Muhalefetin biçimi ve içeriği -Oğuz Oyan-
Cumhuriyet düşmanları siyaseten birleşiyorlarsa, bu ülkenin ezici çoğunluğunu oluşturan cumhuriyetçiler de bir araya gelmeyi başaracaklardır, başarmak zorundadırlar. Hem de hiç vakit yitirmeden!
Önce bir öngörü ve bir saptamayla başlayalım. Öngörü, dinci-despotik iktidarın bugün artık despotizminin sınırlarına geldiğini düşünmenin son derece yanlış olacağına ilişkindir. Dinci-milliyetçi iktidar koalisyonu, arkasına tekmil dış güçlerin ve özellikle emperyalizmin desteğini almıştır; içerde de Kürt hareketiyle yeni ittifak geliştirmektedir. Dolayısıyla eski/yeni müttefiklerinin gözünde kullanım vadesi dolmamış (hatta içeride zayıfladıkça daha fazla tavize yatkın çok elverişli) bir seçenektir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, bugünleri bile aratacak bir faşizan gidişatın öngörülmesi ve muhalefetin buna göre konumlanması gerekir.
Saptama ise tam da bununla ilişkili: Her ne kadar iki aydır CHP’nin sürüklediği kitlesel mitingler (gecikmiş de olsa) yeni bir muhalefet biçimi olarak doğru yönde bir değişime işaret ediyor olsa da, kendini tekrarlayan ve içeriği derinleştirilmeyen bu tür toplanmalar bir süre sonra enerji yitirmeye mahkumdur. İktidarın gittikçe azgınlaştığı bir ortamda, bu mitingler giderek daha yetersiz kalacak hatta yapılmaları önüne yeni engeller getirilmeye çalışılacaktır. CHP tüzel kişiliğine ve yönetimine “Kurultay iptali” üzerinden tehdidin sürdürülmesi bunun sadece bir veçhesidir.
Şimdi soru şudur: CHP yönetimi iktidarın niteliği ve saldırı planlaması üzerinde ne kadar netleşmiştir? İktidarın sınıfsal/ideolojik kimliği konusunda doğru bir kavrayışa herkesin erişemediği konusunda ne yazık ki kuşkular sürmektedir. CHP adına konuşanlar arasında hâlâ iktidarın yanlış yaptığını, hata yaptığını, toplumun vicdanının bunun kabul etmediğini vurgulayanlar var. Ki halen milletvekili ama CHP Genel Başkan Yardımcılığı da yapmış bir akademisyenin 31 Mayıs’ta TELE 1’de tam da bu doğrultuda konuşmuş olmasını hayretle karşılamamak mümkün değildi. “Bu nasıl bir muhalefet anlayışı, nasıl bir siyasi analiz?” sorusunu sormak zorundayız. (Özgür Özel bile artık bu noktadan eleştirmiyor!).
Sadece adalet isteyerek, bağımsız ve tarafsız yargı talebiyle sınırlı kalarak, hatta İmamoğlu’nun tutuklanmasına cepheden itirazı bırakıp onun tutuksuz yargılanmasını talep etmeye gerileyerek veya duruşmanın TRT’den canlı yayınlanması gibi içi boş istemlere sarılarak, açılmış uydurma davalara dolaylı meşruiyet kazandırılmış olunmaktadır! Erken seçim talebi de belki 2024 seçimleri hemen sonrasında anlamlı olabilirdi ama bugün yükseltilmesi gereken bu talep olamaz. Özellikle de Erdoğan’a yeniden aday olma fırsatını adeta bir ikram gibi sunarak. Yapılması gereken, muhalefet belediyelerine karşı yürütülen operasyonun başındaki Erdoğan’ın istifasını talep etmek ve bunu meydanlara toplanan on binlere/yüz binlere söyletmektir. İktidarın aydınlanma ve laiklik karşıtı gerici kimliği, karşıdevrimci niteliği sergilenmeden, emek karşıtı sınıfsal kimliği ve emperyalizmle işbirlikçiliği teşhir edilmeden AKP karşıtlığı yapmak, düzen-içi bir muhalefet sınırları dışına hiç çıkamamak demektir. Bunun da kitlelere verebileceği fazla bir şey yoktur.
Aslına bakılırsa iktidar yanlış yapmıyor; tam tersine kendi meşrebine göre en doğrusunu yapıyor. Bunu kavramadan ne bugün şiddetlenen baskı rejimi anlaşılabilir ne de doğru bir muhalefet çizgisi geliştirilebilir. Çünkü o zaman iktidarı halkın vicdanına şikayet etmekten başka çıkışınız olmayacak demektir. İktidar yanlış değil doğru yapıyor çünkü kendi amaç setine varmak üzere en doğru araçları seçiyor. Nedir iktidarın amaç seti? Bağımsızlıkçı, laik temellere sahip Cumhuriyeti tümüyle yıkarak kendi İslamcı cumhuriyetini kurmak. Burada ne demokrasiye ne demokratik kurumlara ne güçler ayrılığına yer vardır. Şeriat düzeni peşindeki siyaset esnafının vicdanı da olamaz.
Bu amaç setine ulaşabilmek için 2017 Anayasasıyla tek adamla temsil edilen bir yürütme biçimi kurulmuştur. Bu bir hata falan değildir. Türkiye gibi 150 yıllık bir anayasal tarihi olan ve Osmanlı öncesinden beri sadrazamlık/başbakanlık kurumuna sahip olan bir ülkede bunun topluma/siyaset alanına kabul ettirilmesi kolay değildi. Hukuk dışına çıkışlar ve şimdilerde yeni anayasa baskısı bunun için kurulmakta. Bu bakımdan, anayasa komisyonuna üye vermemek ama anayasa değişikliğinden başka bir yere götürmeyecek olan “açılım süreci” için TBMM bünyesinde kurulacak bir komisyona, “fikrin sahibi biziz” gerekçesiyle üye vermeye hevesli olmak, bugünkü Meclis bileşiminde (ki o bileşimin iyice sağa kaymasına 2023’teki CHP yönetiminin ciddi anlamda katkısı olmuştur) bir “tuzağa çekilme” görüntüsü vermektedir.
Laik bir hukuk devletini çiğnemek için devletin kolluk ve yargı üzerinden zor kullanımı araçlarının harekete geçirilmesi şarttı. Yargının adalet zeminine çekilmesi talepleri bu nedenle adeta bir duvara karşı söylenmektedir. Keza emperyalizm ile meclis denetimini dışlayan dolaysız bağlar kurulması, 1 Mart 2003 tezkeresi gibi “yol kazalarının” bir daha yaşanmaması için, yasamanın da artık tek seçilmiş adamdan oluşan yürütmenin tamamen kontrolüne alınması içindir.
Sermayenin en gerici iktidarı olan bugünkü dinci-despotik rejim kendi hedefine yürürken seçimleri de bir araç olarak kullandı; ancak artık o aracın aşındığını, artık kendi lehine çalıştırılamayacağını görünce, doğrudan genel oy hakkına saldırmaya başlaması sürpriz olmamalı. Yerel yöneticileri, muhalefete aitlerse, kriminalize ederek siyaseten tasfiye etmeye yönelinmesi de öyle. Siyasal İslam temelli bir yeni rejim inşasının da “toplumsal rıza” üretilmesi üzerinden sağlanamayacağı 2015 sonrasının seçimleriyle (ve özellikle 2024 seçimiyle) iyice belli olduğuna göre, siyasi rekabetin ortadan kaldırıldığı, siyasi münavebenin fiilen sona erdirildiği bir yeni ortamı yaratma iktidar açısından kaçınılmazdır.
