soL "Köşebaşı + Gündem" -10 Mayıs 2025-


Zirai don vurdu, çözüm sigortaya kaldı: 'Çiftçinin kaderi sigorta şirketlerinin insafına terk edildi'-Özkan Öztaş-
Türkiye'de tarım sektörü, son dönemde yaşanan zirai don felaketiyle büyük bir krizle karşı karşıya. Meclis Komisyonu raporlarına göre üreticiyi 2-3 yıllık gelir kaybı beklerken, uzmanlar hükümetin tek çözüm olarak sunduğu sigorta sisteminin yetersizliğine dikkat çekiyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/zirai-don-vurdu-cozum-sigortaya-kaldi-ciftcinin-kaderi-sigorta-sirketlerinin-insafina-terk

                                                                     ***
Düzen siyaseti fazla karışık -Aydemir Güler-
Karşımızda boşluklar değil çökmeyi bekleyen obruklar var. Türkiye siyaseti bu kadar boşluğu kaldırmaz. Gündem, hesaplaşma ve yeniden yapılanmadır.

CHP’nin mitingleri sürüyor. Karşılığında AKP’nin operasyonu da…

Karşılıklı top atışlarında taraflardan birinin pes etmesi, artık ihtimal dışı. CHP eylemleri durdursa üstündeki ağır baskının altından kalkamaz ve çözülür. İçinin son derece karışık olduğu anlaşılan AKP ise davalardan bir şey çıkmayacağını kabul etse, önemli isimler serbest bırakılsa, benzer bir dağılmayı engelleyemeyecektir. Yani iş artık “inada binmiş” durumda. 

Ancak CHP bir kez kitleleri siyasete çağırdı. Süre uzadıkça halkın en az militan kesimlerinden başlayarak bir duraklamaya girilmesi, hatta enerjinin geri çekilmesi de kaçınılmaz görünüyor. Kendini tekrar eden eylem cazibesini adım adım yitirir. Elbette ateşi harlayacak önlemler alınabilir. Ama mücadelenin içinde verildiği düzlem değiştirilemez. Bundan sonrası bir tür kalkışmadır. Ancak bu seçenek, bugünün maddi gerçekliğine de, CHP’nin öznelliğine de uymaz. 

Yeri gelmişken, AKP’nin bu tür bir patlamadan endişe duyduğu ve başka örneklerde acımasızlıkta sınır tanımayan müdahale biçiminde gayet seçici davrandığı eklenmelidir. Eninde sonunda barış sloganı sadece Kürt sorunuyla ilgili kullanıma sokulduysa da, “terör bitiyor” derken öte tarafta kan gövdeyi götüremez…

“Peki, CHP ne yapsın” sorusuna yanıt arayanlar şimdi bu yazıyı yarıda bırakabilirler. Bu soru kuşkusuz herkesi ilgilendirir, ancak burası başkasına akıl öğretme yeri değildir. Yanıt CHP’dedir, soru CHP’lilere sorulmalıdır.

Biz burada durumu anlama yönünde ilerleyebiliriz sadece… 

CHP kitleleri siyasete çağırdı dedik; AKP ise bundan kaçınıyor. Kuşkusuz Türkiye’de yoksullaşma rekorları kırılırken iktidardaki partilerin sokakta fazla işi olamaz. Ama bu durumun sadece bir zaaf olduğu düşünülmemeli. Alanları dolduranların gidişatı değiştiremediği her hafta, kamuoyunda savcılık ve Erdoğan iddialarına inandırıcılık kazandırmasa da, “iktidarın bu vartayı da atlatacağına” dair bir izlenimi güçlendirmektedir. 

Yani inatçılardan biri diğerine göre daha avantajlı konumdadır. 

Şu nedenle ki, toplumun örgütsüzlüğü uzun süredir çürütücü etki yaratıyor. Yoksullukta dibi gören, depremde çaresizliğe mahkûm edilen insanların kendilerini savunan, acılarını paylaşanlarla değil baş sorumlu iktidarla yan yana durmayı sürdürmesi çürümedir. Örgütsüz yığın güçlüden kolay kolay kopmaz.

Avantajın yer değiştirmesi için, sokakta kurulan baskının iktidar blokundaki yarıkları çatırdatması gerekir. Bir dizi sarsıntının yaşandığı doğrudur, ama zemindeki kaymaya karşı iki payanda devreye sokulmuş bulunmaktadır. Biri, Anayasa masasını bayağı benimseyip başkalarına davetiye gönderen DEM Parti'dir. 

Diğeri ise uluslararası dinamiklerin bileşkesidir. Şu veya bu devletin politikasından öte, toplam dış faktör Türkiye’de AKP iktidarına bir kez daha payanda olmaktadır. Avrupa sosyal-demokrasisinin durumu ise CHP’den daha iç açıcı değildir.

