T-24 "Köşebaşı + Gündem" -12 Haziran 2025-

 

Bahçeli’nin “kurucu anayasası” kuş mu, deve mi?-Mehmet Y. Yılmaz-

MHP Genel Başkanı, bayram mesajında “kurucu anayasadan” söz ediyor. Bahçeli’nin dilinin altında bir başka bakla var gibi geldi bana.

devlet bahçeli

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, bayramda yayınladığı mesajında “milli iradeye dayalı, siyasi partilerin hepsinin düşüncesi alınarak bir kurucu anayasa anlayışı içerisinde yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu kabullenilmelidir” dedi.

Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’dan “PKK’nın kurucu önderi” olarak söz etmesinden daha önemli bir söz bu.

“Kurucu anayasa” dediğiniz zaman, Anayasa’da bazı değişikliklerden değil çok daha kapsamlı bambaşka bir şeyden söz ediyorsunuz demektir.

Sil baştan yepyeni bir anayasa yazmak anlamına gelir.

Türkiye’de böyle üç “kurucu Anayasa” yapıldı. 1924, 1961 ve 1980.

Birincisini Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi yaptı. Diğerlerini darbelerin ardından kurulan “kurucu meclisler” gerçekleştirdi.

“Kurucu anayasa” yapılırken, anayasayı yapacak iktidara sahip olan “kurucu meclis” herhangi bir kural ile bağlı değildir.

Eski anayasa kaldırılmıştır ve yeni anayasa, herhangi bir kural ile bağlı olmayan sınırsız bir yetkiye sahip irade tarafından yapılır.

Bahçeli’nin sözünü ettiği “kurucu anayasa anlayışı” acaba bu mudur, diye merak ettim.

Sözlerinden anlayabildiğim kadarıyla Bahçeli, yeni anayasayı işbaşındaki meclisin yapmasını istiyor.

Yani bir “kurucu meclis” seçmemiz gerekmeyecek.

MHP Genel Başkanı’nın geçtiğimiz yılın ekim ayında söylediği şu sözleri de hatırlatayım:

“Anayasanın ilk 4 maddesi her türlü tartışmanın ve arayışın dışındadır. Çünkü ilk 4 madde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş temeli, kurucu niteliği, varlıkları ve birlik simgesidir.”

Anayasa’nın ilk 4 maddesinin tartışılmayacağını da varsayacak olursak, aslında bir “kurucu anayasa” da yapılmayacak.

“Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” bir hukuki sınır çizildiyse, artık orada “sınırsız güce sahip kurucu iradeden” de söz edemeyiz.

O zaman Bahçeli “kurucu anayasa anlayışı” derken ne anlatmaya çalışıyor; izaha muhtaç.

Konuşmalarını kendisi mi yazıyor, başka yazarlar da kullanıyor mu bilmiyorum ama bu kelimeleri “süs olsun, şık dursun” diye mi bayram mesajının içine yerleştirdi?

Yoksa “ufaktan bir tartışmayı başlatalım, bakalım millet bundan ne anlayacak” diye mi düşündüler?

Bana sanki böyle düşünülüyor gibi geldi.

O zaman ben de anladığımı yazmaya gayret edeyim:

“Kurucu bir anayasa anlayışından” söz edince benim aklıma, bugüne kadar T.C. anayasalarının hiçbirinin tam olarak gerçekleştirmeyi başaramadığı bir konunun yeni anayasa çalışmalarının merkezinde olması gerektiği geliyor.

Bu, sağlam güvencelere bağlanmış “güçler ayrılığı rejimini” tesis etmek olmalı.

Parlamenter sistemimizin doğru dürüst çalışmamasının da bugünkü alaturka başkanlık sisteminin bir garip sistem olmasının da nedeni güçler ayrılığı rejiminin sağlanamamış olmasıdır.

Eski parlamenter sistemimizde de bugünkü sistemde de yürütme organı, yasama organının amiri konumunda.

Yargı ise göbeğinden yürütmeye bağlı, o nezle olursa, yargı zatürre oluyor, o derece.

Yasama, yürütme ve yargının birbirini denetleyip, dengeleyebildiği bir düzeni kuracak bir anayasa, yeni bir Türkiye için gerçekten “kurucu Anayasa” sayılabilir.

Hedef bu ise seçim kanunlarının, Siyasi Partiler Kanunu’nun ve Hakimler Savcılar Kanunu’ndan da anayasayla birlikte ele alınıp, güçler ayrılığını sağlayacak şekilde kökten değiştirilmesi gerekir.

Tabii bugün kendisini AKP’nin memuru olarak adliyeye tayin edilmiş zanneden tiplerin de yeni anayasayla birlikte temizlenmeleri şartıyla!

Özerk üniversiteyi, siyaset müdahalesine izin vermeyen bağımsız denetleyici ve düzenleyici kurumların yeniden oluşturulmasını, özerk kamu yayıncılığını da bu paketin içine koymalısınız.

Böyle anlatılınca kulağa hoş geliyor tabii.

Ama bu işi yapması gereken aktörlere bakınca bunun bir hayalden ibaret olduğunu da söyleyebilirim.

Bunları yapabilecek bir zihin açıklığına ve demokrasi vizyonuna sahip olsalardı zaten bugün yaşadığımız sorunların çoğunu yaşamıyor olurduk.

Onun için Bahçeli’nin dilinin altında bir başka bakla olması ihtimalini küçümsemeyelim derim.

Çok ıslanmadan o baklayı ağzından çıkarsa da boş yere havanda su dövmesek iyi olmaz mı?

                                                            /././

Yaşı ilerleyen yönetici sorunu -Mehmet Y. Yılmaz-

İçişleri Bakanlığı’nın yeni düzenlemesine göre, daha güvenli bir sürüş ortamı yaratmak amacıyla 65 yaş üstündeki vatandaşlar her iki yılda bir, 80 yaşını geçenler ise her yıl doktor kontrolünden geçecekler. Öğrenmiş oluyoruz ki Türkiye’de otomobil kullanmak, devlet yönetmekten çok daha ciddiye alınması gereken bir şeymiş.

Yaşı ilerleyen yönetici sorunuİçişleri Bakanlığı’nın “yeni eylem planında” ileri yaşlardaki sürücüler ile ilgili düzenlemeler yapılması da varmış. 
Buna göre 65 yaş üstündeki vatandaşlar her iki yılda bir doktor kontrolünden geçecekler. 80 yaşını geçenlerde ise süre bir yıla indiriliyor. Bu düzenleme ile görme, işitme ve refleks gibi yaşla birlikte zayıflayan sürüş yetenekleri takip edilerek, daha güvenli bir sürüş ortamı  yaratılacakmış. Söz konusu yaş sınırlamalarının eski dönemlerin yaş algısına göre yapıldığı belli. 65 yaşın artık “ileri orta yaş” olduğunu söyleyen hekimler filan bu işe ne der, bilemiyorum tabii. Ancak kabul etmek gerekir ki yaş ilerlemesi görme, işitme ve reflekslerde sorunlara neden olabiliyor ve İçişleri Bakanlığı’nın bu konuyu ciddiye alması da tebrike şayan. Ve bu vesileyle de öğrenmiş oluyoruz ki Türkiye’de otomobil kullanmak, devlet yönetmekten çok daha ciddiye alınması gereken bir şeymiş. Çünkü Türkiye’yi halen yöneten ve yönetmeye talip olan “ileri yaşlıların” böyle bir kontrolden geçmeleri gerekmiyor.

Oysa bazı melekelerde ilerleyen yaşla birlikte ortaya çıkan gerileme, otomobil kullanmak kadar devlet yönetmeyi de etkiliyor olmalı.

Geçenlerde ABD’de önemli bir tartışma konusu olmuştu: Ortaya çıktı ki eski Başkan Biden’ın akli ve zihni melekelerindeki gerileme, bilinçli olarak kamuoyundan ve seçmenden saklanmak istenmiş.

Bu durumun anlaşılması kaçınılmaz olana kadar Biden, Trump’ın karşısında Demokratların adayı idi.

Ancak bu gerileme toplumdan saklanamaz hale gelince Biden adaylıktan çekildi ve yerini yardımcısı Kamala Harris’e bıraktı.

O sırada da kampanya hayli ilerlemişti. Trump’ın seçimi kazanmasında bunun ne kadar rolü olduğunu bilemiyorum ama Biden’ın rahatsızlığı saklanmamış olsaydı, belki de Demokratlar çok daha güçlü bir aday bulabilirlerdi.

ABD bizi ilgilendirmiyor tabii, biz kendimize bakalım.

Cumhurbaşkanı şu anda 71 yaşında.

Allah ömür verirse önümüzdeki seçimde tekrar aday olup bir beş yıl daha görev yapmak istiyor ki seçimin normalinden beş altı ay erken yapılacağını varsayarsak 74 yaşında olacak.

Seçilirse 79 yaşına kadar da bu görevde kalacak.

Ve kendisinin sağlık durumuyla ilgili hiçbir şey bilmiyoruz.

65 yaşından sonra yavaşlayan refleksler vs. 79 yaşına gelmiş bir kişiyi daha çok etkiliyor olmalı ki bunu da 80 yaşından sonra ehliyet için hekim muayenesinin her yıl tekrarlanacak olmasından anlıyoruz.

MHP Genel Başkanı şu anda 77 yaşında ve çok sevdiği klasik otomobilleri kullanabilmek için iki yılda bir hekim kontrolünden geçmek zorunda kalacak. Ama partisini ve Türkiye’yi yönetmesi için buna gerek olmayacak.


Elbette her ileri yaşlının mental sorunlar yaşayacağını iddia edemeyiz.

Geçenlerde Rahmi Koç’u gördüm, 95 yaşında, nazar değmesin zımba gibiydi!

Cumhurbaşkanı’nın da şu ana kadar bir sorun yaşamadığını biliyoruz.

Ayrıca kişisel sağlık verilerinin alenileştirilmesi de kişilik haklarına aykırı, bu da bir başka gerçek.

Dünyanın başka demokrasilerinde bu işler nasıl yürüyor, bilemiyorum.

Bizdeki gibi koltuğa yapışmak, ölene kadar ben yöneteceğim diye tutturmak demokrasilerde pek rastlanan bir şey değil.

