çok çok tereddütte bırakıyor. Bakıyoruz, Avrupa’da sekiz ülkede doğurganlık hızı bizim üzerimizde. Gelişmiş ülkeler için hep şöyle bir ifade kullanıyoruz; zengin olan zenginleşen ama yaşlanan nüfus. Türkiye’de maalesef zenginleşemeden yaşlanan bir nüfus olacak. Ekonominin iyi olduğu dönemlerde hem evlilik sayısı artmıştır. Hem doğan çocuk sayısı artmıştır. Krizlerde hem evlilik azalmıştır. Hem doğan bebek sayısı azalmıştır.

Helal kazanç unutuldu: İşsizlik, umutsuzluk, ev gençleri ve aynı zamanda Türkiye’de helalinden para kazanmanın çok zorlaşması, yani alın terinin, helal kazancının artık anılmaması, pek eskisi kadar değer bulmaması bu da son derece önemli. Bizim kültürümüzde helal kazanç diye bir kavram var. Bunun değeri kalmadı maalesef bir ülkede. Yani kim fırsatını bulup şöyle ya da böyle para kazansa, ‘bak görüyor musun, işini biliyor’ ifadesi kullanıyor. Bu fırsat eşitliğinin olmaması, fırsat eşitliği ile değil de torpille, kayırılmayla, bir şekilde belediyelere ya da hükümete yakın olarak kolay para kazanma, yaygınlaşması, fırsat eşitliği içerisinde helal kazanç mücadelesi denen vatandaşlarımızın da umudunu çok karartıyor.

Sanal bahis / sanal kumar: Bütün bunların getirdiği bir sonuç olarak sanal bahis meselesi çok çok yaygınlaşmış durumda toplumda. Hükümet, ‘yasa dışı kumarla, yasa dışı bahisle mücadele ediyorum’ diye bir başlık altında sunuyor. Ama bunu oynayanlar açısından yasa dışıyla yasal olan arasında bir fark yok. İkisi de aynı sosyal neticeyi oluşturuyor. İkisi de aynı sosyal şartların sonucu ve toplumda açtığı yaralar, benzer yaralar fark etmiyor oynayanlar açısından.

Mücadele hep yasa dışıyla. Ama bir de bunun yasal olanı var, devletin resmen izin verdiği var. Mesela yasal olanların ekranına bakıyorsunuz, bir de yasa dışında olanların ekranına bakıyorsunuz. Oyun, aynı oyun. Oynayanlar açısından fark etmiyor ki. Oynayanlar açısından o da sanal kumar, bu da sanal kumar. Sanal bahis konusunda Türkiye’de yetkilendirilmiş altı şirket var. Sanal kumar konusunda da bir firma. Ama onda da dağıtım altında verilen başka izinler var.

14 Mart’ta yapılan operasyonda bu sanal bahis / sanal kumar çetesinin, işi o kadar büyüttüğünü, adeta parayı koyacak yer bulamadığı için bir banka satın aldığını öğrendik hep beraber. Banka satın almak çok ciddi bir iştir. Öyle bir dönemdeyiz ki, sanal kumar / sanal bahisten parayı koyacak yer bulamayan çetenin banka satın almasına BDDK izin vermiştir. Yetmiyor, BDDK, bunun arkasındaki ödeme sistemlerine de izin veriyor. Ödeme sistemi de çok ciddi bir iştir. Şimdi bunun kime izin verilir, kime izin verilmeyecek çok hassas terazilerden geçmesi gerekir.

BDDK’nın denetleme gücü var: Ve, her iki yöntemde de dikkat edin, hükümetin yaptığı bir şey yok. Yargı harekete geçiyor. Yargının kolluğa verdiği talimatla başlatılan operasyonlar. Halbuki bunların denetlemesiyle ilgili BDDK’nın denetleme gücü var. Denetlemesi lazım.  Devletin diğer ilgili düzenleme ve denetleme kurumlarının düzenleme yetkisi var, daha yargıya gelmeden önce. Hükümetin bu izinleri verdiği gibi izinleri iptal etme yetkisi var. Hükümet niye harekete geçmiyor? İnanın, tamamen bir sahipsizlik var, bir kontrolsüzlük var. Rakamlar çok çok büyümüş durumda. Özellikle vurgulamaya çalıştığım şu; evet yasa dışıyla tabii ki hem idarenin yani hükümetin mücadele etmesi gerekiyor. Yargının da mücadele etmesi gerekiyor.

Kumarhaneler neden kapandı?: Eğer toplumsal yaraysa, eğer bu bağımlılık gerçekten kötü bir şeyse, 1998’de Türkiye’de kumarhaneler bunun için kapatıldıysa, peki yıllar sonra siz niye bu işi bu kadar kolay hale getiriyorsunuz? Niye yasal ve kolay erişebilir hale getiriyorsunuz? Niye her bir cep telefonu içerisinde bir kumarhane açıyorsunuz? Şimdi her bir cep telefonu içerisinde kumarhane var. Şifreyi bilen, 18 yaşının üzerinde olmak zorunda değil. Şifreyi bildiği anda 18 yaşının altına da girebilir. Yüzlerce kumar makinesi var. Madem, kumar büyük bir toplumsal yara. Madem, 1998’de bu yasaklandı, yasakları kolayca ulaşılabilmesi engellenir.

Nas ayetinde kumar da var: İnsanlar gidip kolayca ulaşmasın diye kumarhaneleri kapatan bir ülkede, bu kadar kolay bir kumara ulaşmak, bu kadar kolay bir şekilde sanal başlıkta sanal kumara ulaşmak gerçekten bu hükümetin söylemleriyle de tam ters düşüyor. Tam ters düşüyor. Sayın Erdoğan ne diyor? Faizden bahsederken ‘Nas var’ diyor. Ama o ayete baktığımızda, aynı ayette kumar da geçiyor. Yani sadece faiz değil kumar da geçiyor. Peki bir yandan ‘nas var’ deyip ‘faizle ben mücadele edeceğim asla vazgeçmeyeceğim’ diyor ama kumardan hiç bahsetmiyor.