Bu koşullarda, iktidar blokunun kesinlikle önüne geçilemeyecek olan sarsıntılarının, verili koşullarda çatırdamaya evrilmesi beklenmemelidir. Ancak ortada her şeyi önüne katıp süpürecek bir güç de yok. Kurucu parti CHP’nin ufalanarak pratikte yok edilmesi, bugün Erdoğan’ın sahip olduğundan çok daha büyük bir güç birikimi ister. 

Eksiklerse Bahçeli üstünden telafi edilemez. MHP koşar adım gittiği Anayasa masasından Yeni-Osmanlı çıktığında tarihsel rolünü tamamlamış olacaktır. Bahçeli açtığı süreci bir emeklilik yatırımı zannediyor olabilir. Oysa ırkçı-faşist milliyetçiliğin üstüne oturduğu bir bombanın pimi çekilmektedir. Kuşkusuz o kulvarın klasik haline adaylığını koyanlar da az değildir. 

Kürt hareketi ise cebinde taşıdığı anahtarın keyfini sürüyor! Ancak DEM Parti'nin Erdoğan’a istediği Anayasa’yı armağan etmesi o kadar da basit bir işlem olmayacak. Kandil’in Öcalan-Bahçeli sürecine angaje edilemediği belliyse de, Rojava Amerikan çıpasına bağlanmışken, oradan başka bir proje üretilmesi mümkün değildir. Öcalan ise, PKK kongresine yolladığı uzun mu uzun mesajında Malazgirt’i kazanan Alpaslan’ın bir Kürt beyi olduğunu ortaya atarak, stratejik açılım maceralarının son noktasına geldiğini göstermiştir. 

“Anahtar rol”, bu çok kollu Kürt hareketi için bir bakıma son derece yanıltıcıdır. 

Bu yazınınsa sonuna artık gelinmelidir… 

Yukarıda değinilen siyasal aktörler Türkiye’nin belli başlı partileri, hareketleri… Bugün bunların tamamı kendi krizini olgunlaştırıyor. Şu ana kadarki verilerde, bu hareketlerin belirleyici parçası olacakları istikrarlı bir yapılanmanın işaretini asla içermiyor.

Karşımızda boşluklar değil çökmeyi bekleyen obruklar var. Türkiye siyaseti bu kadar boşluğu kaldırmaz. Gündem, hesaplaşma ve yeniden yapılanmadır. O momentten, buraya kadar adı geçmeyen sol ve Cumhuriyetçi hareketlerin sıçramayla geçmeleri hiç şaşırtıcı olmayacaktır. 

                                                             /././

Kırgızistan Oş kentindeki büyük Lenin heykelini kaldırdı.

Ülkenin ikinci büyük kenti Oş'ta belediye yaklaşık 25 metre yüksekliğe sahip, dünyanın bilinen en büyük Lenin anıtını yerinden kaldırdı, konunun “siyasal” olmadığını öne sürdü.(https://haber.sol.org.tr/haber/kirgizistan-os-kentindeki-buyuk-lenin-heykelini-kaldirdi-398907)

                                                                 ***

Bayramda trafik kazalarında yaşamını yitirenlerin sayısı 32’ye yükseldi.

Bakan Yerlikaya bayram tatilinin ilk dört gününde 2 bin 960 trafik kazası meydana geldiğini, kazalarda olay yerinde hayatını kaybedenlerin sayısının 32'ye yükseldiğini duyurdu.(https://haber.sol.org.tr/haber/bayramda-trafik-kazalarinda-yasamini-yitirenlerin-sayisi-32ye-yukseldi-398906)

                                                                           ***
Şiddetli geçimsizlik -Engin Solakoğlu-

ABD’nin gerilemesi kendi başına insanlığın kazanımı sayılmalı. Ancak o kazanımın somut ve anlamlı hale gelmesi, gerileyen ABD hegemonyasının yerini bir başka sermaye egemenliğinin almamasına bağlı.

Geçen Kasım ayında yapılan ABD seçimleri Trump’un zaferiyle sonuçlandıktan sonra yapılan değerlendirmelerde öne çıkan ilk unsurlardan biri Elon Musk kişiliğinde somutlaşan yeni bir zengin tipinin ABD’nin ve buradan yola çıkarak dünyanın yönetiminde daha fazla söz sahibi olma ihtimaliydi. Ben de bu konuya değinen bir yazı yazmış Musk ve benzerlerinin ABD tarihinde pek rastlanmayan bir şekilde perdenin arkasından çıkıp yönetimin sahnesinde yer almalarına değinmiştim.

Trump ve Musk arasındaki ittifak geçen hafta itibariyle kesintiye uğramış görünüyor. Türkiye bayram gündemiyle, bıçaktan kaçan ve yakalanan ya da yakalanmayan hayvancıklarla, trafik kazalarıyla, kimin kiminle bayramlaşmadığıyla ilgilenirken bu konu dünya basınında geniş biçimde yer aldı. Kimilerinin deyişiyle “dünyanın en güçlü insanı” ile “dünyanın en zengin insanı” birbirlerini suçlayarak boşandıklarını duyurdular. Bu tanımlamalar ne kadar doğru tartışılır. 

Dünyanın en güçlü insanı etiketi yapıştırılan ABD Başkanı Trump bütün çabasına karşın seçim öncesi vaatlerini gerçekleştirmekte zorlanıyor. Ortadoğu’yu sermayenin rahatça at koşturacağı bir alan haline getirme emelinin önünde hâlâ ciddi engeller var. Suriye’de ve kısmen Filistin’de işler Trump için yolunda gidiyor denebilir. Gazze’de soykırım sürüyor. Trump distopyasının gerçekleşmesine ket vurabilecek güçler bir tür ricat ve savunma konumuna geçtiler. Hizbullah bölge dengelerini değiştirebilme iddiasını, Lübnan ölçeğindeki belirleyiciliğini koruyabilme noktasına kadar daralttı. İran da haklı sebeplerle kendi derdinde görünüyor. Bölgenin Arap rejimleri Trump’un cebine üç-beş trilyon koyarak kendi gemilerini yürütmeye çalışıyorlar. Ancak yine de bölgeyi küresel sermayenin dikensiz gül bahçesine çevirme hülyasının bugünden yarına gerçekleşmesi kolay gözükmüyor.

Trump’un Rusya-Ukrayna savaşını bitirme vaadinin durumu da çok parlak değil. Bir yandan “müzakere için müzakere” egzersizleri sürerken diğer yandan savaş daha önce görmediğimiz boyutlar kazanıyor. Trump ve ona akıl verenlerin planladığı Rusya’yı “evcilleştirerek” Çin’den uzaklaştırma stratejisinin başarıya ulaşabileceğini gösteren hiçbir işaret yok.  Rusya Çin’den uzaklaşmak şöyle dursun, ister istemez Beijing’in siyasi/askeri ve ticari yörüngesine daha da yaklaşıyor.  Bu gelişmenin somut örneğini Hindistan-Pakistan çatışmasında canlı izledik. Özellikle Hintli analistlerin altını çizdiği üzere Rusya bu çatışmada geleneksel Hindistan dostu çizgisinin bir hayli gerisine düşen bir politika izledi. Hintli uzmanlar bunu Moskova’nın Çin’in Pakistan’a yakın duruşuyla aykırı düşmeme kaygısına bağladılar.  

Çin demişken Trump’un bir diğer sıkıntısına da değinmemek olmaz. Trump’un Çin’i ticari olarak sıkıştırma planının önemli bir silahı olarak görülen gümrük tarifelerini yükseltme hamlesi deyim yerindeyse düşe kalka ilerleyebiliyor. Tarifeler asansör misali her hafta inip çıkıyorlar. Çin’in bundan büyük zarar gördüğüne dair bir kanıt da yok. Pekin yönetimi gardını almış, rakibinin bir yandan havaya yumruk sallayıp bir yandan da nara atmak yüzünden kondisyonunu tüketmesini bekleyen bir boksör gibi. Trump’un tarife kumarının kısa vadedeki etkisi ABD’nde ciddi bir pahalılık yaratması olacak. Oysa bizim New York’lu müteahhidin seçmen tabanının büyük bölümü böyle bir gelişmede ağır darbe yiyecek yoksul beyazlardan oluşuyor.

Özetlersek, “dünyanın en güçlü adamı” tanımı, istediği her şeyi yapmaya yetmediği oranda anlamını yitiriyor.

“Dünyanın en zengin adamı”na bakalım biraz da. Günümüz dünyasında zenginlik tanımı biraz da borsa hareketlerine, borsa hareketleri ise  politik gelişmelere bağlı. Öyle ki, Musk Trump’la tartışma yaşadığında veya İsveç’teki Tesla fabrikasında bir emekçi direnişi yaşandığında zenginlik sıralamasında ikinciliğe düşüveriyor bir anda. Ancak bundan daha önemli bir handikapı daha var “kapitalist zenginliğin”. Musk da tıpkı diğer patronlar gibi servetini kamu kaynaklarına borçlu.

Elon Musk’ın Pentagon’dan aldığı ihalelerin toplam tutarı 15 milyar ABD Doları’nı aşıyor. ABD bütçesinin yani halkının Musk’a kıyakları bununla sınırlı da değil. Tesla ve SpaceX gibi Musk projeleri bugüne dek milyarlarca dolarlık vergi indirimi ve teşviklerden de yararlandı.  İşin gerçeği, bu zenginliğin kaynağında zekâ ve başarının değil ABD halkının ve dünya halklarının sömürülen emeğinin yattığı. Trump’la şu sıralar şiddetli geçimsizlik yaşayan Musk’ın "dünyanın en zengin adamı” olarak kalmaya devam edebileceği de hayli şüpheli anlayacağınız. Dünyanın en kapitalist ülkesinde dahi devlet desteği olmadan “çok zengin” olunmuyor da, kalınmıyor da.

Biraz da bu ikilinin çatışmasının arka planına değinelim. Görünür sebep Trump yönetimi tarafından Kongre’ye sunulan bütçe tasarısı. Trump tarafından “harika, muhteşem” gibi sıfatlarla takdim edilen tasarı Musk’ın yatırım alanlarına verilen teşviklerde kısıntı öngörüyor. Burada da Trump arkasında kümelenen ABD sermayesinin içindeki bir bölünmenin işaretlerini görüyoruz. Bir yanda enerji gibi konularda daha “yenilikçi ve temiz” iddiası taşıyan yüksek teknoloji üretimi, diğer yanda kirleterek üretmekten vazgeçmek istemeyen klasik sermaye var. Her ne kadar seçim kampanyası sürecinde birinci grup ön planda gözükse de, Trump’ın asıl vaadi o ikinci gruba yönelikti. Trump çevre standartlarının ABD’nin kalkınmasını engellediğini ve Çin’in bu yüzden ABD ile arasındaki ekonomik farkı kapatma imkânı bulduğunu, iklim düzensizliğinin bir komplodan ibaret olduğunu savunuyor. Bu iddiasının alıcısı da çok. Örnek olsun, geçmiş dönemde kirli ve verimsiz olduğu gerekçesiyle kapatılan kömür madenlerini yeniden açma vaadi hem klasik sanayi patronajı için daha çok kâr hem de maden yörelerinde yaşayan yoksullar için ilave istihdam anlamı taşıyor. Esasen Trump’un göçü kısıtlama hatta durdurma ve gümrük duvarlarını yükseltme vaatleri de yoksul beyaz seçmenin kulağına daha çok iş ve görece yüksek ücret sözü gibi geliyor. 

Musk, Thiel ve Sacks gibi “broligark”ların ise bu tercihlerle derdi var. Bir kere göçün kısıtlanması işlerine gelmiyor. Elbette havuz temizletecek eleman bulmakta zorlanacakları için değil. ABD teknoloji sermayesi dünyanın bilişim alanında son derece donanımlı beyinlerini devşirerek yaşayan bir organizma. Hindistan gibi ülkelerden gelen, ABD üniversitelerinde lisans üstü eğitim gördükten sonra bu şirketlerin emek havuzuna aktarılan bu beyinler Washington’un küresel hegemonya iddiasını sürdürebilmesine de hizmet ediyorlar. Hal böyleyken Trump’un göçü bıçak gibi kesmeye kalkışması, ABD üniversitelerine yabancı öğrenci akışını durdurmak istemesi Musk ve benzerlerini pek de mutlu etmiyor.

Bütün bunlar Trump ve Musk arasındaki anlaşmazlığın muhtemel ve mantıklı sebepleri olarak sayılabilir. Bir de işin psikiyatrik boyutu var bana sorarsanız. Kendini çok beğenen iki cambaz bir ipte oynayamıyorlar. Her ikisi de “dediğim dedik öttürdüğüm düdük” anlayışına sahip oldukları için birbirlerine tahammül edemiyorlar büyük olasılıkla. Gördüğümüz çatışma ve üslup buna delalet ediyor. Musk’ın siyasi hırslarının bulunduğunu kavga sonrası yaptığı açıklamalardan anlıyoruz. Ayrı bir parti kurmaktan, Trump’ın Kasım ayındaki senato seçimlerinde ABD halkı tarafından cezalandırılacağından söz ediyor. Bu arada Trump’ı ABD’yi sarsan seks skandalının baş aktörü Epstein’in yakın çevresinden olmakla suçlamayı da ihmal etmiyor.

Böyle bir suçlamanın Trump’ı bir peygamber, bir tarikat lideri gibi gören seçmen kitlesi üzerinde çok etkili olacağını sanmam. 

Sonuçta ikisi de ahlâksız, ikisi de insanı insan yapan her türlü değere düşman iki kişinin kavgasından bize ne diyebilirsiniz. Belki net bir değerlendirme yapmak için çok erken zira sermaye içi kavgaların ortak bir çıkar noktası bulunduğunda ne kadar çabuk ortadan kalkabileceğini biliyoruz.

Yine de bu kavganın umut verici yanı 80 yıldır dünyayı haraca kesen ABD hegemonyasını iyice zayıflatma potansiyeli taşıması olabilir. Bir kere şu net: ABD geriliyor. ABD’nin gerilemesi kendi başına insanlığın kazanımı sayılmalı. Ancak o kazanımın somut ve anlamlı hale gelmesi, gerileyen ABD hegemonyasının yerini bir başka sermaye egemenliğinin almamasına bağlı. 

Bizim kavgamız ve işimiz bunu sağlamak, yani bir musibetin bir başka musibetle nöbet değiştirmesini önlemek olmalı. 

                                                            /././

Göz göre göre peşkeş çektiler: Çayırhan'ın satıldığı fiyat 45 günlük trafik cezasına denk geliyor.

5 yıllık kârı karşılığında özelleştirilen Çayırhan Termik Santrali ile maden sahası önümüzdeki ay Akçadağ Grubu'na devredilecek. Ödemenin yüzde 20’sini peşin kalanını 6 yıllık taksitle ödeyecek olan şirket, sadece faizden kazanacağı paranın yarısıyla bile bir taksit ödeyebilecek.(https://haber.sol.org.tr/haber/goz-gore-gore-peskes-cektiler-cayirhanin-satildigi-fiyat-45-gunluk-trafik-cezasina-denk)

                                                               ***
Dünyanın bütün kiracıları birleşin!-Atilla Özsever-

Sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok ülkesinde kiracıların ciddi sorunları var. İngiltere’deki Kiracılar Sendikası, sosyal konutların yapılması için kampanya açtığı gibi kiracıların evden tahliyesini üyeleriyle birlikte fiili olarak da engelliyor…

Uluslararası belgeselci, sinemacı, gazeteci Metin YeğinTele-1’de 25 Mayıs 2025 gecesi yayınlanan “Dünyanın Sokakları” programında İngiltere’deki kiracıların sorunlarını ele aldı. Programda, Londra Kiracılar Sendikası Sözcüsü Laura Estah’la bir görüşme gerçekleştirildi.

Londra Kiracılar Sendikası, temel olarak konut krizinin çözümü için çalışıyor. Öncelikle kamu konutlarının özel sektöre satılmasına karşı çıkıp sosyal konutların inşa edilmesi için mücadele ediyor.

Bu arada İngiliz İşçi Partisi Hükümeti de, “Kiracı Hakları” ile ilgili bir yasal düzenlemeyi parlamentoya sundu. Yasa tasarısı, kiracıların sebepsiz yere tahliyesini önleyen, kira artışlarını kontrol etmeyi amaçlayan bir nitelik taşıyor.

Kiracı Hakları Yasa Tasarısı, Avam Kamarası’ndan geçtikten sonra Lordlar Kamarası’ndaki komisyona geldi. Bu komisyonda yasanın bazı maddeleri değişikliğe uğradı. Tasarının yeniden Avam Kamarası’na gitmesi gerekiyor. Yasa tasarısının muhtemelen Temmuz 2025’te kabul edilmesi ve sonrasında da Kraliyet onayına sunulması bekleniyor.

Sendika, tahliyeleri engelliyor

Londra Kiracılar Sendikası, ev sahiplerine baskı yaparak yüksek kira artışlarını engellenmeye, kolayca kiracı çıkarılmasının önüne geçilmesine çaba harcıyor. Kiracılar Sendikası, bir kampanya yürüterek kent topraklarının kamulaştırılması yoluyla herkesin güvenli bir konut hakkına sahip olması gerektiğini savunuyor.

Londra Kiracılar Sendikası Sözcüsü Laura Estah, Tele-1’de Metin Yeğin’in “Dünyanın Sokakları” programında, sendikanın yaptığı eylemlerle ilgili olarak şu bilgiyi verdi:

“Bir üyemizin tahliyesine karşı direnişe geçtik. Sendika üyelerimiz evin etrafını sardı. Haciz memurlarının eve girmesi engellendi. Sonuçta komşular da bir araya gelerek tahliye işlemini engellemiş oldular.

Bu durum üyelerimize bir güven verdi, topluluğumuz güçlendi. Tahliye sorunu yaşayan diğer kiracılar da bir umut oluştu. Sendikamız, esas itibariyle sosyal konutların inşası için büyük çaba harcıyor”.

Laura Estah, sendikanın ayni zamanda bir dayanışma örgütü olarak kolektif bahçelerin oluşması, çocuk bakımı, sanat gösterileri ve nihayetinde yeni şehir yapılanması için çaba harcadığını ifade etti.  

Kiracı Hakları Yasası

Londra’da yayınlanan Olay Gazetesi yazarı Mustafa Çetinkaya’nın verdiği bilgiye göre;   

İngiltere’de ev sahiplerinin ellerinin güçlü olması, kiracılara yönelik yasaların yetersizliği ve artan kira fiyatları, kiracıların yaşam koşullarını olumsuz etkileyen faktörler arasında yer alıyor.

Bir yıl önce iktidara gelen İşçi Partisi (Labor Party) Hükümeti, kiracıları kollayan “Kiracı Hakları” yasa tasarısını meclis gündemine getirdi. Tasarının ana hedefi, kiracıların güvenli ve adil bir yaşam sürmelerini sağlamak ve ev sahiplerinin kiracılara uyguladığı haksızlıkları ortadan kaldırmak veya azaltmak. Özellikle, ev sahiplerinin kiracıları “sebepsiz yere” tahliye edebildiği maddeyi kaldırmayı planlıyor.

Kira artışlarının kontrol edilmesi, kiracıların kira artışlarından korunması, daha sağlıklı yaşam koşulları sağlanması ve konut standartlarının iyileştirilmesi yasanın en temel amaçları arasında yer alıyor. Yıllardır süregelen ekonomik sorunlar nedeniyle hükümet ve belediyeler yeteri kadar konut üretemiyor.

Sebepsiz tahliyenin kaldırılması

Ev sahiplerine kiracıyı sebepsiz yere tahliye etme hakkı tanıyan madde, kiracılar için büyük bir güvencesizlik kaynağı oluşturabiliyor. Kiracılar, tahliye edilme riskine karşı savunmasız kalmakta, bu da yaşamlarını belirsiz bir hale getirmektedir.

Tasarı, bu maddeyi kaldırarak, kiracılara daha fazla güvence sağlamayı amaçlıyor. Ev sahiplerinin kiracıyı tahliye edebilmesi için belirli gerekçelere dayanması gerekecek. Bu tasarı yasalaşırsa kiracının kira ödememesi, antisosyal davranışlar sergilemesi gibi durumlar dışında tahliye edilmesi mümkün olmayacak.

Tasarının diğer önemli maddelerinden biri, kira artışlarının kontrol altına alınmasıdır. Hükümet, kiraların yılda bir kez artırılmasını öngörüyor. Bu düzenlemeyle ani yüksek kira artışlarının önüne geçilebilecek.

Ayrıca, kira artışlarının belirli bir tavanla sınırlandırılması da tartışılan diğer bir değişiklik konusu. Yasa tasarısının haziran sonu ya da temmuz ayında yasalaşması bekleniyor. 

Kira sorunu, sadece İngiltere’de değil Avrupa’nın birçok ülkesinde de sorun oluyor, vatandaşlar yürüyüş ve mitinglerle bu durumu protesto ediyorlar. Portekiz’de, İsviçre’de, Hollanda da bu tür protesto hareketleri yapılmıştı.

Avusturya’da 'komünist' çözüm

Öte yandan Avusturya’nın ikinci büyük kenti olan Graz’da Eylül 2022’de yapılan belediye başkanlığı seçimini Komünist Parti kazandı. Yüksek kira bedellerine karşı kampanyalar düzenleyen Avusturya Komünist Partisi, kiracıların desteğini alarak uzun uğraşlar sonucunda kentteki toplu konutlarda yaşayanların kira bedeli olarak gelirlerinin üçte birinden fazlasını vermelerini yasaklayan yasa tasarısını belediye meclisinden geçirmeyi başardı.

Komünist Belediye Başkanı Elke Kahr, seçilmeden önce kiracılara mali ve hukuki destek sağlayan “Graz Kiracı Yardım Hattı”nı kurdu. Bu girişim, kent halkında büyük bir destek buldu.

Yine komünist belediyenin oluşturduğu “Sosyal Fon” vasıtasıyla kiralarını ödeyemeyenlere ve işsizlere yardım yapılıyor. Başkan Elke Kahr da dahil olmak üzere belediye meclisinde görev yapan tüm komünist partililer, maaşlarının yalnızca kira ve yaşam masraflarına yetecek kısmını alıp, geri kalan üçte ikilik bölümünü parti içerisinde oluşturulan sosyal bir fona aktarıyor. Komünist belediye ayrıca sosyal konut inşasına hız verdi.

En yüksek kira artışı Türkiye’de

Avrupa İstatistik Kurumu (Eurostat) verilerine göre, yüzde 89,2 oranıyla Türkiye, Avrupa’nın en yüksek kira artış oranına sahip ülkesi konumundadır. İkinci sıradaki Macaristan’da bu oran sadece yüzde 11’dir. Yani Türkiye’deki kira artışı, ikinci sıradaki Macaristan’ın sekiz katı.

Öte yandan Türkiye’de 2024 yılında asgari ücrette yüzde 49 oranında bir artış yapılırken kira artış oranı yüzde 58 oldu. 2025 yılında da asgari ücret yüzde 30 oranında artırılırken haziran ayındaki kira artış oranı ise, yüzde 45,80 olarak belirlendi.

TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) 2024 hane halkı tüketim harcamaları istatistiğine göre, tüketim içindeki konut ve kira harcamaları yüzde 26 oranıyla ilk sırada yer aldı. Yani yurttaşların yaptığı harcamaların dörtte biri kiraya gitmiş oluyor.

Gerçekte bu oranın daha da yüksek olması gerekir. Büyük şehirlerdeki kiraların en az 20-25 bin lira dolayında olduğu dikkate alındığında bu kira miktarının bir asgari ücret tutarında olduğu görülüyor. Dört kişilik bir ailede iki kişi asgari ücret düzeyinde gelir elde etmiş olsa kira harcaması toplam gelirin yarısı kadar oluyor. 

Ülkemizdeki ekonomik kriz, hayat pahalılığının yanı sıra yüksek kira artışları, vatandaşın isyanına yol açıyor.  Tele-1 televizyonunda program yapan Metin Yeğin de, kiracıların sorunlarını aktaran programının başlığını Karl Marx’ın “Dünyanın bütün işçileri birleşiniz” sloganından esinlenerek “Dünyanın bütün kiracıları birleşiniz” şeklinde ifade etmişti… 

                                                        /././

Cumhuriyetçilerin Birliği için notlar: Cumhuriyet’e sınıflar açısından bakmak -Erhan Nalçacı-

Bu köşedeki bir yazı dizisi tarihimize bakışı ortaklaştırmaya dönük mütevazi bir katkıyı amaçlıyor. Sorular sorup yanıtlamaya çalışacağız.

Geçenlerde 24-25 Mayıs tarihlerinde toplanan Cumhuriyetçiler Kurultayı örselenmiş, adaletini yitirmiş ve çok boyutlu bir çürüme içindeki ülkemiz için bir umut ışığı oldu. 

Belki çok önemli kararlar alınmadı ancak farklı kökenden gelen, farklı yöntemler ve düşünce alışkanlıklarına sahip Cumhuriyetçiler arasında ülkenin ortak geleceğine sahip çıkma ve bunun için bakış açılarını ortaklaştırma iradesini ortaya koydu.

Bu irade sadece gazeteciler, yazarlar, aydınlar, siyasiler arasında değil, toplumun büyük kesimini oluşturan Cumhuriyetçi halk tabakalarına dönük bir ortak zihin egzersizine davetti. Soru asıl olarak şuydu: Cumhuriyet neden kaybedildi ve nasıl tekrar kazanabiliriz?

Önümüzdeki dönemde bu doğrultuda irili ufaklı yüzlerce toplantı yapılacak, ülkemizin başına neyin nasıl geldiği tartışılırken gelecek için ortak irade büyütülmeye çalışılacak.

Bu köşedeki bir yazı dizisi tarihimize bakışı ortaklaştırmaya dönük mütevazi bir katkıyı amaçlıyor. Sorular sorup yanıtlamaya çalışacağız.

Soru 1: 1923 Devrimi benzersiz ve kendine özgü müydü, yoksa burjuva devrimi karakterinde miydi?

1923 Devrimi muhakkak kendine özgü birçok yan barındırıyordu ama bütün devrimler zaten kendine özgü yanları içerir. Bu özgün olma hali ile her devrim birbirinden bağımsız olaylar olarak ele alınsaydı tarih bilimi diye bir şey ortada kalmazdı. Oysa tarihçinin bir görevi eğer tek tek olayları incelemekse diğer görevi de onların ortak yanlarına dayanarak genellemeler, soyutlamalar yapmasıdır. Bu soyutlamalar olmaksızın tarih üzerinde düşünme yeteneğimiz büyük ölçüde sığlaşmış olur.

Eğer bir ülkede egemen sınıf meşruiyetini toplumsal eşitsizliği mutlaklaştıran dinden aldığını iddia ediyor, toprak mülkiyetini köylüleriyle birlikte elinde bulunduruyorsa ve devrim kentlerde toplanan ve kendisini kralın/padişahın tebaası hissetmeyen sınıflarca yapılıyorsa burjuva devrimi soyutlaması ile adlandırılıyor. 

Bir devrimin burjuva niteliğini alması için, tanrısal olarak eşitsiz olan toplum bireylerinin yasa önünde eşitliğini, yasama, yürütme ve yargının dinden bağımsızlaşmasını, feodal ayrıcalıklarla parçalanmış coğrafyada kapitalist bir ulus devlet inşasını ve soyluların değil, halkın egemenliğini programına yazmış olması gerekir.

1640 İngiliz Devrimi, 1776 Amerikan Devrimi, 1789 Fransız Devrimi, 1871 Alman Devrimi, 1905 Rus Devrimi hep bu karakterdedir. Türkiye’de 1923 ilk burjuva devrimi değil, süreklilik ve kopuş ilişkisi içinde 1908 Devrimi'ni takip etmiştir.

1923 çok daha ileridedir 1908’e göre, çünkü çürümüş bir İmparatorluğu ayağa dikmeye çalışmak yerine Osmanlı Devleti’ni yıkarak Cumhuriyet’i kurma iradesi göstermiştir.

Ayrıca 1923 Devrimi'nin çok büyük bir avantajı vardır, İttihat ve Terakki kendisini emperyalist devletler arasında bir dengeye yerleştirirken Mustafa Kemal ve arkadaşları emperyalizme karşı sırtlarını yaslayabilecekleri 1917 Ekim Devrimi'nin desteğini arkalarına almıştır.   

İşçi sınıfını iktidara taşıyan Ekim Devrimi'nin desteği 1923’ün burjuva devrimi karakterini değiştirmemiştir, tarihsel bir anda emperyalist projelere ve kuşatmaya karşı geçici bir ittifak söz konusu olmuştur ancak 1923’ün ayakta kalması ve ilerici bir tarihsel rol oynamasına katkısı olmuştur bu ittifak ilişkisinin.

Soru 2: Mustafa Kemal ve arkadaşları burjuva mıydı?

Bu soru en çok kafa karıştıran sorulardan biridir. Bir de burjuvazi devrimciliğini çoktan yitirdiği ve gerici, asalak bir sınıf haline geldiği için bütün dünyada, duygusal olarak bugün burjuvalık devrimcilere yakıştırılamamaktadır. 

O dönemde reaya köylüsü olmayıp kentlerde eğitim görerek bir ücret karşılığı çalışarak feodalizmden görece bağımsızlaşmış herkes bir yerde geniş anlamıyla burjuva olarak kabul edilebilir. Örneğin, Talat Paşa posta memuruydu, Mustafa Kemal subay. Feodal bir sığınmaya dayanarak değil maaş alarak görece bağımsız bir yaşam sürüyorlardı. Örneğin, Fransız Devrimi'nin asla satın alınamayan devrimcisi Avukat Robespierre bugün anladığımız anlamda burjuva mıydı?

Yukarıdaki tartışma belki su kaldırabilir ancak asıl bakmamız gereken yer devrimcilerin nasıl bir siyasi programa bağlı olduklarıdır, onlara sınıf karakterini kazandıracak olan bu program olacaktır.

Eğer yasa önünde eşitlik istiyorsanız ve toplumsal eşitsizliğin kaynağındaki dinsel uygulamalara karşı laikseniz, soyluların egemenliğine karşı bir halk egemenliğini savunuyorsanız burjuva devrimcisisiniz demektir, eğer bunun üzerine mülkiyette eşitliği savunuyorsanız işçi sınıfı devrimcisi.

İttihat ve Terakki ve Kemalistlerin bu anlamda çok farklı siyasi atmosferlerde devinmelerine rağmen ortak bir programları olduğu söylenebilir: Bu program Türk ve Müslüman kesimlerden devlet desteği ile burjuvaziyi yaratmak diye özetlenebilir. Bu politikayı İttihat ve Terakki Osmanlı'nın içine düştüğü durumdan kurtarmak için Kemalistler bağımsız bir ulus inşası için uygulamışlardır.

Burjuvaziyi desteklemek için kurulan bankalar, ticaret kanunları, yabancı sanayi ürünlerinden yerli malı üretimini koruma, 1 Mayıs emekçi bayramının yıllarca yasaklanması, sonra Bahar Bayramı olarak kabul edilmesi... Bu köşe yazısında temel yöntem sorunlarını ele alacağız, yoksa çok veri var tarihte.

Soru 3: 1923’te Türkiye’de burjuvazi var mıydı?

Diğer çok kafa karıştıran soru ise Osmanlı'nın son döneminde burjuvazinin varlığının soruşturulmasıdır. “Yoktu” diyenler var, dolayısıyla burjuva devrimi değil, tamamen özgün, kendinde bir devrim tanımlanmak için kullanılıyor bu soru ve yok yanıtı.

Oysa felsefede “yok” kategorisi çok dikkatle kullanılmayı gerektirir. Bugünkü burjuvaziyi arıyorsanız bulamazsınız tabii ki. Ancak feodal koşullarda iki şekilde sermaye birikimi sağlanır, ya karasal ticaret yolları üzerinde, ya da ticaretin çok daha kolay olduğu liman kentlerinde. Osmanlı'da Balkanların limanı olan Selanik’te, Ege’nin limanları olan İzmir ve Ayvalık’ta, tabii ki İstanbul’da, Suriye’nin limanı olan Beyrut’ta vb. bir sermaye birikimi kaçınılmaz olarak gerçekleşmiştir. Devrimcilerin Balkanlardan ve Selanik’ten çıkması tesadüf değildir.

1919’a gelindiğinde Türkiye’de 60 kadar fabrika denilebilecek tesis olduğu belirtiliyor. Maden işletmecileri ve her boydan tüccar buna ilave edilmelidir. Burjuvazi tabii ki kuvvetli bir sınıf değildir ama burjuva devriminin öncülerinin dayanacağı kadar toplumsal bir yer tutmuştur. 1923 İktisat Kongresi’nin esas sınıfıdır örneğin.

Haftaya bıraktığımız yerden devam edelim.

                                                        /././

soL




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -30 Haziran 2025-

Depremde annesi ve kardeşini kaybeden Dicle, piyano yarışmasında bestesiyle birinci oldu. Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat depreminde Adıyaman...