Bu tür durumlar otoriter rejimlerde yaşanıyor. Onun için demokrasi içinde bu sorun nasıl çözülüyor, bilmiyoruz.

Ancak vatandaşların kimi seçeceklerine karar verirken bu en temel bilgiden yoksun olmalarının bir eksiklik olduğu da çok açık.

Demokrasi dışındaki rejimlerde ise bu hiç dert edilmiyor, çünkü sistem zaten o bir kişinin ölene kadar iktidarını koruması ve kendisinden sonra da bir varisinin (genellikle büyük oğul oluyor) görevi devralması olarak kendini gösteriyor.

Cumhurbaşkanı’nın bir seferinde hipoglisemi nedeniyle aracında bayıldığı ve beceriksiz şoförü ve korumaları yüzünden dokuz dakika süreyle zırhlı aracında mahsur kaldığını hatırlıyorum.

Bir de 2011 yılında bağırsaklarından laparoskopik bir operasyon geçirdiği açıklanmıştı.

Arada bir toplantılarda uyuyakaldığı ile ilgili videolar filan görüyorum ama doğrusunu isterseniz o sıkıcı toplantılarda ben de uyurdum.

Yani şimdilik yönetmeye engel bir durumu yok görünüyor.

Sorun da zaten bugünden kaynaklanmıyor.

Soru şu: Yaş ilerledikçe kaybolacak bazı melekeleri, “Türkiye’yi uçurmasına” engel olacak mı, olmayacak mı?

Ve böyle bir durum ortaya çıktığında Biden’a yapıldığı gibi bu durum gözlerden kaçırılamaz hale gelene kadar örtbas edilecek mi, edilmeyecek mi?

Bu tür sorunların, halkın iradesini sakatlamasına izin vermemesinin yolları bulunabilecek mi, yöneticilerin kendi insaf ve vicdanlarına mı kalacak?

                                                               /././

Yüzde 220 artırılması planlanan hız cezalarının düşürülmesi gündemde -Ceren Bayar-

Trafik cezalarını yeniden düzenleyen kanun teklifindeki hız cezalarının düşürülmesi planlanıyor.

Önümüzdeki günlerde Meclis gündemine alınması planlanan trafik cezalarına ilişkin olarak kanun teklifindeki hız cezalarının düşürülmesi planlanıyor. AKP Meclis Grup Yönetimi, kamuoyundan gelen tepkiler üzerine teklifteki bazı ceza miktarlarını indirmeyi gündemine aldı.

Kamuoyundaki tepkileri dikkate aldıklarını ifade eden bir AKP yöneticisi, bayram tatili boyunca kendilerinin de uygulamaları deneyimlediklerini ve teklifteki ceza oranlarının güncellenebileceğini söyledi.

Genel Kurul’da yeniden değerlendirilebilir

Teklif komisyonda kabul edildiği için, ceza oranlarının genel kurul aşamasında güncellenebileceğini kaydeden AKP yöneticisi, yaptırım gücünü azaltmayacak ama vatandaşı da zor durumda bırakmayacak oranlar belirlenmesi gerektiğini kaydetti.

İndirim sadece hız sınırı cezalarında

AKP temsilcileri düzenlemenin sadece hız sınırı cezaları için geçerli olabileceğini, alkollü, ehliyetsiz araç kullanma için öngörülen cezalarda bir değişiklik planlanmadığını söyledi.

Ölçülülük ilkesine aykırı, AYM iptal eder

Hız sınırını aşmaya verilen cezalardaki artış oranının ‘astronomik’ olduğunu ifade eden muhalefet partilerinin temsilcileri ise teklifin ölçülülük ve belirlilik ilkelerine aykırı olduğunu bu haliyle Meclis’ten geçmesi halinde Anayasa Mahkemesi’nin iptal edeceğini söyledi.

Teklif hız cezalarında yüzde 220’ye varan artış öngörüyor

Adalet Komisyonu’nda kabul edilen ve önümüzdeki haftalarda Genel Kurul gündemine gelmesi beklenen Karayolları Trafik Kanunu'nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifine göre hız sınırını aşanlara verilecek para cezalarında yüzde 223’e varan oranlarda artış öngörülüyor.

Teklif, hız sınırını aşanlara verilen en yüksek ceza olan 9 bin 267 liranın 30 bin liraya çıkarılmasını düzenliyor. Hız sınırını aşma oranına göre cezaların kademeli olarak artırılmasını öngören teklifle hız sınırını az aşanlara az, çok azanlara çok ceza verilmesini düzenliyor.

Teklifin komisyonda kabul edilen halinde hız sınırını aşma cezaları şu şekilde:

Yerleşim yeri içinde;

1) 6-10 km/s aşanlara 2.000 Türk lirası,

2) 11-15 km/s aşanlara 4.000 Türk lirası,

3) 16-20 km/s aşanlara 6.000 Türk lirası,

4) 21-25 km/s aşanlara 8.000 Türk lirası,

5) 26-35 km/s aşanlara 12.000 Türk lirası,

6) 36-45 km/s aşanlara 15.000 Türk lirası,

7) 46-55 km/s aşanlara 20.000 Türk lirası,

8) 56-65 km/s aşanlara 25.000 Türk lirası,

9) 66 km/s'ten fazla aşanlara 30.000 Türk lirası,

Yerleşim yeri dışında;

1) 11-15 km/s aşanlara 2.000 Türk lirası,

2) 16-20 km/s aşanlara 4.000 Türk lirası,

3) 21-25 km/s aşanlara 6.000 Türk lirası,

4) 26-30 km/s aşanlara 8.000 Türk lirası,

5) 31-40 km/s aşanlara 12.000 Türk lirası,

6) 41-50 km/s aşanlara 15.000 Türk lirası,

7) 51-60 km/s aşanlara 20.000 Türk lirası,

8) 61-70 km/s aşanlara 25.000 Türk lirası,

9) 71 km/s'ten fazla aşanlara 30.000 Türk lirası

AKP’nin Meclis’e sunduğu teklifin Meclis yaz tatiline girmeden önce yasalaşması bekleniyor.

                                                  ***

Susanla susmayan hiç bir olur mu?-Mine Söğüt-

Yasaklar ve sansürler aslında iyidir; iyi olmayan, aksine tehlike kusan tek şey otosansürdür. Otosansür kötülüğün kayda geçmesini engeller. Korkudan susan, sesini çıkarmayan insanlar tehlikeli iktidarların aslen kirli olan sicillerini temiz tutmalarına yarar.

Gerilimi ve tehdidi devamlı artan olağanüstü bir dönemdeyiz.

Adını -muhtemelen korkudan-koymadığımız ama içeriğinden artık kuşku duyulmayacak kadar emin olduğumuz bu olağanüstü dönemde, iktidarın zerre kadar tereddüt etmeden ardı ardına patlattığı bombaların yıktığı tüm değerlerin altında kalmış durumdayız.

Artık hukuksuzluktan bahsetmiyoruz bile.

İktidarın o hukuksuzluk üzerine inşa ettiği korkunç yapının yükselişini seyretmekten öteye geçmeyen öfkemizin ve o hukuksuzluğa kurban verdiğimiz insanların, kurumların, kavramların habis niyetlerin zindanlarında çürütülmesine seyirci kalan itirazımızın içimizde patlamasına alıştık.

Ağzımızı açtığımız anda başımıza ineceğini bildiğimiz yumruğun şekillendirdiği karakterlerimizle baş başayız.

Ne ekonominin çökmesiyle ne parti içi dengelerin şaşmasıyla ne de işlenen suçlarla tahtı sallanmayan bir iktidarın bu direncini kendi becerisine mi yoksa muhaliflerin beceriksizliğine mi borçlu olduğunu tartışmayı bile bıraktık.

Seyrediyoruz.

Sustukça sıranın bize geleceğini bile bile, susarak sıramızı bekliyoruz.

O suskunlukta avazı çıktığı kadar bağıran, naralar atıp tehditler savuran, ortalığı kasıp kavuran hadsiz bir iktidarın gürültüsüne meydan bırakıyoruz.

İktidar kendisine muhalif olan herkesi tek tek cezalandırmaya ant içtiğini gizlemiyor bile.

Kafasına göre yasak üzerine yasak koyuyor, yasa üzerine yasa yapıyor ve mevcut hiçbir yasayı tanımıyor.

Bu kaos ortamında…

Susmak yerine lafını sakınmadan söylemeye kalkan kim varsa hepsi teker teker yanıyor.

Hukukun değil bizi, kendisini bile koruyamadığı muazzam bir açığı olduğunu, bir zamanlar diktatörlüklerin elinden alınan demokrasilerin yeniden diktatörlüklerin eline kolaylıkla geçebileceğini iyice öğrendik.

Şimdi artık yapabilecek tek şey kaldı.

Bugünlerin kaydını doğru tutmak, tutabilmek.

Yaratılan korku iklimine boyun eğmemek.

Kuzu kılığında dolaşan kurt kurnazlığıyla gemisini buralara kadar yürütenlerin kamuflajına destek vermemek.

Kötü niyetli iktidarlar güçlerini tehditlerden ve yasaklardan alırlar. Ama bu tehdit ve yasaklar aynı zamanda onların güçsüz oldukları, eksik kaldıkları, kendilerine güvenmedikleri noktaların da resmi kaydını oluşturur. Yasakçı ve baskıcı iktidarların sansür karnesi aynı zamanda onların korkularının da aynasıdır.

O yüzden sicili sansürlerle yazılan iktidarlar hem kendi kötücüllüklerini hem de zaaflarını hükmettikleri kalabalıklara gösterdikleri sopalarla bizzat kayda geçirmiş olurlar. Bir gün tahtlarından düştüklerinde ya da düşürüldüklerinde de arkalarından aslında iyi mi yoksa kötü mü oldukları tartışılmaz bile. Dönemleri tarihin korkunç hikâyelerle dolu başka iktidar dönemlerinin arasına kaydedilir ve ibret alınsın diye gelecek nesillere belletilir.

Yasaklar ve sansürler aslında iyidir.

İyi olmayan, aksine tehlike kusan tek şey otosansürdür.

Otosansür kötülüğün kayda geçmesini engeller. Korkudan susan, sesini çıkarmayan insanlar tehlikeli iktidarların aslen kirli olan sicillerini temiz tutmalarına yarar.