Bizzat tanıdığı firmalar: Kendi isim verdiği ve bizzat tanıdığı firmalarla oynatılıyor. Tek tek bildiği firmalar o altı tane sanal bahis lisansları. Sahibi olan firmalar da tek tek şahsen bildiği insanlar. Bu bir tane lisans verdiği sanal kumar oynatan da şahsen bildiği tanıdığı insanlardan. Burada büyük bir çelişki de var. Yani muhafazakarlık iddiasıyla yönetimde olan, dinimizin kutsallarını sürekli günlük siyasetle ifade eden bir iktidarın döneminde sanal kumar / bahis sitelerin bu kadar yayılması gerçekten büyük bir büyük bir tezat. Hiçbir tutarlılığı da yok açıkçası.

Uyuşturucu kaçakçılığı: Uyuşturucu bağımlılığında Türkiye, maalesef dünyada uyuşturucu ticaretin çok önemli bir merkezi haline geldi. Bu yanlış. ‘Bu işte para var. Birileri para kazanıyor. Bu paraları biz niye başkalarına kaptıralım? Bir de para kazanıyorsa bu para ya Türkiye kazansın’ demek yanlış. Hükümeti uyarıyorum. Yanlış. Çünkü bu işin trafik merkezi haline geldiğiniz zaman 86 milyon nüfusunuz buna kolay erişir. Kolay ulaşır. Yani Latin Amerika'da bir uçağa el konuluyor. İçinden uyuşturucu çıkıyor. Nereden geliyor? Nereye gidiyor? Türkiye. Akdeniz’in sahilinde bir gemiye el konuluyor. İçinden uyuşturucu çıkıyor. Nereden geliyor? Nereye gidiyor? Türkiye.

Ne kadar denetleniyor, emin değiliz: Biz öncelikle yasakçı bir zihniyetine karşıyız. Toplumsal zararları, bireysel zararları konusunda çok açık tespit edilen hususlarda da devletin ulaşmayı zorlaştırma gibi bir görevi var. Tam da bahsettiğiniz gibi izin verme ve denetleme izinsiz yapanlara karşı yaptık. Mesela illaki olacaksa çeşitlerini sınırlı tutarsın. Bir de arkasındaki bunların algoritmaları çok önemli yani. Bunlar ne kadar denetleniyor, sanal olanı bile ne kadar denetleniyor emin değiliz. Yani ama siyasi iradenin yapacağı iş var. Siyasi irade kural koyacak. Kurumları güçlü tutacak. Ve çok geniş bir siyasi çerçeve çekecek. Az önce bahsettiğim gibi sanal kurma, sanal bahis konusunda bir çerçeve çekecek. Bu çerçeve de düzenlemeyle olacak. Ondan sonra karışmayacak siyasi irade.

İmtiyaz ihaleyle verilir: ‘Ben bu sanal bahis izni de bu arkadaşıma vereyim, öbürüne vermeyeyim, o para kazansın.’ Şimdi hükümetler bunu seviyor ama yanlış işler. Burada da fırsat adaleti olması lazım. Fırsat eşitliği olması lazım. Mesela tek bir sanal kumar firmasına izin verildi. Bu bir lisanstır. Bu bir ayrıcalıktır. Bu bir imtiyazdır. Ve, bu imtiyaz bedava verilmez. Böyle bir imtiyaz vereceksen, dersin ki ‘ben böyle bir imtiyaz vereceğim.’ Tanımlarsın. İhaleye çıkarsın. Kim daha çok para verirse, devlete ona o imtiyazı sağlarsın. ‘Hiçbir karşılığı almadan, hiçbir bedel almadan sana bu izni verdim’ Böyle bir şey yok. Olmaz. Yanlış.

Spor camiası içinde: Karışık bilgiler geliyor. Maalesef, spor camiasını da biraz içine çeken. Oradaki bazı kirli ilişkilere de bir bakıma yol açan. Böyle karışık ve kirli bilgiler geliyor. Buradaki paraya teknik olarak kayıt dışı diyemiyoruz. Çünkü paranın hepsi elektronik ortamda dolaşıyor. Kayıtlı para. Yasa dışısı da var. Şimdi yasa dışısında bile üniversite öğrencilerinin banka hesapları kullanılıyor. Yani kayıt dışı dediğimiz nakit daha çok o gayrimenkul ile alakalı. Gayrimenkul ile alakalı.

Halil Falyalı konusu: Konu, aslında sadece orada kalmadı, birkaç hafta önce Hollanda’da bir infaz gerçekleşti. Hepsini beraber, evet. Bu olanları hayretle izliyorum. Çünkü bu olanlarla ilgili Türkiye içerisinde bağımsız bir yardım süreci işliyor mu işlemiyor mu bilmiyorum mesela. Bu kadar değil mi? Dünya her yerden oynuyor artık. Bütün dünyaya afiş olmuş konular bunlar. Sadece kendi içimizdeki meseleler değil. Avrupa’nın ortasında infazlar yapılıyor ve bağımsız bir yardım süreci işliyor mu işlemiyor mu bilmiyorum. Yani bu konunun muhatabı olan, bu konuyla ilgili bir sürü isim var. Ama onlardan kamuoyunun tatmin edici açıklamalar, izahlar geliyor mu gelmiyor mu bilmiyorum.

                                                                  /././

Bilmek ve anlamak arasındaki fark -Mine Söğüt-

Sokakların gücünden, muhalefetin enerjisinden ve güzel günler göreceğimizden emin olamaktan vazgeçelim...

Sorunlu durumları görüyoruz, biliyoruz ama bu olan biteni anlamamıza yetmiyor.

Anlamak için meseleyi her açıdan düşünmek, taraf olmadan analiz etmek ve çıkan sonucu kişisel beklentilerimizden bağımsız bir şekilde değerlendirmek gerekiyor.

Gerçeği anlamak değil kendi fikrini, inancını doğrulamak için düşünen insanın kararları ve tercihleriyle dönen şu dünyada şikâyet edilen düzenin aynı zamanda şikâyet edenler tarafından inşa edildiği paradoksunu masaya yatırmadığımız sürece başka bir dünya hayal edemeyiz.

Mevcut gündemden yola çıkarsak… Hadi, İzmir meselesine bir bakalım.

Uzun uzun sendikanın niyetini tartışalım. Belediyenin tavrını sorgulayalım.

Kimimiz “Bu bir hak hukuk ve eşitlik meselesidir” desin kimimiz olayı “İzmir Belediyesi’ne karşı bir iktidar provakasyonu” olarak değerlendirsin.

Kimimiz belediye başkanını ve CHP’yi yuhalasın, kimimiz sendikalı Kürtlere “O zaman git o maaşı DEM partili belediyeden iste bakalım veriyor mu?” desin.

Sendikaya küfredenlerimiz de olsun, onlara methiyeler düzenlerimiz de. Birileri sendikadan istifa etsin, birileri belediye başkanına 'grev kırıcı' diye hakaret etsin.

Bu arada Kemal Kılıçdaroğlu’nu da tartışalım. Yeniden partinin başına gelmeye çalışacak mı çalışmayacak mı? Şerefli mi şerefsiz mi? Böyle bir şeye izin verir miyiz vermez miyiz?

Bu arada AK Parti'nin sinsiliği, DEM’in gizli niyetleri, MHP’nin hesapları üzerine akıl yürütelim.

'Kanal İstanbul’u yaptırmayız' diye sokaklara dökülelim. “İstabul Sözleşmesi yaşatır” diye sloganlar üretelim. “Gezi onurumuzdur” diye ısrar edelim. Eylemci gençlerin cesaretiyle övünelim. Ve ısrarla güzel günler göreceğimizi söyleyelim.

***

Başımıza gelenlerin adını tam olarak koymadıkça ne o hayal ettiğimiz güzel günleri görebiliriz ne de bu gemi azıya almış hukuk tanımaz iktidarı alaşağı edebiliriz.

Umudu kaybetmemek adına kendimizi yeterince kandırdık. Ve gasp edilen hukuku hukuksuzların elinden nasıl geri alacağımızı hala bilmiyoruz.

Seçim olacak, o seçimleri kazanacağız, sonra devletin içine sızmış karşı devrimcileri ayıklayacağız, suçluları yargılayacağız, hukuku toparlayacağız, üniversiteleri kurtaracağız, medyayı bağımsızlaştıracağız, sağlığı toparlayacağız, ekonomiyi düzenleyeceğiz, dış ilişkileri baştan kuracağız, iç ilişkilerde sulhu sağlayacağız…

Bu mu hedefimiz?

Muhalefetin kahraman olarak parlattığı kimsenin kahraman mahraman olmadığını defalarca deneyimlememişiz gibi.

Şu kaotik durumda bile yanlış nedir, doğru nedir anlaşamadığımızı görmüyormuşuz gibi.

İktidarın ekonomik çöküş, iç hesaplaşmalar, ayyuka çıkan yolsuzluklar ya da kirli ilişkiler yüzünden tahtının sarsılmadığını anlayacak kadar tecrübe yaşamamışız gibi.

Her şeyin satılık olduğu bir dünyada epeyce para eden bu toprakların üzerine özenle kurulmuş bir cumhuriyetin başına gelebilecek ne varsa sırasıyla tek tek geldiğini idrak edemiyormuşuz gibi.

***

Cumhuriyet kendisini hukukla koruyamadı. Ama karşı devrimciler cumhuriyeti gasp ettikleri bir hukukla etkisiz hale getirmeyi becerdiler.  Ve biz hala ipteki cambazı seyrediyoruz. Muhaliflerini seri bir halde tutuklamaya başlayan ve üstüne üstlük bunu bir de görsel şova dönüştüren bir iktidar…

Bu duruma alkış tutan, tezahürat yapan bir basın...

Olan biteni öğrenilmiş bir çaresizlikle seyreden ve sıranın bundan sonra kimde olduğuna dair bahis oynamaya geçen insanlar…

Çocuklarını ülkeden kaçırmaya çalışan ebeveynler…

Yarınını göremeyen işçiler, memurlar, emekliler…

Ve belli ki bir daha asla demokratik bir seçim yüzü göremeyecek olan bir ülke.

Elimizdeki kartlara doğru dürüst bakmadan kurduğumuz tüm oyunların boşa gideceği aşikâr.

Muhalefetin dilini bile kendi lügatından seçtiği kelimelerle oluşturan bir iktidarın elinde oyuncak olduğunu görmeyen bir isyan, aslen boyun eğiştir.

Kendi özgün ve beklenmedik, sarsıcı ve tekinsiz dilini oluşturamayan ve iktidarın pervasızlığını zerre kadar dizginleyemeyen muhalefet de aslen dilsizdir.

Geldiğimiz oyunlar ve kuramadığımız oyunlar arasında sıkışıp kalmış bir öfkeyle birbirimize saldırdığımız şu günlerde… Lütfen artık “Bugün seçim olsa hiç oy alamazalar…” demesin kimse. Bu düzeni gençler değiştirecek diye çocuklara yüklenmeyi bıraksın herkes. Sokakların gücünden, muhalefetin enerjisinden ve güzel günler göreceğimizden emin olamaktan vazgeçelim.

İşçi ücretleri önemlidir. Sendikaların talepleri kıymetlidir. İşverenin sorumlulukları nettir. Yine de bunları tartışırken sadece sonuçtan yola çıkarak bir hükme varamayız. Olayı bu noktaya getiren sürece de mercek tutmak gerekir. Hangi tarafta olursak olalım tuttuğumuz tarafın niyetlerini ve tutumlarını adil bir şekilde okumaya çalışırsak toslayacağımız şeyler hiçbirimizin hoşuna gitmez.

Ama gördüklerimizle yüzleşmek ve itirazı o temelden yeniden yükseltmek, hareketin topa olduğu bir ahlakta hep birlikte diretmek köprüden önceki son çıkış olabilir.

Gerçekten o köprüden çıkmak istiyorsak tabi…

                                                                   /././

T-24


BİRGÜN " Köşebaşı + Gündem" -5 Haziran 2025-

Huzur adası mı, kara para yuvası mı?-Gözde Bedeloğlu-

KKTC Başbakanı Ünal Üstel, TC İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın katılımıyla açılışını gerçekleştirdiği Göç Yönetim Merkezi’nin devreye girmesiyle, adanın kuzeyinde artık kaçak öğrenci ve kaçak işçinin olmayacağını söyledi. Üstel, hedeflerinin KKTC’yi Ortadoğu’nun en huzurlu en güvenli, suç oranı en düşük ülkesi yapmak olduğunu belirtti. Kuzey Kıbrıs’ta Ocak ayından itibaren basına yansıyan beş farklı silahlı saldırı olayı gerçekleşti. Hava ve deniz limanlarındaki güvenliği sağlayamadığı için hükümeti eleştiren muhalefetteki Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Milletvekili Sami Özuslu, Kuzey Kıbrıs’ta ithal tetikçi dönemi başladığını ve ülkenin organize suç örgütlerinin hesaplaştığı bir alana dönüştüğünü söyledi. Silahlı saldırı sonucu Girne’de öldürülen Halil Falyalı’nın kara kutusu olarak bilinen Cemil Önal, koruma altında bulunduğu Hollanda’da, Kıbrıslı gazeteci Ayşemden Akın’la konuşmuş ve kara para trafiğinin Falyalı’nın ölümünden sonra da devam ettiğini anlatmıştı. Türkiye’den bazı bürokrat ve siyasetçilerin rüşvet aldığını, kendilerine ait şantaj kasetleri olduğunu söyleyen Önal’ın iddialarını yayınlayan Ayşemden Akın ölüm tehdidi aldı ve birkaç gün sonra da Cemil Önal öldürüldü. Talebine rağmen gazeteci Akın’a hala yakın koruma verilmiş değil.

KKTC KUMARHANE SAYISINDA DÜNYADA LİDER

Tetikçilerin rutin bir şekilde gelip cinayet işleyebildiği Kuzey Kıbrıs, Başbakan Ünal Üstel’in, coğrafyanın suç oranı en düşük ülkesi yapma hedefine hiç de yakın görünmüyor. Bunun yanında ülke, yasa dışı bahis ve kara para aklamanın önemli merkezlerinden biri olarak anılmaya devam ediyor. KKTC hükümeti, adadaki otuzdan fazla kumarhaneyi az bulmuş olacak ki, sayıyı artıracak yeni bir yasayı dün gece yarısı meclisten geçirdi. ‘Şans Oyunları Değişiklik Yasa Tasarısı’ ile yeni ‘şans oyunu salonu’ izni verilmesindeki sınırlama kaldırılıyor, ruhsat süresi 3 yıldan 10 yıla çıkarılıyor. Şehir merkezlerine kumarhane açma yasağı kaldırılıyor. Okullara en az 500 metre mesafe şartı 100 metreye düşürülüyor. 750 yatak kapasiteli her 5 yıldızlı otele kumarhane açma izni veriliyor. KKTC vatandaşlarının casino giriş yasağı fiilen kaldırılıyor, 50 Euro idari para cezası getiriliyor. Kumar gelirlerinin turizme ayrılan payı yüzde 70’ten yüzde 53’e düşürülüyor. Kara para aklama, bilgi saklama, kayıt tutmama gibi suçlarda hapis cezası yerine 5 bin Euro idari para cezası öngörülüyor. Yürürlükten önce onaylanmış yaklaşık 30 tesis de casino izni alabilecek. CTP Milletvekili Sami Özuslu, hükümet tarafından açıklanmadığı için KKTC nüfusunun bilinmediğini hatırlatmakla birlikte kuzeydeki aktif kumarhane sayısının 33 olduğunu açıkladı ve dünyanın farklı ülkelerinden örnekler vererek durumun vehametini ortaya koydu. 9 milyon nüfusa sahip İsviçre’de 20, 5,5 milyon nüfusu olan Norveç’te 7, 10 milyon nüfusu olan Yunanistan’da 8 kumarhaneye izin verilmiş. 84 milyonluk Türkiye’de ise hiç kumarhane yok.

KARA PARA AKLAMADA CASINO KOLAYLIĞI

CTP Milletvekili Doğuş Derya, yasa tasarısına dair KKTC meclisinde yaptığı konuşmada, eski CHP Milletvekili ve Birgün yazarı Fikri Sağlar’ın 1997 yılında TBMM’de vermiş olduğu bilgileri hatırlattı. Sağlar, o dönemde kumarhanelerin kara para aklama aracı olarak kullanıldığını ve bu yöntemlerin yıllar içinde Türkiye’den Kıbrıs’ın kuzeyine taşındığını aktarmıştı. Çünkü Türkiye, KKTC’nin aksine, uluslararası hukuk ve denetim mekanizmalarının içinde bir devletti. KKTC hükümetinin, hali hazırda 33 olan kumarhane sayısını ikiye hatta belki üçe katlayacak yasa tasarısı genel kurulda oylandı. Yasadışı faaliyetlerden elde edilen gelirlerin yasal olarak elde edilmiş gibi mali sisteme sokulmasının amaçlandığı para aklamada casino&kumarhaneler, diğer pek çok yöntemin yanında sıklıkla kullanılan aracılar arasında yer alıyor. Büyük miktarda paralar kumarhanelerde fişlere çevrilebilir, kumar oynanabilir ve kazanç olarak gösterilebilir. Bildirim yükümlülüğü olmayan ülkelerde yüksek miktardaki yasa dışı nakit para casino çeklerine dönüştürülüp sonrasında istenildiği zaman çekilebilir veya transfer edilebilir. Ana muhalefet partisi CTP ile UBP-DP-YDP koalisyon hükümeti arasında mecliste sert tartışmaların yaşanmasına neden olan yasayla ilgili olarak sol parti ve örgütler de bir bildiri yayınlayarak tepki gösterdi. Kıbrıs’ın kuzeyini açık bir suç merkezine dönüştürecek olan yasa tasarını reddederek hali hazırda faaliyette olan tüm kumarhanelerin ülkeden sökülüp atılmasını talep ettiler.

‘PARANIN KAYNAĞINI SORMAM GEL’ KANUNU

KKTC hükümetinin, ekonomiyi canlandırmak ve vergi gelirlerini artırmak amacıyla meclis gündemine taşıdığı bir diğer tartışmalı konu ise ‘Yurt Dışındaki İtibari Paraların Ekonomiye Kazandırılması Hakkında Yasa Tasarısı’. Tasarıya göre, yurt dışında bulunan döviz ve/veya Türk Lirası cinsinden finansal varlıklarını KKTC’ye getiren birey ve şirketlere belirli avantajlar sunulacak ve bu yolla devletin vergi gelirlerinin artırılması sağlanacak. Tasarıya dair yapılan eleştirilerin başında, yurt dışındaki kaynağı belirsiz paraların KKTC üzerinden sisteme sokulabilecek olması geliyor. Çünkü yasaya göre, yüzde 3 oranındaki vergisinin ödenmesi koşuluyla para suç geliri olmaktan çıkıyor ve kaynağı sorgulanmıyor. 2020 yılında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çağrısıyla ‘varlık barışı’ uygulaması başlatılmış ve yurt dışından getirilen TL, döviz, altın vb. varlıkların herhangi bir vergi ödemeyerek sisteme dahil edilmesi sağlanmıştı. Gerçek ve tüzel kişilerin yararlanabileceği uygulamada, söz konusu varlıkların Türkiye’ye getirilebilmesi için vergi mükellefi veya TC vatandaşı olma zorunluluğu da bulunmuyordu. Türkiye'deki banka veya aracı kurumlarda açılacak bir hesaba transfer edilmesi veya fiziki olarak Türkiye'ye getirilmesi halinde varlıkların ülkeye getirilme şartı sağlanmış olacak, gelir veya kurumlar vergisine tabi tutulmayacağı gibi bildirim sonrasında da istenildiği gibi serbestçe kullanılabilecekti.

TÜRKİYE İÇİN YENİDEN GRİ LİSTE RİSKİ

Türkiye 2021 yılında, kara paranın aklanması ve terörizmin finansmanını engellemede eksikleri olduğu gerekçesiyle Mali Eylem Görev Gücü (FATF) gri listesine alındı. Bunda ‘varlık barışı’ düzenlemesinin etkili olduğu düşünülüyor. 2024 yılında, Türkiye’nin FATF gri listesinden çıkışını ‘başardık’ mesajıyla duyuran ilk kişi Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek oldu. Ülke, AKP döneminde gri listeye girmemiş gibi, çıkışı mutlulukla karşılandı ve AKP’nin başarı göstergesi olarak sunuldu. Bu gelişmeyle birlikte uluslararası yatırımcıların, Türkiye'nin finansal sistemine olan güveninin güçleneceği vurgulandı. Gri listede olmak, ülkeye yabancı yatırımı çekebilmek açısından elbette sıkıntı yaratan bir durum. Aynı şekilde bankacılık işlemerini de olumsuz etkiliyor. Kuzey Kıbrıs’ta gündemde olan yasa tasarısı, yurt dışındaki kaynağı belirsiz paraların KKTC üzerinden sisteme sokulmasını sağlayarak yeni bir gri liste riski doğuruyor. Kıbrıs’ta yayın yapan Kanal T’de gazeteci Damla Dabis’e konuşan Bankalar Birliği Başkanı Olgun Önal, uluslararası mali denetim mekanizmalarının dikkate alınmamasının ülkeyi gri listeye döndürme riski taşıdığını söyledi ve KKTC hükümetini uyardı. Önal, Türkiye finans sisteminin bir parçası olduklarına da dikkat çekerek, KKTC’de yaşanacak olası bir yasal boşluğun ya da denetim zafiyetinin Türkiye’yi de dolaylı olarak etkileyebileceğini belirtti. Olgun Önal’a göre bu yasa sadece KKTC’de yerleşik olan, vergi mükellefi gerçek ya da tüzel kişileri kapsamalı. Önal ayrıca, suç gelirlerinin aklanmasının önlenmesi yasasında belirtilen düzenlemelere göre hareket edeceklerini ve bankaların o yasa çerçevesinde uygun bulmadıkları hiçbir parayı kabul etmeyeceklerini söyledi.

AKP destekli KKTC hükümetinin, Türkiye’yi yeniden gri listeye alabilecek bu hamle ile amaçladığı eğer devletin boş kasasını doldurmak ise astarı yüzünden oldukça pahalıya gelecek bir işe kalkışmışa benziyorlar. Kara para merkezlerinden biri haline gelen KKTC, bu yeni yasal düzenlemelerle, egemen devlet olduğuna kimseyi inandıramadığı dünyada daha da gri bir alana düşecek. Hükümet dediği gibi, Kuzey Kıbrıs’ı bölgenin en huzurlu en güvenli ülkesi mi yapacak, yoksa baştan ayağa kumarhanelerle doldurup kaynağı belirsiz paraların aklanmasına aracılık mı edecek karar vermeli. Bütün bunlar, küçük bir ülke için çok büyük çelişkiler.

                                                            /././

Belediyeler ve iktidarlar -Şükrü Aslan-

Doktora tezimi yazdığım 1990’lı yılların sonlarında değişik kentlerin eski-yeni belediye başkanlarıyla ilgili okumalar yapmıştım. Özellikle 1980 öncesi İstanbul, Ankara ve İzmir il-ilçe-belde belediye başkanlarının deneyimlerini anlamak üzere başkanların bir kısmıyla söyleşi yapma imkânım da olmuştu. 2000’li yıllara sarkan bu araştırmalar, Türkiye’de belediyecilik öyküsünün ilgi çekici niteliklerine işaret ediyordu. Bunların başında da belediye başkanlarının merkezi iktidarlarla yaşadıkları ve kimi zaman hizmet üretmelerini zorlayan gerilimler geliyordu. Yine de bu gerilimlerin bir sınırı vardı ve bir tür ‘düşmanlık’ aşamasına genellikle varmamıştı.

İstanbul’un Yakacık Belediyesi Başkanı Bayram Demirkol CHP’liydi, sınırının diğer yanında bulunan Gülsuyu Mahallesi’nde sosyalist gençlerin gecekondu girişimlerine maddi-manevi pek çok destek sağlamıştı. Ama dönemin en sağ partisi MHP Başkanı Alpaslan Türkeş’in ‘yazlık evi’ Yakacık’taydı ve bu bir sorun olmamıştı. Maltepe Belediye Başkanı Yalçın Kızılay’ın ‘gecekonduları yıkmakla görevli’ ekibi de dâhil, bürokratlarının büyük kısmı, yasal olmayan gecekonduların sahibiydi ama bu durum Başkanı görevden almak için gerekçe olmamıştı. Kâğıthane Belediye Başkanı Celal Altınay, ellerindeki kamu arazisini hükümetin türlü engellerine rağmen, konut yapmak üzere çoğu göçmen gruplardan ihtiyaç sahibi Kâğıthanelilere düşük ücretlerle satmıştı. Elbette eleştirildiği, suçlandığı olmuştu ama mesela görevine son vermek için bir tür bahane yapılmamıştı.

∗∗∗

Muhalif belediye başkanlarının merkezi hükümetlerle türlü dertleri vardı ve genelde münakaşa halinde oluyorlardı. Hatta bazıları doğrudan merkezi hükümetin en radikal muhalifleriydi. Vedat Dalokay’dan Fikri Sönmez’e kadar geniş bir yelpaze oluşturan bu başkanlar dönemin literatüründe Halkçı Başkanlar olarak yer almıştı. Bazen bu başkanların muhalefeti bazen çok sert olabiliyordu. Mesela Vedat Dalokay, darbe ile iktidara gelip kıyım yapan generalleri protesto etmek için, Türkiye hükümetini de sıkıntıya sokmayı göze alacak şekilde Şili Büyükelçiliği’nin suyunu kesmiş, yine de görevden alınması söz konusu olmamıştı. Muhalif başkanların hapishane ile tanışması ise daha istisnai bir durumdu ve 1980 askeri darbesiyle mümkün olmuştu. O dönem herkesin hapishaneyi tanıma ihtimali vardı, başkanlar da bundan muaf değildi.

Sonraki yıllarda bu geleneğe uygun başka belediyecilik uygulamaları ortaya çıkmış ve yine merkezi hükümetlerle türlü gerilimler yine yaşanmıştı. Refah Partili Kâğıthane Belediyesi bunun bir örneğiydi. CHP’li Başkan Mahmut Özdemir hayatını kaybedince, 1992’de yeni seçim yapılmış ve belediye yönetimi Refah Partili Arif Calban’a geçmişti. İBB Başkanı, bakanlar, başbakan ve cumhurbaşkanı Refah Partili değildi. Dolayısıyla belediye merkezi yönetimle çeşitli sorunlar yaşamıştı. Buna karşılık parti kamuoyu ve Kâğıthaneli muhafazakâr aileler belediyenin başarısı için adeta seferber olmuşlardı. Böyle olunca Kâğıthane Belediyesi hızla başarılı belediyelerden biri olmuş ve o rüzgâr ile 1994 yerel seçimlerinde sadece Kâğıthane’de değil, İstanbul’da da partinin belediye seçimlerini kazanmasını sağlamıştı. Arif Calban, AKP iktidarının ilk örneğinin 1992-1994 yılları arasında Kâğıthane’de kurulduğunu söylemişti.

                                                                  ***

Ne var ki bu gelenek 2019 yılı yerel seçimlerinde büyük ölçüde kırıldı. Gerçi muhalif belediyelerin merkezi hükümetin engellerine takılacağı en baştan belliydi ki “topal ördek” benzetmesi bizzat Cumhurbaşkanı tarafından yapılmıştı. Bu yüzden zor bir belediyecilik süreci onları bekliyordu. Bununla birlikte her biri son derece yaratıcı kamusal hizmet araçları üreterek özellikle pandemi koşullarında ülkenin nefes alma araçları olmayı başardılar. Aralarındaki dayanışma araçları ile imkân ve kapasitelerini en üst seviyeye çıkardılar. Üstelik merkezi iktidarla polemik bile yapmadan ilerlediler. Ne var ki Türkiye’nin de daha önce hiç tecrübe etmediği kadar sert şekilde merkezi hükümet engelleriyle karşılaştılar. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu başta olmak üzere pek çok Belediye Başkanının maruz kaldığı adeta düşmanca muamele, 12 Eylül 1980 askeri darbe dönemi hariç, gerçekten ilk kez yaşanıyor.

                                                                /././

Sanayide teknoloji odaklı kalkınma hamlesi konuşma zamanı...-Güldem Atabay-

Son bir haftada açıklanan makroekonomik veriler bize uygulanan programın etkileri, yarattığı maliyet ve başarısı hakkında daha net bir resim sunuyor.

Türkiye ekonomisinde çeyrekten çeyreğe büyüme 2024’ün son üç ayında %1,7 iken 2025 ilk çeyrekte belirgin şekilde yavaşlayarak %1,0’e geriledi. Önceki çeyreğe göre tarım sektöründeki %2,8 daralma, imalat sanayiindeki zayıf %0,1 büyüme Şimşek programının reel sektöre etkileri açısından ayna tutucu. Diğer yandan önceki çeyreğe göre inşaatın %2,2 büyümesi ve hizmetlerin %0,8 artması da kaynak kullanım alanlarını yansıtıyor.

Geniş tanımlı işsizlik nisan ayında önceki seviyesi %28,8’den %32,2’ye çıktı. Neredeyse her üç kişiden birinin işsiz, iş bulmaktan ümitsiz kenara çekilmesi anlamına geliyor. Çalışabilir nüfustaki aylık artışa rağmen (+43bin) hem işgücünün (-114bin) hem de istihdamın (-316bin) azalması manşet işsizlik oranını da %8,0’den %8,6’ya fırlamış görünüyor.

14 aydır daralma bölgesinde seyreden imalat sanayi PMI endeksi mayıs ayında 47,2’ye inerek küçülme eğilimini sertleştirdi.

Tüm bu rakamların anlattığı gerçek, Şimşek politikaları eşliğinde enflasyondaki yavaş ve sınırlı düşüşün, emekçi kesimler ve sanayi sektörü üzerindeki baskıyı giderek artırdığı. Buna karşın kamu, inşaat ve finans sektörleri bu bedeli eşit biçimde paylaşmıyor.

2023’ten bu yana uygulanan faiz artışları ve kredi kısıtlamalarıyla iç talep daraltılmakta, Türk Lirası’na reel değer kazandırılarak enflasyonun bu yolla baskılanması hedefleniyor. Ancak neredeyse iki yıla yayılan bu süreçte, kamu harcamalarının verimliliğini artırmaya dönük ciddi bir adım atılmadı.

Bu program çerçevesinde, normal şartlarda büyümenin itici gücü olması gereken sanayinin GSYH içindeki payı 2023’ün ilk çeyreğinde %25,3 iken, 2025’in ilk çeyreğinde %19,2’ye kadar geriledi. Aynı dönemde tarımın payı %2,6’dan %2,2’ye düşerken, inşaatın payı %5,4’ten %6,2’ye yükseldi.  Kamu harcamalarının payı da %13,6’dan %15,5’e yükseldi.

Birçok iktisatçının yerinde tespitiyle, Türkiye ekonomisi bugün “yağ değil, kas eriterek” zayıflayan sağlıksız bir sürecin içine sürüklenmiş durumda. Oysa istikrar programlarının asıl amacı, üretimi artırarak halkın refahını kalıcı biçimde yükseltmek olmalı. Ancak mevcut durumda, Mehmet Şimşek’in finansal piyasa odaklı programı bu temel hedefi ıskalayarak ağır toplumsal ve ekonomik maliyetler yaratıyor.

Son dönemde başta büyük sanayi ve ticaret odaları olmak üzere reel sektörden gelen uyarılar ve şikâyetler, bu “kas kaybı”na dair ciddi bir tepkiyi yansıtıyor. Cari değeri 1,4 trilyon dolara ulaşan Türkiye ekonomisine karşılık, yalnızca 30 milyar TL’lik Kredi Garanti Fonu desteği ilanı eleştirileri dindirmeye yetmeyince, Sanayi ve Teknoloji Bakanı da kamuoyunun karşısına büyük isimli bir “Türkiye Yüzyılı Kalkınma Hamlesi” ile çıktı.

Ancak bu “hamle”, küresel ticaretteki kalıcı bölünmeler, yapay zekânın doğurduğu riskler ve fırsatlar ile iklim krizinin çerçevesi içinde Türkiye reel sektörünün nasıl dönüşeceğine dair hiçbir somut çözüm sunmuyor. İstihdamın nasıl korunacağı, çalışana nasıl beceri ekleneceği ya da üretimin değer yaratarak nasıl sürdürülebilir kılınacağı konularında elle tutulur bir yaklaşım yok. Söz konusu öneri, ciddiyetten uzak bir şekilde yalnızca ucuz kredi vaadinin ötesine geçemiyor.

Oysa Türkiye’nin gerçek bir ekonomik sıçrama yapabilmesi için, sanayi odaklı bir kalkınma hamlesinin dar ve vizyonsuz “ucuz kredi” anlayışından kurtulması şart. Bu hamle, teknoloji ve dijitalleşme merkezli yeni bir sanayi politikası olarak kurgulanmalı. Sadece makroekonomik istikrar önlemleriyle yetinilmemeli; bunun ötesinde beşerî sermayeye yatırım yapılmalı, her çocuğun erişebileceği kaliteli kamu eğitimi sağlanmalı, hukukun üstünlüğü tesis edilmeli. Ayrıca, hedef/ürün/değer zinciri/lojistik odaklı çağdaş bir teşvik sistemi kurulmalı. Bütün bu yapı, iklim yasası çerçevesinde teknoloji odaklı sanayi odaklı kalkınmayı, refahın yeniden paylaşımını destekleyecek şekilde tasarlanmalı.

Sadece 19 Mart’tan bu yana yaşananlara değil, 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ne geçişten beri her alanda sürekli aşınan kurumsal kapasiteye bakıldığında bile, insan hayatına doğrudan dokunacak bu gerekli dönüşümün mevcut iktidar kadroları eliyle gerçekleşmesinin imkânsız olduğu açıkça görülüyor.

                                                                /././

Sorumlu yapay zekâ talebi -Özgür Gürbüz-

Yapay zekânın yan yana gelmediği konu yok, kaçmak mümkün görünmüyor ve kaçmak isteyen de yok gibi. O zaman sorumlu yapay zekâ kavramına hoş geldiniz.

    Fotoğraf: Hamburg Sustainabiality Conference

Günümüzde yapay zekanı yan yana gelmediği konu yok. Hamburg’taki Sürdürülebilirlik Konferansı’nda (Hamburg Sustainability Conference) ise yapay zek beş farklı kelimeyle yan yana getirildi: İnsanlar, gezegen, refah, barış, ortaklık. Yapay zekadan kaçmak mümkün görünmüyor ve kaçmak isteyen de yok gibi. O zaman sorumlu yapay zeka kavramına hoş geldiniz.

Sorumlu Yapay Zeka kavramının bu beş bileşeniyle bizleri Sürdürülebilir Gelişme Hedefleri için Yapay Zeka başlığını taşıyan Hamburg Deklarasyonu oldu. Sorumlu yapay zeka talep eden ilk küresel deklarasyona aralarında Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, Almanya Çevre Bakanlığı, Fransa Dışişleri Bakanlığı, teknoloji firmaları ve sivil toplum örgütlerinin de olduğu onlarca imzacı destek verdi. Avrupa Birliği’nde olduğu gibi bu konuda düzenleme yapanlar ya da benzer tavsiyelerde bulunanlar vardı ancak bu deklarasyonla sözler taahhüde dönüyor. İnsan hakları temelli bir yapay zekaya öncelik verilmesi, ayrımcılık yapmayan, özel hayata ait verilere dikkat eden, gelir ve gelişmişlik seviyesine bakmadan herkesin kullanabileceği, geliştirebileceği ve ekonomik fayda sağlayabileceği bir yapay zeka kullanımı ilk taahhüt.

KÜÇÜK İŞLETMELER DESTEKLENMELİ

Yapay zekanın gezegenle de dost olması ise ikinci başlık. Yapay zeka için gereken altyapıda enerji tüketiminin ve karbon ayak izinin azaltılması ama daha da önemlisi, yapay zekanın iklim krizi ve biyoçeşitlilik kaybı gibi büyük çevresel sorunların çözümünde kullanılması sözünü veriyorlar. Ekonomik gelişme ve eşitlik konusuna odaklanan “refah” taahhüdü ise yereldeki küçük ve orta ölçekteki yapay zeka üzerinde çalışan girişim ve işletmelerin desteklenmesi böylece hem ülkelerarası hem de ülke içinde uçurumlar oluşmaması amaçlanıyor.

KADIN TEMSİLİYETİ SORUNLU

Sorumlu yapay zekanın barışa katkıda bulunması için toplumsal uyumu desteklemesi, çocuklara yönelik çevrimiçi şiddet de dahil olmak üzere, kadınlar ve kız çocuklarının yanı sıra marjinalleştirilmiş gruplara karşı zararlı söylemler barındırmaması isteniyor. Bazı araştırmalar yapay zeka alanında çalışan uzmanların sadece yüzde 22’sinin kadın olduğunu gösteriyor. BM Kadın Birimi, düşük gelir grubundaki ülkelerde kadınların internet erişiminin yüzde 20 civarında olduğunu belirtiyor. Yapay zekanın geliştirildiği ülkeler, erkek egemen söylem ve veriye erişim sorunu da yapay zekanın çalışmasını da etkileyebiliyor. İşbirliği başlığı ise yapay zekayı adeta küresel bir müşterek olarak gören bir kavram, sürecin ilerlemesi için açık erişim, bilgi paylaşımı ve diğer ilkeleri de kapsayacak ortak çalışmaları kapsıyor. Deklarasyon kamu kuruluşlarından sivil toplum örgütlerine kadar bu dünyadaki herkese açık.

EŞİTSİZLİĞE KARŞI İTTİFAK

Hamburg Sürdürülebilirlik Konferansı boyunca iki konuda daha mutabakat sağlandı. Dünya çapındaki sosyal uyumu baltalayan eşitsizlikle mücadele ve kamu kurumlarına güveni yeniden inşa etmek için bölgesel işbirliği ve diyaloğu öne çıkaran Eşitsizliğe Karşı Küresel İttifak girişimi başlatıldı. Sürdürülebilir Kalkınma için Sermayeyi Ölçeklendirmek adı verilen bir başka girişim de 2025 sonuna kadar kurulacak bir şirket aracılığyla güneş enerjisi gibi sürdürülebilir projelere finansmanı kolaylaştırmayı amaçlıyor.

Hamburg’taki konferans gıdadan enerjiye, yapay zekadan biyoçeşitliliğe kadar uzanan birçok alanda görüşmelere ev sahipliği yaptı. En çok konuşulan konulardan biri de başta BM olmak üzere adı geçen konularla ilgili çözüm üretmeye çalışan uluslararası örgütlerin güçsüzleştirilmesiydi. Sürdürülebilirlik, özellikle de küresel sorunlarda, uluslararası işbirliği olmadan mümkün görünmüyor. İklim krizi müzakereleri bunun en somut örneği.

∗∗∗

‘ÇOK TARAFLILIK BİTİYOR ALGISI ENDİŞE VERİCİ’

UNDP Başkanı Achim Steiner:

Şu anda en zengin ülkelerin birçoğunun, sorunları birlikte çözmek ve birbirimize yatırım yapmak için on yıllardır inşa ettiğimiz bu mimariye yatırım yapma konusundaki geleneksel inanç ve taahhütlerinden bir cümleyle nasıl geri çekildiklerini gözlemliyorum ve kaçınılmaz olarak ABD hükümetinin son kararları birçok kuruluş için bu istikrarsızlaştırıcı anı güçlendirdi. Ancak bu artık yüzleşmek zorunda olduğumuz fiziksel ve finansal bir risk. Bence daha endişe verici eğilim, bu algı veya kasıtlı olarak çok taraflılığın işe yaramadığı, sorunları çözemediği propagandasının yapılması. Aslında asıl endişelenmemiz gereken şey, insanların güvenlerini ve bakış açılarını kaybetmeleri halinde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sürekli savaşa girme riskiyle başa çıkmamıza yardımcı olmak için doğmuş bir fikri ortadan kaldırabilecek olmaları.

∗∗∗

YAPAY ZEKÂSIZ E-POSTA ATAMAYIZ

Hamburg Yapay Zeka Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı Alois Krtil:

Yapay zekanın sağladığı enerji tasarrufuna bakmadan sadece yapay zekanın enerji tüketiminden bahsetmek biraz haksızlık olur. Dünya çapında manuel işlemler yapıyorsunuz ve bu da çok fazla doğal kaynak tüketiyor; karşılaştırma yapmak çok zor. İletişim, örneğin internet vb. zaten küresel ve veri merkezleri ile merkezi olmayan ağlar tarafından yönlendiriliyor ve yapay zeka olmadan bunlar olmayacaktı. Eposta gönderemeyecek, telefon açamayacaktık. Yapay zeka dil modelleri gibi onlarca yıldır çalışıyor ve bu da elbette kaynak tasarrufu sağlıyor. Enerjiyi unutun demiyorum elbette ama herkesin yeniden icat etmek zorunda  kalmaması farklı bir paradigma, bu nedenle enerji tasarrufu da yapılıyor.

                                                           /././

BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -5 Haziran 2025-

  KRT’de neler oluyor; görünen ve görünmeyenler…-Candan Yıldız- CHP’ye yakınlığı ile bilinen kanalın yayın çizgisi zaman içerisinde değişti,...