Kısacası, AKP despotizmi hem bir araçtır hem de giderek amaçlanan rejimin zorunlu bir parçasıdır. Araçtır, çünkü zor unsuru olmadan hedefe/menzile varmak imkansızdır. Ama aynı zamanda, hedefe varıldığında dahi, elden bırakılmaması gerekir, çünkü yeni rejimin korunması için de koyu bir despotizm şart olacaktır. O halde dinci-despotik iktidar kavramı bugünkü rejimin en tanımlayıcı sıfatıdır.
Özetle, iktidar kendi açısından hiçbir biçimde hata yapmamakta ve hedefine yürümektedir. Bunu hâlâ kavrayamayanlar ise büyük başlangıç hatalarını sürdürmektedirler.
Tekrar başa dönelim: Bugünkü iktidar bloğu, verilen ödünler ne olursa olsun, hedefe ulaşmak için her türlü dış desteği yanına/arkasına almak durumundadır. Bu nedenle şu anda Türkiye’nin jeo-stratejik konumunu emperyalizme pazarlayarak kendisini vazgeçilmez bir iktidar katına yükseltmek derdindedir. Bunu da büyük ölçüde başarmıştır. Emperyalist güçler, kolu kanadı kırılmış bir iktidarı ve onun güçler birliğini temsil eden tek adamını muhatap kabul etmeyi kuşkusuz tercih ederler. ABD ve NATO bu nedenle RTE ve AKP’nin tam destekçisi konumundadır. AB de çok büyük ölçüde aynı durumdadır. Dolayısıyla CHP’nin biz daha AB’ci, daha NATO’cuyuz, emeğin yanındayız ama sermayenin çıkarlarını da daha iyi gözetiriz tavırlarıyla bir milim mesafe kat etmesi imkanı yoktur. (Belediye “itirafçılarının” yüzde 90’ının sermaye kesiminden olması tesadüf mü?).
***
Sonuç olarak, Türkiye’de anti-emperyalist ve devrimci bir sürecin en önemli kazanımı olan Cumhuriyet’e karşı karşıdevrimci bir meydan okuma döneminden geçilmektedir. Nasıl ki anti-emperyalizm, aydınlanmacılık ve cumhuriyetçilik tarihsel bir buluşmanın ürünüyse bugünkü karşıdevrim sürecinin de bunların üçünü birden hedef aldığı bir konjonktürden geçilmektedir. Nasıl ki dinci-despotik Türk dinciliği ve milliyetçiliği, dinci-etnik Kürt milliyetçiliğiyle Cumhuriyet karşıtlığı ekseninde ve bir emperyalizm projesi çerçevesinde kolayca buluşabiliyorsa, cumhuriyetçi güçlerin de etkili bir cephe oluşturmakta hiç duraksamamaları gerekir.
Cumhuriyet düşmanları siyaseten birleşiyorlarsa, bu ülkenin ezici çoğunluğunu oluşturan cumhuriyetçiler de bir araya gelmeyi başaracaklardır, başarmak zorundadırlar. Hem de hiç vakit yitirmeden!
/././
Çin ‘korkusu’ bir Trump hezeyanı mı?-Gülay Dinçel-
Emperyalist rekabetin önemli bir bileşeni haline gelen Çin, elbette yayılırken sosyalizm taşımıyor, Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın emekçilerini de Avrupa ve Kuzey Amerika’dakileri de kendi sömürü çarkıyla tanıştırıyor.
Timothy Snyder, Project Syndicate’te yer alan “America’s Weak Strongman”1 başlıklı yazısında Trump’ın aslında Çin’e yardım ettiğini öne sürdü. Snyder, Çin’in ABD’yi ekonomik ve askeri olarak geçeceğine dair korku son yıllardaki gelişmelerle birlikte azalmaya başlamışken, hatta tersine dönmekteyken Trump politikalarıyla birlikte Çin’e nefes aldırıldığını söylüyor: “Çin bir zamanlar elde etmek için mücadele etmek zorunda kalacağı şeyi kolayca alabilir.” Snyder’in son yıllardaki gelişmelerin Çin’in aleyhine olmasından tam olarak ne kastettiği yazıda açılmıyor. Çok büyük olasılıkla Çin büyümesinin, özellikle ihracat artışının önündeki doğal sınırlar ve belki Biden dönemi politikalarına atıfta bulunuyor.
Öngörülemez olmasa da Trump-Musk kavgasıyla gelinen nokta Trump yönetiminin “aklı”na ilişkin çok yüksek bir beklenti içinde olunmaması gerektiğini ortaya bir kez daha koydu. Ancak yukarıda bir örneği yer alan, aynı yayında benzerleri bolca bulunan yorumlar da Trump karşıtı cephenin ABD emperyalizminin yaşadığı sıkışmayı fazla hafife aldığını, tüm aşırılıklarına rağmen işi Trump yönetimine daraltma ciddiyetsizliğinde olduklarını gösteriyor.
Mariana Mazzucato’nun Şubat’ta Foreign Affairs’te yayımlanan “The Broken Economic Order”2 başlıklı yazısında ifade ettiği gibi Biden yönetimiyle Trump yönetimi arasında, Trump’ın ilk dönemi de dahil edildiğinde ABD emperyalizminin yaşadığı sıkışmayı aşmayı sağlayacak kapsamda bir sanayi politikası farkı bulunmuyor. Mazzucato, Biden dönemi sanayi stratejisiyle Trump dönemi arasında bir devamlılık olacağına, yarı iletken yatırımları başta olmak üzere yeni teknoloji yatırımlarının, yeşil dönüşüm başlığındaki kimi tıraşlamalar dışında sürdürüleceğine işaret ediyor. Bu eksende Rubio, Vance gibi isimleri yatırım yanlısı ve Biden dönemiyle daha iltisaklı gören Mazzucato, Musk “paradoksu”na da değiniyor: “Musk'ın şirketlerinin başarısı devlet desteğinin bir sonucudur: Tesla en az 4,9 milyar dolar devlet sübvansiyonu aldı, SpaceX büyük ölçüde NASA sözleşmelerine ve NASA'da geliştirilen ve eğitilen teknoloji ve personele dayanıyor. Gelecekte, ABD'nin ekonomik sağlığı ve temiz enerjiye geçiş gibi cesur hedeflere doğru ilerlemesi, piyasaları şekillendirebilen, büyümeyi yönlendirebilen ve özel sektörle sadece özel değil, kamusal değer yaratan anlaşmalar yapabilen oldukça çevik bir devlet gerektirecektir.”
Trump ya da herhangi bir ABD yönetimi için işleri zorlaştıran, Mazzucato, Dani Rodrik gibi isimlerin de işaret ettiği, “merkantilist” politikaların yetmeyeceği karmaşıklıkta bir tabloyla karşı karşıya olunması.
Trump’ın 2 Nisan’dan bu yana yaptıklarına bakıldığında kararlı bir strateji olma ihtimali düşük görünmekle birlikte ticaret politikasından başlamanın, yerel yatırımları ve üretimi artırmaya yönelik -örneğin otomotiv- gerçekçi olmaktan uzak hedeflerin daha çok “ABD sermayesi”nin sınırlarını belirleme gibi bir amaç taşıdığı, en azından el yordamıyla böyle bir arayış olduğu söylenebilir. ABD için daha kuvvetli ama Avrupa tekelleri için de geçerli bir durum, uluslararasılaşma ya da yayılma düzeyleri bir devlet stratejisi etrafında hareket etme kabiliyetlerinin aşınması anlamına geliyor. Bu durumun ABD hegemonyasının gerilemesinde ne ölçüde etkili olduğu ayrı bir tartışma ama gücün korunması ve artırılması için bir tür konsolidasyon ihtiyacı olduğu açık. Böyle bir konsolidasyonun çok büyük zorluklar taşıdığı da.
Trump, tarife politikasıyla konuyu Çin’in ihracat genişlemesinin durdurulması, ABD pazarında geriletilmesi, ABD’de üretimin genişletilmesi ve yeniden ihracat potansiyelinin artırılması gibi bir çerçeveye doğru daraltmış oldu. Oysa ki Çin, ABD ve Avrupa pazarlarına yönelik genişlemesinde doğal sınırlara ulaşmış durumda, hatta ihracat artışı da ulaştığı ölçek ve pazarların durumu düşünüldüğünde yavaşladı. Trump yönetiminin sermayeye, etkili olup olmayacağı tartışmalı olsa da, böyle bir yöntemle bir tür “merkezileştirici” kuvvet uygulamaya çalışmasının esas nedeni Çin’in emperyalist ülke pazarlarında genişlemesini önlemek değil. Daha ziyade Hindistan, Afrika, Latin Amerika gibi pazarlarda daha doğrusu pazar potansiyelinde hakim hale gelmesini engellemeye yönelik bir oyun kurmak diye düşünülebilir. Çin’in sermaye ihracıyla, doğrudan yatırımlarla yayılması, bu doğrultuda planlı bir devlet politikası izlemesi “korku”nun esas zemini olarak öne çıkıyor.
Aşağıdaki iki grafikte dünyada sermaye ihraçlarının ve çekilen doğrudan yatırımların 1990-2023 dönemindeki gelişimi yer alıyor. Çin’in sermaye ihracının 2010-2023 döneminde önemli bir sıçrama gerçekleştirdiği görülüyor. İki grafik aynı zamanda en çok sermaye ihraç eden ülkelerin en çok doğrudan yatırım çeken ülkeler olduğunu gösteriyor. ABD’nin sermaye ihracına nicel olarak yakınsamış görünse de Çin’in sermaye ihracının yüzde 45’i Hong Kong’da, yüzde 5 civarı offshore varlıklarda. Ancak yine de Çin, hem yoğunlaştığı ülkeler hem de Mazzucato’nun işaret ettiği “çevik devlet” tanımına uygun hareket etmesi nedeniyle tehlike arz ediyor.
2010-2013 döneminde Çin’in yurtdışı yatırımları ya da sermaye ihracı, çektiği doğrudan yatırımları geçti. Hong Kong ve offshore yatırımları hariç tutulduğunda Asya (264 milyar dolar), Avrupa (150 milyar dolar), Kuzey Amerika (110 milyar dolar), Afrika (42 milyar dolar) ve Latin Amerika (25 milyar dolar) sermaye ihracında öne çıkan bölgeler. Latin Amerika ülkelerinin çektiği toplam yabancı yatırımlar içinde Çin’in payı çok sınırlı ama Afrika’daki payı yüzde 10’a yakın. Asya’daki pay da Singapur, Vietnam, Endonezya, Malezya ve Tayland’da yoğunlaşıyor ve bu ülkeler için yüksek.

Çin’in uluslararası sermaye tarafından kuşatılmışlığı nicel ve nitel olarak, sermaye ihracı düzeyiyle karşılaştırıldığında çok daha güçlü ve karmaşık. Ki bu bir zayıflık olmasına rağmen, bir yandan da bir tür izolasyona tabi tutulmasını önleyen, örneğin Çin’deki yatırımlarda en büyük paya sahip Avrupa ülkelerinden güçlü bir hamle gelmesini sınırlandıran bir avantaj.
Çin’in sermaye ihracını bugünkü düzeyine göre sıçramalı bir şekilde artırma potansiyeli yüksek. Bir nedeni sermaye birikimi, kaynakların bunu mümkün kılması, sermayeye yönelik yayılma stratejisine yönelik bir ikna mesaisine ihtiyaç bulunmaması. Ama daha önemlisi büyüme potansiyeli yüksek ülkelerde yapılan/yapılacak yatırımların yeni yatırımları finanse eder hale gelmesi. Ki şu an büyük ölçüde Avrupa sermayesi ağırlıklı bir yabancı yatırım portföyü olan Hindistan bu eksendeki mücadelenin en önemli noktalarından biri olacak gibi görünüyor. Henüz Çin’in yatırımları sınırlı olmakla birlikte Hindistan enerji hariç ithalatının dörtte birini Çin’den yapıyor.
Emperyalist rekabetin önemli bir bileşeni haline gelen Çin, elbette yayılırken sosyalizm taşımıyor, Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın emekçilerini de Avrupa ve Kuzey Amerika’dakileri de kendi sömürü çarkıyla tanıştırıyor.
1https://www.project-syndicate.org/commentary/only-americans-are-intimidated-by-trump-by-timothy-snyder-2025-06
2https://www.foreignaffairs.com/south-africa/broken-economic-order-mariana-mazzucato
Manisa Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek son derece talihsiz denebilecek bir şekilde yaşamını yitirdi. Arkasından söylenenlere, özellikle halkın söylediklerine baktığımızda ise iyi bir insan olduğunu anlayabiliyoruz. “İyi” ile kastım halkın yanında duran, kamusal çıkarları savunan bir siyasetçi olması. Manisa’yı yıllar sonra MHP’den almış, halkçı, toplumcu bir belediyecilik sergilemiş, kimseye imar rantı yedirmemiş, çalıp çırpmamış, kent lokantaları açmış, grevlerle dayanışmış, madencilerin yanında durmuş.
Sosyalizmden aşağısı bizi kurtarmaz, o tartışma dışı; ancak Manisa halkının neden Zeyrek için böylesine üzüldüğünü anlamak durumundayız. Halkımız onca yoksulluğun, onca sefaletin arasında, el yordamıyla eşitlikçi, adaletli bir düzen arıyor, bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Kendisinin yanında durduğunu, kendisi için çalıştığını, halkçı bir damarı bulunduğunu, liyakatli olduğunu gördüğü insanlara kıymet veriyor, ölümlerine üzülüyor, yas tutuyor.
Bu arayışın en önemli uğraklarından biri 31 Mart seçimleriydi; iktidarın kazandığı 2023 seçimlerinin üzerinden daha bir yıl geçmemişken halk sandığa gidip AKP’ye tarihinin en büyük cezasını kesmiş, oyunu iktidarın karşısındaki en büyük partiye vermişti.
Bunun ise çok basit bir nedeni vardı: İktidar seçim sonrası ekonomi yönetimini Mehmet Şimşek’e teslim etmiş, Şimşek programı “enflasyonla mücadele”nin bütün yükünü halkın omuzlarına yıkmış, yoksulluk hızla derinleşmiş, gelir dağılımı alt üst olmuş, halk da örneklerini daha önce de gördüğümüz üzere sandığa gidip tepkisini ortaya koymuştu.
Dolayısıyla 31 Mart seçimlerinde ortaya çıkan tablo halkın yukarıda sözünü ettiğimiz arayışıyla ilgiliydi; bir yandan CHP’li belediyelerin 2019’dan itibaren izlediği görece sosyal belediyecilik uygulamaları, öte yandan yoksulluğun derinleşmesine duyulan tepki, doğrudan sandığa yansımıştı.
Benzer bir durum 19 Mart sürecinde de yaşandı aslında; sokağa elbette ki seçimsizleştirme siyasetine, seçme-seçilme hakkının gaspına karşı çıkıldı ama bunun çok net bir ekonomi-politik zemini vardı. Eğer enflasyon, faiz ve işsizlik, üçü bir arada bu kadar yüksek olmasa, ekonomide işler biraz tıkırında gitse, böyle büyük eylemler muhtemelen söz konusu olmazdı.
Peki iktidar ekonomideki mevcut tabloyu değiştirebilir mi? Yani öngörülebilir bir vadede enflasyonu, faizleri, işsizliği düşürebilir, halkın refahını artırabilir mi?
