Ali Rıza Aydın: '1924 Anayasası aydınlanma ile gericiliğin birlikte yaşadığı metindir' -Özkan Öztaş-
Yeni "çözüm süreci" Lozan ve Cumhuriyet'le birlikte 1924 Anayasası'nı da tartışmaya açtı. Eski AYM raportörü Ali Rıza Aydın, 1924 Anayasası’nı yalnızca hukuki değil, sınıfsal ve tarihsel bir çerçeveden değerlendirdi.
Kürt sorununun Lozan’la başlayan ve 1924 Anayasası’yla kurumsallaşan bir inkar politikasına dayandığını ifade eden PKK, AKP’nin son yıllarda sıkça referans verdiği 1921 Anayasası’nı dolaylı olarak olumluyor. Yeni "çözüm süreci"yle birlikte alevlenen bu tartışmalar, iktidara anayasa mühendisliği için yeni bir zemin sunarken, cumhuriyetin temel yapısına yönelik müdahaleleri de beraberinde getiriyor.
Sorularımızı yanıtlayan Anayasa Mahkemesi eski raportörü ve soL yazarı Ali Rıza Aydın, anayasanın tarihsel zemini üzerine önemli değerlendirmelerde bulundu.
Aydın, cumhuriyetin kurucu metninin bir yandan ilerici devrim yasalarına, diğer yandan gerici ve piyasacı yönelimlere aynı anda zemin sunduğunu vurgularken; bugünkü anayasa tartışmalarının yüz yılı aşkın bir ekonomi politik sürecin ürünü olduğuna dikkat çekiyor. Toplumsal bir anayasa hedefinin, bu tarihsel çelişkilerin kavranmasıyla mümkün olabileceğini söylüyor.
1924 Anayasası nasıl bir dönemin ürünüdür?
Kurtuluş Savaşı, saltanatın kaldırılması, Lozan Antlaşması ve Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra, 20 Nisan 1924’te kabul edilip 24 Mayıs 1924’te Resmî Gazete’de yayımlanan 1924 Anayasası, ulusal kuruluşun temel belgesi olarak tanımlanır. Bu anayasayla birlikte 1876 tarihli Kanun-i Esasi ve 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır.
Bu dönemde Anayasa’da yer alan “İslam” ibaresi haklı bir tartışmayı beraberinde getirmiyor mu?
Evet, bu ifade döneminin tartışmalı yönlerinden biridir. 1924 Anayasası’nda, 1928 yılına kadar “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır” ibaresi yer aldı. Oysa Cumhuriyet’in laiklik ilkesini esas aldığı açıktı. Laiklik, Cumhuriyet’in temel nitelikleri olan milliyetçilik, halkçılık, devletçilik ve devrimcilikle birlikte 1937 yılında anayasaya dahil edildi. Bu durum, 1924 Anayasası’nın ilerlemecilikle birlikte laiklikten ödün veren, aydınlanmacılıkla birlikte gericiliği de barındıran bir karakter taşıdığını gösteriyor.
Bu anayasa döneminin Türkiye siyaset tarihi açısından da uzun bir dönemi kapsadığını söyleyebilir miyiz?
Anayasaya nasıl bir perspektiften bakmalıyız?
Ali Rıza Aydın, 1924 Anayasası’na yalnızca metin düzeyinden değil, ekonomi politiği açısından da bakmak gerektiğini ifade ediyor. Bu yaklaşımın, anayasanın sınıfsal karakterini ve yapısal niteliğini ortaya koyacağını söyleyen Aydın, devlet, siyaset, hukuk, din gibi üstyapı kurumlarının TBMM aracılığıyla halk adına nasıl işletildiğinin; cumhuriyetin nitelikleriyle, toplumsal ilişkilerle ve uluslararası bağlamla incelendiğinde anlaşılabileceğini söylüyor.
Anayasa hem ilerici hem gerici eğilimleri bir arada barındırıyor diyebilir miyiz?
Evet. 1924 Anayasası döneminde ilerici, halkçı, devletçi ve devrimci eğilimlerle birlikte faşizan yönelimler, piyasacı politikalar ve emperyalizmle bütünleşme çabaları da aynı anda yaşandı. Anayasayla özdeşleşen devrim yasalarına rağmen laikliğin adım adım aşındırılması, Türk-İslam sentezinin güç kazanması bu döneme aittir. Aynı dönemde, 20. yüzyılın ilk çeyreğinin ekonomi politiği, burjuvazinin güçlenmesi ve kamucu kalkınma çabaları bir arada yürütülmüştür.
1924 Anayasası, kamuculuk ve özel girişimciliği, aydınlanmacılık ve gericiliği, kuvvetler ayrılığı olmaksızın “meclis hükümeti” rejimiyle bir arada yaşatmanın aracına dönüşmüştür. Yurttaşlığı esas alsa da bireyci yapısıyla sosyal hakların yer almadığı bir anayasa olmuştur. Bu durum liberalizmin, emperyalizmle işbirliğinin, IMF ve NATO üyeliklerinin, feodal güçlerin egemenliğinin, rant zenginliklerinin ve dinsel örgütlenmenin önünü açmıştır.
1937 değişikliklerinin uzun ömürlü olamamasının, toprak reformunun hayata geçirilememesinin nedeni de bu ekonomi politik çelişkilerdedir. 1946 sonrası çok partili rejimin “demokratikleşme” olarak sunulması da bu ekonomi politiğin vitrin düzenlemesidir.
Cumhuriyet’in kuruluşundaki anti-emperyalist çizgiyle sonrasındaki gelişmeler arasında anayasal bir kopuş yaşandığını söylenebilir mi bu durumda?