O yüzden bir belediye başkanının siyasi art niyetlerle tutuklanıp hapse atılmasına ve ülkedeki hukuksuzluğun başıboş kalmasına tepki gösteren sanatçıları kara listeye alıp onlara kamuya ait sahneleri yasaklayan iktidarın bu hamlesinin ne anlama geldiğini her açıdan düşünmek gerekir.

Ve meslektaşlarına yapılan bu aleni haksızlığa rağmen o yasaklı sahnelere çıkmayı sürdürerek iktidarın ekmeğine yağ sürmekten gocunmayacak olanlara…

Sadece kendi ekmeğinin peşine düşeceklere…

Ve iktidarın önerdiği gibi otosansürü güvenli belleyeceklere de dikkat etmek gerekir…

                                                                 /././

İddia: Getir ve BiTaksi kullanıcısı binlerce vatandaşın kişisel bilgileri sızdırıldı.

Getir ve BiTaksi'nin sistemine izinsiz erişim sağlandığı ve çok sayıda kullanıcıya ait kişisel verilerin ele geçirildiği iddiasıyla soruşturma başlatıldı.

Sabah'ta yer alan habere göre; İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca yürütülen soruşturmada, Getir firmasında çalışan yazılım mühendisi Ferhat Y.'nin, 2 yıl önce sadece 20 günde toplamda 2 bin 890 kişinin isim, soy isim, adres, telefon, seyahat ve sipariş bilgileri gibi kişisel bilgilerini ele geçirip sosyal medya ve karanlık ağ platformlarında paylaştığı tespit edildi. 

Yapılan teknik incelemelerde, şüpheli Ferhat Y.'nin (32); çalıştığı Getir firmasına ait ferhat.y***@getir.com** uzantılı kurumsal e-posta adresinden 23 Şubat - 11 Mart 2023 tarihleri arasında yoğun veri sorgulamaları yaptığı belirlendi.

Her sorguda 2 binden fazla satır veri çekilerek yaklaşık 2 bin 890 ayrı veri talebi oluşturulduğu, elde edilen bilgiler arasında kullanıcıların isim, soy isim, adres, telefon numarası, e-posta adresi, sipariş ve seyahat bilgileri gibi hassas kişisel bilgilerin bulunduğu ve bunların sosyal medya ve karanlık ağ platformlarında paylaşıldığı ortaya çıktı.

İddianameye göre Ferhat Y., Getir ve BiTaksi'nin kurucusu Nazım Salur'a takma isimlerle gönderdiği e-postada, elde ettiği milyonlarca satırlık veriyi basına veya üçüncü kişilere satılabileceğini ima etti. 

Ferhat Y., gönderilen mesajlarda şirketin bu durum karşısında ödeme yapması gerektiğine dair örtülü tehditlerde de bulundu.

Dijital izleri ele verdi

Ferhat Y., savunmasında söz konusu e-posta adresinin kendisine ait olduğunu kabul etti ancak işlemleri kendisinin yapmadığını ve şifresini kimseyle paylaşmadığını belirtti.

Ancak bilirkişi raporları, sunucu erişim kayıtları ve cihazlarında bulunan dijital materyaller, işlemlerin doğrudan onun kullanıcı hesabı üzerinden gerçekleştiğini ortaya koydu.

13 yıla kadar hapsi istendi

İddianamede, şüpheli Ferhat Y. hakkında; TCK 244 (bilişim sistemine girme), TCK 136 (kişisel verileri hukuka aykırı elde etme) ve TCK 107 (şantaj) maddeleri uyarınca 5 yıldan 13 yıla kadar hapis istemiyle cezalandırılması istendi.

                                                        ***

Türkiye değişiyor, sofralar değişiyor: Bekar annelerin sayısı artıyor, sofralar küçülüyor -Candan Yıldız-

Türkiye’nin Tadı ve Sofranın Anlamı araştırmasına göre 2 milyon 800 bin bekar anne var ve bu sayısı gelecek yıllarda daha da artacak. Geniş aileler artık yok. Onların sayısı da yüzde 12,8’e düşmüş. Türkiye’nin tadı ise acı. Türkiye’nin mutfağı bir baharat olsa sorusuna her 10 kişiden 3’ü pul biber yanıtını veriyor.

Türkiye değişiyor, sofralar değişiyor: Bekar annelerin sayısı artıyor, sofralar küçülüyor

Türkiye’nin tadı acıymış. Bu bir araştırmanın sonucu.

Bunu metaforik olarak algılamak da mümkün… Baskın tadın acı olması şaşırtıcı değil. Zira Türkiye toplumsal olarak da acı içinde; tutuklamalar, gözaltılar, bir yanı yontan adalet pratikleri, kene gibi yapışmış farklı şiddet türleri, insanın insana, doğaya, hayvana düşmanlığı vs.

Araştırmaya dönersek acıdan kasıt pul biber. Türkiye’nin mutfağı bir baharat olsa sorusuna her on kişiden üçü pul biber yanıtını veriyor. Her gelir grubundan kadın-erkek bin kişi ile yapılan görüşmelerden çıkan sonuçları araştırmacı Akan Abdula açıkladı ve aynı zamanda yorumladı. Sofralardan Türkiye’yi anlamak mümkün mü, evet mümkün. En azından sosyolojideki genel değişimi anlamak mümkün.

Çünkü sofralar küçülüyor, masa etrafında olan insan sayısı azalıyor. Bazı rakamlardan söz edeceğim… Hükümetin Aile Yılı seferberliğinin dışında kalan/bırakılan aile formları sofraların küçülmesinde bir etken. Bekar anneler… Türkiye’nin Tadı ve Sofranın Anlamı araştırmasına göre 2 milyon 800 bin bekar anne var ve bu sayısı gelecek yıllarda daha da artacak. Geniş aileler artık yok. Onların sayısı da yüzde 12,8’e düşmüş. Ramazan ayı reklamlarındaki aileler artık yok. Çocuk ve anneden oluşan aile modelinin sofralarındaki değişim toplumsal cinsiyet rollerindeki değişimi, sosyalleşme dinamikleri ile tüketim alışkanlıklarındaki dönüşümü anlatıyor.

Araştırmacı Akan Abdula

Akan Abdula’ya dikkat çeken bu değişimi sordum: “Bu sofralarda her şeyin mikro olması gerekiyor. Büyük paketler yer almayacak. Bekar anneler hem annelik hem babalık yapıyor. Çocuğun sağlıklı beslenmesiyle ilgili daha dertli bir anneyle karşı karşıyayız. Türkiye’de her yıl 550 bin evlilik var.  Resmi rakamlara göre 188 bin boşanma var. Bizim gayri resmi rakamlarımıza göre ise boşanma sayısı 220 bin. Bekar anne sayısı daha da yükselecek. O nedenle bekar annelerin dertlerini dinlememiz gerekiyor. Aile Yılı anne baba ve çocuktan ibaret anons edildiği için çok seslerini duymuyoruz. Seslerini duyuracak olanlar markalardır, onlar da sosyal proje yapmadıkları için sesleri duyulmuyor bu annelerin.”

Sia Insight 2024 gençlik araştırmasına göre gençlerin yüzde 85’i aileleriyle birlikte yaşıyor. Bunun nedeni pandemi ve yoksullaşma olabilir.  Barınma büyük kriz zira. Tek başına ev kiralamak hayal artık. Akan Abdula’ya gençlerin aileye dönüş ve kalışının sofraları nasıl etkilediğini de sordum. Araştırmada buna dair bir bulgunun olmadığını söyledi ama şuna dikkati çekti. Artık beyaz yakalıların büyük bölümü de markasız ve indirimli ürünleri alıyor.  

Araştırmaya göre evde sofra kurmanın kârlı olabilmesi için o evde 2,1 kişinin yaşaması gerekiyor. Bu da dışarıda yemek ya da yemek sipariş etmek demek. Sofralar bu nedenle de azalıyor. Bireyselleşme, metrekareleri düşen evler, sofralara konuk olan telefon ve tabletler, yoksulluk vs. bütün bunlar sofraların eski tadının olmadığını söylüyor. Bütün buna rağmen araştırmaya göre sofra, hâlâ birey için güven ve şefkatin temsili. Onu bulabilmenin umudu…

Araştırma seküler ve muhafazakâr ailelerin soflarına da bakıyor.

Kendisini muhafazakar olarak tanımlayan 43 yaşındaki bir kadının sofra tanımı şöyle:

“Bir ailenin bir arada toplanmış halini düşündüm. Dört yapraklı yonca birbirleriyle, bir tanesi olmadan olmaz, sofrada beklenilir. Hepsi bir arada, sofranın düzen ve güzelliği de olunca açıkçası bir tablo gibi, sanat eseri gibi.”

Kendisini seküler olarak tanımlayan 19 yaşındaki bir kadının tanımı da benzer: “Aynı şeyi yememiz önemli. Herkesin bütün olduğunu hissettiriyor. Sofra birlik, beraberlik ve samimiyeti temsil ediyor... Bu görselde ortada göl var. Yanlarında farklı çeşitlerde ağaç var ama hepsi aynı topraktan besleniyor. Aynı ortamda yaşıyorlar... Yine o birliği yansıtıyor. Hepimiz aslında buna bağlıyız gibi.”

Sofra araştırma sürecinde yoğun emek harcayan, Cansu Çamlıbel’le birlikte araştırma toplantısının moderatörlüğünü yapan Murat Sabuncu’nun dediği gibi aile, dost ya da dayanışma sofrası ya da bir zamanlar kurulabilen yeryüzü sofraları… İnsanın bir sofrasının olabilmesi, gidebileceği, davet edilebileceği bir sofrasının olması o topluma dair çok şey anlatıyor. Ancak Türkiye’de ortak sofralar ne yazık ki azalıyor.


Not: Türkiye’nin Tadı ve Sofranın Anlamı araştırması FutureBright ve T24 işbirliği ile yapıldı.

                                                                     /././

Ümit Özdağ hâkim karşısına çıktı, tutukluluğunun devamına karar verildi: Anayasal haklarım çiğnendi; muhaliflere, beyaz azınlık rejimi Apartheid hukuku uygulanıyor!-Can Öztürk-

Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamasıyla yargılandığı davanın ilk duruşması bugün İstanbul 18. Asliye Ceza Mahkemesi’nde, Silivri'deki Marmara Cezaevi yerleşkesinde görüldü. Duruşmaya katılan Özdağ savunmasında, "Ben bu Cumhuriyet’in yurttaşıyım. Savcı da bu Cumhuriyet’in savcısı. Ben savcının da Cumhuriyet’in de düşmanı değilim. Savcıdan tek isteğim, anayasal hakkıma saygı duyması ve aleyhime olduğu kadar lehime olan delilleri de toplamasıdır" ifadelerini kullandı. Esas hakkında mütalaasını açıklayan savcı, Özdağ'ın tutukluluğunun devamını ve cezalandırılmasını talep etmesi üzerine hâkim, Özdağ'ın tutukluluğunun devamına karar verdi. Karar duruşması 17 Haziran'a ertelendi.

Duruşmaya çok sayıda siyasi isim ve destekçi katıldı. Millî Yol Partisi Genel Başkanı Remzi Çayır, CHP Trabzon Milletvekili Sibel Suiçmez, CHP Şanlıurfa Milletvekili Mahmut Tanal, İyi Parti Milletvekili Lütfü Türkkan, Ülkü Ocakları eski Genel Başkanı Atila Kaya, Kutlu Parti lideri Yusuf Halaçoğlu, Yazar Yavuz Selim Demirağ, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Erinç Sağkan, gazeteciler İsmail Saymaz, Murat Ağırel ve Sinan Ateş’in annesi Selma Ateş de duruşmayı izleyenler arasında yer aldı.

Ümit Özdağ, duruşma salonuna girişinde seyirciler tarafından alkışlarla karşılandı.

CHP'li Tanal'dan emniyet güçlerinin silahlarının dışarı çıkarılması talebi

Duruşma başlamadan önce Mahmut Tanal, salonda bulunan emniyet güçlerinin silahlarının dışarı çıkarılmasını talep etti. Ancak mahkeme başkanı bu talebi “Burası askerî bir bölge olduğu için kabul edemem” diyerek reddetti. Bunun üzerine Türkiye Barolar Birliği Başkanı Erinç Sağkan söz alarak “Mahkeme salonunda yetkili sizsiniz, yetkiyi askere bırakıyormuş gibi yapamazsınız” diyerek mahkeme başkanına tepki gösterdi.

Mahkeme Başkanı: Duruşmanın seyrini bozacak kişiyi salondan çıkarırım

Zafer Partililer de, duruşmaya İstiklâl Marşı’nı okuyarak başlamak istedi. Bu talep üzerine bir grup vatandaş marşı okumaya başladı. Mahkeme başkanı ise salonda “En ufak duruşmanın seyrini bozacak davranışta bulunacak kişiyi salondan çıkarırım” uyarısında bulundu. Ardından mahkeme başkanı Özdağ'ı savunmasını dinlemek üzere kürsüye çağırdı. 

"Anayasal haklarım çiğnenerek tek kişilik hücrede tutuluyorum"

Duruşmada savunmasını yapan Ümit Özdağ, şunları söyledi:

“Bu iddianameyi yazan savcı, yarın bir yerde benimle karşılaştığında; ‘Kusura bakmayın, bir yanlış anlaşılma oldu’ diyecek.

Benim burada tutuklu bulunmamın sebebi ne Cumhurbaşkanına hakaret ne de Kayseri olaylarıdır. Benim tutuklu olma sebebim, Öcalan ve PKK ile yürütülen süreçtir.

Benim siyasi olarak yapmış olduğum uyarıların tamamı, Türk Milleti’ne ve Türk Devleti’ne karşı görevimdir. Ben sadece üzerime düşen görevi yerine getiriyorum.

Ülkemiz ağır bir yargısal krizden geçmektedir. Anayasamızın 10. maddesi ihlal edilerek mevcut iktidara siyasi olarak muhalif olan yurttaşlara karşı Düşman Ceza Hukuku uygulanmaktadır. Muhalif siyasetçi ve yurttaşların anayasal ve yasal hakları askıya alınmaktadır. Benzer hatta aynı fiiller için iktidar mensupları vemuhalefet mensuplarına farklı cezalar uygulanmaktadır. Sanki ırkçı beyaz azınlık rejiminin yönettiği Güney Afrika’da Apartheid rejiminin siyahları ikinci sınıf insan gören hukuk uygulamasını yaşıyoruz. 1960’larınsonuna kadar ABD’nin güney eyaletlerinde de siyah Amerikalılar, kağıt üzerinde beyazlarla aynı anayasal haklara sahip olmalarına rağmen; siyahlar, beyazların mahkemelerinde beyazlar ile asla eşit olamıyordu.2020’lerin Türkiye’sinde de biz muhalifler siyah Amerikalılar gibiyiz. Anayasal ve yasal haklarımız sadece kağıt üzerinde kalıyor.

Bu milletin ana omurgası Türk’tür. Burası Türkiye. Suriyelilerin doğum oranları bu hızda devam ederse, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin demografik sürdürülebilirliği mümkün değildir.

Düzensiz göçün Türkiye için bir millî güvenlik sorunu olduğunu düşünüyoruz. Biz düzensiz göçe karşıyız. Düzensiz göçe karşı olmak suç mu?

Tarihten bugüne Ortadoğu coğrafyasındaki gelişmeleri ve stratejik göç mühendisliğini adeta amfide ders verir gibi anlattım.

Bugün Güneydoğu’ya gittiğinizde, bu vatan için çarpışıp şehit düşen ve kabri başında ay-yıldızlı Türk Bayrağı olan Kürt çocuklarını, Zaza çocuklarını, köy korucularını, bu vatanın has evlatlarını görürsünüz.

Benim temel misyonum, Türk Devleti’nin toprak ve devlet bütünlüğünü korumak olmuştur.

Bu dava tarihe geçmiştir Sayın Hâkim. Bu dava, 3 Mayıs 1944’teki Türkçülük Davası ile yan yana duracak. Bu dava, 12 Eylül’de Alparslan Türkeş’in yargılandığı dava ile yan yana duracak!

Ümit Özdağ, Suriyeliler öldürmediği halde “Suriyeliler öldürdü” diyecek karakterde bir adam değildir.

Savcı, bu iddianame ile Roma Hukuku’ndan bu yana süregelen ceza hukukuna dair bütün ilkeleri yok saymıştır.

Şiddet içermeyen, şiddete çağrı yapmayan sosyal medya paylaşımlarını suç saymak; ifade özgürlüğünü Kuzey Kore standartlarına çekmek demektir.

Kayseri Emniyet Müdürlüğü tarafından hazırlanan rapor, tutuklanmama gerekçe oluşturmak için tutuklandığım gün hazırlanmıştır ve hiçbir gerçekliği yoktur.

Ben yıllardır ülkemizi istikrarsızlaştırmaya çalışanlarla mücadele ediyorum. Dünya üzerinde düzensiz göçe karşı çıktığı için tutuklu bulunan tek politikacı benim.

Benim dışımda TCK m. 216’dan yargılanan başka bir Zafer Partili yok. Neden? Çünkü biz Suriyelilerin de gerçek dostlarıyız. Bu maddeden yargılanıp da en uzun süre tutuklu kalan kişi benim!

Ben bu Cumhuriyet’in yurttaşıyım. Savcı da bu Cumhuriyet’in savcısı. Ben savcının da Cumhuriyet’in de düşmanı değilim. Savcıdan tek isteğim, anayasal hakkıma saygı duyması ve aleyhime olduğu kadar lehime olan delilleri de toplamasıdır.

Bu kadar düzensiz göçün olduğu bir ülkede yabancı istihbarat servislerinin eleman devşirmesi de oldukça kolaydır. Düzensiz göç meselesi bir millî güvenlik meselesidir.

Bu savunmalarım ışığında, Sayın Hâkim, karar sizin; hüküm Allah’ındır. Umarım Türk Milleti adına vereceğiniz hükmünüz, milletin vicdanını ve adaleti temsil eder.”

TIKLAYIN - Silivri'de hâkim karşısına çıkan Ümit Özdağ'ın 51 sayfalık savunmasının tam metni

Av. Savaş Özdağ: Ümit Hoca’nın burada yargılanması anlamsızdır

Özdağ’ın avukatlarından Kardeşi Savaş Özdağ’ın savunmasında şu ifadeleri kullandı:

“Ahmet Ercan’ın Celal Şengör’ün ‘Yarın İstanbul’da deprem olacak’ sözlerinin yanıltıcı bilgiyi yayma gibi bir suçlamayla yargılanabileceğini düşünebiliyor musunuz? Böyle bir şey olamayacağı gibi Ümit Hoca’nın da burada yargılanması anlamsızdır. Bir endişeyi tekrar tekrar dile getiren Ümit Hoca’nın burada olması hukuksuzdur. Ümit Hoca, yüzlerce güvenlik bürokratı yetiştirdi. Bu dava ona yapılan bir hakarettir.”

Özdağ’ın avukatlarından Kahraman Berk, “İddianameye koyduğunuz paylaşımların tamamı müvekkilin dışındaki 3. kişiler tarafından yapılmıştır. Müvekkil ile bir alakası olmadığı gibi savcılık tarafından bu tweetler ile suç oluşturulmaya çalışılmıştır. Bir tweet hakkında beraat kararı verilirken diğeri hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmiştir” ifadelerini kullandı.

Özdağ’ın savunmasında değindiği Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü’nün raporu hakkında konuşan Berk, oluşturulan raporun iftiradan başka bir şey olmadığını söyleyerek savunmasını bitirdi.

Av. Kahraman Berk’in savunmasının ardından savunma yapacak 3. avukata geçilmeden hâkim ara kararı verdi. Duruşmaya 15 dakika ara verildi.

Savcılık, Özdağ'ın cezalandırılmasını ve tutukluluğunun devamını talep etti

Özdağ'ın avukatlarının savunmaların sona ermesinin ardından savcı, esas hakkında mütalaasını açıkladı. Ümit Özdağ’ın üzerine atılı suçtan cezalandırılması ve tutukluluk halinin devamına karar verilmesi yönünde mütalaa verdi.

"Düşman hukuku dediğimde ne demek istediğim bir kez daha ortaya çıktı"

Savcının mütalaasına karşı kısa bir söz alan Ümit Özdağ, şunları söyledi:

“Avukatlarım savcılığın mütalaasına karşı savunma yapmak için süre isteyecekler. Savcılığın mütalaasını hayretle dinledim. Kayseri’deki olaylar hakkında yaptığım bir paylaşım yok. 142 gündür suçsuz yere tek kişilik hücredeyim ve savcılık bunun devamını istiyor. Düşman hukuku dediğimde ne demek istediğim bir kez daha ortaya çıktı.”

Özdağ'ın avukatlarından Kahraman Berk mahkemeden taleplerini şöyle sıraladı:

"Raporu hazırlayanlar hakkında suç duyurusunda bulunmanızı istiyoruz. Tutukluluğunun sonlandırılmasını ve derhal tahliyesinin gerçekleştirilmesini talep ediyoruz.  Mütalaaya karşı da savunma için süre talep ediyoruz."

Avukatların taleplerini sıralamasının ardından hâkim ara kararını açıklamak üzere duruşmaya 30 dakika ara verdi. 

Özdağ'ın tutukluluğunun devamına karar verildi; duruşma ertelendi

Verilen aranın ardından ara kararını açıklayan hâkim, Özdağ'ın tutukluluğunun devamına karar vererek duruşmayı 17 Haziran'a erteledi. 

                                                                     ***

Otokrasi, barış ve demokratikleşme -Mustafa Dursun-

Çoğulcu ve katılımcı bir demokrasi için tek bir siyasal partinin ya da ideolojinin mutlak hakimiyeti söz konusu olmamalı, her türden siyasal parti ve ideolojiye örgütlenme hakkı tanınmalıdır. Farklı kültürel geleneklere ve uygulamalara saygı duyulmalı ve bunlar korunmalıdır.

Dünya çapında artan otoriterliğin, militarizmin, savaşların, demokratik gerileme ve kutuplaşmanın damgasını vurduğu bir çağda, barışa, çoğulculuğa ve demokrasiye olan ihtiyaç hiç bu kadar acil olmamıştı.

Sırat Köprüsü’ndeki Türkiye

Böyle bir Dünyada, Türkiye Sırat Köprüsü’nden geçmeye çalışıyor. Mart ayında ülkenin en temel sorunlarından biri olan ‘Kürt Sorunu’nun barışçıl yollarla çözümüne ilişkin olarak başlatılan süreç ağır aksak yürüyor.

Bu süreçte PKK’nin kendini feshetme kararının ardından, Kurban Bayramı’ndan önce çıkarılan İnfaz Yasası ile cezaevlerindeki binlerce siyasi tutuklunun, gazetecinin, öğrencinin serbest bırakılması beklenirken bu gerçekleşmedi. Bu durum, başta Kürtler olmak üzere, tüm demokratik muhalefette büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Ekim ayında yeni düzenlemeler yapılacağı ileri sürülse de bu konudaki beklenti giderek azalıyor.

Barışın toplumsallaşması gerekiyor ancak bunun önündeki en büyük engel sürecin taraflarından bir olan siyasal iktidarın ve onun kontrol ettiği devletin işi ağırdan alırken otoriterliği tam gaz sürdürmesi, özellikle de CHP’li belediyelere yaptığı operasyonları genişletmesi.

Yani toplum sadece barışın değil, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrasında rafa kaldırılan (eksikli de olsa) demokrasiye geri dönüşün de sağlanmasını talep ediyor. Ancak böyle bir otoriter iktidar ile bırakın demokratikleşmenin sağlanmasını, barışın nasıl sağlanacağı ve kalıcı hale getirilebileceği ve demokratik bir anayasanın nasıl yapılabileceği de büyük soru işaretleri olarak önümüzde duruyor.

Bugünkü yazımız barışın inşası ile birlikte yürütülmesi gereken demokratikleşme mücadelesi üzerine. Yani iki bölümden oluşan yazımız, otoriter bir rejimde demokratikleşmenin nasıl sağlanabileceğine ve buna ilişkin mücadele yöntemlerine ilişkin. Bunun için de büyük ölçüde, Amerikalı yazar, anti-otoriterlik uzmanı Scot Nakagawa’nın çalışmalarına başvuracağız.

Nakagawa modern otoriterliğin askeri darbelerin ötesine geçerek sofistike demokratik erozyon stratejilerine evrildiğini ileri sürüyor. Ona göre, modern otoriterlik kabaca üç biçimde işliyor: (i) Kurumların ele geçirilmesi, (ii) bilgi savaşları, (iii) toplumsal kutuplaşma. (1)

Kurumların Ele Geçirilmesi

İlk olarak, modern otoriterler demokratik kurumları ortadan kaldırmak yerine, onları içeriden işlevsizleştirirler. Bu süreçte, iktidara sadık kadroları yargıya dahil etmek amacıyla mahkeme yapıları yeniden düzenlenir; kimi zaman belirli yetkilerle donatılmış özel mahkemeler kurularak (örneğin 2014 yılında kurulan Sulh Ceza Hakimlikleri gibi), yargının bağımsızlığına yönelik ciddi müdahalelerde bulunulur. Bağımsız yargıçlar ya pasif görevlere çekilir ya da zorla emekliliğe sevk edilir; paralel yargı düzenekleriyle adaletin tarafsızlığı zedelenir.

Sonuç olarak, mahkemeler başta olmak üzere, genel olarak yargı kurumu ele geçirilir ve iktidarın muhalefeti bastırmak, toplumu hizaya sokmak ve kendi meşruiyetini tesis etmek için kullandığı bir aygıta dönüştürülür.

Nitekim bunun en somut iki örneği; Polonya’da Hukuk ve Adalet Partisi’nin yargıyı sistematik olarak denetim altına alması ve Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yargıyı, muhalefeti kendi siyasal çizgisine göre dizayn etmek amacıyla araçsallaştırmasıdır.

Seçim manipülasyonları

Otoriterler ayrıca seçimleri manipüle ederler. İktidar partilerinin zaferi garantilemek için stratejik taksimat (seçim bölgelerinin iktidar partileri lehine yeniden belirlenmesi), muhalifleri hedef alan seçmen baskısı, medya aracılığıyla çarpıtıcı dezenformasyon kampanyaları ve kamu kaynaklarının kötüye kullanılması bu yöntemlerin başında gelir.

Buna en iyi örnek Macaristan'da Fidesz'in seçimleri sürdürürken eşit olmayan bir yarışma alanı yaratması ve Türkiye’deki son yıllarda yapılan seçimlerde yaşananlar verilebilir.

Bürokratik tasfiye

Modern otokratlar bürokraside tasfiye yaparlar. Profesyonel/liyakatli devlet memurlarını görevden alırlar ya da istifaya zorlarlar, paralel yapılar oluştururlar, merkez bankası gibi tarafsız kalması gereken kurumları siyasileştirirler, yolsuzlukla mücadeleyi ise muhalefeti örselemek amacıyla, seçici olarak kullanılırlar.

Bu konudaki en somut örnek, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişiminin ardından üniversiteler başta olmak üzere Türkiye'deki kurumlarda yaşanan tasfiyeler ve DEM’li belediyelere kayyım atanması ve CHP’li belediyelere yönelik yolsuzluk soruşturmaları ve tutuklamalar gösterilebilir.

Bilgi savaşları

İkinci olarak, modern otoriterler bilgiyi kontrol etmenin insanları kontrol etmekten daha kolay olduğunu çok iyi bildiklerinden, bilgi savaşı yürütürler.

Bunun için sırasıyla medyayı ele geçirirler (yandaş sermaye grupları aracılığıyla bağımsız yayın organlarını satın alırlar), eleştirel medyaya dönük reklam boykotları organize ederler, muhalif TV kanallarına kapatma ya da para cezası verirler, eleştirel gazetecilere sistematik taciz uygularlar, gerektiğinde onları tutuklarlar, kısaca devletin tam kontrolünde bir medya imparatorluğu yaratırlar.

Çarpıtma ve dezenformasyon kampanyaları

Ayrıca modern otoriterler, dezenformasyon kampanyaları yürütürler. Toplumu yanlış bilgilerle bombardımana tabi tutarlar, iktidar partisi destekçileri için inanacakları alternatif gerçeklik yaratırlar, bağımsız haber kaynaklarını itibarsızlaştırırlar ve bu amaçlar için sosyal medya algoritmalarından yararlanırlar.

Nitekim eski Filipinler Devlet Başkanı Duterte'nin Filipinler’deki cani rejimi (2016-2022), dijital çağ otoriterliğinin somut bir örneğidir. Duterte, devlet başkanlığı döneminde binlerce yargısız infazı yönetirken bile yüzde 70’in üzerinde bir onay oranına sahipti. Sosyal medyayı ele geçirerek ve onu bir dezenformasyon makinesine dönüştürerek ulusal anlatının kontrolünü ele geçirdi. Duterte bilgi ekosistemini kontrol etmenin, anlatıyı kontrol etmek için bu platformu kullanmak anlamına geldiğini kavradı ve geleneksel medya kuruluşlarını kapatmasına gerek olmaksızın, sadece etkili insanlar, troller ve iktidara iman edenlerden oluşan koordineli ağlar aracılığıyla paralel bir gerçeklik inşa ederek onları etkisiz ve alakasız hale getirdi.

Nakagawa’ya göre, “rehavete kapılmamak gerekiyor. Dijital taktikler sistematik olarak uygulandığında demokratik normları hızla aşındırabiliyor. En önemlisi, bunun sadece Duterte veya herhangi bir liderle ilgili olmadığını anlamak gerekiyor. Bu, demokratik kurumların cephesi içinde çalışan otokratik kontrol için tekrarlanabilir bir modelle ilgilidir. Filipinler sadece uyarıcı bir hikâye değil, dijital otoriterlik kontrolsüz kaldığında neler olabileceğinin bir ön göstergesidir. (2) Kuşkusuz Türkiye de bundan muaf değil.

Keza otoriterler ders kitaplarının rejimi destekleyecek şekilde yeniden yazılması, ulusal anlatıyı kontrol etmek, alternatif tarihlerin kriminalize edilmesi ve toplumsal hafızayı yok etmek için tarihsel bir revizyona başvururlar.

George Orwell ünlü eseri ‘1984'te, “geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol eden geçmişi kontrol eder” diye yazmıştı. Bugün endişe verici bir şekilde, tarihin belirli bir gündeme hizmet etmek üzere yeniden yazılması gözlerimizin önünde cereyan ediyor.

Aslında tarihin propagandist bir versiyonu uzun zamandır otoriter-faşist rejimlerin bir aracı oldu. Örneğin Naziler özgür düşüncenin otoriterlikle bir arada var olamayacağına inanıyorlardı. Tartışmayı önlemek ve toplumsal söyleme hâkim olabilmek için kendi yazdıkları resmi tarihi dikte ettiler.

Toplumun kutuplaştırılması, kültür savaşları ve ekonomik popülizm

Üçüncü olarak, otoriter rejimler toplumu kutuplaştırırlar. Çünkü toplumu kutuplaştırarak bölmek onu yönetmeyi kolaylaştırır. “Biz ve onlar” politikası ile “ülke düşmanları” belirlenir, “insanlıktan çıkan muhalefet” Şeytanlaştırılıp teşhir edilir, terör ya da organize suç örgütleriyle mücadele adı altında toplum açısından varoluşsal riskler yaratılır, böylece baskı düzeni meşrulaştırılır.

Nitekim Duterte'nin etkin sosyal medya kullanımı, muhalif seslerin genellikle devlet düşmanı olarak etiketlendiği derin bir kutuplaşmayı artırdı. Bu ortam yapıcı söylemi bastırdı ve muhalefeti marjinalleştirdi, dijital kanallar aracılığıyla yayılan sıkı kontrollü bir anlatı içinde iktidarı pekiştirdi.

Ayrıca “kültür savaşları” ile geleneksel değerler militarize edilir, silahlandırılır, ahlaki panikler yaratılır, kozmopolit seçkinlere saldırılır, dindar muhafazakârlar, dini cemaatler harekete geçirilir. “Ekonomik Popülizm” ile ekonomik sorunlar azınlıklara, ötekileştirilen kimliklere ya da göçmenlere yüklenilir.

Bu arada bilinçli bir biçimde sorunlara karşı son derece basit çözümler vaat edilir, iktidar destekçilerine yeniden bölüşüm pastasından yeni imkanlar sağlanırken, mevcutlar sürdürülür, rakip işletmeler ve sermaye grupları ise iş yapmaları zorlaştırılarak cezalandırılır (3), hatta ileri gidenlere kayyım atanır.

Üç ayaklı mücadele

Böyle bir otoriter rejimin varlığı altında, barış ve demokratikleşme (ve emek) mücadelesi bir arada yürütülmek zorundadır. Çünkü ancak böyle bir mücadele otoriter rejimi geriletip, demokrasinin ve barışın önünü açabilir. Bu da emekçilerin haklarının korunmasını ve genişletilmesini sağlayabilir. Türkiye’deki özel koşullar gereği barış ve demokrasi mücadelesi iç içe geçtiğinden birinin başarısı diğerinin başarısını da sağlayacaktır (ya da tersi).

Diğer yandan bu üç ayağın bir araya gelmemesi için otoriter rejim her türlü araca başvurur. Bu nedenle de ülkedeki zorlukların başında bu üçlünün birlikte mücadelesinin nasıl sağlanacağı konusu geliyor. Ayrıca nasıl bir demokratikleşme ve demokrasiden söz edildiğinin de netleştirilmesi gerekiyor.

Demokratikleşmenin olmazsa olmazı çoğulculuk

Kuşkusuz çoğulcu demokrasiden söz ediyoruz. Çoğulculuksa, farklılıklara ve çeşitliliğe hoşgörü göstermekten çok daha fazlasını temsil ediyor, demokratik yönetimi mümkün ve sürdürülebilir kılan bir zaruri temel örgütlenme ilkesini oluşturuyor.

Demokrasi çoğulculuk olmadan işleyemez çünkü demokratik yönetim doğası gereği anlaşmazlıkların barışçıl ve meşru süreçlerle yönetilmesini gerektirir. Demokrasinin temel vaadi olan insanların kendi kendilerini yönetmesi, bazı grupların dışlanması veya ikincilleştirilmesi halinde anlamsız hale gelir.

Çeşitlilik ve çoğulculuk farkı

Bu noktada “çeşitlilik” ve “çoğulculuk” arasındaki farkın netleştirilmesi gerekiyor. Çünkü çeşitlilik bir toplumdaki basit farklılık gerçeğini ifade ederken, çoğulculuk bu çeşitliliği yapıcı bir şekilde yönetmeye yönelik bilinçli bir siyasi ve kurumsal taahhüdü temsil eder.

Çoğulculuk sırasıyla; farklı grupları sadece hoş görmek değil, aktif olarak korumak anlamında ‘Aktif Koruma’yı; çeşitliliği barındıran ve kanalize eden yapılar oluşturmak anlamında ‘Kurumsal Tasarım’ı; karşılıklı saygı ve uzlaşma normlarının geliştirilmesi anlamında ‘Siyasal Kültür’ü; tüm grupların kanun önünde eşit konumda olmasını sağlamak anlamında ‘Yasal Eşitliği’ ve tüm grupların kararları etkilemesi için yollar yaratmak anlamında ‘Katılımcı Demokrasi Mekanizmalarını’ kapsar. (4)

Eşit yurttaşlık ve statü hakları

Çoğulculuk, yöneticilerin keyfi iradesi veya belirli etnik veya dini grupların hakimiyeti yerine, ortak sivil çerçeveler tarafından yönetilen bir toplum veya sistem içindeki çeşitliliğin tanınması, kabul edilmesi ve kurumsallaştırılması olarak tanımlanabilir. Çoklu meşru bakış açılarının, kimliklerin ve yaşam biçimlerinin, bu çeşitliliği bastırmak yerine, onları koruyan tarafsız yasalar ve kurumlar altında bir arada var olabileceği ilkesine bağlı olarak işler. Bu bağlamda Türkiye’de “eşit yurttaşlık”, “ana dilde eğitim hakkı” ve ezilen kimliklerin “statü hakları” demokratik çoğulculuğun bir gereğidir.

Başarılı bir şekilde uygulandığında, çoğulcu demokrasi şunları sunabilir: Çeşitliliğin barışçıl yönetimi, meşru ve etkin yönetim, insan onuru ve haklarının korunması, ekonomik dinamizm ve yenilikçilik, farklılıklara rağmen sosyal uyum, çeşitli tehditlere karşı dayanıklılık ve sürekli iyileştirme olanakları.

Diğer yandan, çoğulcu (ve katılımcı) bir demokrasi için tek bir siyasal partinin ya da ideolojinin mutlak hakimiyeti söz konusu olmamalı, her türden siyasal parti ve ideolojiye örgütlenme hakkı tanınmalıdır. Farklı kültürel geleneklere ve uygulamalara saygı duyulmalı ve bunlar korunmalıdır. Tüm inançlar ve inançsızlar için inanç ve uygulama özgürlüğü olmalıdır.

Kuşkusuz çoğulculuğun bir ayağı da ‘ekonomik çoğulculuk’tur. Bu, ekonomik demokrasinin yanı sıra, çeşitli ekonomik örgütlenme biçimlerinin bir arada var olmasının (özel işletmeler, işçi, çiftçi ve tüketici kooperatifleri, devlet mülkiyeti, kolektifler ve komünler) meşru olarak kabulünü gerektirir.

Devam edecek…

Dip notlar:

https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism (6 June 2025).

https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/digital-authoritarianism (06 May 2025).

https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism (6 June 2025).

https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism (6 June 2025).

                                                                            /././

Başkan Zeyrek, AKP, CHP, MHP, yolsuzluk ve otokrasi -Ercan Uygur-

İktidarın önce kendi yönettiği kamu kurumlarını ve tüm belediyeleri yolsuzluk bakımından araştırması gerekmez mi? Elbette gerekir. Başka türlü bu araştırmalara, soruşturmalar şüphe ile bakılmaz mı? Zaten bu nedenle bu araştırmalara şüphe ile bakılıyor.

ferdi zeyrek

Manisa Büyük Şehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek’in çok üzücü ölümü üzerine, kendisi gibi siyasilerin ve Türkiye’deki siyasetin son yıllardaki gelişmesini kısaca değerlendirmek istedim. Başkan Zeyrek için nasıl bir siyasi yön olabilirdi?

Sonra konuyu Türkiye’deki yolsuzluğa ve otokrasiye getireceğim. Bu iki konu genellikle birlikte anılır. Ama iktidar en zayıf tarafı olan bu ilişkiyi göstermiyor, saklıyor. “En iyi savunma hücum etmektir” diyerek. 

AKP ve Erdoğan

2000’lerde, özellikle AKP’nin iktidara giderek yerleşmesiyle birlikte, bu partide şöyle bir yapılanma ortaya çıktı.

Recep Tayyip Erdoğan, seçeneği olmayan parti başkanı oldu. Bu partide artık başkalarına başkanlık yolu kapanmıştı. Parti yönetici kadrolarına girmek için parti başkanına yakın olmak, ona itaat ve sadakat göstermek gerekiyordu. Kadroları belirleyen kendisi idi.

Bazıları Erdoğan’ı çok başarılı bir “siyaset ustası”, hatta “bir dünya lideri” olarak tanımladı, ama hiç de öyle değil, keşke olsaydı. Türkiye’ye çok daha yararlı olurdu. Erdoğan, ekonomide, sosyal alanda ve jeostratejik konularda çok başarısız oldu, Türkiye büyük maliyetler ödedi.  

Kendisinin neden bir dünya lideri olmadığını daha önce açıklamaya çalışmıştım. Uygur (9 Nisan 2025). Erdoğan’ın Türkiye’de yaptığı bazı dış faaliyetler, hemen tümüyle Türkiye’nin coğrafyası sayesindedir.

Türkiye iki kıtayı birleştiren, Rusya, Avrupa ve Ortadoğu’nun ortasında bir ülke olmasaydı Erdoğan’a atfedilen birçok faaliyet yapılamazdı. Rusya–Ukrayna savaşı ile ilgili toplantılar ve faaliyetler buna örnektir. Bunlar da çoğunlukla sonuçsuz kaldılar.

Erdoğan’ın siyaset ustası olarak gösterilmesi AKP’de otokratik bir düzen yaratması nedeniyledir. Bu düzeni içeride örneğin tarikatlar gibi örgütlü güçlerle, onlara verdiği finansal katkılarla sürdürmesidir. Bu düzeni dışarıda AB ve ABD’ye verdiği tavizlerle ayakta tutuyor.

Erdoğan, AKP’de oluşturduğu tek adam otokratik düzenini Türkiye’de de uyguluyor. Aynen partisinde olduğu gibi; kapsayıcı değil, karşısında olanlara çok ayrımcı ve kötü davranıyor. Muhalefet partilerini, kendi istediği yönde davranmazlarsa, sistemin dışına itmeye çalışıyor.  

MHP ve Bahçeli

1997’de Alparslan Türkeş’in ölümüyle boşalan başkanlığa çekişmeli seçimler sonunda Devlet Bahçeli getirildi. İlk yıllarda Bahçeliye karşı başkanlık yarışına girenler olduysa da, kendisi başkanlığı rekabetsiz sürdürdü. 2015 seçiminden sonra Bahçeli’ye karşı muhalif gruplar genel kurul istediler.

Tartışmalar, çekişmeler, mahkeme kararları sonrasında bu gruplar İyi Parti’yi kurdu. Sonradan İyi Parti’den ayrılanlar Zafer Partisi’ni ve başka partileri kurdular. MHP ise AKP ile örtülü koalisyon kurdu ve Bahçeli, iktidar ortağı olarak, partinin otokratik başkanı oldu.

Bahçeli, aynen AKP’de olduğu gibi, MHP’de seçeneği olmayan parti başkanıdır. Başkaları başkan olamaz, sanırım aday bile olamaz. MHP’nin de yönetici kadrolarına girmek için Bahçeli’ye yakın olmak, ona mutlak itaat etmek gerekir.

İktidar dışında kalırsa, MHP’nin büyük ölçüde eriyeceği düşüncesi birçok kişide var. Çünkü şimdiki MHP yaklaşımı, geçmişiyle ve Cumhuriyetle çelişkiler yaşıyor. Atatürk’e ve Cumhuriyete sahip çıkan Zafer Partisi ve İyi Parti gibi başka partiler var.

CHP, Kılıçdaroğlu ve Özel

Deniz Baykal’ın 2010’da görevi bırakmak zorunda kalmasıyla, Kemal Kılıçdaroğlu genel başkan seçildi ve Kılıçdarağlu hakimiyeti başladı. CHP, 12 yıldır ve 2023 cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerinde başarılı olmadığı için Kılıçdaroğlu genel başkanlıktan ayrılmalıydı.

Bu hakim görüştü, konuştuğumuz partililer de böyle düşünüyordu. Bu düşüncenin sonucu olarak Özgür Özel, 2023 Kasım ayında genel başkan oldu. “Genel başkanın ve kadroların  değişmesi gerekiyor” CHP’de hakim görüş iken, “delegelerin oyu para ile satın alındı” savı doğru olabilir mi? Bu iddianın amacı CHP’yi yarış dışına itmek.

Delegeler bir değişiklik istediyse bunu para karşılığı mı istediler? Hiç inandırıcı gelmiyor. CHP’nin geçmişinde böyle değişiklikler var. 1972’de yenilikçi ve ilkelerle davranan Bülent Ecevit CHP’nin tarihi genel başkanı İsmet İnönü’ye karşı oylamadan galip ayrıldığında da benzer dedikodular yapıldı. 

O zaman dedikodu Ecevit’i aşırı solcuların yönlendirdiği, kendisinin de aşırı solcu olduğu şeklinde idi. Bu dedikodu ile bazı CHP’liler partiden ayrılıp ayrı parti bile kurdular. Aşırı sola karşı mücadele edeceklerdi. Sonra da eriyip gittiler. 

Yukarıdaki parti yapıları şunu söylüyor: AKP ve MHP otokratik siyasi yapılardır. Bunlarda parti başkanlığı başkalarına kapalıdır. Diğer yönetici kadroları da başkan tayin eder. Siyaset kapsayıcı değildir. Öyleyse bu partilerde yeni siyasete girenler için birçok kapı kapalıdır.

Cumhuriyetçi ve hareketli siyaset

Bu durumda AKP ve MHP’de siyaset hareketli veya akışkan değildir. Siyasete yeni girenler için özellikle yukarı doğru hareket (mobilite) sınırlıdır. Eğitim gibi kişisel sermayesi, çevre edinme gibi sosyal sermeyesi olanlar için bile durum böyledir.

Geçmiş deneyimlere bakarsak CHP’de yukarı doğru hareket daha kolaydır. Kişisel ve sosyal sermaye hareketi daha kolaylaştırır.

Burada siyasi partide hareketlilik, iktisattaki sosyal hareketlilik ile aynıdır. İktisatta, bir sosyo- ekonomik gruptan diğerine yukarı doğru hareket, örneğin eğitim, teknolojik donanım ve benzer özellikler ile sağlanır. Daha düşük sosyo-ekonomik gruptan, daha yüksek gruba doğru geçiş böyle sağlanır.

Bir konu daha belirtelim. Özellikle AKP siyaseti, ve son yıllarda MHP siyaseti, Atatürk’ü dışlayıcı, ümmetçi bir yaklaşım gösteriyor. Halbuki Türkiye’de genç insanlar, kendilerine farklı düşünceler empoze edilmeye çalışılsa da, Atatürk’e sevgi duyarlar.

Bunun son örneği Ağustos 2024’te Atatürk’e bağlılıklarını ifade eden ve bu nedenle ordudaki görevlerine son verilen yeni mezun teğmenlerdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıkladığına göre bu gençler özellikle AKP siyasetine uygun olsunlar, Atatürk’e bağlı olmasınlar diye seçilmişlerdir. 

Şimdi gelelim değerli Belediye Başkanı Zeyrek’in siyasi yönelişine. Bir yanda otokratik yapıya sahip, siyasi hereketliliğe çok açık olmayan AKP ve MHP var. Bunlar aynı zamanda Atatürk ve Cumhuriyet’e bağlı değiller, hatta sevgi göstermiyorlar. 

Diğer yanda siyasi hereketliliğe çok daha açık CHP var. Burada aynı zamanda Atatürk’e ve Cumhuriyete bağlı bir siyasi gelenek ve yapı var. Bu durumda çok doğaldır ki Başkan Zeyrek Manisa’sına ve ülkesine CHP’de siyaset yaparak katkı yapmak istemiştir. 

Otokrasi ve yolsuzluk

CHP’li başkanların yönettiği birçok belediyeye yolsuzluk soruşturmaları yapıldı, yapılıyor. Aylardır hapiste olanlar var. Konuya yakın olanların sorduğu bir soru şudur: Neden yalnızca CHP’li belediyeler soruşturuluyor?

Amaç yolsuzluk araştırması ve soruşturması ise kamu kesiminin en çok yolsuzluk yapan kurumlarının ve tüm belediyelerin araştırılması gerekmez mi? Bu soruyu sormakta çok haklılar. Nedeni Şekil 1’de çok açık ortada.

Kaynak: Transparency International.

Şekil 1’de son 14 yılın  kamu kesimi yolsuzluk (algılaması) endeksi mavi çizgi ile yer alıyor. Bir ülkede yolsuzluk endeksi 100 ise, ülkede yolsuzluk yoktur; 0 ise yolsuzluk en yüksektedir. Türkiye’nin kamuda yolsuzluk endeksi 2011’de 61 iken, 2024’te 34 oluyor, neredeyse yarıya iniyor. Yani yolsuzluk çok artmıştır.

Şunu belirteyim, 2023’te yolsuzluğun en çok arttığı, endeksin en çok düştüğü ülke Türkiye’dir.

Şekil 1’de yolsuzlukta ülke sıralaması da var, kırmızı çizgi bu sıralamayı gösteriyor. 2011’de Türkiye yolsuzlukta 180 ülke içinde 42inci sırada imiş. 2022 sonrası 100 ülkeyi geride bırakmış. 2023’te 115inci ülke durumunda. Demek ki Türkiye’de kamu kesiminde yolsuzluk hem yüksek hem de giderek artmış ve artıyor.

Böyle bir durumda iktidarın önce kendi yönettiği kamu kurumlarını ve tüm belediyeleri yolsuzluk bakımından araştırması gerekmez mi? Elbette gerekir. Başka türlü bu araştırmalara, soruşturmalar şüphe ile bakılmaz mı? Zaten bu nedenle bu araştırmalara şüphe ile bakılıyor.

Bu konuda yanıt isteyen bir soru daha var. Türkiye’de demokrasinin gerilediği, otokrasinin iyice yerleştiği biliniyor. Peki, yolsuzluk ile otokrasi arasında nasıl bir ilişki var? Bu soru da başka bir yazının konusu olacak.

                                                                /././

Mea culpa-itiraf -Ahmet Çelik Kurtoğlu-

Siyaset tartışmak dedikodu gibi, kolay ve zevkli bir uğraş. Sosyal medya bunun besleyicisi oldu. Bir şey kazandırdığını gördünüz mü?

Ceza hukuku bağlamında konuşmuyorum, ne demeli bilmiyorum, doğru referans “meslek hukuku-bilim geleneği-epistemoloji” olabilir mi?

Davranışlar

Bir süredir “davranış (behavioral) iktisat” alanında çalışırken, insanın davranışlarıyla belirlenen kararlarının oluşturduğu, yarattığı sonuçlar olan ve “talep”le başlayıp, yatırım, üretim, istihdam, gelir paylaşımı ile devam eden üretim konusunu anlamaya çalışıyorum. Davranış deyince işin içine, kararın oluşmasında ana aktör olan beyin, ama onun arkasında bilinç, bilgi-deneyim birikimi gibi “ölçülemeyen oyuncular yer alıyor.

Ahlak-vicdan ve Adam Smith

Beyini anlamaya çalışırken tıp, fizik, biyokimya gibi konularda okumak da gerekiyor. Bunlardan söz ederken önümde Adam Smith’in 1759’da, yani 266 yıl önce İskoçya’da, Edinburgh’da yayınlanan “The Theory of Moral Sentiments” duruyor. Hep bilinen ve adeta kapitalizimin kurucusu olan “The Wealth of Nations”ın yayınlanma tarihi ise 1776, yani 17 yıl sonra. Yani o da ahlakla ilgili, Smith daha o zaman, ahlakı, vicdanı bir kenara bırakamayacağımızı görmüş ve bu konuda yazmış.

Yaşam nedir?

Fizik, biyoloji, biyokimya ve beyinle ilgili olarak yazılanları okurken, sosyal bilimciler olarak ne kadar zayıf olduğumuzu görüyorum. Bu sabah yürürken, telefonumda ünlü fizikçi Erwin Schrodinger’in ilk olarak 1944’te yayınlanan “What is Life” adlı kitabını dinliyordum. Atom nedir, molekül nedir, insan-yaşam nasıl oluşmaktadır, fizikteki ölçü birimleri nelerdir gibi kavram ve konuların yaşamdaki yerlerini öğreniyor, anlamaya çalışıyordum. Tavsiye ederim, müthiş heyecan verici bir alışkanlık. Daha önce de Prof. Dr. Talat Kırış’ın “Beyne Giden Yol” adlı kitabını okumuştum. Bir insan ancak bu kadar saygın olabilir!

Yaradılıştan söz etmiyorum, o bir yanıyla fizik, biyoloji ve kimya, bir yanıyla ise felsefenin konusu; benim kanaatime göre herkes kendi anlama ve yorumlama tercihini yapar. Beni ilgilendiren ve bu yazının başlığının itiraf olmasının nedeni, fizik, kimya, biyoloji gibi temel bilimlerde kullanılan ve araştırmacının yorum yapmasını sağlayan bilgi-veri ve onların kullanılmasıyla ulaşılan bulguların, sosyal bilimcilerin ölçülemeyen, “yakıştırma” bilgilerle ulaştığı “bulgularla” aynı kalitede olmamasıdır.

Ampirisizm-temeller

Belki de bu nedenle 60 yıllık meslek hayatımda, bu tür “yakıştırma” bilgilere dayalı “ampirik” çalışmalardan uzak durdum ve olayları, onlara yol açan davranışlara bakarak anlamaya çalıştım. Bunların başında teknolojinin evrimi vardı, soru hala geçerli. Gençlere meslek seçmeyin, neyin, hangi yönde evrileceği belli değil, siz de o yönü belirleyenler arasında olmaya çalışın, temel bilim okuyun diyorum. Ünlü felsefeci Karl Popper’in “her kuram yanlışlanana kadar doğrudur” ilkesi, bilimdeki belirsizliği ortaya koyuyor.

Enflasyon mu, o nedir?

Esas konumuz olan sosyal bilim ve özellikle iktisata dönelim. Son yıllarda Türkiye’de enflasyon yaşam kalitesini mahvediyor, yüzde 50 enflasyon derken ev-iş yeri kiraları, çocukların okul ücreti, ulaşım gideri gibi her an karşımızda duran ve aslında vah vah deyip geçiştirilemeyecek şekilde hepimizi yoksullaştıran bir olaydan söz ettiğimizin farkında mıyız? Sorunun bugünü değil, hepimizin geleceğini ipotek altına aldığının bilincinde miyiz?

Büyük olmanın riski

Ülkeleri yönetenler politika oluşturmakta önlerine getirilen verilerin gerçeği ne denli yansıttığını soruluyorlar mı, sorgulasalar bile Popper anlamında, yadsınamayacak gerçeğe ulaşma şansları var mı? Dünyada böyle bir gerçek var mı? ABD Başkanı Donald Trump, seçilebilmek için bir hayali düşman yarattı, bu düşman ABD’nin dış ticaret açığı ve onu yaratan da Çin’di. Ne Trump ne de etrafındaki şak şakçıları, bu açığın esas kahramanının kendisini yenilemeyen ABD üretim profili, ABD işçisi olduğunu görmedi, görmek istemedi. Çin’den ve başka birkaç ülkeden yapılan, örneğin çelik ithalatını suçlayıp, o ithalatı fantezi gümrük vergileriyle durdurabileceğini sanmak, Trump’ın yanılgısı ve o yanılgının ürettiği yalandı.

Birkaç yıl geriye gidelim. 2008 ve önceki yıllarda küresel ekonomi ağır bir krizden geçiyordu. 4 Kasım 2008 günü İngiltere Kraliçesi Elizabeth II, London School of Economics’de bir açılış sırasında, anlı, şanlı iktisat hocalarına “neden bu krizin gelmekte olduğunu hiç kimse fark etmedi?” sorusunu sordu. Cevap yoktu, iktisatçı her yerde aynı, iktisat, aynı iktisat; regresyon aynı regresyon. Hesaplamada kullanılan veriler, Schrodinger’in kitabında söz ettiği verilerin sağlamlığından, atomu, ısıyı ölçen verilerin gücüne sahip değil. Sosyal bilimlerin kaderi! Benim oğlum bina okur, döner döner, bir daha okur.

Tersine hacı yatmaz

Türkiye 2000 yılına girilirken tarihinin en önemli krizlerinden birine girmişti. Oysa 1980’de liberal ekonomi programı benimsenmişti ve birkaç yıl her şey yolunda gitti. Daha sonra bütçe dışı fonlar, hesapsız harcamalar, ahbap çavuş ekonomisi programın tüm “iyilerini sildi”, ülke yeniden birkaç milyar dolara muhtaç hale geldi. Hacı yatmaz bir türlü yatmaz, hep ilk haline doğrulur, Türkiye’de bunun tersi oluyor, düzeltiliyor, o tekrar yatıyor.

2001’de hazırlanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, ülkede neredeyse ilk defa yargıdan, yatırımlara kadar tüm köprü başlarını güçlendirdi. İktidar değişti, yeni hükümet bu programı 5-6 yıl sadakatle uyguladı. Sonra inanılmaz bir şekilde, o programın temel özellikleri, hesap verme, sorumluluk, saydamlık, eşitlik ihmal edildi ve bugünlere hoş geldik! Nedense ülkede doğru politikaların uygulanma süresi 6-7 yılı geçmiyor, sonra herkes alıştığını istiyor. Tek hesap sorma fırsatı seçimlerdi, o da doğru koşullarda yapılırsa ki, artık tarihte kaldı!

Curse of perfection-iyi olmanın laneti

1980 liberalleşme hamlesinin önemli bir ürünü iyi çalışan bankacılık sistemi oldu. Gençler bankacılık operasyonlarını, devlet onları doğru yönetmeyi öğrendi. Avrupa’nın, belki dünyanın iyi yönetilen bankaları ülkemizde.

Buraya kadar bilinenleri tekrarladım, şimdi “mea culpa”ya dönelim. “Hesap verme, saydamlık, sorumluluk eşitlik” unutulduğu veya bunları uygulamak mevcut yönetimin işine gelmediği için, artık eksik veya yanlış da olsa o güvenilmez dediğimiz verilere bakmıyoruz bile. İlan edilen enflasyon oranına kaç kişi inanıyor? Kaç kişi ne kadar yoksullaştığının farkında? Kaç kişi ülkedeki finansal köpüğünün, yani gerçekte bulunmayan ekonomik varlığın farkında? Bankacılık sistemimiz dünyanın en iyileri arasında, zaten küresel sıcak para, daha doğrusu, hesabı verilemeyen parasal varlık bu nedenle ekonominin üstünde duran ve insanlara “zenginleştiği” izlenimini veren köpükle yaşıyor.

Uyanma zamanı-wake up call!

'Ben suçluyum, yanlış yaptım, olabilecekleri göremedim, yollar, köprüler, uçak filoları yanılttı' demek, hesap vermeye hazır olanın yapabileceği bir şey.

Caddelerdeki Maserati, Ferrari, Rolls Royce arabaların, yalıların, milyonlarca dolara müşteri bulan sokak arası dairelerin, Londra, Paris, Milano, New York lokantalarıyla yarışan ve bazen onları geçen lokantaların; her biri asgari ücretle rekabet eden tiyatro, tek kişilik gösterilerin ne kadarı, hangi gerçek ekonomik gücün eseri? Yapılanların finansmanı için kullanılan kredi düzenlemeleri de sözünü ettiğim bu bulutu oluşturan istatistikler arasında.

İktisatçı bu soruları göğüslemiyor, para politikası, devalüasyon, yalnız otomotiv değil, teknolojinin ömrü meyve sineği drasofilin ömrü kadar kısayken, biz tesislerin sabit sermaye maliyetine tutsak olmayalım. Borsa gibi “vitrindeki” sayılara sığınıyor.

Kimileri çip üretmek için yatırım yapıyormuş, rekabetçi, değerli yani 5 nano kalınlığında çip yatırımının maliyetini herhalde incelemişlerdir (40-50 milyar dolar) daha kalın çipler ise alelade, yani commodity pazarında satılıyor.

Ülkenin yöneticileri bu olanları izliyor mu? Yoksa açılım, yeni anayasa, yeniden AB gibi uyuşturucular daha mı cazip? Tekstilciler neden art arda konkordato ilan ediyor, Avrupa’daki müşterileri olan otomotiv ana markaları bir yandan yeni teknolojiyi uyarlarken ve aynı zamanda kendi aralarında birleşerek sorunlarını aşmaya çalışırken, Türk yan sanayiciler kendilerini orta vadeye hazırlıyorlar mı? 1980’den beri yapılan yatırımlar, kurulan tesisler eskimedi mi?

Dip var mı?

Pekâlâ, sonuç diyeceksiniz, “mea culpa”, yani sosyal bilimci olarak suçluyuz dedim ya, bundan sonrası size, yani hesap sorması gerekenlere kalmış... Siyaset tartışmak dedikodu gibi, kolay ve zevkli bir uğraş. Sosyal medya bunun besleyicisi oldu. Bir şey kazandırdığını gördünüz mü? Mutfağa girip elini hamura bulaştırmak gerek.

Bazen durum çok kötü, her şey çürüdü, elbette bunun da dibi vardır diyorlar; sizi uyarmak görevimiz, kötünün, dibin sınırı yoktur, sarhoşluk gibi, içtikçe daha fazla istersiniz. Bundan kazananlar, size masal anlatmaya, her şey ne güzel demeye devam eder. Yazı aynı şekilde çok uzadı, durmak gerek.

Davranın, sorun hesabı. Haftaya görüşmek üzere.

                                                               /././

T-24


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı+ Gündem" -28 Haziran 2025-

Édouard Louis ve emperyalizm -Cem Demirok- Netanyahu önderliğinde uygulanıp ABD ve BM tarafından desteklenen Gazze’deki soykırımla, Édouard ...