Bu soruya açık bir şekilde “hayır” yanıtını verebiliriz. Bakın, geçen hafta TÜİK bilinçli bir şekilde enflasyonu beklenenden çok daha düşük açıkladı. Bunun ise basit nedenleri var. Memurlar ve emekliler için yılın ikinci zam dönemi geliyor ve enflasyon ne kadar düşük görünürse zam miktarı da o kadar az olacak.
Dahası senenin ortasında eriyip giden asgari ücret için ara zammın konuşulduğu günlerde, halka “bakın Şimşek programı işliyor, enflasyon düşüyor, zam programa zarar verir” mesajı verilmek isteniyor. Eğer ciddi bir tepki ortaya çıkmazsa programı yürütenlerin niyeti bu Temmuz’u da zamsız geçirmek.
Ancak tüm bunlardan da öte esas mesele faiz oranlarıyla ilgili. Bir süredir enflasyondaki nispi düşüşe paralel bir şekilde Merkez Bankası faiz indirimlerine başlamıştı. Ancak 19 Mart operasyonuyla birlikte sıcak para yurtdışına kaçmaya başlayınca ve dövizi tutmak için 50 milyar dolar civarı rezerv harcanınca banka yeniden faiz artırmak zorunda kalmıştı. Yüksek faizler nedeniyle ucuz krediye ulaşamayan sermaye ise giderek sesini yükseltmeye başlamış, özellikle MÜSİAD sermayesi Yeni Şafak aracılığıyla Şimşek programına diş göstermiş ve faiz indirimi talep etmişti.
İşte TÜİK’in enflasyonu yapay bir şekilde aşağıya çekmesiyle beraber yeniden faiz indirimlerine başlanabilecek, muhtemelen Merkez Bankası bu ay içerisinde faizleri birkaç puan aşağıya çekecek, bu ay olmazsa Temmuz itibariyle indirimler tekrar başlayacak.
Faizler sadece sermayenin şikâyetlerinin kaynağını oluşturmuyor; yüksek faiz koşullarında halk daha yüksek maliyetle borçlanıyor, krediler ve kredi kartları tam anlamıyla patlamış durumda, milyonlar borçlarını çeviremez haldeler, takibe düşen borç miktarı katlanarak artıyor.
Soruya tekrar dönelim: İktidar ekonomideki bu tabloyu değiştirebilir mi?
Enflasyon sene sonuna doğru hem TÜİK marifetiyle hem de talebin bu kadar bastırılması nedeniyle kısmen de olsa düşecek, buna da kısmi faiz indirimleri eşlik edecektir ama o kadar. Türkiye’nin hem enflasyonda hem faizde tek haneli sayıları görmesi için uzun yıllar gerekecek; bu iktidar iş başında kaldığı sürece ise muhtemelen hiç göremeyecek.
Dolayısıyla derinleşen yoksulluk süreklileşecek ve daha geniş kitlelere doğru yayılacak, sermayenin elinde işçi çıkarmaktan ve kölelik ücretlerini yaygınlaştırmaktan başka mekanizma kalmayacak, bunun ise elbette ki siyasal ve sosyal sonuçları olacak.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki ekonomideki tablo böyle olduğu sürece, daha şimdiden gözlemlenebildiği üzere bu iktidarın hegemonya tesis etme, yani topluma bir hikâye anlatma ve onun rızasını tesis etme potansiyeli giderek zayıflayacak.
Bugüne kadarki elindeki en önemli araç sandık, en önemli iddia da milli iradenin temsilciliği olan iktidar artık genel seçimlerden de yerel seçimlerden de birinci parti olarak çıkamayacağını biliyor, yani iktidar çoğunluğu yitirmiş durumda.
Ancak rejim inşa eden bir parti olduğu için “kaybettim, o zaman ben gidiyorum” demeyecek; bilakis gitmemek için her şeyi yapacak, seçimsizleştirme siyasetini derinleştirecek, topluma, halka daha çok sopa sallayacak, “faşizm hevesi” daha da artacak.
Türkiye önümüzdeki dönemde ekonomik krizin daha da derinleştiği ve buna zor politikalarının da yoğunlaşmasının eşlik ettiği günler yaşayacak, muhalefetin bütün kesimlerinin üzerindeki baskı artacak, halkın gidişata ses çıkarmaması, sokağın yeniden denkleme dâhil olmaması için her şey yapılacak.
İktidar böylece kendi hegemonya krizini ötelemeye çalışacak ama öte yandan da ekonomik, siyasal ve sosyal krizi derinleştirmiş olacak, bu ise kaçınılmaz olarak geniş halk kesimlerinin memnuniyetsizliğini daha da artıracak, ülke çoklu bir kriz konjonktürüne girecek.
İşte bu süreçte temel bir demokratik hakkın, yani seçme-seçilme hakkının gaspına karşı mücadele etmekle ekmeğin daha adil bölüşümü için mücadele etmek kaçınılmaz olarak iç içe geçecek, yurttaşlığı savunmakla sınıfı savunmak birbirinden ayrıştırılamaz hale gelecek.
"Halk el yordamıyla da olsa eşit, adaletli bir düzeni arıyor, istiyor" demiştik, bu arayış potansiyel olarak sol bir karakter taşıyor. İnsanca ücret, adil bir bölüşüm, sosyal politikalar, adalet… Bunların hepsi sola ait değerler, solun mücadelesini verdiği değerler.
Bir kriz geliyor doğru ama krizler aynı zamanda her türlü ihtimale açıktır ve tam da bu nedenle sol değerlerin topluma hızlı ve kolay bir şekilde ulaşmasının, solu toplum nezdinde bir alternatif haline getirmenin ve sol siyaseti etkili bir aktör, güçlü bir özne yapmanın yollarını bulmamız gerekiyor.
Türkiye halkı el yordamıyla solu arıyor, halka el uzatmamız gereken zamanlardayız.
/././
Los Angeles'ta sokağa çıkma yasağı ilan edildi
ABD'de göçmenlere yönelik baskılara karşı eylemler günlerdir sürerken, Los Angeles Belediye Başkanı kentte sokağa çıkma yasağı ilan ettiğini duyurdu. California Valisi ise Trump'ın Los Angeles'ta asker kullanmasını engellemek için mahkemeye başvurdu.
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump'ın yönetiminin göçmenlere yönelik baskılarına karşı ülkede protestolar sürüyor.
Kaliforniya eyaletine bağlı Los Angeles şehri Belediye Başkanı Karen Bass, düzensiz göçmenleri desteklemek için devam eden protestolarda çıkan olaylar nedeniyle sokağa çıkma yasağı ilan ettiğini açıkladı.
Yasağın yerel saatle saat 20.00'dan başlayıp, 06.00'ya kadar süreceği ve şehir merkezindeki yaklaşık 2 kilometrelik alanda geçerli olacağı öğrenildi.
Başkan Karen Bass, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada yasağı ihlal eden kişilerin tutuklanacağını belirterek şöyle dedi:
"Los Angeles şehir merkezindeki durumu yakından takip ediyor ve topluluklarımızı korumak için yeni önlemler almaya hazırlanıyorum. Başkan'ın kaotik tırmanışından faydalanan kötü niyetli kişileri durdurmak için bu gece saat 20.00'dan itibaren Los Angeles şehir merkezinde sokağa çıkma yasağı ilan ettim. Eğer Los Angeles şehir merkezinde yaşamıyor veya çalışmıyorsanız, bu bölgeden uzak durun. Kolluk kuvvetleri sokağa çıkma yasağını ihlal eden kişileri tutuklayacak ve hakkınızda dava açılacaktır."

Trump'tan Amerikan bayrağını yakanlara 1 yıl hapis cezası önerisi
ABD Başkanı Trump, Kuzey Carolina'daki Fort Bragg Üssü'nde düzenlenen törende Los Angeles'taki olayları ve gündemi değerlendirdi.
Trump, protestoların "kabul edilemez" olduğunu ve eyalet yönetiminin "yetersiz" kalması nedeniyle kendisinin "düzeni sağlamak için harekete geçtiğini" öne sürdü.
Göstericilerin çoğunun "para karşılığı" şiddet olayların kavuştuğunu savunan Trump, "Bunlar diğer ülkelerin bayraklarını gururla taşıyorlar, ancak Amerikan bayrağını taşımıyorlar. Onu sadece yakıyorlar. Amerikan bayrağını yakanlar bir yıl hapis cezasına çarptırılmalı" diye konuştu.
Los Angeles'a binlerce Ulusal Muhafız göndermemesi durumunda kentin yakılıp yıkılacağını iddia eden Trump, California Valisi Gavin Newsom'ın "beceriksiz" ve "yetersiz" olduğunu söyledi.

Trump yönetimi, California'ya yapılan bazı federal eğitim fonlarını kesmeyi değerlendiriyor
ABD Başkanı Donald Trump yönetiminin, California eyaletine sağlanan bazı federal eğitim fonlarını kesmeyi değerlendirdiği bildirildi.
Amerikan Politico dergisinin haberine göre, Trump ile California Valisi Gavin Newsom arasında göçmenlik protestoları ve Los Angeles'a Ulusal Muhafızların gönderilmesi konularında yaşanan gerilimin ardından bu konu gündeme geldi.
Haberde, California'daki devlet okullarının her yıl yaklaşık 8 milyar dolarlık federal fon aldığı ve bu kaynakların düşük gelirli öğrenciler ile engelli bireylerin eğitimi için kullanıldığı belirtildi.
Bir Trump yönetimi yetkilisi, Politico'ya yaptığı açıklamada, Kongre yönergeleri doğrultusunda dağıtılan bazı federal eğitim desteklerinin durdurulmasının değerlendirildiğini ancak henüz nihai bir karar alınmadığını söyledi.
Beyaz Saray Sözcüsü Kush Desai ise konuya ilişkin yaptığı yazılı açıklamada, "Hiçbir vergi mükellefi, ülkemizin çöküşünü finanse etmeye zorlanmamalı. Ancak California, enerji karşıtı, suç yanlısı, çocukları sakatlayan ve sığınak şehirleri destekleyen politikalarıyla tam olarak bunu yapıyor" ifadelerini kullandı.
Desai, Trump yönetiminin "bu kabusa son vererek California rüyasını yeniden hayata geçirmekte kararlı olduğunu", yönetimin atacağı olası adımlarla ilgili henüz nihai bir kararın alınmadığını sözlerine ekledi.
California Valisi, Trump'ın Los Angeles'ta asker kullanmasını engellemek için mahkemeye başvurdu
Los Angeles'ta 5 gündür süren olaylarla ilgili Cumhuriyetçi Trump yönetimi ile Demokrat California Valisi Newsom arasındaki gerginlikse yargıya taşınıyor.
Vali Newsom, Trump yönetiminin Los Angeles'ta düzensiz göçmenlerle ilgili gösterileri bastırmak üzere kente gönderdiği Ulusal Muhafızlar ve deniz piyadelerinin kullanılmasını engellemek için federal mahkemeye acil talepte bulundu.
X hesabından konuya ilişkin bir açıklama yapan Newsom, Ulusal Muhafızların ve deniz piyadelerinin düzensiz göçmen baskınlarına destek için eyalete gönderildiğini savunarak, "Trump, ABD ordusunu Amerikan vatandaşlarına karşı kışkırtıyor" ifadesini kullandı.
Trump yönetimi, söz konusu Ulusal Muhafızların ve deniz piyadelerinin görevini, "göstericilerin neden olduğu şiddet dolayısıyla federal kurum ve görevlileri korumak" şeklinde tanımlamıştı.
Vali Newsom, Trump yönetiminin bu askerleri federal kolluk gücü gibi kullanmakla suçlayarak, yönetimin eyaletler üzerinde yasayla belirlenmiş yetki sınırlarını aştığını savundu.
Newsom, bölgedeki Ulusal Muhafızların idaresinin eyalet valisi olarak kendisinde olduğunu ve Trump'ın "10. madde" olarak bilinen bir düzenlemeyi devreye sokarak kendi başına Los Angeles'a 4 bin civarında Ulusal Muhafız gönderdiğini kaydetti.

Los Angeles'ta ICE karşıtı protestolar
ABD'nin Los Angeles kentinde Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Dairesi (ICE) tarafından gözaltına alınan düzensiz göçmenlere destek amacıyla yapılan gösteriler devam ederken, Trump yönetimi olaylara sert tepki göstermişti.
ICE karşıtı protestolarda çok sayıda gösterici gözaltına alınmış, zaman zaman güvenlik güçleriyle protestocular arasında çatışmalar yaşanmıştı.
ABD Başkanı Trump, Los Angeles'taki durumu kontrol altına almak amacıyla önce 2 bin civarında Ulusal Muhafızı bölgeye görevlendirdiğini açıklamış, daha sonra ilaveten 2 bin muhafızın ve 700 deniz piyadesi askerin daha görevlendirildiğini duyurmuştu. ***
Trump Ulusal Muhafız sayısını ikiye katlıyor, deniz piyadeleri gönderiyor: Los Angeles'ta neler oluyor?
Los Angeles'ta göçmen gümrük muhafaza kurumu ICE'ın ev baskınları sonucunda başlayan protestolar sürüyor. Trump yönetimi kente 2 bin "ek" Ulusal Muhafız askeri göndereceğini ve deniz piyadelerini harekete geçirdiğini duyurdu.
Yönetimin ulusal muhafızları konuşlandırma kararı, Kaliforniya liderliği de dahil olmak üzere Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki uçurumu derinleştirdi. Ve şimdi, Trump yönetimi protestoları bastırmak için ABD deniz piyadelerini gönderiyor.
Bu senaryo, siyah Rodney King'i 1992'de darp eden dört polisin beraat etmesinin ardından çıkan isyanlar sırasında Los Angeles'ta kolluk kuvvetleri için ulusal muhafızlarla birlikte deniz piyadelerinin konuşlandırıldığı olaylara benziyor.
Deniz piyadeleri gönderilecek
ABD Başkanı Donald Trump, Los Angeles kentinde süren protestolara daha sert yanıt verme hazırlığında.
ABD ordusu, Savunma Bakanlığı'nın (Pentagon) Los Angeles'a bir Deniz Piyade taburu göndereceğini duyurdu.
Dün yapılan açıklamada, Trump'ın bir gün önce Ulusal Muhafızları konuşlandırdığı Kaliforniya eyaletindeki şehirde "federal personeli ve mülkü korumak" için 700 Deniz Piyadesinin harekete geçirdiği doğrulandı.
Pentagon sözcüsü Sean Parnell dün ilerleyen saatlerde "ek" 2 bin Ulusal Muhafız askerinin de seferber edileceğini ifade etti.
Duyurular, Ulusal Muhafızların konuşlandırılmasına yasal bir itirazda bulunan Kaliforniya Valisi Gavin Newsom da dahil olmak üzere eyalet yetkililerinin tepkilerine rağmen geldi.
Ordu yaptığı açıklamada, "Deniz Piyadelerinin harekete geçirilmesinin baş federal kurumu desteklemek amacıyla bölgenin sürekli olarak kontrol altında tutulmasına" yardımcı olmak için olduğunu kaydetti.