Cumhuriyet emperyalizme karşı mücadeleyle kurulmuş olsa da, burjuva karakteri nedeniyle zamanla kapitalizmin ve emperyalizmin etkisi altına girmiştir. Sermaye sınıfının egemenliğindeki ve dinsellikle bütünleşen bu yapı, etnik fark gözetmeden tüm emekçilerin sömürülmesini esas almış, halk egemenliğine dayalı olması gereken cumhuriyeti karşıt bir içerikle şekillendirmiştir.
1950’li yılların ikinci yarısından itibaren başlayan tıkanma, önce 1961 Anayasası ile “yeniden uyum” süreciyle aşılmak istendi. Ancak yirmi yıl sonra, 1982 Anayasası ile sermayenin karşı saldırısı, bir askeri darbe ile kurumsallaştırıldı. Bu iki anayasa döneminin zemini, 1924 Anayasası tarafından hazırlanmıştır. Bu nedenle bugün anayasa tartışmalarında herhangi bir metne sabitlenmek yerine, yüz yılı aşan bu tarihsel süreci ekonomi politik ve sınıfsal bir analizle değerlendirmek gerekir.
Son söz olarak şunu diyebilirim. Demokrasi illüzyonuna kapılmadan, halkın cumhuriyeti ve toplumsal bir anayasa hedefi, ancak bu tarihsel gerçekliğin kavranmasıyla mümkün olabilir.
/././
Saray'ın maliyeti belli oldu: Günde 1797 asgari ücret harcanıyor
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'ne yönelik "kaçak yapı" tartışmaları devam ederken, 2025 yılının sadece ilk beş ayında Saray için yaklaşık 6 milyar lira harcandığı belirtildi.
Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) arazisine inşa edilen Cumhurbaşkanlığı Külliyesi için Danıştay’dan “kaçak yapı” kararı çıktığına dair haberlerinin ardından Saray’dan basına tehdit gelmişti.
"Kaçak yapı" tartışmaları devam ederken, Saray'ın günlük maliyeti ortaya çıktı. Saray için günde 39 milyon 725 bin lira harcandığı belirtildi. Bu meblağ 1797 asgari ücrete denk geliyor.
Beş ayda yaklaşık 6 milyar lira harcama
2012 yılında yapılmaya başlanan ve 2014'te açılan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'ne yönelik tartışmalar sürerken, bir açıklama da CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut'tan geldi.
Bulut, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın, Ocak ayında 1 milyar 779 milyon 281 bin lira, Şubat ayında 1 milyar 313 bin 737 lira, Mart ayında 542 milyon 22 bin lira, Nisan ayında 1 milyar 710 milyon 494 lira ve Mayıs ayında 652 milyon 899 bin lira harcayarak 2025 yılında toplamda 5 milyar 998 milyon 432 bin lira masrafa neden olduğunu bildirdi.
Saray’ın yılın ilk beş ayında günlük yaklaşık 39 milyon 725 bin lira harcadığını belirten Bulut, “Saray’ın sadece 1 günde yaptığı harcama, yaklaşık 2 bin 746 emekli maaşına ve 1798 asgari ücrete denk geliyor. Millet açlıkla boğuşurken Saray, milletin parasıyla saltanat sürüyor. Vatandaş kemer sıkarken, dar gelirliler ve emeklilerin daha fazla zorlandığı, pazar filesini doldurmanın zorlaştığı bu dönemde, Saray’ın bu denli savurgan olması halkın vicdanında da derin bir rahatsızlık yaratıyor” ifadelerini kullandı.
Gıda, kira ve enerji gibi temel kalemlerde yaşanan fahiş artışın yurttaşların alım gücünü ciddi biçimde azalttığını hatırlatan Bulut, “Emekli daha 14 bin 469 lira maaşla ayın sonunu getiremezken, asgari ücretli 22 bin 104 lira ile evini nasıl geçindireceğini düşünürken, Saray’ın halkın parasıyla lüks ve israfa kaçması kabul edilemez" diye konuştu.
'Danıştay Saray’ın kaçak olduğunu tescilledi'
2012 yılında yapılmaya başlanan ve 2014'te açılan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi hakkında Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu “ilke kararı” alarak sit alanına “zorunlu altyapı uygulamaları ve bu uygulamalar kapsamında yapılacak resmi kurum yapıları” diyerek izin vermişti.
TBMM eski Başkanvekili ve CHP Ankara eski Milletvekili Levent Gök ise kurul kararını Danıştay’a taşımış, ancak Danıştay 4. Daire, kurul kararını yerinde bulmuştu. Bunun üzerine Levent Gök, kararı temyiz ederek Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na başvurdu. 13 kişilik Kurul, 9’a karşı 4 oyla kararı bozdu. Gök, kararın ardından “Danıştay, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın kaçak olduğunu tescil etmiştir" açıklamasında bulundu.
“Kaçak yapı” haberlerinin ardından Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na bağlı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi Danıştay kararının “Külliye binasıyla ilgisi olmadığı”nı öne sürdü, konuyla ilgili haberleri “Cumhurbaşkanlığı makamını doğrudan hedef alan haberler” diye niteledi. DMM söz konusu haberlerin “başkaca hukuki sonuçları” olacağı tehdidinde bulundu.
***
Erdoğan'ın ayakkabısı ‘yerli üretim’ yalanlaması: Cartier gözlükler, Chanel-Hermès çantalar unutuldu.
Dezenformasyonla Mücadele Merkezi "Erdoğan'ın giydiği ayakkabının yabancı bir markanın ürünü ve fiyatının 5 bin 550 avro" olduğu yönündeki iddiaların dezenformasyon olduğunu söyledi. Açıklamada “yerli üretici kullanılıyor” vurgusu yapıldı. Ancak Erdoğan çiftinin geçmişteki Fransız, İtalyan lüks markalardan yapılan alışverişleri unutuldu.
Ayakkabılar çok konuşulunca, Fahrettin Altun'un başında olduğu Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi (DMM), konuya dahil oldu. DMM, "Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın giydiği ayakkabının yabancı bir markanın ürünü ve fiyatının 5 bin 550 avro olduğu" iddiasını yalanlarken bir de “yerli üretici” vurgusu yapıldı.
İddiaların dezenformasyon ürünü olduğu öne sürülen açıklamada, "Sayın Cumhurbaşkanımızın giydiği ayakkabı, iddia edildiği gibi yabancı bir markaya ait olmayıp, tamamen yerli bir üreticinin ürünüdür. Dolayısıyla ayakkabının iddia edilen marka veya fiyatla bir ilgisi bulunmamaktadır. Sayın Cumhurbaşkanımız, milli sanayimizin gelişimine liderlik etmekte, Türkiye’nin yerli üretim kapasitesinin güçlendirilmesi ve dışa bağımlılığı ortadan kaldıracak adımları desteklemektedir" denildi.
Erdoğan'ın ayakkabısının hangi yerli marka olduğu söylenmedi.
Peki denildiği gibi Erdoğan “yerli üretici”den şaşmıyor mu?
Erdoğan 2022’nin 15 Temmuz anmasında taktığı Cartier gözlüklerle gündem olmuştu. Cartier, bir Fransız markası ve lüks ürünler üretiyor. Dönemin İBB İYİP Grup Başkan Vekili İbrahim Özkan, kişisel Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, Erdoğan’ın taktığı gözlüğün fiyatının 54 bin TL olduğunu ileri sürmüştü.
'Emine Erdoğan'ın kol saatinin fiyatı 30 bin Euro'dan başlıyor'
2021 yılında AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan'ın "Afrika Seyahatlerim" adlı kitabının piyasaya çıkması üzerine yapılan tanıtımlarda kullanılan bir fotoğraf tartışma konusu oldu.
Etiyopya ziyareti sırasında çekilen fotoğraftaki kol saatinin İsviçreli lüks marka Chopard olduğu ve fiyatının 30 bin Euro'dan başladığı öne sürüldü.
Konuyla ilgili sosyal medya hesabından açıklama yapan dönemin İYİP Genel Başkan Yardımcısı ve Bursa Milletvekili Ahmet Erozan, "Tayyip yazar da Emine hanım yazmaz mı..! Fotoğraflarla bezenmiş 'Afrika’ya seyahatlerim' kitabı piyasada…Chopard Happy Diamonds kol saati Afrika’nın yoksulluğu ile uyum halinde… Kol saati çakma değilse fiyatı 30.000 Euro’dan başlıyor…" diye yazdı.
Belçika basını: Emine Erdoğan Brüksel'de 'mağaza kapattı'
2015 yılında Le Capitale'in ‘Brüksel: Türkiye Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Erdoğan, Louise caddesindeki mağazaları kendi alışverişi için kapattı’ başlıklı haberinde, Louise Caddesi’nde yer alan lüks mağazaların yaklaşık bir saat boyunca Emine Erdoğan’ın korumaları tarafından diğer müşterilere kapatıldığını duyurdu. Haberde “Saint Josse ilçe kurul üyesi Thierry Balsat yaklaşık bir saat boyunca sokağa ‘el koyulduğu’nu duyurdu” ifadeleri yer alıyordu.
Balsat’ın çektiği videoda bir kadının ‘Longchamps’a giremiyor muyuz?’ sorusuna ise, “Hayır hanımefendi ele geçirildi, tüm kamusal alanlar ele geçirildi” cevabını veriyor. Video, Balsat’nın yanına gelen bir güvenlik görevlisine, “Evet bayım, ben kamusal alanda duruyorum. Adım Thierry Balsat ilçe kurul üyesiyim. Rahat olun” sözleriyle son buluyor.
Hermès, Chanel, Valextra çantalar…
Emine Erdoğan çanta tercihlerinde lüksten vazgeçmemesiyle, bu konuda haber yapan gazetecilere de dava açmasıyla biliniyor.
Gazeteci Ender İmrek, Emine Erdoğan'ın Hermès marka çantasıyla ilgili yazısında 'hakaret ettiği' gerekçesiyle yargılanmış, davadan beraat etmişti. Söz konusu çanta 2019 yılında Japonya gezisi sırasında Erdoğan tarafından takılmıştı. Sitesinde çantanın 50 bin dolar olduğu yazıyordu.
2021 yılında da Emine Erdoğan, G20 Liderler Zirvesi kapsamında bulunduğu Roma'da Capitolini Müzesi'ni ziyaretinde yine çantasıyla gündem olmuştu. Dana derisi olan çantanın 2 bin 250 sterling olduğu, markasının da İtalyan Valextra olduğu ortaya çıkmıştı.
2018 yılında yine Fransız Chanel marka çantasıyla Macaristan'a uçarken görüntülenmişti. Erdoğan’ın çantası, Chanel’in resmi internet sitesinde "Classic Handbag" olarak geçen modeldi.
Lüks çanta konusunu 2020 yılında dönemin CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun gündeme taşımasıyla ortalık kızışmış, Erdoğan “Sende zerre kadar yürek varsa benimle ilgili konuş, eşimle ilgili konuşma” yanıtı verirken, yardıma Hürriyet yazarı Hande Fırat koşmuştu.
Fırat, Erdoğan savunusunda arşa çıkan yazıda, “Emine Erdoğan orijinal değil, çakma çantalar takıyor, yerli malını tercih ediyor” demişti.
Hatta geri dönüşüme imkan veren maddelerden oluşan çanta ve aksesuarlar kullandığını yazmıştı.
Halbuki Emine Erdoğan’ın taktığı, Barbaros Şansal’dan 15 bin dolar civarı olduğunu öğrendiğimiz su sineği broşu herkesin aklında.
‘Alla Turca’ asalaklık -Nevzat Evrim Önal-
Marx, Kapital’in birinci cildinin son sayfalarında, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” çağrısı yapar. Bana sorarsanız her sermayedar bu sonu hak eder, ama sadece sömürücü değil aynı zamanda hırsız ve yağmacı alla turca sermayedar sınıf, bunu bilhassa hak etmiştir.
Kapitalist üretim biçiminin tarihsel çözümlemesinde sermayedar sınıfın “devrimci” ya da ilerici niteliği (hatta böyle bir niteliği bulunup bulunmadığı) çok tartışılmıştır. Örneğin Marx ve Engels’in 1848’de Komünist Manifesto’da burjuvaziye atfettikleri devrimcilik ile, 1867’de yayınlanan Kapital’in birinci cildinde Marx’ın sunduğu sermaye eleştirisi yan yana konduğunda, birinci metinde bu iki büyük komünistin 1848 devrimlerinin heyecanıyla biraz “aceleci” davrandıkları iddia edilebilir.
Ne var ki bu, yüzeysel bir okuma olacaktır. Marksizm, burjuvazi kendi devrimini yapar ve yeni egemen sınıfa, yani sermayedar sınıfa dönüşürken, kendi çıkarları doğrultusunda topluma dayattığı yeni üretim biçiminin eski üretim biçimi karşısında devrimci olduğunu savunur. Yani burjuvazi bir yanda, zaman içerisinde gerici ve despotik bir nitelik kazanmak zorunda olan kendi sınıf egemenliğini kurmaktadır. Diğer yanda ise, bu sınıf egemenliğinin tek güdüsü sermayenin sonsuzca biriktirilmesidir ve ortaya çıkan piyasa temelli yeni ekonomik düzende bu ancak piyasanın sonsuzca büyümesiyle mümkündür. Dolayısıyla yeni düzen daha en baştan sanayi devrimiyle insan emeğinin üretkenliğini ölçüsüz biçimde artırmıştır ve sürekli daha da artırmaya koşulludur.
Yani Marx ve Engels’in yazdıklarında bir tutarsızlık yoktur; burjuva devrimi ve kapitalizm çelişkilidir.
Bu sistem makineleşme ile emek üretkenliğini artırır, ama ücretlerin artmasını engeller ve üretilen mallar satılamaz, ekonomik kriz yaşanır. Benzer biçimde bu sistem emek üretkenliğini artırır ama derdi olabildiğince çok üretip satmak olduğu için çalışma saatlerini kısaltmaz; aksine makineleşme çalışmayı fiziken kolaylaştırdığı için çalışma saatlerini uzatır ve ezilen sınıfın yaşantısı yorgunluk açısından neredeyse kölelerinkinden farksız sürüp gider.
Burjuvazinin devrimciliği, böyle nalıncı keseri gibi sırf kendine yontan bir devrimciliktir. Öte yandan kapitalizmin gelişimini sağladığı üretici güçler, burjuvazinin elinden alındığında tarihte görülmemiş bir refah, eşitlik ve özgürlük toplumu kurulabilir. Komünistlerin hedefi budur.
Dolayısıyla mesele, işçilerin emeği sömürülerek biriktirilmiş, yani aslında toplumsal olan zenginliklere; daha da önemlisi zenginliğin sürdürülmesinin olanakları olan üretim araçlarına toplum adına el koymak, bu olanaklara çökmüş olan asalak sermayedar sınıfı mülksüzleştirmektir.
Son haftalarda Cumhuriyetçiler Kurultayı’nın kürsüsüne de yansımış canlı bir tartışma yürüyor: Sermayedar sınıfın zenginliği cumhuriyet fikrinin ve fiilen cumhuriyet rejiminin altını oyuyorsa, cumhuriyetçiler nasıl davranmalı? Komünist cumhuriyetçiler kapsamlı ve rıza aranmayan devletleştirmeyi savunuyor. Bu pozisyona karşı çıkanlar da var. Örneğin Özdemir İnce, Cumhuriyet gazetesinde birkaç yazıdır tanıttığı Fransız sosyalist Jean Jaurès’in “gönüllü ve sınırlı kolektifleştirmeyi savunmuş” olmasını, “özel mülkiyetin yok edilmesini değil, demokratikleştirilmesini istemesini” öne çıkartıyor.1
Kökü kooperatifçilik ile komünizm arasındaki tartışmalara kadar giden bu gündemi çok anlamlı buluyorum. Bu tartışmaların ilk turu işçi sınıfının tarihte kurduğu ilk devrimci örgütü olan Birinci Enternasyonal çatısı altında yürütülmüş ve büyük düşünsel kazanımlarla sonuçlanmıştı.
Bu çerçevede, tartışmayı Türkiye kapitalizminin gelişme sürecine bağlayarak sürdürürsek yol alacağımızı düşünüyorum.
***
Kapitalist üretim biçimi İngiltere’de ortaya çıktıktan sonra, diğer tüm kapitalistleşme süreçleri öncekilerin gölgesinde gerçekleşti. İngiltere’den sonraki iki burjuva devrimi Amerikan ve Fransız devrimleriydi. Birincisi doğrudan doğruya dev bir sömürgenin İngiltere’den bağımsızlık mücadelesi olarak, ikincisi ise her aşamasında İngiltere’yle çatışma halinde gerçekleşti. Bu ikisinin ardından gelen Alman kapitalizmi ise, önündekilere yetişip geçebilmek için önce Sedan Savaşı’nı, ardından iki dünya savaşını çıkartan güç oldu.
Türkiye bu yarışa hayli geç katıldı. Türk Devrimi 1908-1923 yılları arasında iki aşamada gerçekleşti ve tamamlandığında, dünya çoktan emperyalist güçler arasında paylaşılmış, hatta Türkiye’nin öncülü olan Osmanlı bu paylaşımın başlıca konularından biri olmuştu. Osmanlı coğrafyasında (sebebini burada tartışmaya yerimiz olmayan) karmaşık nedenlerle kapitalist üretim ilişkileri geç ve yavaş gelişmişti. Kemalist öncüler devrimi tamamladıklarında, devrim ile önü açılacak ve dünyanın geri kalanıyla rekabet etmeye başlayacak bir sanayi burjuvazisi yoktu. 1923’te Cumhuriyet, daha kendi çivisini üretemeyecek durumdaydı.
Türkiye sanayileşmediği takdirde devrimin yaşatılması mümkün değildi ama Türkiye burjuvazisinin ne böyle bir ufku ve niyeti ne de olanağı vardı. İş yine devrimcilere düştü: En yakınlarındaki başarılı devlet sanayileşmesi olan Sovyetler Birliği’ni örnek alarak ve bu dost ülkenin hatırı sayılır boyuttaki teknik desteği ile bir planlı kalkınma çabasına giriştiler. 1934-1938 yılları arasında yürütülen ve başarıyla tamamlanan ilk kalkınma planının ardından, patlak verecek dünya savaşı nedeniyle akamete uğrayacak olan ikincisine yazdığı önsözde Mustafa Kemal şu satırlara yer verecekti:
“Devletçiliğin bizce manası şudur: Bireylerin özel girişimlerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, ülkenin ekonomik durumunu devletin eline almak. (...) Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk vatanında asırlardan beri bireysel ve özel girişimlerle yapılmamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve görüldüğü gibi, kısa bir zamanda yapmayı başardı.”2
Peki bu sırada sermayedar sınıf ne yapıyordu?
Buyurun size bir örnek; İsmail Hüsrev Tökin, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Bey’in 15 Haziran 1934 tarihli Meclis konuşmasından aktarıyor. Konu, topraksız köylülere tarım yapsın diye dağıtılan (Osmanlı toprak kayıtlarında “mevat”, yani “ölü” kategorisinde bulunan) boş arazilerin başına gelenler:
“Devlet araziyi metruk arazi diye muhacire veriyor. Onlar da kullanılır duruma getiriyorlar. Sonra herhangi bir sahibi çıkıyor ve diyor ki, ‘bu benim mülkümdür’. Tapusunu gösteriyor ve muhaciri sokağa atıyor… Trabzon’da arazi çok dardır. On dönüm, yirmi dönüm araziye sahip olan kimse, büyük arazi sahibi ve zengin sayılır. Birisi çıkıp 200 bin dönüme sahip olduğuna dair mahkeme kararı gösterdi ve köylüleri oradan çıkardı… Hat boyundan geçerken Sazılar Köyü vardır. Burası muhacirlerindi. Emin Bey’e sorarım bu arazi kimin adına kayıtlıdır ve ne zaman ona geçmiştir. Böyle kaç tane arazinin sahibi çıkmıştır… Ne kadar metruk arazi kullanılır duruma getirilmişse bunların hepsinin sahibi çıkmıştır. Gedikabat Körfezi’nde yerli halk bataklığı kuruttu. Burada sıtma vardı. Bunlar her türlü tehlikeyi göze alarak bataklığı kuruttular ve yerleştiler. Ektiler, biçtiler, çalıştılar, kanallar açtılar. Bir kişi geldi bu toprakların kendisine ait olduğunu söyleyerek bunları buradan çıkardı. Halk yine topraksız kaldı. Dağlara sığındılar. Çalı çırpı toplayarak geçinmeye başladılar.” 3
1920 ve 30’larda köylünün toprağına çöken, tarımdan kazandığıyla şehirlerde gayrimenkul satın alan ama tek bir fabrika açmayan sermayedar sınıfın sicili sonrasında da farklı işlemedi. Türkiye sanayileşmesi 1930’larda da, 1960 ve 70’lerde de büyük ölçüde devlet eliyle gerçekleşti. Ve cumhuriyetin ilk yıllarında devletin köylülere dağıttığı toprakları gasp ederek zenginleşenler, 1980’den itibaren, bilhassa da AKP döneminde aynı yöntemle, bu kez özelleştirmeler yoluyla halkın kaynaklarıyla kurulmuş sanayi tesislerine, çoğu zaman ilgili sanayi kuruluşunun birkaç yıllık kârı pahasına çöktüler. Yalnızca Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşları listesinin ilk sıralarına bakarsanız, çoğunun özelleştirilmiş kamu sanayisi olduğunu görür ve yağmanın boyutlarını anlarsınız.
Türkiye’nin sermayedar sınıfı esasen girişimlerinden kâr ederek değil, el koyarak, emekçi halkı doğrudan ya da dolaylı (zira devlet malı halkın malıdır) mülksüzleştirerek zenginleşmiştir.
***
Ben komünistim. Benim için bir sermayedar, sermayesini yalnızca satışlarından kâr ederek biriktirmiş olsa da; kârın kaynağı emek sömürüsü olduğu için ortaya çıkan zenginlik kâğıt üzerinde özel mülkiyettir ama kaynağı toplumsaldır ve el konulup devletleştirilmelidir.
Ancak böyle düşünmüyor olsanız dahi, Türkiye’nin sermayedar sınıfının zenginliğini meşru görmek mümkün değildir. Türkiye’nin sermayedar sınıfının haris, fırsatçı arsızlığı, haramiliği, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurulduğu günden bu yana çürütmüş ve sonunda yıkmıştır. Balyozun Fethullahçı ve AKP’li dincilerle Yetmez Ama Evetçi liberaller tarafından sallanmış olması durumu değiştirmiyor. Bu gerici siyasi öznelerin tümü, Türkiye sermaye sınıfının çıkarlarını ilerletiyor ve onun attığı kemiklerle besleniyordu.
Marx, Kapital’in birinci cildinin son sayfalarında, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” çağrısı yapar. Bana sorarsanız her sermayedar bu sonu hak eder, ama sadece sömürücü değil aynı zamanda hırsız ve yağmacı alla turca sermayedar sınıf, bunu bilhassa hak etmiştir.
Bu yüzden bugün cumhuriyetçi bir yeniden uyanış, mutlaka kapsamlı bir devletleştirme hamlesini gündemine almalı, Cumhuriyetimizi zehirleyip öldüren özel sermayeye var olma hakkı tanımamalıdır.
1https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ozdemir-ince/jean-jaures-in-sosyalizmi-2408839
2Atatürk Ansiklopedisi, “Nazilli Basma Fabrikası”, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/395/Nazilli_Basma_Fabrikas%C4%B1 (eski Türkçe kelimelerin yerine günümüz Türkçesindeki eşanlamlıları kullanılmıştır.)
3İsmail Hüsrev Tökin, Türkiye Köy İktisadiyatı, İstanbul: İletişim Yayınları, 1990, s.196-197. Bu arada, alıntıda Şükrü Kaya Bey’in laf attığı Emin Bey, Eskişehir bölgesinin namlı toprak ağası Emin Sazak’tır. Ermeni mallarına nasıl çöktüğünden toprak reformuna nasıl karşı çıktığına kadar türlü çeşitli marifetlerini yazdığı günlükleri Emin Bey’in Defteri ismiyle Bilgeoğuz yayınevi tarafından basıldı. Türkiye’nin sermayedar sınıfının nasıl tiplerden serpilip semirdiğini göstermesi açısından önemli bir belgedir.
/././
Hindistan Başbakanı Modi'den Güney Kıbrıs'a ziyaret: 'Türkiye'ye mesaj verildi'
Hindistan Başbakanı Modi'nin Pakistan'la yaşanan çatışmanın ardından ilk yurtdışı ziyaretini Kıbrıs Cumhuriyeti'ne gerçekleştirmesi, Hint basınında "Türkiye'ye mesaj" olarak değerlendirildi. Türkiye çatışmada Pakistan tarafında konumlanmıştı.
Hindistan Başbakanı Narendra Modi, Güney Kıbrıs'a iki günlük bir ziyaret gerçekleştirdi. Pakistan'la yaşanan çatışmanın ardından ilk yurtdışı ziyaretini gerçekleştiren Modi, 2002'den bu yana Kıbrıs'a giden ilk Hint lider oldu.
Adaya dün varan Modi, Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis tarafından havalimanında karşılandı. Modi'ye Kıbrıs'ın en yüksek nişan olan 3. Makarios Nişanı verildi. Modi ise nişanı iki ülke arasındaki dostluğa adadığını söyledi.
Modi sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada, Hristodulidis ile Hindistan-Kıbrıs ilişkilerinin tüm yelpazesini kapsayan kapsamlı görüşmeler yaptıklarını aktardı. Modi, paylaşımında "Ülkelerimiz arasındaki ikili bağların zaman testinden geçtiği yaygın olarak bilinmektedir. Bugün savunma, güvenlik, ticaret, teknoloji, sağlık, yenilenebilir enerji ve iklim adaleti alanlarındaki iş birliğinden bahsettik" ifadelerini kullandı.
AA'nın aktardığına göre Modi, bugün de Kıbrıs lideri Hristodulidis'in daveti üzerine Lefkoşa'yı ikiye ayıran Yeşil Hat'tı (Ara Bölge) ziyaret etti. Bu esnada ise Hristodulidis, Modi'ye bölge ile ilgili bilgi verdi.

Ortak işbirliği deklarasyonu imzalandı
Öte yandan Kıbrıs basınında yer alan haberlere göre Hristodulidis ile Modi, 10 maddeden oluşan "Ortak İşbirliği Deklarasyonu" imzaladı.
Kıbrıs ile Hindistan arasında imzalanan ve karşılıklı politik, kültürel, ekonomik işbirliğini içeren deklarasyonun "Güvenlik, Savunma ve Kriz Yönetimi" başlığı altındaki 5. maddesinde şu ifadeler yer aldı:
"Liderler denizcilik alanındaki işbirliğinin genişletilmesini de görüştüler. Hint savaş gemilerinin Kıbrıs limanlarına daha düzenli yanaşması teşvik edilecek, denizcilik farkındalığını ve bölgesel güvenliği artırmak amacıyla ortak deniz tatbikatları ve eğitimleri için yeni fırsatlar birlikte keşfedilecek."
Kıbrıs basını, Hindistan ile imzalanan "Ortak İşbirliği Deklarasyonu"nun ardından kısa bir süre sonra Hint savaş gemilerinin Kıbrıs limanlarını ziyaret etmeye başlayacağını ileri sürdü.
Kıbrıs Cumhuriyeti, daha önce başta ABD olmak üzere İsrail, Almanya, Fransa ve Mısır gibi "müttefik" olarak adlandırdığı ülkelere limanlarını açacağını, Limasol'da kurulacak deniz üssünün de bu amaca hizmet edeceğini duyurmuştu.
AB projeleri gündeme geldi
Hint gazetesi Indian Express'in ziyarete ilişkin haberinde; Kıbrıs'ın, AB projelerinde ve Yeni Delhi'nin geliştirdiği Hindistan – Orta Doğu – Avrupa Ekonomik Koridoru projesinde önemli destekleri olabileceği belirtildi.
Ziyaret öncesinde konuşan Modi "Kıbrıs hem yakın bir dost hem de Akdeniz ve Avrupa Birliği'nde (AB) önemli bir partner" demiş ve "Bu, Hindistan – Kıbrıs ilişkilerinin özellikle ticaret, yatırım ve diğer alanlarda gelişmesine ivme katacak" diye eklemişti.
Kıbrıs Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis de 2026 yılında AB dönem başkanlığını üstlendiklerinde Hindistan'la ilişkileri öncelikli bir gündem maddesi yapacaklarını belirtmişti.
Hindistan basını: Ziyaret Türkiye'ye bir mesaj
Öte yandan Hindistan basınında çıkan haberlerde Modi'nin Pakistan çatışmanın ardından ilk yurt dışı ziyaretini Kıbrıs'a gerçekleştirmesinin Türkiye'ye bir mesaj olduğu belirtildi.
Indian Express, Kıbrıs'ın Türkiye karşısında savunma işbirliği partnerleri aradığını ve Hindistan'dan gelecek yardımlara açık olacağını aktarırken; Hindu Post ise Hindistan'ın Türkiye'nin bölgesel rakipleri olan Yunanistan, Ermenistan, Mısır ve Kıbrıs'la ilişkilerini geliştirdiği ifade edildi.
Hindistan ile Pakistan arasında 7 Mayıs'ta başlayan çatışmalar sırasında Türkiye Pakistan'ı, Güney Kıbrıs ise Hindistan'ı destekler bir pozisyonda konumlanmıştı.
***
Gazze'de katliam hız kesmiyor: 3 günde 223 ölü, binin üzerinde yaralı
Aynı anda dört ülkeyi bombayan İsrail, Gazze'de soykırıma varan saldırılarını sürdürüyor. Yardımların durduğu, açlık krizinin derinleştiği, iletişimin kesildiği bölgede can kaybı yükseliyor.
İsrail’in 13 Haziran’da İran’a yönelik saldırıları, dünya kamuoyunun odağını Tahran’a çevirse de Tel Aviv yönetiminin Gazze Şeridi’nde yürüttüğü soykırım da sürüyor.
Gazze'deki Filistin Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre, savaşla geçen 72 saatlik süre zarfında İsrail ordusunun Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda en az 223 Filistinli hayatını kaybetti, 1102 kişi yaralandı.
Yardım noktaları, yaşam altyapısı ve sivillerin hedef alındığı saldırılar, Gazze’deki insani krizin daha da derinleşmesine yol açtı.
İsrail'in 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda toplam can kaybı 55 bin 432’ye, yaralı sayısı ise 128 bin 923’e ulaştı. Enkaz altında hala binlerce kişinin bulunduğu belirtiliyor.
Ayrıca, İsrail’in 18 Mart’tan bu yana 19 Ocak’ta varılan ateşkesi fiilen ihlal ettiği ve bu tarihten bu yana düzenlediği saldırılarda 5 bin 139 Filistinlinin öldüğü, 16 bin 882 kişinin yaralandığı açıklandı.
Yardım bölgeleri ölüm tuzağına döndü
Gazze'deki Filistin Sağlık Bakanlığı, 27 Mayıs’tan bu yana İsrail ve ABD güdümünde kurulan "Gazze İnsani Yardım Vakfı" dağıtım bölgelerinde yaşanan sistematik saldırıların bilançosuna dair verileri paylaştı.
Sağlık Bakanlığının açıklamasına göre, insani yardım almak üzere bu noktalarda toplanan Filistinliler, art arda düzenlenen saldırıların hedefi oldu.
Saldırılarda şu ana kadar en az 338 kişi hayatını kaybetti, 2 bin 831 kişi ise yaralandı.
Bakanlık, bu saldırıların yardım operasyonlarını fiilen imkansız hale getirdiğini ve sivillerin gıda, su ve ilaç temin etmek için hayatlarını riske attıklarını vurguladı.
Gazze kentinin kuzeyindeki açlık çeken binlerce Filistinli, gıda kolileri alabilmek için ABD ve İsrail güdümündeki "Gazze İnsani Yardım Vakfı" kanalıyla kurulan sözde insani yardım dağıtım merkezlerine akın etti. (Fotoğraf: AA)Gazze'de sistematik karartma
İsrail'in saldırılarında sadece bombalar değil, iletişim de silah olarak kullanılıyor. Gazze'deki Hükümetin Medya Ofisi, İsrail'in son 20 ayda 10. kez interneti ve iletişim hatlarını tamamen kestiğini duyurdu. Bu kesintilerin rastlantı değil, sistematik ve bilinçli bir "karartma politikası" olduğu kaydedildi.
Açıklamada, iletişim hatlarının kesilmesinin sağlık ve kurtarma ekiplerinin çalışmalarını felce uğrattığı, birçok yaralının yardım ulaşamadığı için hayatını kaybettiği ifade edildi. "Her iletişimsiz geçen saniye, Gazze’de masum bir insanın hayatına mal olabilir" denilen açıklamada, uluslararası topluma bu karartmayı sona erdirmek için ivedi müdahale çağrısı yapıldı.
Yakıt bitti, belediyeler durdu
Gazze’deki insani krizin başka bir boyutu ise yakıt kıtlığı. Han Yunus, Nusayrat ve Zuveyda belediyeleri, yakıt tedarikinin tamamen durması nedeniyle temel hizmetleri durdurduklarını açıkladı.
Su pompaları, kanalizasyon arıtma tesisleri ve atık toplama hizmetlerinin durması nedeniyle en az 900 bin kişi temiz içme suyuna ulaşamıyor.
Belediyeler, bu durumun ciddi bir çevre ve sağlık felaketine yol açabileceği konusunda uyardı: Kanalizasyonların sokaklara akması, çöplerin birikmesi ve temiz suya erişimin olmaması, büyük bir salgın hastalık tehlikesi yaratıyor.
İsrail saldırıları sonucu altyapısı büyük zarar gören Gazze Şeridi'nin orta kesiminde yer alan Nuseyrat Kampı'ndaki Filistinliler temiz içme suyuna ulaşmakta güçlük çekiyor. Nüfusun büyük bölümü, tahrip edilen su kuyuları ve depolar nedeniyle ciddi su sıkıntısı yaşıyor. Kampa gelen bir yardım kamyonu, yerinden edilen Filistinlilere su dağıtımı yaptı. (Fotoğraf: AA)***
Hatay Büyükşehir'de sendikasızlaştırma için şantaj: 'İstifanı ver, paranı al'-Özkan Öztaş-
Hatay Büyükşehir Belediyesi'nde çalışan işçilere sendikadan istifa etmeleri için baskı yapıldı. İşçilere istifa ettikleri takdirde para vereceklerini söyleyen kimi yetkililer kağıt imzalatmak istedi.
Hatay Büyükşehir Belediyesi'nde çalışan belediye işçilerinin sendikalarından istifa etmeleri için baskı gördükleri orta çıktı. "Herhangi bir sendikaya üyeliğim bulunmamaktadır" yazılı kağıda zorla imza attırılan işçilere aynı zamanda sendikadan istifa ettikleri takdirde ekstradan para verileceği iddia ediliyor.
'7-8 bin işçiyi ilgilendiriyor'
Hatay Büyükşehir Belediyesi'nde yetkili sendika Belediye-İş Sendikası.
soL'a konuşan Belediye-İş Sendikası yetkilileri, belediyede son üç aydır sendikasızlaştırma yönünde bir uygulamanın devreye sokulduğunu ve bunun çalışanlar arasında ciddi huzursuzluk yarattığını ifade etti. Sendikaya göre, bazı yöneticiler işçilere sendikalı olmamaları halinde daha yüksek maaş teklifinde bulunuyor, ikramiye ve zam haklarını ise sadece sendikalı işçilere uygulayacakları söyleniyor.
Sendika yetkilisinin verdiği bilgilere göre, Hatay Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı HATSU AŞ ve İmar AŞ’de çalışan toplam 7 ila 8 bin arasında işçi bu süreçten etkileniyor. Son personel alımlarıyla birlikte sayının netleşmediği belirtilirken, mevcut tabloda ciddi sayıda istifa yaşandığı ancak sendikalı kalmayı tercih eden işçilerin çoğunlukta olduğu aktarıldı.
'Al parayı ver hakları'
Sendikadan istifa ettikleri taktirde para teklif edilen işçiler için sendika yetkilileri "Aslında sendikalı işçilerin istifa ettiklerinde alacakları ek bir para yok" diyor.
Sendika yetkilisi, sendikasızlaştırma girişimine dair maddi vaatler için şunları söyledi:“Sendikasız olanlara, sendikalıların sözleşmeden kaynaklı haklarının maaşlara yedirilerek peşin verilmesi gündemde. Bu kapsamda Temmuz ayında yapılması gereken yüzde 20’lik zam iptal edilip, maaşlara şimdiden fark yansıtılıyor. Ancak bu, işçilerin uzun vadede hak kaybına uğramasına yol açıyor. Yani işveren al parayı ver tüm özlük haklarını diyor.”
Ayrıca sendikalı işçilere ödenecek olan 30 günlük ikramiyenin, sendikasızlara verilmemesi nedeniyle toplamda yaklaşık 27 bin TL’lik bir farkın ortaya çıkacağı ifade edildi.
'Uygulama yasalara aykırı'
Belediye-İş Sendikası, belediyenin bu uygulamalarının anayasal hakların ihlali anlamına geldiğini ifade ediyor. Sendika, konuyla ilgili hukuki süreç başlatıldığını belirterek, birkaç yönetici hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunduklarını açıkladı. Sendika temsilcisi, ayrıca sendikal hakların engellenmesine dair ayrı bir dava sürecini de başlatacaklarını ifade etti. Temsilci, Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı’yla yapılan bir görüşmede başkanın, “Ben bu işlere karışmam. Yöneticilerimle bu konuyu çözün” dediğini aktardı.
'Kahramanmaraş modeli Hatay’a mı taşındı?'
Sendikanın dikkat çektiği bir diğer noktaysa, Hatay Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri’nin geçmişte Kahramanmaraş Belediye Başkanı olarak görev yaptığı dönemde benzer bir sendikasızlaştırma politikasını uygulamış olması. Sendika yetkilisi, “Oradaki işçilerin yaşadıklarını araştırmak yeterli olur. Bu uygulama işçinin yararına mı, zararına mı olmuş herkes görebilir” dedi.
Belediye-İş Sendikası yetkilisi, belediye yönetiminin bazı işçilere farklı sendikaları işaret ettiğine dair duyumlar olduğunu, ancak ellerinde net veri bulunmadığı için kimseyi doğrudan suçlamak istemediklerini belirtti. Kendi görev geçmişine ve sendikal dürüstlüğüne güvendiğini vurgulayan yetkili, “Sendikalı olmak da sendikasız olmak da demokratik bir tercihtir ama işçinin doğru bilgilendirilmesi gerekir. Biz bunu sağlıyoruz, umarım ilerleyen günlerde bu konuda bir sonuç sağlanır” dedi.
***
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder