T-24 "Köşebaşı + Gündem" -30 Haziran 2025-

Depremde annesi ve kardeşini kaybeden Dicle, piyano yarışmasında bestesiyle birinci oldu.

Dicle Hayat Dağdeviren

Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat depreminde Adıyaman'da annesi ve kardeşini kaybeden Dicle Hayat Dağdeviren (16), Nevşehir'in Ürgüp ilçesinde düzenlenen 10. Uluslararası Little Mozart's Piyano, Keman Festivali ve Yarışması'nda, deprem konulu eserleriyle "Piyano Bestecilik" kategorisinde birinci oldu.

Adıyaman'da yaşayan Dicle Hayat Dağdeviren, 6 Şubat'ta Kahramanmaraş merkezli depremlerde annesi ve kardeşini kaybetti. Yaklaşık 11 yıldır piyano çalan Dağdeviren, 10. Uluslararası Little Mozart's Piyano, Keman Festivali ve Yarışması'na katılmaya karar verdi. Deprem konulu eserleriyle Nevşehir'in Ürgüp ilçesinde düzenlenen yarışmaya katılan Dağdeviren, piyanoda çaldığı eserleriyle birinci oldu.

Ürgüp ilçesindeki Yunak Evleri'nde düzenlenen festival ve yarışma sonrasında konuşan Dicle Hayat Dağdeviren, "16 yaşındayım, küçüklüğümden beri müzik ile ilerlemek istedim. Ben 5-6 yıldan beri piyano çalıyorum. Bu sene piyanoda 11'inci senem. Depremden sonra annem ve kardeşimin de ölümünden esinlenerek besteledim. Aynı zamanda bu bestem Adıyaman Belediyesi tarafından hazırlanan deprem belgeselinde film müziği olarak kullanıldı. Eminim ki onlar da benim bestelerimi duyuyorlardır. Hayat müzikle güzel. Bu amaçla burada olmak benim için çok özel bir önem taşıyor. Bugüne kadar 2 beste yaptım. Üzerinde çalıştığım eserlerim var. Umarım onları da yakında duyarsınız" diye konuştu.

Nevşehir'in Ürgüp ilçesinde düzenlenen 10. Uluslararası Little Mozart's Piyano Keman Festivali ve Yarışması'nda dereceye girenlere ödülleri, Vali yardımcısı Mücahit Öztürk, Ürgüp Belediye Başkanı Ali Ertuğrul Bul ve diğer katılımcılar tarafından takdim edildi. 

                                                            ***

Vesayetçi müdahale tam böyle olur -Mehmet Y. Yılmaz-

TİP’in Kadıköy’deki toplantısı “açık propaganda” hakkına karşılık geliyor. Ancak polisin siyasi parti faaliyetlerini engelleyebilmesine demokratik hukuk devletlerinde değil, diktatörlüklerde rastlanır. Türkiye bir diktatörlük müdür ki polis bu işlere burnunu sokuyor?

Vesayetçi müdahale tam böyle olur

Türkiye İşçi Partisi’nin Kadıköy’de düzenlediği etkinlik çevik kuvvet polisleri tarafından engellendi.

TİP Parti Meclisi Üyeleri İrfan Değirmenci, Ilgaz Özer, TİP İstanbul İl Yöneticisi Ali Çoban, gazeteci Ertuğrul Albayrak’ın da aralarında bulunduğu 43 kişi ters kelepçe ile gözaltına alındı.

Anayasa’ya göre siyasi partiler, demokratik hayatımızın “vazgeçilemez unsurları”dır. (Madde 68)

Siyasi Partiler Kanunu’nun 3. Maddesi de siyasi partilere “açık propaganda hakkı” veriyor. “Tüzük ve programlarında belirlenen görüşleri doğrultusunda çalışmaları ve açık propagandaları ile milli iradenin oluşmasını sağlayacaklarını” vurguluyor.

TİP’in, Kadıköy’deki toplantısı da tam olarak bu “açık propaganda” hakkına karşılık geliyor.

Toplantının güvenliğini sağlamak üzere toplantı alanında bulunan polis, böyle bir toplantıyı engelleyip dağıtmakla kalmıyor bir de parti üyelerini ters kelepçe yapıp kodese götürüyorsa “serbest siyasi faaliyet” nerede kalıyor?

İktidarın ya da o an orada bulunan polis müdürünün hoşuna gitmiyor diye, bir partinin propaganda faaliyetlerini engellemek, Türkiye’de bile hukuk dışı bir uygulamadır.

Polisin böyle bir yetkisi yoktur.

Siyasi partilerin suç oluşturan faaliyetleri varsa bu durum polisi, savcıyı, sulh ceza hâkimini değil, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nı ilgilendirir. Böyle keyfi uygulamalar demokratik hakların kullanılmasını engellemek amacını taşır.

Adalet Bakanı, Türkiye’nin bir diktatörlük olmadığını söylüyor.

Kusura bakmasın ama polisin siyasi parti faaliyetlerini engelleyebilmesine demokratik hukuk devletlerinde değil, diktatörlüklerde rastlanır.

Anayasa ve kanunun teminat altına aldığı hakları kullanan bir siyasi partiye böyle müdahale ediliyorsa orada artık bir hukuk devletinden söz edemeyiz. Siyasi parti faaliyetlerinin, polis marifetiyle engellendiği bir ülkede “vesayetçi olmayan sivil Anayasa” yapacakları iddiası da olsa olsa Karagöz – Hacivat şakası olabilir.

Siyasi parti faaliyetlerinin polis marifetiyle kontrol edilmek istenmesi ancak vesayetçi rejimlerde olur.

Siyasi parti faaliyetleri üzerindeki bu tür baskılar, halkın iradesine ipotek koyma ihtiyacından kaynaklanır.

TİP yetkilileri, parti meclisi üyesi İrfan Değirmenci’nin “eşcinsel bir gazeteci ve siyasetçi olarak konuştuğunu” söylemesi üzerine polisin müdahale ettiğini söylüyor.

Böylece polisin bu müdahalesi bir siyasi partinin faaliyetini engellemenin de ötesine geçiyor, bireysel hakların özüne dokunmaya yöneliyor.

Belli ki vatandaşların bireysel iradeleri üzerinde de vesayet kurma peşindeler, kendilerini vasi olarak görüyorlar.

Vatandaşların kendi özel hayatlarını ilgilendiren tercihlerine, yönelimlerine karışılan bir düzen, demokratik bir düzen olarak nitelenemez.

Adalet Bakanı da eminim bu konuda benim gibi düşünüyordur: Türkiye bir diktatörlük müdür ki polis bu işlere burnunu sokuyor?

AKP yargısından “hukuk” bekliyor!

Kılıçdaroğlu’nun sözlerinden anlıyorum ki AKP yargısına çok güveniyor! İmamoğlu ve CHP’li ilçe belediye başkanları ve İBB yöneticilerinin “hukuki anlaşmazlık” nedeniyle mi şu anda tutuklu olduklarını düşünüyor? Belli ki genel başkanlıktan ayrılmak zorunda kaldığından beri başka bir alemde yaşamış.

AKP yargısının ittirmesiyle CHP Genel Başkanı olmaya çabalamak gibi tuhaf bir ruh durumuna girmiş Kemal Kılıçdaroğlu, “İmamoğlu mitinglerini yanlış buluyorum, konu onunla hukuk arasında” demiş.

Bu sözleri, CHP Kurultayı’nı geçersiz kılmak için açılan davayı görüşmek üzere kendisine gelen üç kişilik heyete söylediğini okudum.

Bu tür kulis bilgileri üzerine konuşmak için bir – iki gün beklemek gibi bir kuralım var. Taraflardan biri konuşmaları kendi işine geldiği gibi aktarıyor olabilir diye.

Kılıçdaroğlu ya da takım arkadaşlarından bu sözlerle ilgili bir açıklama vs. gelmediğine göre artık üzerinde konuşabiliriz.

Kılıçdaroğlu’nun bu sözlerinden anlıyorum ki AKP yargısına çok güveniyor!

Bu güvenini ilk ifade edişi de değil zaten.

Daha önce de dokunulmazlıkların kaldırılması ile ilgili Anayasa’nın eşitlik ilkesine açıkça aykırı değişikliğe destek çıkmıştı.

24 Mart 2016’da şöyle diyordu: Bazı çevrelerde endişe var. Deniyor ki 'yargı bağımsız değil.' Dolayısıyla bunlar hemen alıp sizi hapse atacaklar. Biz de diyoruz ki, eğer birisi hapse girecekse önce siyasetçi girsin.”

Nitekim Selahattin Demirtaş bu nedenle hâlâ hapiste. Kendisi de aynı yargıya güvenip genel başkan olmaya hevesleniyor.

Bundan ders almamış gibi hâlâ diyor ki “konu İmamoğlu ile hukuk arasında!”

Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve CHP’li ilçe belediye başkanları ve İBB yöneticilerinin “hukuki anlaşmazlık” nedeniyle mi şu anda tutuklu olduklarını düşünüyor?

Kılıçdaroğlu belli ki genel başkanlıktan ayrılmak zorunda kaldığından beri başka bir alemde yaşamış.

Ayşe Barım’ın “oyuncuları Gezi Parkı’na göndererek hükümeti devirmeye teşebbüs ettiği” suçlamasıyla hapiste yattığını duymamış.

Halit Ergenç ve Rıza Kocaoğlu’nun “savcının istediği gibi ifade vermedikleri için” hapse mahkûm edildiklerinden de habersiz.

Anayasa’ya göre kararları kesin olan YSK’nın milletvekili mazbatasını verdiği Can Atalay’ın, Anayasa’ya göre kararları herkesi bağlayan Anayasa Mahkemesi kararına rağmen hâlâ hapiste olmasını da “alın yazısı” ile açıklıyor olmalı.

Osman Kavala hakkındaki AİHM kararlarının uygulanmadığını, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater Utku ve Mine Özerden’in hapiste öldürülmek istendiğini de duymamış.

“İftiracı” olmayı kabul etmeyen İBB çalışanlarının sırf eziyet çeksinler diye İstanbul dışındaki cezaevlerine gönderildiğini, yakınlarına ziyaretlerde engeller çıkarıldığından da haberdar değil.

Onlarca üniversite öğrencisinin Anayasa ve kanuna aykırı olarak tutuklandıklarını, öğrenim hayatlarının bitirilmeye çalışıldığına da öfkelenmemiş.

Belli ki bunu da “hukuki bir mesele” olarak görüyor, çocuklarla hâkim amcaları arasında!

Bütün bu dava tezgâhının arkasında Erdoğan’ın seçime kadar önüne çıkabilecek rakipleri temizleme isteğinin olduğunun bile farkında değil.

Kim bilir, belki de farkında ve zaten tam olarak da bu amaçla o göreve getirilmek için heyecanla bekliyor.

                                                        /././

Üç Virgül Kulübü’nden Bezos ve düğünü: Kim bu santimilyarderler?-Füsun Sarp Nebil-

Dünyadaki 8,5 milyar kişinin sadece 15 tanesinin varlığı 100 milyar doların üstünde. Bunlara "Santimilyarderler" denililiyor. Bir fikir vermesi için şunu söyleyelim; Forbes’a göre, bu ultra elit tabaka sekiz yıl önce yoktu.

Gelinliğinin yapımı 900 saat sürdü: İşte Lauren Sanchez ile Jeff Bezos'un düğününden kareler

"Üç Virgül Kulübü"nün en popüler üyelerinden, Amazon'un kurucusu Jeff Bezos, 26-27 haziran arasında,  ikinci evliliğini eski TV spikeri Lauren Sánchez ile Venedik'te gerçekleştirdi. Silikon Vadisi jargonu olan ve Forbes dergisi tarafından popüler hale getirilen "Üç Virgül Kulübü" adı, 1 milyar dolardan fazla parası olanları (bir milyarda üç virgül var) anlatıyor. Gerçi kendisini, şimdilik yalnızca 15 kişinin yer aldığı "CentiBillionaire" grubu içinde değerlendirmek daha doğru olacak.

Bezos'un çıplak resimleri

Jeff Bezos'un bu hafta sonu evlendiği Sánchez ile ilişkisi, ilk kez 2019'da Amerikan magazin dergisi National Inquirer'da yazılmış, cevaben Bezos'un sahibi olduğu Washington Post, derginin Trump ile ilişkili olduğunu belirtmişti. Bir sonraki olay ise, bu haberin kaldırılmaması durumunda, dergide çıplak resimlerinin basılmasıyla tehdit edilen Bezos'un "National Inquirer" dergisine yazdığı "No Thank You Mr.Pecker" başlıklı açık mektubu olmuştu.

Bezos açık mektubunda çıplak resimlerini kendisi tarif ederek meydan okumuş, tehditlere boyun eğmeyeceğini yazmıştı. Çünkü çok zengindi, çıplak resimleri basılsa bile kimin göreceği umurunda değildi.

Bir yandan da, Bezos’un resimlerinin derginin eline nasıl geçtiği konusu başlı başına muamma oldu. O günlerde devamlı kavga içinde olduğu zamanın ABD Başkanı Trump'ın yönlendirmesiyle, Suudilerin gazeteci Kaşıkçı'yı da takip etmek için kullandığı ünlü casus yazılım Pegasus'u kullandırdığı ve telefonunun hacklendiği iddia edilmişti.

Bu olayların sonucunda, Bezos 25 yıllık eşi McKenzie Scott'dan boşandı ve biri evlatlık olmak üzere 4 çocukları olan eski karısına 35 milyar dolar verdi.

Venedik'teki törenle ilgili detaylar 

Jeff Bezos ve Lauren Sánchez'in 56 milyon dolara mâl olduğu duyulan evlilik töreni İtalya'da yasal olarak tanınmadı, bu da ABD'de daha erken yasal bir evlilik yaptıklarını gösteriyor. Çift, 26 Haziran'da başlayıp 27 Haziran 2025'te MatteoBocelli (Andrea Bocelli'nin oğlu) tarafından gerçekleştirilen smokinli bir törenle sona eren, SanGiorgioMaggiore adasında ve çevresinde çeşitli etkinliklere sahne olan ve yıldızlarla dolu bir kutlama düzenledi.

Lauren, Sophia Loren'in Houseboat (1958) filmindeki görünümünden esinlenerek dantel, yüksek yaka ve balık kuyruğu silüeti içeren özel bir Dolce & Gabbana elbisesi giydi. Hafta sonu boyunca, pijama temalı parti için Oscar de la Renta kokteyl elbisesi ve Atelier Versace dahil olmak üzere birden fazla kıyafet değiştirdi.

Bezos, etkinlikler sırasında klasik smokinlerle göründü. Yaklaşık 200-250 konuk arasında Oprah Winfrey, Leonardo DiCaprio, Tom Brady, Kim ve Khloé Kardashian, Ivanka Trump ve Jared Kushner, Bill Gates ve diğerleri vardı.

Törenin ardından, Matteo Bocelli'nin performansları, Gatsby temalı bir parti, köpük partisi ve Arsenale'de sabahın erken saatlerine kadar süren pijama temalı bir geceyle kutlama yaptılar. Pijama partisinde konuklar tasarımcı pijamaları giydi ve çiftten özel terlikler hediye aldı.

Anlayacağınız tam bir sosyete etkinliği yaşandı.  

“Bezos'a Yer Yok” pankartı

Ancak düğün yerel muhalefeti harekete geçirdi. Malum son zamanlarda, Avrupa'nın Venedik, Barcelona gibi çeşitli şehirleri turist istemediğini söylüyor. Bu nedenle Venedik de bir ayak bastı parası almaya başladı. Çiftin, davetiyelerinde belirtildiği üzere, hediyeler yerine Venedik'in kültürel ve çevresel amaçlarına bağışta bulunuldu (yaklaşık 2-3 milyon avro).

Venedik sakinleri, kalabalıktan rahatsız oldukları ve ticarileşme ile ilgili endişelerini dile getirerek "Bezos'a Yer Yok" pankartı altında protesto düzenledi.  Venedik halihazırda kitle turizmi ve elit etkinliklerle boğuşuyor ve bu da şunlara yol açıyor:

Yerel sakinlerin yerinden edilmesi

Soylulaştırma 

Artan emlak ve kira fiyatları 

Tarihi şehrin kültürel erozyonu

Sakinler, Bezos'un düğününü "Venedik'i yaşayan bir şehir" olarak göstermek yerine "ultra zenginler için bir platform" olarak göstermenin bir başka örneği olarak gördüler.  Güvenlik yoğundu. Yollar kapalıydı, çevik kuvvet polisi ve hatta Ivanka Trump gibi yüksek profilli konuklarla ilgili endişeler nedeniyle keskin nişancılar konuşlandırıldı.

İnsanlarda, Teknoloji milyarderlerinin özel gösteriler için kültürel ve ekonomik alanları "sörgeleştirdiği" hissi giderek artıyor.  Protestocular Bezos'u şunlarla suçladı:

* Vergi kaçırma (Amazon'un Avrupa dahil birçok yargı bölgesinde çok az veya hiç kurum vergisi ödemediği konusu)

* Ekonomik eşitsizliğe katkıda bulunma

* Amazon ve uzay turizmi gibi kaynak yoğun endüstrilerden kar elde ederken iklim hayırseverliği yoluyla yeşil aklama

Venedik iklim değişikliğine ve yükselen deniz seviyelerine karşı oldukça savunmasız durumda. Eleştirmenler, özel jetler uçuran ve uzay turizmini finanse eden Bezos gibi bir milyarderin tehdit altındaki kırılgan bir şehirde milyonlarca dolarlık bir düğün yapmasını ikiyüzlülük olarak değerlendirdiler.

Protestolara, “Coalizione Civica” ve “Fridays for Future Venice” gibi gruplardan aktivistler katıldı. Pankartlarda şunlar yer aldı: "Venedik sizin oyun alanınız değil", "Boğuluyoruz, kutlamıyoruz" ve "Zenginlere vergi koyun, şehri kurtarın". Başka deyişle Venedikliler, erken "teknofeodalism protesto"larından birini gerçekleştirdiler.

Venedik belediye başkanı ise etkinliği savundu ve yerel ekonomiye prestij ve para kazandırdığını söyledi. Ancak yerel halk, "kültür turizminin" sakinlere ya da küçük işletmelere değil, öncelikli olarak lüks otellere ve küresel firmalara fayda sağladığını savunuyor.

Teknofeodalism

Tabii ki bu bir magazin haberi değil. Artık ayak seslerini daha fazla duyduğumuz "Teknofeodalizm"in bir örneği olarak verdik. Yeni güç sahiplerinin yaklaşımını gösteren bir etkinlikti çünkü.

Teknofeodalism, gücün geleneksel toprak ağalarında veya devletlerde değil, teknoloji şirketlerinde ve platform imparatorluklarında yoğunlaştığı yeni bir ekonomik ve politik egemenlik biçimini tanımlamak için kullanılan bir kavram. Bu varlıkların, kontrolün ve değer yaratmanın nasıl organize edildiğine dair derin bir değişim ve içinde bulunduğumuz çağın ilk çeyreği bunun hazırlık evresi olarak geçti. Eleştirmenlerde, erken evrelerini yaşadığımızı, geçiş aşamasında olduğumuzu belirtiyorlar.

Feodalizm Orta Çağ'daydı ve güç sahipleri toprağa sahipti. Teknofeodalizmde ise güç sahipleri dijital altyapıya (bulutlar, platformlar) sahip.

İlkinde köylüler kira ödüyor veya çalışıyorlardı. Şimdi kullanıcılar ve yaratıcılar ücretsiz veri ve içerik üretiyor. İkisinde de parayı kazananlar üretenler değil, kontrol edenler yani güç sahipleri oluyor. İlkinde soylular güçlüydü, hükümetler zayıftı. Değişen bir şey yok, günümüzde de hükümetler teknoloji tekelini düzenlemeye çalışıyor ama başaramıyor.

Özellikle yapay zeka konusunda bu çok tartışılan ve endişe duyulan bir konu. Geçen sene  İsrail Gazze'deki hedefleri tek tek seçmek için yapay zeka kullandığını yazmıştık. Bu sene aynı yapay zekanın ABD’de sınır dışı edilecekleri tespit ettiği ortaya çıktı. Kendi elinizle oraya buraya verdiğiniz kişisel veriler, giderek boynunuza geçirilen boyunduruklar haline geliyor gibi gözüküyor.

Eski Yunanistan Maliye Bakanı Yanis Varoufakis, bu terimi 2023 tarihli Teknofeodalizm: Kapitalizmi Ne Öldürdü? adlı kitabı ile ortaya koydu.  Kapitalizmin, yani piyasaların hüküm sürdüğü yerin ötesinde, platformların dijital toprak sahipleri gibi egemen olduğu ve rant elde ettiği bir sisteme geçtiğimizi savunuyor. Evgeny Morozov ve Shoshana Zuboff da bu fikre, platform kapitalizmi ve gözetim kapitalizmi gibi fikirlerle katkıda bulundu.

Centibillionaires (Santimilyarderler)

Durumu göstermek için başka yönden bakalım. Bu hikâyenin bizi ilgilendiren esas yö, "Bezos"un şahsında, "big tech" dediğimiz, sınırlar ötesi çalışan, tüm parayı ve verileri toplayan ama vergi ödemeyen firmaların sahiplerinin geldiği durum. Dünyadaki 8,5 milyar kişinin sadece 15 tanesinin varlığı 100 milyar $'ın üstünde. Bunlara "Santimilyarderler" deniliyor.

Bir fikir vermesi için şunu söyleyelim; Forbes'ın nisan başında yayınladığı makalesine göre, bu ultra elit tabaka sekiz yıl önce yoktu.

Toplamda, bu 15 "centibillionaire" 2,4 trilyon dolar değerinde, bir yıl öncesine göre yaklaşık 400 milyar dolar daha fazla ve gezegenin 1500 "en fakir" milyarderinin toplamından daha fazla. Başka bir deyişle, dünyanın 3 bin 28 milyarderinin sadece yüzde 0,5'inden oluşan bu grup, tüm milyarder servetinin inanılmaz bir yüzde 15'ini elinde tutuyor.

Bunlar kim ve servetlerinin temelinin ne olduğuna yakından bakalım;  (Forbes'ın 7 Mart 2025 değerlendirmesine göre)

  1. Elon Musk - Net değer: 342 milyar dolar | Servet kaynağı: Tesla, SpaceX | Vatandaşlık: ABD
  2. Mark Zuckerberg - Net değer: 216 milyar dolar | Servet kaynağı: Facebook | Vatandaşlık: ABD
  3. Jeff Bezos - Net değer: 215 milyar dolar | Servet kaynağı: Amazon | Vatandaşlık: ABD
  4. Larry Ellison - Net değer: 192 milyar dolar | Servet kaynağı: Oracle | Vatandaşlık: ABD
  5. Bernard Arnault - Net değer: 178 milyar dolar | Servet kaynağı: LVMH | Vatandaşlık: Fransa
  6. Warren Buffett - Net değer: 154 milyar dolar | Servet kaynağı: Berkshire Hathaway | Vatandaşlık: ABD
  7. Larry Page - Net değer: 144 milyar dolar | Servet kaynağı: Google | Vatandaşlık: ABD
  8. Sergey Brin - Net değer: 138 milyar dolar | Servet kaynağı: Google | Vatandaşlık: ABD
  9. Amancio Ortega - Net değer: 124 milyar dolar | Servet kaynağı: Zara | Vatandaşlık: İspanya
  10. Steve Ballmer - Net değer: 118 milyar dolar | Servet kaynağı: Microsoft | Vatandaşlık: ABD
  11. Rob Walton ve Ailesi - Net değer: 110 milyar dolar | Servet kaynağı: Walmart | Vatandaşlık: ABD
  12. Jim Walton ve Ailesi - Net değer: 109 milyar dolar | Servet kaynağı: Walmart | Vatandaşlık: ABD
  13. Bill Gates - Net değer: 108 milyar dolar | Servet kaynağı: Microsoft | Vatandaşlık: ABD
  14. Michael Bloomberg - Net değer: 105 milyar dolar | Servet kaynağı: Bloomberg LP | Vatandaşlık: ABD
  15. Alice Walton - Net değer: 101 milyar dolar | Servet kaynağı: Walmart | Vatandaşlık: ABD

Bu arada, Nvidia'nın Jensen Huang'ı (98,7 milyar dolar), teknoloji kralı Michael Dell (97,7 milyar dolar) de sıralamaya neredeyse girmek üzereler.

                                                           /././

Emekliye yok faize ve NATO’ya var! -Aziz Çelik / BİRGÜN-

 

Emekliye zam yapmamak için “kaynak yok, emekliler bütçeye yük” yalanı yine devrede. Oysa mesele kaynak değil, tercih. Kaynak var. Yoksa da devlet yaratır! Sorun emeklilere ayrılan kaynakların giderek azaltılması ve emeklilerin pastadaki payının düşmesidir.

Haziran 2025’te Lahey’de toplanan NATO zirvesi sonuç bildirgesine göre, NATO ülkeleri savunma bütçelerini 2035 yılına kadar gayrisafi yurtiçi hasılanın (GSYH) yüzde 5’ine çıkaracak. Hâlen bu oran yüzde 2. Bu 2,5 katlık bu artış ABD Başkanı Donald Trump’ın talebi doğrultusunda yapılmış.

Bu askeri harcama artışına tek itiraz İspanya’dan geldi. İspanya’nın sosyalist Başbakanı Pedro Sanchez yüzde 5 hedefine bağlı kalmayacağını açıkladı. Sanchez askeri harcamaları artırmanın devletin emekli maaşları gibi sosyal harcamalarda kesintiye gitmesine yol açacağını savundu. Kısaca Sanchez, ‘emekliden kısıp NATO için harcayamam’ dedi. NATO tahminlerine göre İspanya, 2024 yılında GSYH’sinin yüzde 1,24’ünü, yani yaklaşık 17,2 milyar avro (19,8 milyar dolar) savunmaya harcadı ve böylece NATO içinde en düşük askeri harcama yapan ülke oldu.

Türkiye’nin savunma harcamaları halen NATO kriteri olan GSYH’nin yüzde 2’sinin üzerinde. Türkiye’nin 2025 yılı savunma harcamaları (iç güvenlik harcamaları hariç) 25 Milyar dolar (yaklaşık 1 trilyon lira) düzeyinde. Türkiye’den bu yeni artışa karşı bir itiraz gelmedi. Türkiye’nin yeni NATO hedefine uygun hareket etmesi durumunda GSYH’deki reel artışlar da dikkate alınacak olursa 2035 yılında savunma harcamasının 60-70 milyar dolara yükselmesi muhtemel.

Dahası 2024 bütçesinin yüzde 11,8’i ve GSYH’nin ise yüzde 2,9’u faiz ödemelerine gitti. 2024 yılının faiz ödemeleri tutarı 1 trilyon 270 milyar TL. Yıl ortası kur ile yaklaşık 39 milyar dolar. 2025 yılında Türkiye bütçesinden yaklaşık 75 milyar dolar askeri harcamalara ve faiz ödemelerine gitti.

NATO’nun askeri harcamaları GSYH’nin yüzde 5’ine yükseltme kararı Türkiye’de manidar bir zamana denk geldi. Kamu işçilerin, emeklilerin, memurların ve asgari ücretle çalışanların zam talebine karşı “kaynak yok”, “bütçe açık verir”, “ekonomiye yük olur” safsatalarının yeniden dillendirilmeye başlandığı günlerde NATO artışı gündeme geldi. Bir kez daha meselenin kaynak değil tercih olduğu ortaya çıktı. Trump’ın talebiyle askeri harcamaları GSYH’nin yüzde 5’ine yükseltilmesine itiraz etmeyenler ve cömert davrananlar sıra emekli aylıklarına ve memur maaşlarına ve kamu işçilerinin ücretlerine gelince pek cimriler.

“KAYNAK YOK” SAFSATASI

Temmuz geldi, “kaynak yok” safsatası mevsimi geldi! Temmuz ayında emeklilerin, işçilerin ve memurların zam taleplerine karşı “kaynak yok” safsataları ileri sürülmeye başlanacak. Hatta daha ileri gidilecek ve emeklilerin bütçeye yük oldukları iddia edilecek.  Bunların tümü gerçek dışı ve safsata! Kaynak var. Yoksa da devlet kaynak yaratır! Dahası emeklilere ayrılan kaynak azalıyor. Emeklilerin pastadaki payı küçülüyor. Emeklilere yeterince kaynak aktarılmadığı için, emekliler için yeterli kamu harcaması yapılmadığı için emeklilerin alım gücü düşüyor.

Faizin ve askeri harcamaların pastadaki payı bir kenarda dursun biz emeklilerin pastadaki payına bakalım. Hâlen (2025 yılı ilk 6 ayında) en düşük aylığı Hazine katkısıyla 14 bin 469 lira, ortalama aylığı yaklaşık 18 bin lira olan 16 milyon civarındaki emeklinin pastadaki payına bakalım. Kaynak mı yok yoksa emekliye ayrılan kaynaklar giderek azaltılıyor mu? Tek tek gidelim. Özellikle EYT düzenlemesi sonrasında AKP çevreleri tarafından ileri sürülen iddia sosyal güvenlik ve emekliler için bütçeden yapılan transferlerin giderek arttığı ve bunun bütçeye önemli bir yük getirdiği yönündeydi. Hazine ve Maliye Bakanlığının bütçe verileri bu iddianın gerçek dışı olduğunu ortaya koyuyor. 2009 yılında SGK’ye konsolide bütçe transferlerinin bütçe harcamaları içindeki payı 19,8’di. Bu oran 2021’de yüzde 16,4’e geriledi. EYT yılı olan 2023’te 13,4 ve 2024’te 13,9 oldu.

Üstelik konsolide transferlerin tümü emekliler için yapılmıyor. Bunların yaklaşık yarısı görevlendirme giderleri. İçlerinde işveren teşvikleri bile var. Bu nedenle konsolide SGK transferlerine değil, SGK’ye yapılan Hazine yardımlarına bakmak lazım. SGK’ye yapılan Hazine yardımlarının bütçedeki payı 2009’da yüzde 15,1 iken 2024’te yüzde 6,7’ye geriledi. Benzer şekilde konsolide bütçe transferlerinin GSYH’ye oranı yüzde 5,3’ten yüzde 3,5’e, Hazine yardımlarının oranı ise yüzde 4’ten yüzde 1,7’ye geriledi. Konsolide bütçe transferlerinin tümü sosyal güvenlik için yapılmıyor. Bunlar içinde görevlendirme giderleri de söz konusu. Dolayısıyla aslolan SGK’ye yapılan Hazine yardımlarıdır.

2024 yılı itibarıyla faize ve askeri harcamalara bütçenin yüzde 19,5’i ve GSYH’nin yüzde 4,9’u harcanıyor. Görüldüğü gibi SGK’ye yapılan Hazine yardımları tek tek hem faiz ödemelerinden hem de askeri harcamalardan düşüktür. Askeri harcamaların 2,5 kat artırılması gelecekte emekliler ve sosyal güvenlik için ayrılacak kaynakları daha da düşürme riski taşıyor.

EMEKLİLERİN PASTADAKİ PAYI AZALDI

Öte yandan emeklileri pasatadaki payı da hızla geriliyor. Bugün emekli aylıklarının çok düşük olmasının sebebi emeklilerin GSYH (pasta) içindeki payının giderek azalmasıdır. Emeklilerin sayısı artarken pastadaki paylarının düşmesi durumun vahametini ortaya koymaktadır. Emeklilere yapılan toplam aylık ödemelerinin GSYH içindeki payı 2010 yılında yüzde 6,8’di. O dönem emeklilerin sayısı 8,8 milyondu ve nüfus içindeki payları yüzde 12 idi. 2010’da yüzde 12’lik emekli nüfus GSYH’den yüzde 6,8 pay alıyordu.

2024 yılında emeklilerin sayısı 15,9 milyona ve emeklilerin nüfus içindeki payı yüzde 18,5’a yükseldi ancak GSYH içindeki payları yüzde 6,1’e geriledi.  İşte emeklilerin sefaletinin asıl sebebi budur. Eğer emeklilerin sayısındaki artışa paralel GSYH içindeki payı artsaydı, bir diğer ifadeyle 2020 yılındaki emekli başına GSYH ödemesi korunsaydı emekli aylıklarının GSYH içindeki payının yüzde 10,5’e yükselmesi gerekirdi. Emekli aylıklarının pastadaki payı emeklilerin nüfusa oranına paralel artmak bir yana azaldı. Bir diğer ifadeyle 2010 yılında 8,8 milyon emekliye bölünen kaynaktan çok daha azı 2024 yılında 16 milyon emekliye bölündü.

Emeklilerin sayısına paralel pastadaki payları artsaydı ve böylece 2010 yılındaki durumları korunmuş olsaydı bugün ortalama emekli aylığının 30 bin liranın üzerinde olması gerekiyordu.  Oysa 2025 Mart ayı itibariyle ortalama emekli aylığı 18 bin biranın altındadır.

SEYYANEN ZAM ŞART!

Görüldüğü gibi emekli aylıklarının artış talebine karşı ileri sürülen “kaynak yok” iddiası gerçek dışıdır ve emeklinin gerek bütçedeki gerekse GSYH (pastadaki payı) düşmektedir. Üstelik bu pay artan emekli sayısına rağmen azalmaktadır. Bu “mucize” emekli aylıklarının alım gücünün düşmesiyle ortalama emekli aylıklarının en düşük emekli aylığına yakınsamasıyla olmaktadır. Artan emekli sayısına rağmen emeklilere daha az kaynak ayrılması emeklilerin giderek yoksullaşması demektir.

Emekli yoksulluğuna karşı emekli aylıklarına seyyanen zam yapılması şarttır. En düşük emekli aylığı asgari ücret düzeyine yükseltilmeli ve diğer emeklilere de buna paralel seyyanen artış yapılmalıdır. Emekli aylıklarının artışında sadece enflasyon değil büyüme de dikkate alınmalıdır.

Aksi halde emekli aylıklarında dibe doğru yarış sürecek ve emeklilerin ezici çoğunluğu dipte eşitlenecektir. Temmuz ayında sadece resmi enflasyon oranında artış yetmez. Emeklilere ciddi miktarda bir seyyanen zam yapılmalı ve pastadaki payları artırılmalıdır.

Temmuz ayında memur emeklilerinin iki yıldır yaşadığı “ilave ödeme” haksızlığı da giderilmelidir.  Bilindiği gibi Temmuz 2023’te memur maaşlarına yapılan ilave ödeme Cumhurbaşkanının bu yöndeki yazılı vaadine rağmen memur emekli aylıklarına eklenmedi. Bu nedenle memur emeklileri Haziran ayı itibarıyla 16 bin 195 TL eksik emekli aylığı alıyor. Bu miktar Temmuz 2025’te 18 bin 750 TL’yi bulacak.

Memur emeklilerin iki yıldır yaşadığı bu haksızlık giderilmeli ve maaşlara yapılan seyyanen zam (375 sayılı KHK 40. Madde) memur emeklilere de aynı miktarda yansıtılmalıdır.

Emekliler en düşüğü 14 bin 469 liraya ve ortalaması 18.000 lira olan aylıkla bir ay boyunca yaşamaya çalışıyor. Attila İlhan’ın İhtiyarlar Baladı şiirindeki gibi emekliler “yaşayıp durmaktan gizlice utanır” haldeler. Ama asıl utanması gerekenler her zam döneminde “kaynak yok” yalanına sarılanlardır. Faiz için, NATO için kaynak bulanlar emekliler için “kaynak yok” diyor. Asıl utanç budur!

Aziz Çelik / BİRGÜN

Bağımlılık Dosyası (II): Tütün ürünleri + Bağımlılık Dosyası (III): Aşırı işlenmiş gıda ürünleri -Meryem Vitni /soL

 Bağımlılık Dosyası (II): Tütün ürünleri

Bu bölümde, sermayenin belirleyiciliğinde piyasa güdümlü, sınıfsal karakterli ve küresel salgın boyutlarına varan tütün tüketimine, salgında bağımlılığın oynadığı role, nikotin bağımlılığının özelliklerine, sigara şirketlerinin bilim reddiyeciliğinin tarihine mercek tutuyoruz.

Bu yazı dizisinde, kasten bağımlılık yapıcı olarak tasarlanmış tütün ve aşırı işlenmiş gıda ürünlerine odaklanarak, ulusötesi sermayenin yol açtığı “imal salgınlar”ı, “bireysel sorumluluk” ideolojisine dayalı hakim bağımlılık söylemini ve buna dayalı bağımlılıkla mücadele politikasının başarısızlığını masaya yatırıyoruz. Bağımlılık ve kapitalizm arasındaki ilişkileri irdelemeyi, liberal ve İslamcı politikanın önündeki perdeleri kaldırmayı ve her toplumsal olgu gibi sistemik düşünme ve eylem gerektiren bağımlılığı ve çözümlerini tartışmaya açmayı amaçlıyoruz.

Bu bölümde, sermayenin belirleyiciliğinde piyasa güdümlü, sınıfsal karakterli ve küresel salgın boyutlarına varan tütün tüketimine, salgında bağımlılığın oynadığı role, nikotin bağımlılığının özelliklerine, sigara şirketlerinin bilim reddiyeciliğinin tarihine mercek tutuyoruz.

Müthiş meta: Sigara

Tütün ürünleri, kalp-damar ve solunum hastalıkları ile 20 kadar kanser türünün temel risk faktörü. Bu bilgi iyi kötü biliniyor, paketlerin üzerinde yazıyor, televizyonlarda kamu spotları dönüyor, neredeyse herkesin birinci elden yaşadığı yakın kayıpları var. Ne var ki, sağlık zararları 70 yıldır bilinmesine rağmen, tütün tüketimi Türkiye’de rekordan rekora koşuyor, dünyada ise ancak yeni inişe geçti.

Sigara gerçekten müthiş, benzersiz bir meta. 100 yıldır, ucuz ve çok kolay tüketilebilen bir haz ve arzu nesnesi olarak büyük başarıyla pazarlandı. Küresel satışı yılda 6 trilyona kadar yükseldi; şimdi düşüşte. Sigaranın gerçek kullanım değerinin, yani bağımlılık, hastalık yapıcı ve ölümcül olmasının üzerindeki örtü sıyrıldıkça, son yıllarda sigara için yapılan ihtiyaç pazarlaması gittikçe zora girdi. Diğer yandan, sermaye o kadar hızlı birikiyor, o kadar hızlı üretebilir hale geldi ki, çatlasak onun ürettiklerini aynı hızda tüketebilmemiz olanaklı değil. Devasa kurulu kapasiteler sürekli sigara kusuyor, ama tüketim hızı buna yetişmekten çok uzak; hatta düşüyor. 

Bu çelişkiler iyice bariz hale gelince, sigara şirketleri farklı arayışlara yöneldi. Yeni nesil tütün ve nikotin ürünlerinin tasarlanması ve ticarileştirilmesine paralel, yepyeni bir ihtiyaç pazarlamasına geçildi. Şimdi, yeni ihtiyacımız “dumansız bir dünya”da nikotin keyfi olarak sunuluyor. Daha önce böyle bir ihtiyacımız olduğunu bilmiyorduk; öğretiliyoruz. Türkiye’de yasal değil, ama yeni nesil ürünler çoktan girdi gündelik yaşantıya. Bu ürünlerin foyası çok daha hızlı ortaya çıkıyor; sigara gibi 100 yıllık başarı sergileme potansiyelleri yok. Ancak dünya genelindeki yasal ve yasadışı ticaretin yaygınlığı sermaye birikimi için kısa süreliğine de olsa yeni bir kapı açıldığını gösteriyor.

Tütün salgınında sınıfsallık ve imalatçı

Sigara tüketim tarihi başından beri sınıfsal karakterli seyrediyor; son 40 yılda ise sınıfsallık coğrafya ve sınıflar arasında bariz biçimde yer değiştirdi. Dünyada tütün kullanan 1,3 milyar kişinin artık yüzde 80’den fazlası Küresel Güney’de yaşıyor. Tütün tarımı ve sigara üretiminde olduğu gibi, tüketimde de son 40 yıl içinde Batı’dan Küresel Güney’e büyük bir kayış gerçekleşti. Konu ile ilgili bir yazıda dünya tütün tarımının ulusötesi şirketlerin hakimiyeti altına sokulması ve tütün yetiştiren aile işletmelerinin aşırı sömürüsü sayesinde bunun mümkün olduğuna değinmiştik. 

Bunun kadar kritik olan bir başka gelişme, dünyanın her bir ülkesinde, sigara tüketimi düşse de, Türkiye’de olduğu gibi yükselmeye devam etse de, tüketimin gitgide yoksullar arasında yoğunlaşması oldu. Her bir toplumda, artık varsıllar sigaradan uzak duruyor, orta yaşlı erkekler hızla bırakıyor, ancak geri kalan kesimler tüttürmeye devam ediyor. Fransa’dan bir çalışmada, 2000’li yıllarda yönetici ve profesyonel mesleğe sahip kesimlerde tütün tüketim sıklığı düşerken, tüketim sıklığının yoksul emekçilerde sabit kaldığı, işsizler arasında ise yükseldiği gösteriliyor. Yoksul içicilerin sigara fiyatı artışlarına rağmen bu tutumlarını sürdürdükleri, yapılan görüşmelerde “elimizde bir tek bu kaldı” dedikleri aktarılıyor. 

Her yıl 8 milyondan fazla kişi tütünden hastalanıp ölüyor. Ölenlerin de büyük kısmı yoksul ülkelerin yoksul insanları. Tütüne bağlı hastalık ve ölüm yükünün Küresel Güney’de gitgide ağırlaşması sağlık sistemlerini çökerten boyutlara ulaştı. DSÖ’ye göre, bu tablonun adı “tütün salgını” ve salgının taşıyıcısı tütün endüstrisi. Diğer bir deyişle, salgının taşıyıcısı, dünya tütün piyasası üzerinde tam hakimiyet kurmuş dev ulusötesi şirketler. Dünyada ve Türkiye’de karşımızda aynı 3,5 sigara şirketinden oluşan tipik bir oligopol var. Son 40 yıl içinde özelleştirmeler, satın almalar, birleşmeler ve küresel yayılmayla devleşen bu sermaye gücü, günümüzde salgının hem taşıyıcısı hem de imalatçısı olarak, tarladan perakendeye kadar, üretim ve ticaretin her aşamasında tam hakimiyet kurmuş durumda. 

Nikotin bağımlılığı

Tütün ürünlerinde bağımlılıktan sorumlu temel bileşen nikotin. Nikotin bağımlılığının biyolojik mekanizması kapsamlı araştırmalarla saptanmış durumda. Özetle, duman ile solunan nikotin akciğerde emildikten hemen sonra kan yoluyla 10 saniye içinde beyne ulaşıyor ve buradaki nikotin reseptörlerini etkinleştiriyor. Reseptörlerin etkinleşmesi, mezolimbik yolağın etkinleşmesi ve dopamin gibi çeşitli nörotransmiterlerin salınması ile sonuçlanıyor. Zorlantılı davranış, zevk, öfori ve ödül duyguları ile ilişkili olan mezolimbik yolak tütün kullanımının pekiştirilmesinde kritik bir rol oynuyor. 

Burada altı çizilmesi gereken husus, bütün tütün ürünlerinin bağımlılık yapıcı olduğu ve zerk hızı ve dozu üretici tarafından ayarlanabilen nikotin içermesi. Ancak, tütün ürünlerinde ayrıca, ürünün tadını yumuşatan, içimini kolaylaştıran ve bağımlılık yapıcılığını artıran, yani nikotin zerkini doğrudan veya dolaylı olarak etkileyen 600’ü aşkın katkı maddesi kullanılıyor. 

Bu açıdan, basit imal ürünler gibi görünseler de, tütün ürünlerinin arkasında  gelişkin mühendislik, eczacılık dokunuşları var. Amerikan sigara şirketi R.J. Reynolds’un 1971 tarihli bir iç yazışmasında şu sözler yer alıyor: “Tütün endüstrisi bir bakıma ilaç endüstrisinin yüksek derecede ihtisaslaşmış, gelişkin usul ve esaslara sahip bir segmenti olarak düşünülebilir. Tütün ürünleri, birçok fizyolojik etkiye sahip güçlü bir ilaç olan nikotini özel olarak ihtiva eder ve zerk eder.” 

Gerçekten de, tütün endüstrisinin alameti farikası, ürünlerini birer nikotin zerk aracı olarak tasarlaması. İster sigara gibi geleneksel ürünler olsun, ister zarar azaltım iddiasıyla pazarlanan yeni nesil ürünler, amaç hep aynı: ürünün bağımlılık yapıcı özelliğini, yani nikotin zerkini, belli pazarlama hedefleri doğrultusunda ayarlamak. Ancak, araştırmaların ortaya koyduğu üzere, tütün endüstrisi tarihi boyunca, eczacılığa öykünme sadece kârlılığı artırmaya yönelik bir çaba olarak sürdürülüyor; hiçbir zaman sağlık zararlarını bertaraf etme amacı taşımıyor. 

Nikotin bağımlılığı kısa sürelerde gelişiyor. Bağımlılığının ilk belirtileri, tütün içmeye başladıktan sonraki günler ile haftalar içinde ve genellikle her gün sigara içmeye başlamadan önce ortaya çıkıyor. Sürekli tütün ürünü kullanımına bağlı olarak beyindeki nikotin reseptörlerinde meydana gelen değişiklikler tolerans, istek ve yoksunluk gibi bağımlılık belirtilerine yol açıyor. 

Araştırmalar, alkol ve opioidler gibi diğer bağımlılık yapan maddelerle karşılaştırıldığında, tütünün bağımlılığa yol açma hızının çok daha yüksek olduğunu, buna karşın tütün kullananların bağımlılıklarından kurtulma olasılıklarının daha düşük olduğunu gösteriyor. Bağımlılık yapıcı maddeler sıralamasında, nikotin, bağımlılık yapıcılıkta eroin ve kokainden sonra üçüncü sırada, ama alkol, benzodiazepinler, metamfetamin ve esrar gibi maddelerden daha yüksek derecelendiriliyor. Meraktan sigarayı deneyenlerin yüzde 67,5’i sonraki evrede bağımlı hale gelirken, bu oran kokain deneyenlerde yüzde 20,9, esrar deneyenlerde yüzde 8,9

Nikotin bağımlılığı reddiyeciliğinin kısa tarihi

Mahkemelerce el konulan iç yazışmalarından öğrendiğimize göre, sigara şirketleri 1950’ler itibariyle sigara içmenin itici faktörünün nikotin olduğunu ve bunun imalat aşamasında kimyasal olarak manipüle edilebileceğini gayet iyi biliyorlar. Örneğin, 1969’da bir Philip Morris yetkilisi şöyle diyor: “Sigara içmenin birincil motivasyonu, tüttürmenin farmakolojik etkisini elde etmektir... Psikososyal sembolizmin gücü azalınca, alışkanlığı sürdürmek için farmakolojik etki devreye girer.” 

Şirketler kamuya kapalı ortamlarda sigarayı “güçlü ve ucuz bir ilaç zerk aracı” olarak tanımlarken, yaklaşık 40 yıl süreyle kamuoyu önünde nikotinin bağımlılık yapıcı olduğunu şiddetle reddediyor, bunun için araştırma fonlamasıyla bilimsel çalışmaları etkiliyor, STK’ları cephe örgütü olarak kullanıyorlar. Sigara içmek, “bağımlılık” değil “alışkanlık” olarak tanımlanıyor, eroinle değil kafeinle bir tutulmaya çalışılıyor. Bu olağanüstü inkârcı çaba kendileri açısından boşuna değil. Şirket hukukçuları şirket yöneticilerinden her türlü “bağımlılık” tartışmasının muhakkak bastırılmasını istiyor. Endüstriyi temsil eden bir hukuk şirketi yetkilisi, “Akciğer kanseri davalarında davacının en güçlü silahı ‘bağımlılık’ oluyor. Eğer kişi ‘bağımlı’ addediliyorsa, sigara içmeyi ‘özgür tercih’ olarak savunmaya devam edemeyiz,” sözleriyle şirketlerin pozisyonunu özetlemiş oluyor.

Bilimsel kanıtların yığılması sonucu, nihayet 1988’de, oldukça gecikerek yayınlanan ABD sağlık otoritesinin resmi raporu ile, 

  • tüm tütün ürünlerinin bağımlılık yapıcı olduğu,
  • bağımlılığa nikotinin yol açtığı ve
  • tütün bağımlılığını tanımlayan farmakolojik ve davranışsal süreçlerin eroin ve kokain gibi maddelere olan bağımlılığı tanımlayan süreçlerle aynı olduğu 

tescil ediliyor. Raporu izleyen on yıllık süreçte sigara şirketleri inkâr politikalarını sürdürürken, 1994’te reddiyeciliğin doruğunu temsil eden bir olay yaşanıyor. ABD Kongresi’nin alt komitesinin önünde 7 sigara şirketinin 7 CEO’su yan yana dizilerek verdikleri tarihsel ifadede, sağ ellerini kaldırarak yemin ettikten sonra, sırayla söz alarak nikotinin bağımlılık yapıcı olmadığını söylüyorlar. Ancak, bundan beş yıl sonra, 1999’da Philip Morris kendisinin de dahil olduğu bu yalanı faş etme kararı veriyor ve “sigara içmenin hastalığa neden olduğu yönünde bilimsel oydaşma bulunduğunu ve en genel anlamıyla bağımlılık yapıcı olduğu”nu kabul ettiğini ilan ediyor; diğer şirketler bir süre daha direndikten sonra aynı yola giriyorlar. Yazı dizimizin dördüncü bölümünde göreceğimiz üzere, paketlerin üzerine “sigara içmek öldürür” ibaresinin konmasıyla yasal sorumluluktan kurtulmaları bunda etkili oluyor. 

Özgür irade mi, zorlantı mı?

Nikotin bağımlılığıyla ilgili kritik mesele, nikotin bağımlılığının biliş ve karar vermeyi kontrol eden nöral devrelerde anormalliklere ve kendini kontrol etme yeteneğinin kaybına neden olması. Yazı dizimizin ilerleyen bölümlerinde göreceğimiz üzere, tütün ürünü tüketimini bireyin özgür iradesi ile yaptığı bir seçim olarak çerçeveleyen sermaye pozisyonu ile buna dayalı formüle edilen liberal politikaların aksine, bilimsel kanıtlar tütün ürünü tüketiminin bağımlılık nedeniyle sürdürülen zorlantılı bir davranış oluğuna işaret ediyor.

Yazı dizisinin bir sonraki üçüncü bölümünde bir başka “imal salgın”ı, aşırı işlenmiş gıda ürünlerinin üretimi ve tüketimindeki yükselişi, geleneksel beslenmeden bu gıdalara dayalı beslenmeye geçişi ele alacağız. Bu ürünlerin bağımlılık yapıcı niteliği, bağımlılığın yaygınlığı ve sınıfsallığı hakkındaki araştırma ve tartışmaları gözden geçireceğiz. 

                                                         /././

Bağımlılık Dosyası (III): Aşırı işlenmiş gıda ürünleri

Dünyada bir milyar kişi aç, iki milyar kişi obez. Çelişki o ki, açlar da obezler de yeryüzünün en yoksul üç milyarı ediyor. Günümüzde yoksulluğun en önemli göstergelerinden biri aşırı işlenmiş gıdaya dayalı beslenmeyle ilişkili obezite.

Bu yazı dizisinde, kasten bağımlılık yapıcı olarak tasarlanmış tütün ve aşırı işlenmiş gıda ürünlerine odaklanarak, ulusötesi sermayenin yol açtığı “imal salgınlar”ı, “bireysel sorumluluk” ideolojisine dayalı hakim bağımlılık söylemini ve buna dayalı bağımlılıkla mücadele politikasının başarısızlığını masaya yatırıyoruz. Bağımlılık ve kapitalizm arasındaki ilişkileri irdelemeyi, liberal ve İslamcı politikanın önündeki perdeleri kaldırmayı ve her toplumsal olgu gibi sistemik düşünme ve eylem gerektiren bağımlılığı ve çözümlerini tartışmaya açmayı amaçlıyoruz.

Bir önceki bölümde tütün salgını ve bağımlılık ilişkisine bakmıştık. Yazı dizisinin bu bölümünde bir başka “imal salgın”ı, aşırı işlenmiş gıda ürünlerinin üretimi ve tüketimindeki yükselişi, geleneksel beslenmeden bu gıdalara dayalı beslenmeye geçişi ele alıyoruz. Bu ürünlerin bağımlılık yapıcı niteliği, bağımlılığın yaygınlığı ve sınıfsallığı hakkındaki araştırma ve tartışmaları gözden geçiriyoruz.

Bir “imal salgın” daha: Aşırı işlenmiş gıda ürünleri

Dünyada bir milyar kişi aç, iki milyar kişi obez. Çelişki o ki, açlar da obezler de yeryüzünün en yoksul üç milyarı ediyor. Günümüzde yoksulluğun en önemli göstergelerinden biri aşırı işlenmiş gıdaya dayalı beslenmeyle ilişkili obezite. Tarihsel olarak emperyalizm ve kapitalizmin neden olduğu eşitsizlik ve adaletsizliklerin kronik açlık ve yetersiz beslenmeye yol açtığı biliniyor. Ancak, sermaye birikimini sınırlayan faktörlerden biri tüketimin sınırlılığı olarak belirginlik kazanınca, kapitalizmin kaptanları geniş emekçi kitlelerin tüketim davranışlarını aşırı tüketime yönlendirecek üretim ve pazarlama yöntemlerini geliştirme ve çeşitlendirmeye geçti.

Sonuç olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı’da baş gösteren tütün tüketimi patlamasında olduğu gibi, 1980’lerde obezite patlatıldı. Wells, dünya genelinde yetersiz ve aşırı beslenme ile bireyin yaşam seyri içinde gözlemlenen yetersiz ve aşırı besleme arasındaki yapısal bağlantıları inceleyerek, küresel obezite salgınında kapitalist ekonominin merkezi rolü olduğunu savunuyor

Birey ölçeğinde obezite, çok sayıda genetik, hormonal faktör ve hareketsizlik gibi davranışsal faktörle ilişkili olmakla birlikte, obezite artış trendine koşut giden çevremizdeki en önemli sistemik değişkenlerin başında, 1980'lerden bu yana gıda sisteminde aşırı işlenmiş gıdaların oranının katlanarak artması geliyor. Uzmanlar, son 30 yılda Britanya’da çocukluk çağı obezitesinin yüzde 700 ve ileri obezitenin yüzde 1600 oranında artmasının ve son 20 yılda Avustralya’da Tip 2 diyabetle yaşayan insan sayısının üç katına çıkmasının beslenme sistemlerinde yaşanan bu muazzam değişimle açıklanabileceğini ifade ediyor.

Gıdanın tarımdan koparılmasını ve metalaşmasını simgeleyen bu gıdalar, doğada bulunmayan, laboratuvar ortamında tasarlanmış, yüksek oranda un, şeker gibi rafine karbonhidratlar ve yağlar içeren, tuz ve katkı maddeleri katılmak suretiyle aşırı lezzetlendirilmiş, ucuz girdiler ve cüzi miktarda tam gıda içeren, yüksek kalorili, endüstriyel olarak imal edilmiş yiyecek ve içecekler olarak tanımlanıyor.

1980’lerden bugüne ve son 20 yıl içinde yoğunlaşarak, önce Batı’dan başlayan, sonra dünya geneline, özellikle yüksek nüfuslu, orta gelirli Küresel Güney ülkelerine doğru yayılan, taze, doğal gıdaya dayalı geleneksel diyetten aşırı işlenmiş gıda diyetine geçiş yaşandı. Araştırmalarda bu ürünlerin yaygın tüketiminin obezite, diyabet, kalp damar hastalığı artışları ile doğrudan ilişkili olduğu gösterildi.

Sonuç, tütünde olduğu gibi, küresel salgın. Stuckler ve arkadaşlarının daha 2012’de bu endüstriyi gözlemleyerek kullanmaya başladıkları “imal salgın” kavramı çok yerinde bir nitelendirme. Taşıyıcı ve imalatçı aynı: bu sefer gıda ve içecek endüstrisinde faaliyet gösteren ulusötesi sermaye. Aynı tütün endüstrisinde olduğu gibi, bu sektörde de tekelleşme ve küresel yayılmayla semirmiş dev ulusötesi şirketlerin hakimiyeti söz konusu. Yabancı sermaye yatırımlarının önünün açılması ve serbest ticaret anlaşmalarının sağladığı olanaklarla, özellikle orta gelir grubu Küresel Güney ülkelerinin gıda sistemlerinde bu şirketler en az Batı’daki kadar belirleyici konuma geldiler. Ancak, bu ülkelerde aşırı işlenmiş gıda tüketiminin artış hızı, tarihsel olarak Batı’da yaşanandan çok daha yüksek.

Günümüzde, Avustralya, Britanya, ABD ve Kanada’da aşırı işlenmiş gıdalar ortalama diyetin yüzde 60’ını oluşturuyor. Batı’daki piyasa satürasyonu sonrasında, şirketlerin satış artışlarının artık neredeyse tamamı Küresel Güney’de gerçekleşiyor. Johannesburg’dan Manila’ya, Sao Paulo’dan İstanbul’a, süpermarket rafları şeker, yağ, tuz, katkı maddeleriyle zenginleştirilmiş aynı markalara, aynı ambalajlara sahip yiyecekler ve içeceklerle dolu.

Philip Morris’in parmağı

Bu ürünlerin tarihçesinde önemli bir dönüm noktasını, dünya tütün oligopolünün lider şirketi Philip Morris’in dönemin önde gelen gıda şirketleri Kraft Foods ile General Foods’un hisselerinin tamamına sahip olduğu 1980-2001 yılları oluşturuyor. Çalışmalar, tütün ürünlerinin bağımlılık yapıcı özelliklerini geliştirmek için kullanılan yöntemlerin bu dönemde aşırı işlenmiş gıdaların geliştirilmesinde de uygulandığını saptıyor. Philip Morris iyeliğinde yağ ve karbonhidrat açısından zenginleştirilmiş ürünlerin piyasaya sürülmesinde bariz artış yaşanıyor.

Nestlé’den 'Gemiye Buyrun' kampanyası

2010’da Brezilya’nın liman kenti Belém’den yola çıkan Nestlé’nin Terra Grande gemisinin Amazon nehrinin derinliklerindeki yerleşimlerde 800 bin kişiye “yüzen süpermarket” hizmeti vererek yürüttüğü “Nestlé Gemiye Buyrun Diyor” kampanyasında modern Batılı beslenme tanıtımı yapmasının ve bu turlarda en fazla rağbet gören ürünün, 80 gramlık porsiyonunda 38 gram şeker içeren Kit-Kats olmasının ardından, rekabet edebilmek için yerel dükkanlar Nestlé’nin ultra işlenmiş abur cuburunu stoklamaya başlamıştı. Çalışmalar, Terra Grande’nin arkasında bir beslenme kaosu bıraktığını gösteriyor. Bölgede, çocukluk çağı obezite oranları yüzde 30 oranında artarken, o zamana kadar daha önce duyulmamış bir hastalık olan çok sayıda Tip 2 diyabet vakası bildirilmiş. Nestlé, Amazon’da yüzen süpermarketten sonra, yakın zamanda büyükşehirlerin gecekondu mahallelerine de erişmek üzere, Brezilya’daki ikinci kampanyası “Nestle Size Geliyor”u başlattı. Bunun için yedi bin kadın kapıdan kapıya satış elemanı olarak görevlendirilerek her ay 700 bin düşük gelirli hane ziyareti gerçekleştirildi. Şirket yetkilileri, “Programımızın özü yoksullara ulaşmaktır” diyor.

Yoksul yerleşim bölgelerine yönelik bu tür pazarlama yine tütün endüstrisinin “oyun kitabı”ndan çıkma bir model. 1960’lar ve 1970’ler boyunca sigara şirketleri de ABD’de siyah nüfusun yaşadığı bölgelerde kapı kapı dolaşıp ürün tanıtımı yapıyor, bedava sigara dağıtıyor ve bunu sivil haklar söylemiyle gerekçelendiriyordu. Benzer şekilde, dünyanın en yoksul ülkelerinden Gana’da fast-food ve aşırı işlenmiş gıda satış noktalarının yaygınlaşması sonucu ülkede obezite oranlarının 1980’den bu yana yüzde 2’den yüzde 13,6’ya yükselmesini KFC’nin eski CEO’su, “Gana'da bir KFC'de yemek yemek, açıkçası, bilirsiniz, hemen hemen her yerde yemek yemekten çok daha güvenli” sözleriyle arsızca haklı çıkartmaya çalışmıştı.

Bağımlılık tartışmaları

Aşırı işlenmiş gıdaların bağımlılık yapıcılığıyla ilgili çalışmalar son 20 yılda gelişti, ancak bunların gerçekten bağımlılık yapıp yapmadığı konusunda tartışma devam ediyorAşırı işlenmiş gıda bağımlılığı karşıtları, bu ürünlerde nikotin, etanol veya afyon gibi bağımlılık yapıcı tanımlı madde bulunmaması tezi üzerinden, bu gıdaların “alışkanlık” yapabildiğini, ancak bağımlılığı saptamak için kullanılan ölçütleri karşılamadığını iddia ediyorlar. Bundan 40 yıl önceki tütünün bağımlılık yapıcı olup olmadığı hakkındaki tartışmalarla inanılmaz derecede bir benzerlik söz konusu. Bir önceki bölümde değindiğimiz üzere, tütün bağımlılığı da onlarca yıl inkâr edilmişti. Bu bağlamda, şekerli yiyecek ve içecek endüstrisinin gıda bağımlılığının varlığını inkâr eden araştırmalara sponsor olduğu ve tütün endüstrisinin “oyun kitabı”nı adım adım izlediğinin altını çizmekte fayda var.

Aşırı işlenmiş gıda bağımlılığını kanıtlamak amacıyla yapılan çalışmalarda ise, bu ürünlerin tekrarlanan tüketiminin biyolojik (dopaminerjik duyarlılık vs.) ve davranışsal (yoksunluk, sonuçlara rağmen kullanım vs.) tepkileri tetiklediği, doğal veya hafif işlenmiş gıdalarda ise bu tepkilerin son derece düşük ve sınırlı olduğu gösteriliyor.  Aradaki fark, aşırı işlenmiş gıdaların, yapay olarak yüksek dozlarda emilimi hızlı ve ödüllendirici bileşenleri içermesiyle ilişkilendiriliyor. Bu amaçla geliştirilen bir ölçekle saptanan gıda bağımlılığının, ödülle ilgili nöral işlev bozukluğu, dürtüsellik ve duygu düzensizliği gibi temel bağımlılık mekanizmalarının yanı sıra, bozulan fiziksel ve zihinsel sağlık ve daha düşük yaşam kalitesi ile de ilişkili olduğu ortaya konuyor.

Sonuç olarak araştırmacılar bu gıdalarda, 

  • yüksek yoğunlukta kullanılan rafine karbonhidratlar ve yağların, beyinde nikotin ve etanol gibi bağımlılık yapan maddelerde görülen seviyelerde dopamin salgılanmasına yol açtığını ve
  • aşırı tüketim, tüketim üzerindeki kontrol kaybı, yoğun istek, olumsuz sonuçlara rağmen sürekli tüketim, tüketimi azaltmak veya sonlandırmak için tekrarlanan başarısız girişimler gibi bağımlılığın davranışsal göstergelerinin ön plana çıktığını

belirliyor ve aşırı işlenmiş gıda ürünlerinin tütün ürünlerini bağımlılık yapıcı olarak tanımlamak için geliştirilmiş bilimsel ölçütleri bire bir karşıladığını savunuyorlar. Bu davranışsal ve biyolojik bulgulara dayanarak, gıdalara yüksek yoğunlukta eklenen rafine karbonhidrat veya ilave yağın bağımlılık yapan madde tanımı için güçlü adaylar olduğu tezini öne sürüyorlar.

Katkı maddelerinin rolü

Tütün ürünlerinde olduğu gibi, bu kategorideki birçok ürünün tadımı ve ağız hissini iyileştiren katkı maddeleri de içermesi bağımlılığın gelişmesinde rol oynuyor. Aynı zamanda katkı maddeleri, gerçek gıda bileşenlerine gereksinimi azalttıkları için, üretim maliyetlerini düşürüyor, tarımdan kopuk merkezileşmiş endüstriyel üretimi olanaklı kılıyor, ürünün depolanmasını kolaylaştırıyor ve raf ömrünü uzatıyor. Bir araştırmaya göre, modern gıda üretiminde tatlandırıcı, renklendirici, köpürtücü ve köpük önleyici maddeler, hacim arttırıcı ve hacim önleyici maddeler, koruyucular, emülgatörler ve sakızlardan oluşan 10 bin adet katkı maddesi bulunduğu tahmin ediliyor. İngiltere'de ikamet eden bir birey, beslenmesinin bir parçası olarak yılda ortalama sekiz kilogram bu maddelerden tüketiyor.

Birçok gıda katkı maddesinin cazibe ve bağımlılık artırıcı olduğu ve ciddi sağlık etkileri bulunduğu biliniyor, ancak büyük çoğunluğunun sağlık etkileri hakkında yeterli araştırma bulunmuyor. Sigaralarda da kullanılan şeker, kakao, mentol, alkali tuz gibi aromalar ve tadımı iyileştiren katkı maddeleri marka sadakatinin oluşmasında önemli rol oynayan güçlü ikincil pekiştiriciler olarak aşırı işlenmiş gıda ürünlerine katılıyor. Örneğin, bir kutu Coca-Cola’da on tatlı kaşığı şeker bulunuyor. Bu kadar ham şekerin tadı berbat olduğu için, ürünü lezzetli hale getirmek üzere tatlılığın bir kısmını ortadan kaldıran acılık veren bir katkı maddesi ekleniyor; böylece tüketiciler aşırı şeker ve kafeinden rahatsızlık duymadan ürünü tüketebiliyorlar.

'Bireysel sorumluluk' ve obezite

Gazetelerin sağlık sayfalarından, televizyon ekranlarından, “obezite krizi”nin temel nedenlerinin, egzersiz yapma iradesi eksikliği, modern kentli insanın tembelleşmesi sonucu hazır yiyeceklere yönelmesi ve “açgözlülük” nedeniyle aşırı beslenmesi olduğu bilgisi pompalanıyor.

Aynı çizgide, Coca-Cola’nın fonladığı küresel “Egzersiz İlaçtır” kampanyası obezitenin kola gibi ürünlerin tüketimiyle değil, bireyin egzersiz eksikliğiyle ilişkili olduğu üzerine kurgulanmıştı. Egzersizin fiziksel ve zihinsel sağlık için önemi tartışmasız, ancak araştırmalar egzersiz yaparak sağlıksız beslenmenin telafisinin mümkün olmadığını gösteriyor. Son 50 yılda dünya genelinde insanlık tarihiyle çelişen bir sağlık açmazı ortaya çıktı. Aşırı işlenmiş gıdaların kalorisi yüksek, ancak besin değeri düşük olduğu için, artık obezite paradoksal olarak bir yetersiz beslenme şekli olarak tanımlanıyor. Diğer bir deyişle, aşırı beslenme beraberinde yetersiz beslenmeyi getiriyor. Bütün toplumlarda yoksullar, kendilerine yönelik pazarlanan aşırı işlenmiş gıdaya dayalı diyet nedeniyle, en yetersiz beslenenler olmalarına rağmen, aslında en fazla kaloriyi tüketiyorlar. Britanya’da, işçi sınıfından çocukların boyları ortalama olarak kısalırken, bu çocuklar aynı zamanda şişmanlıyor. Burjuva ailelerin çocukları ise sağlıklı büyümeye devam ediyor.  

Batılı toplumlar dahil, kentli bireylerin ve ailelerin önemli bir kesiminin yaşam koşullarında buzdolabı, ocak gibi mutfak olanakları bulunmuyor. Sağlıklı gıdaya erişemedikleri gibi, kendileri de yemek yapamadıkları için aşırı işlenmiş gıdalar tek seçenek haline geliyor. Evlerinde mutfak olanakları olsa ve sağlıklı gıdaları satın almaya güçleri yetse bile, yorucu iş günü içinde üç öğün yemek hazırlamak ve pişirmek çok zor. Bu iş öncelikle kadınların üzerine yıkılıyor ya da çoğu birey ve aile zamanı ve enerjisi olmadığı için gitgide daha fazla hazır gıdaya yöneliyor.

Daha az zararlı aşırı işlenmiş gıda mümkün mü?

Sağlık araştırmacısı Van Tulleken, kârın itici gücünün belirleyiciliğinde biçimlenen modern beslenme dönüşümünü ele aldığı 2023 tarihli Ultra İşlenmiş İnsanlar kitabında, aşırı işlenmiş gıdaların iyileştirilerek daha sağlıklı hale getirilmesinin olanaksız olduğunu belirtiyor. Tütün ürünlerinde olduğu gibi, bir sermaye taktiği olarak “zarar azaltım” iddiasının bu ürünler için de gerçek hayatta bir karşılığı yok. Yağı azaltılmış, yağsız, şekersiz, probiyotik, vitamin katkılı, “light”, “diet” ibareleriyle piyasaya sürülen ürünler, aldatıcı şekilde toplumdaki sağlık endişelerine hitap eden, ama aynı maliyet düşürücü, aşırı tüketimi teşvik edici, bağımlılık yapıcı şekilde formüle edilmiş gıdalardan ibaret. Sermayenin nihai önceliği her zaman kârını maksimize etmek olduğu için, kapitalist rekabet koşullarında şirketlerin mümkün olduğunca en ucuza üretmek ve tüketimi en yüksek düzeye yükseltmek üzere ürünlerini formüle etmeleri kaçınılmaz.

Yaygınlık

36 ülkeden 281 çalışmayı inceleyen iki analiz, gıda bağımlılığının yaygınlığını yetişkinlerde yüzde 14 (obezitesi olan yetişkinlerde yüzde 28), çocuklarda yüzde 12 (obezitesi olan çocuklarda yüzde 19) olarak tahmin ediyor. Yetişkinlerin oranı diğer bağımlılık yapıcı yasal maddelerin Batı ülkelerindeki kullanım sıklığına yakın, ancak çocuklar için belirtilen bağımlılık düzeyi son derece çarpıcı ve emsalsiz. Obezitesi olan bireylerde gıda bağımlılığının yaklaşık iki kat yüksek olması dikkat çeken bir başka bulgu ve iki koşulun ilişkili, ancak eşanlamlı olmadığının bir göstergesi. 

Türkiye’de gıda bağımlılığı verisine ulaşamamış olmakla birlikte, Sağlık Bakanlığı’nın yakın zamanda yayınladığı Türkiye Hanehalkı Sağlık Araştırması 2023 raporu ülkemizdeki durum hakkında bazı ipuçları veriyor. Rapora göre, Türkiye’de 15 yaş ve üzeri nüfusun yüzde 35,5’i fazla kilolu ve yüzde 25,4’ü ise obez. Obezite, kadınlarda (yüzde 30,8) erkeklerden (yüzde 20,2) 1,5 kat daha fazla.

Gıda çölleri, gıda bataklıkları, erişilemeyen sağlıklı gıda

Gıda sistemindeki eşitsizliğin yol açtığı gıda güvensizliği ve bunun aşırı işlenmiş gıdaların yoğun tüketimi ile olan ilişkisini irdeleyen çalışmalar, yürütüldükleri ülkelerin özel toplumsal koşullarını yansıtmakla birlikte, bu literatürdeki temel bulgu, bu yazı dizisinin bir önceki bölümünde irdelenen sigara tüketiminin tarihsel ve sınıfsal niteliğiyle benzerlikler gösteriyor: ABD, Batı Avrupa ve Brezilya’da yürütülmüş birçok çalışma, aşırı işlenmiş gıda tüketiminin ve gıda bağımlılığının gitgide nüfusun yoksul kesimlerinde, özellikle yoksul çocuklar ile kadınlar, etnik azınlıklar ve düşük eğitimliler arasında yoğunlaştığını gösteriyor.

Bu bulgu iki faktörle ilişkilendiriliyor. Bunlardan ilki, bu kesimleri hedef alan reklam ve pazarlamaİsveç’ten ilginç bir çalışmada, Stokholm’ün düşük sosyoekonomik statüye sahip mahallelerinde aşırı işlenmiş gıda ürünlerine ait dış mekân reklam panolarının kentin geri kalan bölgelerine oranla çok yüksek yoğunlukta yerleştirildiği gösteriliyor. İkincisi, kentli yoksullar, kentlerin “gıda çölleri” ve “gıda bataklıkları” adı verilen mahallelerinde yaşıyorlar. Gıda çölü, sağlıklı gıdanın ya hiç bulunmadığı ya da erişiminin çok sınırlı olduğu, gıda bataklığı ise, sağlıklı gıdadan ziyade bolca aşırı işlenmiş gıdaların satışa sunulduğu kent bölgeleri anlamında kullanılıyor. Her ikisinde de aşırı işlenmiş gıda tüketimi yüksek olmakla birlikte, gıda çöllerinde gıda güvensizliği özellikle daha yüksek; gıda bataklıklarında ise obezite ve obezite kaynaklı ölüm oranları yüksek. Araştırmalar, 23,5 milyon ABD vatandaşının taze yiyeceklerin bulunmadığı gıda çöllerinde yaşadığını, İngiltere’de yoksul bölgelerin, daha varlıklı bölgelere göre iki kat daha fazla fast-food satış noktasına sahip olduğunu gösteriyor. Birçok yerde, fast-food restoranları gençlerin sosyalleşebilecekleri yegâne kapalı kamusal alanlar olarak hizmet veriyor.

Yanıt bekleyen sorular

Türkiye’nin gıda çölleri, gıda bataklıkları var mıdır? Mahalle pazarlarının, gıda satan küçük esnafın, zerzevatçı kamyonetlerinin hâlâ varlıklarını sürdürüyor olmaları dikkate alındığında, sağlıklı gıdaya erişimin coğrafi olarak sınırlandığı yukarıda sözü edilen türde gettolaşmalar Türkiye’de yok denebilir mi? Diğer yandan, ülkemizde taze meyve, sebze ve hayvansal gıdanın satın alınabilirliği o kadar zorlaştı ki, geniş kesimler için bu ürünler neredeyse 17. yüzyılda kuzey Avrupa’da tropik meyveler, Akdeniz turunçgilleri ne kadar erişilmez ise, o kadar lüks, erişilemez hale geldi. Türkiye’de ücretlilerin reel gelirlerinin hızla erimesi, aşırı işlenmiş gıdaların pazarlama taktiklerini ve tüketim düzeyini nasıl ve ne kadar etkiliyor? Son yıllarda tütün tüketimindeki hızlı tırmanış bu ürünler için de geçerli mi? Yetersiz, sağlıksız ve bağımlılık yapıcı gıdalarla beslenmenin boyutları ve sağlık etkileri nedir?

Yazı dizisinin bir sonraki dördüncü bölümünde, bağımlılıkla mücadele politikası ve retoriğinin altında yatan neo-klasik iktisat ve türevlerinin bağımlılığı nasıl tanımladığını ve meşru saydığı müdahalelerin neler olduğunu ortaya koyacak, tütün endüstrisinin öncülüğünde geliştirilen “bireysel sorumluluk” retoriğinin tarihçesine bakacak, “kâr ve zarar kimin?” diye soracağız.

                                                             /././ 

soL


Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -22 Temmuz 2025-

Kalıcı çözüm yerine sadaka: Milyar liralık örtü -Mustafa Bildircin- Giderek ağırlaşan ekonomik buhrana kalıcı çözüm üretemeyen ve yoksulluğu...