Reuters haber ajansına konuşan ismi açıklanmayan bir Trump yönetimi yetkilisi de, askerlerin yalnızca Ulusal Muhafızları ve diğer kolluk kuvvetlerini desteklemek için hareket edeceğini belirtti.
Yetkili, Trump'ın henüz askeriyenin yerel kolluk kuvvetlerine katılmasını engelleyen yasal sınırlamaları askıya alacak olan 1807 İsyan Yasası'nı yürürlüğe koymadığını sözlerine ekledi.
Raporlar ortaya çıkmadan kısa bir süre önce konuşan Trump, Los Angeles'a Deniz Piyadeleri konuşlandırma fikrine açık olduğunu ancak şehirdeki protestoların "istedikleri doğrultuda ilerlediğini" söyledi.
ABD Başkanı, "Ne olacağını göreceğiz" dedi.
Trump'tan protestoculara tehdit: 'Ulusal Muhafızlara tükürürlerse vurulacaklar'
Trump, ayrıca Truth Social sosyal medya hesabından protestolar hakkında paylaşım yaptı.
"İsyancılar" olarak nitelediği protestocuların Ulusal Muhafız görevlilerinin yüzüne tükürme eğiliminde olduğunu öne süren Trump, "Tükürürlerse vururuz. Size daha önce hiç olmadıkları kadar sert vurulacaklarına söz veriyorum. Böyle bir saygısızlığa tahammül edilmeyecektir" dedi.
Trump, Ulusal Muhafız birliklerine yapılacak böyle bir hareketi kabul etmeyeceklerinin altını çizerek, "Bu, ABD Başkanı'nın Los Angeles'ta devam eden Gavin Newscum'dan ilham alan felaket niteliğindeki isyanlarla ilgili bir açıklamasıdır." ifadesini kullandı.
ABD Başkanının paylaşımında, Newsom'un soyadını "scum" (pislik) kelimesiyle yazması dikkati çekti.
Bu arada eyalet valisi Newsom'un ofisi, aldıkları bilgilere göre Deniz Piyadelerinin yalnızca Los Angeles'a daha yakın bir üsse transfer edildiğini ve teknik olarak sokaklara konuşlandırılmadığını aktardı.
Vali yine de, "gerilim seviyesinin tamamen haksız, gereksiz ve benzeri görülmemiş olduğunu, ABD ordusunun en iyi kolunu kendi vatandaşlarına karşı harekete geçirdiğini" vurguladı.
Kaliforniya yönetimi Trump'a meydan okuyor
Dünkü gelişmeler, Newsom ve Kaliforniya Başsavcısı Rob Bonta'nın, eyaletin Trump'ın Ulusal Muhafızları Los Angeles'a konuşlandırma kararına itiraz eden bir dava açtığını duyurmasından kısa bir süre sonra geldi.
Newsom, yerel kolluk kuvvetlerinin, ilk olarak Cuma günü patlak veren Los Angeles ve yakınlardaki Paramount şehrinde ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza (ICE) baskınlarına yönelik protestolara yanıt verme kapasitesine sahip olduğunu savundu.
Demokrat eyalet lideri, Trump'ı gerilimi tırmandırmakla suçladı ve yaptığı açıklamada başkanın "ABD Anayasası'na uymayarak ve yetkisini aşarak korku ve terör yarattığını" kaydetti.
Newsom, "Bu, onun bir eyalet milisini ele geçirmesine ve cumhuriyetimizin temeline zarar vermesine izin vermek için uydurulmuş bir kriz" dedi.
Kaliforniya'da davayı açan yerel yetkililer, Trump'ın Ulusal Muhafızları konuşlandırmak için başvurduğu yasal yetkinin, Newsom'un sağlamadığı eyalet valisinin onayını gerektirdiğini savunuyor.
Trump dün, "göçmenlik uygulamalarını engellediği" iddiasıyla Newsom'un tutuklanmasını destekleyeceğini belirtti.
Trump'ın protestolara verdiği yanıt, 1965'ten beri bir başkanın bir eyalet valisinin iradesine karşı Ulusal Muhafızları konuşlandırmasının ilk örneğiydi. O dönem, ABD Başkanı Lyndon B Johnson bunu Alabama'daki yurttaşlık hakları göstericilerini korumak için yapmıştı.
Protestolar devam ediyor
Trump'ın baskılarına ve genel göç politikasına karşı protestolar dün devam etti.
Geçtiğimiz hafta ICE ajanları tarafından baskın düzenlenen yerlerden biri olan Los Angeles'taki Ambiance Apparel'ın önünde duran Yerli topluluk lideri Perla Rios, göçmenlik ajanları tarafından gözaltına alınan kişilerin aile üyeleriyle birlikte konuştu.
Rios, gözaltına alınanlar için usulüne uygun yargılama ve yasal temsil çağrısında bulundu, "Ailelerimizin yaşadığı şey tam bir kabus" dedi.
Bu arada, Hizmet Çalışanları Uluslararası Sendikası (SEIU) da, sendikanın Kaliforniya şubesi başkanı David Huerta'nın tutuklanması da dahil olmak üzere Trump yönetiminin gösterilere verdiği yanıt nedeniyle ülke genelindeki şehirlerde protesto çağrısında bulundu.
Huerta, geçtiğimiz Cuma günü göçmenlik baskınları sırasında gözaltına alınmış ve göçmenlik uygulama operasyonları sırasında bir memuru engelleme komplosu kurmakla suçlanmıştı.
SEIU yaptığı açıklamada, "Massachusetts'ten Kaliforniya'ya, derhal serbest bırakılmasını ve toplumlarımızı parçalayan ICE baskınlarının sona ermesini istiyoruz" dedi.
Protestocular ayrıca Trump'ın 12 ülkeden gelen gezginlere yönelik son yasağına yanıt olarak New York ve Los Angeles'ta toplandılar. Trump'ın bu politikası, geniş bir kesim tarafından ırkçı olarak kınandı.
Dün New York'ta düzenlenen bir protestoda konuşan New York Göçmenlik Koalisyonu Başkanı Murad Avavdeh, politikanın "ilk Trump yönetimi altındaki Müslüman ve seyahat yasağının devamı olduğunu, aileleri ayırdığını ve toplumlarımıza zarar verdiğini" belirtti.
Avavdeh, politikanın "muazzam miktarda korku" yarattığını sözlerine ekledi.

Los Angeles'ta neden protestolar var?
Protestolar, ICE yetkililerinin göçmenlik yasalarını ihlal ettikleri gerekçesiyle 44 kişiyi tutuklamasının ardından geçtiğimiz Cuma gecesi başladı.
ABD İç Güvenlik Bakanlığı daha sonra ICE yetkililerinin ABD'de kalmak için gerekli belgelere sahip olmayan toplam 118 göçmeni tutukladığını duyurdu.
Üniformalı ICE ajanları, tutuklamaları yapmak için ordu sembolü olmayan askeri araçlardan oluşan kervanlarla şehri dolaştı.
Protestolar bu operasyonlara yanıt olarak ortaya çıktı. Gösterici kalabalıkları, bazı tutukluların tutulduğuna inanılan bir tesisin dışında toplandı.

Protestolar büyük ölçüde Los Angeles şehir merkezinde gerçekleşiyor ve protestocular Edward R Roybal Federal Binası'nın duvarlarına ICE karşıtı sloganlar yazıyor.

Şu anda hangi kurumlar dahil?
ICE, göçmen tutuklamalarını yöneten kurumdu.
Protestolar patlak verdikten sonra, Los Angeles Polis Departmanı (LAPD) sivil huzursuzluğu bastırmak için çağrıldı.
Polis Şefi Jim McDonnell, önceki gün düzenlediği bir basın toplantısında, şehirdeki protestoların çoğunun barışçıl olduğunu belirtti ve şunları ekledi:
"Ancak, barışçıl gösteriler vandalizm veya şiddet eylemlerine, özellikle masum insanlara, kolluk kuvvetlerine ve diğerlerine yönelik şiddete dönüştüğünde, kararlı bir şekilde karşılık vermeliyiz."
Geçtiğimiz Cumartesi günü Trump, Los Angeles County'ye en az 2 bin ulusal muhafız askerinin konuşlandırılmasını emretmişti.
Newsom, Trump'tan bu emri geri çekmesini istedi. Vali, "Trump dahil olana kadar bir sorunumuz yoktu" diye yazdı.
Newsom, "Bu, devlet egemenliğinin ciddi bir ihlalidir - kaynakları gerçekten ihtiyaç duyulan yerlerden çekerken gerginlikleri körüklüyor" diye devam etti.
Los Angeles Belediye başkanı Karen Bass da, Trump'ın konuşlandırılmasını "kaotik bir tırmanış" olarak tanımladı.
Protestolar ile Rodney King isyanları arasında paralellikler var mı?
Trump yönetiminin Los Angeles'taki protestolara verdiği yanıt, 1992'de Amerika'nın ikinci en kalabalık şehrini saran isyanlarla paralellik gösteriyor.
1991'de polis, sarhoşken araba kullandığı gerekçesiyle Afro-Amerikan bir adam olan King'i kovalıyordu. Polisler onu yakaladığında arabasından inmesini emrettiler. Bir izleyicinin kaydettiği videoda, King'in polis memurları tarafından 15 dakika boyunca darp edildiği görüldü. Bunun sonucunda King'in kemikleri ve dişleri kırıldı ve beyin hasarı oluştu.
Dört polis memuru aşırı güç kullanmakla suçlandı. 1992'de jüri dört polis memurunu suçsuz buldu. Karardan birkaç saat sonra Los Angeles'ta isyanlar çıktı.
O zamanki Kaliforniya Valisi Pete Wilson şehre 2 bin ulusal muhafız askeri konuşlandırdı. Ek olarak, 1500 denizci konuşlandırıldı. Bu, elit kuvvetin yerel kolluk kuvvetleri için konuşlandırıldığı son seferdi. İsyanlar altı gün sürdü ve 63 kişinin ölümü ve yaygın yağma ve kundaklama ile sonuçlandı.
Bu isyanların aksine, Los Angeles'taki devam eden protestolar büyük ölçüde barışçıl oldu ve kolluk kuvvetleriyle izole çatışmalar yaşandı.
Trump ve Newsom'dan farklı olarak, o dönem, Cumhuriyetçi olan Wilson ve dönemin Başkanı George HW Bush ulusal muhafız güçlerinin konuşlandırılması konusunda hemfikir olmuştu.
92'deki Rodney King isyanlarından bir görüntü.***
ABD’li Kongre Üyesi Wilson: Dicle Nehri kıyısında da bir Trump Kulesi’ne ihtiyacımız var
ABD Cumhuriyetçi Partisi Kongre üyesi Joe Wilson, Irak’ı "yeniden büyütmeyi" planladıklarını öne sürdü, "Trump projelerini" anlattı.
ABD Cumhuriyetçi Partisi Kongre üyesi Joe Wilson, Irak ve Suriye politikalarına dair görüşlerini paylaştı. Kürt medyası Rudaw’a verdiği röportajda Wilson, “Irak'ta Dicle Nehri kıyısında da bir Trump Kulesi’ne ihtiyacımız var” diyerek, bölgeye yönelik ekonomik yatırımların "sembol projelerle güçlendirilmesi gerektiğini" savundu.
Wilson, Amerikan dış politikasının önümüzdeki süreçte Irak ve Suriye’de yeniden yapılanmaya odaklanacağını belirtti. Yeni kurulacak Suriye hükümetiyle işbirliğini önemsediklerini vurgulayan Wilson, bu çerçevede “İran halkına değişimin gerekli olduğu yönünde” mesajlar veren Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun açıklamalarına dikkat çekti. Wilson, “Bu değişim Irak halkı için de olumlu sonuçlar doğuracaktır” dedi.
Dicle Nehri kıyısında Trump Kulesi
Wilson’un Irak’a dair önerilerinden biri de son zamanlarda Suriye'de gündeme gelen Trump Kulesi oldu.
“Birleşik Arap Emirlikleri’nden gelen ciddi destekle Şam’da Trump Kulesi inşa ediliyor, bu 40 katlı bir proje. Bu nedenle Dicle Nehri kıyısında da bir Trump Kulesi’ne ihtiyacımız var. Böyle bir projeyi görmek harika olur” diyen Wilson, bu tür projelerin Irak’ın kalkınmasında sembolik bir rol oynayabileceğini öne sürdü.
Donald Trump’ın başkanlık kampanyasında kullandığı “Make America Great Again” (Amerika’yı Yeniden Harika Yap) sloganının benzer versiyonları şu sıralar Suriye ve Irak için de gündemde. Wilson da bu bağlamda sosyal medya hesaplarında sıkça kullandığı “Irak’ı yeniden büyütüyoruz” sloganını tekrar ederek, bu sürece ABD’nin aktif katılması gerektiğini işaret etti.
'Kürdistan Bölgesi ekonomik başarının bir örneğidir'
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne ilişkin de değerlendirmelerde bulunan Wilson, Kürt bölgesinin ekonomik gelişimini başarı örneği olarak nitelendirdi. Bağdat hükümetini İran’ın etkisinden kurtarmak için çalıştıklarını söyleyen Wilson, “Her türlü uzlaşı ve yeniden yapılandırma çabasını destekliyoruz” dedi.
Wilson ayrıca, Irak’la kişisel bağlarına da değinerek, “İki oğlum da Irak’ta görev yaptı. Irak halkını seviyorlardı ve onların özgür bir ortamda yaşamalarını istiyorlardı. Ancak yaşananlar bu idealin uzağında. Bu nedenle ülkenin yeniden yapılandırılması için yeni bir çabanın zamanı geldiğine inanıyorum” ifadelerini kullandı.
ABD’nin İran-Irak-Suriye hattındaki dış politika faaliyetlerinin süreceğini belirten Wilson, Washington’un Bağdat’ı Kürdistan Bölgesi ile uzlaşma yoluna teşvik ettiğini söyledi. Wilson’a göre, Irak'taki ekonomik kalkınmanın ve siyasal istikrarın anahtarı bu uzlaşmanın sağlanmasında yatıyor.
***
İBB operasyonuyla tutuklanmıştı: Bir patron daha 'etkin pişmanlık'tan yararlandı
Sarılar İnşaat patronu Ahmet Sari, Ertan Yıldız ve Fatih Keleş ile Bakırköy'deki İBB ek binasında görüştüğünü "3 milyarlık alacak için 232 milyon rüşvet verdiğini" iddia etti. Sari şimdiye kadar AKP'den aldığı ihalelerle büyüdü.
Sari'nin, "itirafçı" olarak ifade verdiği ve ardından tahliye olduğu ortaya çıktı.
Sabah'ın haberine göre, 27 Mayıs'ta savcılığa başvurarak ifade veren Ahmet Sari, 2019'dan 2023'e kadar İBB ile ciddi sıkıntılar yaşadığını, bu süreçlerin neticesinde İBB'nin farklı birimlerinde ve farklı iştiraklerde ciddi miktarlarda alacaklarının doğduğu söyledi. Sari şöyle konuştu:
"Bu alacakların hukuki yollarla tahsil etmek için çaba göstermemize rağmen bir kısmını bu şekilde tahsil etmemiz mümkün olmamıştır. İBB'nin 2019 yılında Ekrem İmamoğlu tarafından kazanıldığı ve iptalin yaşandığı 6 aylık süreçte Bakırköy'de bulanan Ek Hizmet Binasının 5. Katında Ertan Yıldız genel sekreter yardımcısının odasının yanındaki odayı kullandı. Burada İBB'ye ilişkin altyapı çalışmalarını yürüttü. Evrakın tamamı Ertan Yıldız tarafından temin edildi."
'17 kez elden para götürdüm' iddiası
2022'nin sonlarında sekreter tarafından arandığını, Ertan Yıldız ve Fatih Keleş ile Bakırköy'de bulunan İBB'nin ek binasına davet edildiğini söyleyen Ahmet Sari, "Genel sekreterin yan tarafındaki odada Fatih Keleş ile Ertan Yıldızın olduğu bir ortamda bu iki şahıs bana para vermeden alacaklarımı tahsil edemeyeceğimi söylediler. Bana, 'Burada bir sistem işliyor. Bu paraların bu sistem için gerekli olduğunu' söylediler. Her ne kadar bu teklifi başta kabul etmeyip direnç göstermiş olsak da durum itibari ile ticari olarak yaşadığımız sıkıntılar, aldığımız işlerin paralarımı tahsil edemememiz nedeniyle istedikleri detaylarını ve paraları dönem içerisinde Ertan Yıldız'a 9 sefer, Fatih Keleş'e ise 17 kez elden para götürmek zorunda kaldım" iddiasında bulundu.
Paraların bir kısmını Bakırköy'de bulunan ek hizmet binasında, büyük çoğunluğunu ise Florya'da bulanan eski başkanlık konutuna teslim ettiğini söyleyen Sari, "Bu teslimatları Fatih Keleş'in abisi olan Zafer Keleş veya Fatih Keleş'in yeğeni olarak bildiğim Murat isimli şahıs teslim almaktaydı. Ertan Yıldız'a verilen paralar ise Yıldız'ın göndermiş olduğu, farklı şoförler aracılığıyla şirketimizden bizzat teslim alıyorlardı. Şirkete gelecek kişiyi bize Ziya Gökmen Togay bildirmekteydi" dedi.
'Paralar genel müdürlere yansıtılmamalı dediler'
Sari ifadesine şöyle devam etti: "Ertan Yıldız ve Fatih Keleş bana bu para süreçlerinin hiçbir şekilde genel müdürlere yansıtılmaması gerektiğini söylediler. Ancak tarihini tam hatırlamamakla beraber 2024 yılı seçimlerinden bir süre sonra Fatih Keleş bana bundan sonra hiç bir suretle Ertan Yıldız'ın talep ettiği ödemelerin verilmemesi gerektiğini söyledi. Bunun tam gerekçesini bilmemekle beraber Ertan Yıldız'ın bizden aldığı paraların Fatih Keleş'e ve dolasıyla sisteme tam gitmemesi olabilir diye düşünüyorum."
İfadesinin devamında Sari, Fatih Keleş ve Ertan Yıldız'a verdiğini iddia ettiği paraları şöyle sıraladı:
Ertan Yıldız'ın 23 Kasım 2022'de 2 milyon TL, 2023 yılına ait; 28 Şubat'ta 2 milyon TL, 10 Nisan'da 5 milyon TL, 7 Eylül'de 2 milyon TL, 10 Ekim'de 5 milyon TL 25 Aralık'ta 10 milyon TL, 2024 yılında ise; 19 Ocak'ta 10 milyon TL, 22 Ocak'ta 17 milyon TL ve 3 Haziran'da 10 milyon TL olmak üzere toplamda 63 milyon TL para aldığını söyledi.
2022 yılı içerisinde, Fatih Keleş'e 5 Aralık'ta 1 milyon TL ve 26 Aralık'ta 500 bin TL verdiğini, 2023 yılında; 11-20 Ocak'ta 5'er milyon TL, 8 Mart'ta 4 milyon TL, 16 Mart'ta 3 milyon TL, 24 Nisan'da 1 milyon TL, 6 Ekim, 9 Kasım, 4 Aralık'ta 10'ar milyon TL verdiğini söyledi. 2024 yılında verdiği paraları söylemeye devam eden Sari, 12 Ocak- 28 Şubat arası 5 seferde olmak üzere 100 milyon TL, 4 Nisan'da 10 milyon TL ve 7 Mayıs'ta 10 milyon TL olmak üzere toplamda 169 milyon 500 bin TL verdiğini söyledi. Sari, paraların dekontlarını dosyaya sunacağını belirtti.
'Seçim çalışmaları için otobüs göndermek zorunda kaldım'
İfadesine devam eden Ahmet Sari, Ağaç ve Peyzaj AŞ Genel Müdürü Ali Sukas hakkında da konuştu. Sari, "Ali Sukas eşinin milletvekili adaylığı döneminde benden seçim çalışmaları için otobüs göndermemi talep etti. Devam eden işlerimiz ve ciddi bir miktarda alacaklarımız olması dolasıyla bu teklifi kabul etmek zorunda kaldım" diyerek en kısa zamanda plakaları ile beraber kaç araba alındığını belgelerle sunacağını öne sürdü.
"İBB iştirakleri genel müdürleri süreç içeresinde benden herhangi bir menfaat talebinde bulunmadılar" dedi.
"İBB yöneticilerinin kendisine hak ettiği ödemeleri yapmadığını, zor durumda bırakılarak milyonlar aldıklarını" öne süren Ahmet Sari, habere göre, "2022 yılının sonuna kadar bu şahıslarla ve bu sistemle mücadele ettim. Şirketimin ve şahsımın dayanacak gücü kalmadığı zaman bu paraları benden aldılar. Ben bu sürecin ciddi bir mağduruyum. Şahıslar benden 2024 yılının 6. Ayına kadar bu paraları alabildiler. Ancak bu tarihten sonra bir daha para vermeyeceğimi söyledim" diye konuştu.
'İBB'den 3 milyar TL alacağım var'
İBB'den 3 milyar TL alacağı olduğunu, buna ilişkin belgelerini dosyaya sunduğunu ve alacaklarına ilişkin soruşturma öncesinde icra-haciz işlemi başlattığını anlatan Sari, "İBB'de gelinen aşamada bu şahısların kurmuş olduğu sistem için para vermeyeceğinizi anladıkları zaman hiçbir şekilde ödeme yapmadıklarını en büyük göstergesi de anlattıklarımdır. Ben gerçekte bu sistemin şüphelisi değil gerçek mağduruyum" diyerek ifadesine son verdi.
AKP'den aldığı ihalelerle büyüyen şirket
Ahmet Sari'nin başındaki Sarılar İnşaat, AKP'den aldığı ihalelerle bugünkü haline geldi. Araç ve inşaat ihaleleri, şirketi büyüttü.
AKP’li Bayrampaşa Belediyesi’nin araç kiralama ihalesi 2018-2023 yılları arasında Sarılar İnşaat firması aldı.
Şirket, 2023'te Esenler Belediyesi'nden de ihale aldı.
2022'de AKP'li Ümraniye Belediyesi'ne bağlı şirketin düzenlediği araç kiralama ihalesi de Sarılar İnşaat'a verilmişti.
Ahmet Sari, 2022'de Bahçeşehir'deyse 89 villa inşa etti. Villalar o dönem 11 milyon liradan başlayıp 18 milyon lirayı bulan fiyatlara satışa çıkarılmıştı.
Eski AKP’li Adıyaman Milletvekili Mahmut Göksu, patron Ahmet Sari'ya 2018’de, vakıflarına verdiği destek nedeniyle plaket vermişti.
***
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder