soL "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

Sudan ve yabancı güçlere dayanan iç savaş: BAE ve Türkiye nasıl birbirinin ayağına bastı?

Çeşitli devletlerin Sudan topraklarındaki mücadelesi iç savaş üzerinden devam ederken, BAE ve Türkiye'nin rekabeti de şiddetlendi. Ölü ve yaralıların olduğu saldırılar gerçekleştirilirken Sudan'da ne oluyor?

İki yılın geride kaldığı Sudan savaşında yeni gelişmeler yaşanıyor.

Her ne kadar Sudan’daki savaşa resmi olarak hiçbir yabancı güç katılmamış olsa da çeşitli devletlerin Sudan topraklarındaki rekabeti sürüyor. Ülke, adeta diğer birçok gücü de içine çeken bölgesel bir soğuk savaşın sahnesi haline geldi. 

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından desteklenen Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) ile Türkiye tarafından desteklenen Sudan yönetimi arasındaki çatışmalar son günlerde oldukça şiddetlendi.

Sudan ordusu içinde savaşan Türk personel tarafından işletildiği belirtilen İHA’larla gerçekleştirilen saldırıda, HDK milislerinin yanı sıra 4 BAE vatandaşı da öldürüldü. Bu zamana kadar birbirinin ayağına basmamaya özen gösteren iki ülke arasındaki denklem de böylece bozulmuş oldu. 

Saldırıdan yalnızca bir gün sonra, bu zamana kadar savaştan görece etkilenmemiş olan Port Sudan şehrine 3 günden uzun süren bir dizi saldırı gerçekleştirildi. Havalimanı, askeri hava üssü, elektrik santrali, insani yardım limanı ve yabancı diplomatların kaldığı bir otelin hasar gördüğü saldırılarda, Türkiye yapımı insansız hava araçlarının depolandığı askeri hangarlar da hedef alındı. 

Söz konusu saldırılarda Türk destek ekibinden üyelerin yaralandığı bildirildi.

Savaşta iki yıl: 150 binden fazla insan hayatını kaybetti

Sudan'da askeri darbeyle yönetime gelen General Abdel-Fattah Burhan yönetimindeki ordu ile General Muhammed Hamdan Dagalo komutasındaki paramiliter Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) arasında çıkan savaş 2023 yılında başladı.

Sudan ordusunun, HDK'nin 2 yıl içerisinde tamamen orduya entegresini istemesi, HDK'nin ise sivil bir hükümetin ardından yaklaşık 10 yıla yayılan bir süreçte bunu kabul edebileceğini açıklamasıyla başlayan gerginlik, taraflar arasında silahlı çatışmaya dönüşmüştü.

Sudan Silahlı Kuvvetleri resmi komutayı elinde tuttu, ancak HDK de oldukça hızlı aksiyon aldı. HDK militanları, başkent Hartum'u ele geçirmek için kentsel savaş ve sokak taktikleri kullandı, böylelikle başkent haftalar içinde yönetilemez hale geldi. 

Bu durum ülkeyi parçalara bölmekle kalmadı, aynı zamanda yeni bir düzenlemeyi de zorunlu kıldı. Bu süreçte Port Sudan fiili başkent olurken, ülkenin batısı etnik katliamlara sahne oldu. Arada kalan topraklar, savaş ağaları, yabancı müteahhitler ve ikmal hatları için bir alan haline geldi.

Hartum'un düşüşünden bu yana 150 binden fazla insan öldürüldü ve 12 milyondan fazla insan yerinden edildi. 

sudan

Belirli cepheleri olmayan savaş: İHA'lar dönüm noktası oldu

Sudan’da yaşananların geleneksel anlamda bir iç savaş olmaktan çıktığı belirtiliyor. Belirli cepheleri olmayan savaş, rakip etki bölgelerine yönelik uzun menzilli saldırılarla şekilleniyor.

Hızlı Destek Kuvvetleri bugün, Darfur dahil olmak üzere Batı Sudan'ın çoğunu ve o bölgenin sınırları kontrol ediyor. HDK’nin bölgesel avantajından da kaynaklı olarak gücünü kaçakçılık, altın madenleri ve yabancı ülkelerin desteğiyle sağlamlaştırdığı ifade ediliyor. HDK böylelikle “devlet içinde devlet” olarak hareket ediyor. HDK’nin kendi lojistik ağları, hava sahası ve komuta zinciri bulunuyor.

Sudan ordusu ise doğuda konsolide olmuş durumda. Bürokrasi, hava kuvvetleri ve resmi ekonominin kalıntılarını hâlâ yönetiyor, ancak geniş bir bölgeye yayılmış önemli varlıkları savunmak için gücünün yetersiz olduğu görülüyor.

Bahse konu dengesizlik ise savaşın stratejisini şekillendiriyor. Taraflar cephelerde karşı karşıya gelmek yerine, çeşitli baskı araçlarına odaklanmış durumda. Bu süreçte özellikle daha güçlü finans kaynaklarına sahip olan HDK, açlığı silah olarak kullandı, yardım rotalarını kesti ve stratejik kasabaları ele geçirdi. Amaç federal ordunun kaynaklarını tüketmekti ve böylece Sudan yönetimini işlevsiz hale getirmekti.

Ancak bu stratejinin de kimi sınırları vardı. HDK'nin uzun menzilli yetenekleri yoktu ve bu nedenle cepheden uzaktaki hedefleri yardım almadan vuramıyordu. İşte burada da devreye insansız hava araçları (İHA) girdi. 

sudan

Raporlar BAE'yi işaret ediyor, BAE yalanlamayı sürdürüyor

2023 yılının sonlarına doğru, yerel gözlemciler çatışma alanlarında insansız hava araçlarına ait parçaları raporlamaya başladı. Raporlanan bu parçalar ticari kuadkopter İHA’lara ait değildi; bunlar daireler çizip hedeflere dalmak için tasarlanmış sabit kanatlı İHA’lardı.

Tespit edilen enkazlar, daha önce Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) ihraç edilen Çin yapımı güdümlü bombaları ve İHA’ları işaret ediyordu. 

Uluslararası Af Örgütü tarafından yapılan bir soruşturmada, Birleşmiş Milletler tarafından uygulanan silah ambargosuna karşı Çin silahlarının Darfur’a sokulduğu tespit edildi. Bahse konu tespitle birlikte, HDK’yi desteklediği bilinen BAE’nin İHA’ları yasal olarak Çin’den satın aldığı ve sonrasında bunları Somaliland ile Çad üzerinden geçirerek HDK kontrolündeki Darfur’a ulaştırdığı belirtildi. 

BAE ise bu iddiayı reddetmeyi sürdürüyor. Her halükârda, HDK artık yüzlerce kilometre uzaklıktaki hedefleri vurabilen bir İHA filosuna sahip. 

sudan

Baykar da devreye girdi

HDK’nin İHA filosu kurmasının ardından Sudan ordusu da yeni müttefiklere başvurdu. Türkiye de bu süreçte denkleme girdi. 

AKP hükümetinin destekleriyle büyüyen Baykar, 2024 yılında Sudan Silahlı Kuvvetleri’yle 120 milyon dolar değerinde İHA anlaşması imzaladı. Kamuoyuna yansıyan haberlere göre teslimat, kargo kayıtları, uydu görüntüleri ve sızdırılan gümrük verileriyle onaylandı.

Zaten teslimat haberlerinden kısa bir süre sonra Baykar’a ait İHA’lar HDK kontrolündeki hava sahasında görülmeye başlandı.

sudan

Yabancı güçlerin Sudan topraklarındaki rekabeti

Böylelikle hem Sudan yönetimi hem de HDK, tamamen yabancı güçlere bağımlı şekilde İHA programları işletiyor ve bu bağımlılık savaşın nasıl yürütüleceğini yeniden şekillendiriyor. 

Tarafların birbirlerine hasar vermek için cephe savaşı yürütmesine gerek kalmadan ve kara yolları riske atılmadan hedefleri imha etmeyi amaçlıyor. İHA’lar aracılığıyla yollar, havaalanları, yakıt depoları veya fabrikalar gibi altyapı tesisleri yok ediliyor.

Ve aslında bu saldırılar doğrultusunda savaş, yapılan silah anlaşmalarıyla yabancı ülkelere ihale ediliyor. Her ne kadar resmi olarak Sudan’daki savaşa hiçbir yabancı güç katılmamış olsa da yabancı güçler Sudan’ın her yerinde birbirleriyle rekabet halinde. 

Para, lojistik, silahlar, hatta strateji, hiçbiri artık Sudan'a ait değil. Ülke, diğer birçok gücü de içine çeken bölgesel bir soğuk savaşın sahnesi haline geldi. 

Mısır, Etiyopya'nın güneyde daha fazla etki kazanmasını engellemek için Sudan Silahlı Kuvvetlerini destekliyor. Rus ve Wagner ile bağlantılı ajanların Orta Afrika Cumhuriyeti'nde konuşlanmış durumda olduğu ve HDK’ye lojistik destek sağladığı bildiriliyor. İran savaşa açıktan dahil olmasa da yıllar sonra ilk kez Sudan ile diplomatik olarak ilişki kuruyor. Kızıldeniz'deki istikrarsızlık İsrail’i etkiliyor…

Kısacası Sudan'da olanlar sınırlarının çok ötesinde yankı buluyor. Tüm bu savaş dönemi boyunca, Sudan toprakları sürekli olarak hava yollarına, tedarik zincirlerine ve stratejik koridorlara ayrıldı. Bunun çok azı aslında Sudanlıların kendisi tarafından kontrol ediliyor. 

sudan

En önemli aktör BAE: Kızıldeniz, maden ocakları, kaçakçılık yolları...

Bu ağın merkezinde resmi olarak tarafsız, gayri resmi olarak kilit rol oynayan BAE var. BAE için Sudan, Kızıldeniz'e hükmetme konusunda daha geniş bir kampanyanın parçası.

Abu Dabi, Doğu Afrika'daki liman altyapısına yoğun bir şekilde yatırım yaptı; Somaliland'daki Berbera, Eritre'deki Assab, Yemen'deki Socotra Adası…

BAE’nin Port Sudan’a sağlayacağı erişimle zinciri tamamlamayı ve Kızıldeniz'i kendi koridoru haline getirerek dünyanın en stratejik deniz yollarından biri üzerinde önemli bir aktör olmayı hedeflediği biliniyor.

Öte yandan BAE’nin amacının yalnızca deniz ticaretiyle sınırlı olmadığı belirtiliyor. BAE’nin HDK ile güçlerini birleştirerek altın madenlerine, nadir toprak minerallerine ve dahası Libya ve ötesine uzanan kaçakçılık yollarına erişim sağladığı kamuoyu gündemine geliyor.

HDK'nin madencilik faaliyetlerine izin verdiği ve bunun karşılığında BAE’den ekipman, fon ve silah tedarik ettiği bildiriliyor. Yetkililerse bu ilişkiyi “kazan-kazan durumu” olarak yorumluyor.

Türkiye gözünü Kızıldeniz'e dikmişti: BAE'ye karşı konumlandı

Öte yandan Türkiye de 2017 yılında Port Sudan’ın hemen güneyinde bulunan Sevakin kentindeki limanı rehabilite etmek amacıyla 99 yıllık bir kira sözleşmesi imzalamıştı. Söz konusu kiralama işleminin nedeni ise Kızıldeniz’de stratejik bir dayanak noktasına sahip olmaktı. Ancak Sudan'daki siyasi çalkantılardan nedeniyle bu plan rafa kaldırılmak zorunda kalındı.

Türkiye başlangıçta arabuluculuk yapmaya çalıştı, ancak Abu Dabi HDK’yi silahlandırmaya başlayınca dengeler değişti ve görüşmeler çöktü. 

Buna karşılık, Türkiye taktik değiştirdi ve yasal Sudan hükümetini destekleyerek, BAE’ye karşı “denge” unsuru olarak konumlandı.

Bu süreçte her iki tarafın da askeri danışmanlarını, lojistik ekiplerini ve istihbarat görevlilerini Sudan ordusuna ve HDK militanları arasına yerleştirmeye başladığına dair iddialar gündeme gelmeye başladı. Ancak iki ülke de son zamanlara kadar birbirlerinin ayaklarına basmamaya ve işleri tırmanma eşiğinin altında tutmaya özen gösterdi.

sudan

Karşılıklı saldırılarda ölü ve yaralılar: Birbirinin ayağına basmama politikası son buldu

26 Mart’ta Sudan ordusu başkent Hartum’u geri aldı ve HDK birlikleri ülkenin güneybatısına doğru sürüldü. Bu gelişmenin yaklaşık 2 yıldır devam etmekte olan çatışmadaki en büyük dönüm noktası olduğu belirtildi. Başkenti yeniden kontrol altına alan Sudan yönetimi, askeri zaferinin yanı sıra uluslararası güvenirliğini de artıran sembolik bir zafer de kazanmış oldu.

Bir diğer gelişme ise 3 Mayıs’ta yaşandı. Uluslararası medya kuruluşlarının aktardığına göre, Sudan ordusu içinde savaşan Türk personeller tarafından işletilen İHA’lar, Nyala Havaalanı’ndaki bir askeri kargo uçağına saldırdı. Uçağın RSF için dronlar, mühimmat ve radar sistemleri taşıdığından şüpheleniliyordu, fakat edinilen istihbarat eksikti. Uçakta silahların yanı sıra BAE'den subaylar ve askerler de dahil olmak üzere yabancı paralı askerler taşıyordu. Saldırı sonucu düzinelerce HDK milisinin anı sıra 4 BAE vatandaşı da hayatını kaybetti. 

Saldırıya bir gün sonra yanıt geldi. Port Sudan, 3 günden uzun süren bir dizi hassas saldırıyla vuruldu. Sudan'ın tek uluslararası havalimanı, bir askeri hava üssü, bir elektrik santrali, insani yardım için ana limanı ve yabancı diplomatların kaldığı bir otel hasar gördü. Saldırıda ayrıca Türkiye yapımı insansız hava araçlarının depolandığı askeri hangarlar hedef alındı ve Türk destek ekibinden üyelerin yaralandığı bildirildi.

Şimdiye kadar Port Sudan, ülkenin geri kalanını parçalayan iç savaştan etkilenmemişti. Resmi hükümete ve yabancı büyükelçiliklere ev sahipliği yapan şehir, Sudan'ın uluslararası ticaret ve insani yardımla tek gerçek bağlantı noktası olarak hizmet ediyordu. Tarafsızlığı stratejikti, ancak bu güvenli bölge artık çöktü. 

Söz konusu saldırının HDK komutasında değil, BAE tarafından planlanıp uygulandığına dair iddialar gündeme geldi. Her ne kadar BAE saldırıyı kınasa da Sudan yönetimi bu saldırıların hemen ardından Abu Dabi ile diplomatik bağlarını kesme kararı aldı. 

Birleşik Arap Emirlikleri’nin Türkiye’nin savaşa müdahalesinden rahatsız olduğunu belirtiliyor, ancak Port Sudan saldırılarının ardından gerilimin tırmanmasına olası gözle bakılıyor. Yerel araştırmacılar, BAE'nin HDK’ye yönelik askeri desteğini genişletmek için çalışmalarını hızlandırdığını ve bu durumun da çatışmayı şiddetlendireceğini raporluyor.

sudan

Bir diğer kritik nokta Dafur

Ayrıca çatışmayı daha da şiddetlendirebileceği belirtilen bir diğer başlık ise HDK’nin kontrolünde tuttuğu Dafur bölgesine ilişkin. HDK’nin bölgede tam kontrol sağlamak için çalışmalarını hızlandırdığı belirtiliyor. 

Tam kontrolün anahtarı da Sudan yönetiminin bölgede elinde tutmakta olduğu son büyük şehir El Fasir’i elde etmek. Eğer HDK El Fasir'i ele geçirebilirse, kuzeye daha da yakınlaşacak ve bu sayede BAE, HDK’ye yönelik tedarik hatlarını güçlendirecek. 

Sudan yönetimi de doğal olarak bölgede sahip olduğu son büyük şehri savunmak için hazırlıklarını hızlandırıyor. 

-----

Sudan'daki iç savaşın birinci yılı: Ülke kıtlığın eşiğinde, 230 bin kişinin hayatı tehlikede -Can Kuyumcuoğlu-(https://haber.sol.org.tr/haber/sudandaki-ic-savasin-birinci-yili-ulke-kitligin-esiginde-230-bin-kisinin-hayati-tehlikede)

                                                                       ***
Esas karne: Deprem bölgesinde devlet sınıfta kaldı -Özkan Öztaş-
Deprem bölgesinde karneler dağıtıldı, ama çocuklar hâlâ konteyner sınıflarda ve evlerde, belirsizlik ve travmalar içinde eğitime ve hayata tutunmaya çalışıyor.
Tüm Türkiye'de karneler alınırken, depremden etkilenen bölgelerde öğrenciler bir yılı daha zorlu şartlarda tamamladı. Depremin üzerinden neredeyse 30 ay geçmesine rağmen, Hatay'daki depremzede çocuklar karnelerini belirsizliğe dair artan sorular eşliğinde aldı.

Konteyner kentlerde eğitim veren öğretmenler, karne sürecini ve öğrencilerin karşılaştığı sorunları soL'a anlattı.

Konteyner okullardan kalıcı binalara geçiş belirsizlikleri

Hatay'da birçok ilçe merkezi, depremden sonra başta eğitim ve sağlık olmak üzere neredeyse tüm altyapısını kaybetti. Depremin ilk günlerinden itibaren konteynerlerde devam eden hizmetler depremden geçen uzunca bir süreye rağmen birçok örnekte depremin hemen ardındaki zorluklarla, aynı şekilde devam ediyor. 

Deprem sonrası kurulan konteyner okullar, yıkımdan uzak ve seyrek kentleşmiş bölgelere inşa edilmişti. Ancak tadilatı veya inşası tamamlanan okul binalarına geçiş süreci, beraberinde birçok soruyu getiriyor. Henüz konutların anahtar teslimleri yapılmamış ve binalar oturulmaya hazır değilken, öğrencilerin okullara ulaşımının yine konteyner kentlerden mi sağlanacağı merak konusu. Velilerin öğrenci servisleri için ücret ödeyip ödemeyeceği ve yeni okul binalarının altyapısında aksaklık yaşanıp yaşanmayacağı gibi temel sorular, karne dağıtılırken bölge halkının zihnini meşgul ediyor.

Antakya'da konteyner okulda çalışan Selim Öğretmen* konteyner sınıflarda öğrenci nüfusu ortalama 20'lere ulaştığını belirtiyor. Yeniden inşa edilen okul binalarının tamamlanmasıyla bu sayının 30'ları bulması bekleniyormuş. 

"Yeni dönemde konteynerlerden yeni yapılan sınıflara geçince bazı sınıfların birleşmesi ve öğretmen değişiklikleri gibi adaptasyon sorunlarını beraberinde gelecek. Birçok öğrenci, öğretmenlerinin 'norm fazlası' olması nedeniyle yerlerinin değişmesinden dolayı uyum sorunları yaşıyor. Bu durum, akademik becerileri etkilediği gibi, depremzede çocukların sağlıklı bağ kurma olanaklarını da olumsuz etkiliyor. Benzer sorunlar, sınıf ve arkadaş değişikliği yaşayan öğrencilerde de gözlemleniyor" diye anlatıyor bu durumu.

2023'te deprem bölgesine atanan Selim Öğretmen, "Eylül 2023'ten 2025 Şubat'a kadar dört okul değiştirdim. Hangi sınıfa, hangi kademeye göre hazırlık yapsam hazırladığım materyalleri, eğitim yöntemlerini kullanamıyorum. Şimdi seneye ne olacağı yine meçhul. Hem akademik olarak kendimi hazırlayamıyorum hem de çocukları tanıyıp onları kendi ihtiyaçları çerçevesinde eğitmem sekteye uğruyor" sözleriyle yaşadıkları belirsizliği dile getiriyor.

Selim, en başa bu belirsizliği yazıyor sorunladan bahsederken. Öğrenciye, müfredata ya da genel ihtiyaçlara göre plan yapmanın ne denli zor olduğundan bahsediyor. 

"Üzerine bastığımız zemin sürekli değişiyor. Birgün okul değişti diyorlar, ertesi gün sınıf. Ben küçük çocuklara yeri geldiğinde uzun soluklu programlar, derslere destek olacak aktiviteler planlıyorum. Sonra 'Ama yine değilecek her şey muhtemelen' diyorum. Dediğimle de kalıyorum." 

Psikolojik travmalar ve yetersiz destek

Deprem bölgesinde haliyle öğrencilerin psikolojik sorunları da öne çıkan başlıklardan biri. Rehberlik öğretmenleri hala birçok öğrencide depremin etkilerinin görüldüğünü belirtiyor. Kapalı mekana giremeyen öğrenciler, beklenmedik bir sese ya da duruma ani tepki verenler ve daha nicesi. 

Beril Öğretmen* bu deneyimleri anlatırken kısıtlı imkanlardan bahsediyor önce.

Psikolojik danışman ve rehberlik öğretmeni Beril, deprem fobisi ve aşırı uyarılmışlık nedeniyle birçok öğrencide uyku problemleri, kabuslar ve zorbalık gibi davranışsal sorunların devam ettiğini belirtiyor. 

"Ciddi davranış problemleri görülen öğrencileri ilgili kliniklere sevk ediyoruz. Ancak bölgede travma konusunda uzmanlaşmış kişilerin etkin bir şekilde çalışabileceği bir sistem yok ne yazık ki. Sağlık Bakanlığı'ndan bununla ilgili hiçbir proje görmedim" diyen Beril, ücretsiz sosyal etkinliklerin ve ulaşım olanaklarının kısıtlı olmasının da çocukların sosyalleşmesini engellediğini vurguladı.

Konteyner okulların "ev" hissiyatı vermesi ve gerçek bir okula benzememesi, çocukların okul ortamına adapte olmasını zorlaştırıyor. Beril öğretmen, "Çocuk orayı okul olarak benimseyemiyor. Sadece konteyner kentin bir parçasıymış gibi evine benzetiyor. Bir laboratuvar yok, bir spor salonu yok. Dolayısıyla çocuk okul olarak benimsemediği için kurallara da uymuyor. Sadece zorbalık değil, uyumsuz davranış bozukluklarıyla karşı karşıya kalıyoruz" diyor.

Ayrıca, Hatay'da aile içi şiddet ve boşanma oranlarındaki artış da dikkat çekiyor. Yaşam şartlarının zorlaşması, kalabalık ailelerin küçük alanlarda yaşaması ve sosyal olanaklara erişimde, kamusal işlerde yaşanan zorluklar, aile içinde "tahammülsüzlüğün" artmasına neden oluyor ve bu durum çocuklara yansıyor. Beril Öğretmen, "Velilerimde çok fazla boşanmayla karşı karşıya kalıyorum. Bu da tabii çocuğa yansıyor, çocuğun eğitim hayatına ve okuldaki davranışlarına yansıyor" ifadeleriyle anlatıyor bu durumu.

Gelecek kaygısı ve öğretmenlerin tükenmişliği

Hem öğrencilerin hem de öğretmenlerin yaşadığı belirsizlik, gelecek kaygısını derinleştiriyor. Birçok öğretmen, şartlar düzelmedikçe sorunların çözülebileceğine olan inançlarının azaldığını ve günü kurtarıyorlarmış gibi hissettiklerini dile getiriyor. Öğretmenler, temel sorunlara kalıcı çözümler üretilemediği sürece bu döngünün devam edeceğinden endişe ediyor.

Deprem bölgesinde eğitim, sadece binaların inşasıyla sınırlı kalmayıp, öğrencilerin psikolojik sağlığı, sosyal adaptasyonu ve öğretmenlerin motivasyonu gibi çok boyutlu sorunlarla boğuşmaya devam ediyor. Karne günü, bu zorlukların bir kez daha gözler önüne serildiği bir gün oldu.

*Öğretmenlerin isimleri idarecilerle herhangi bir sorun yaşamamaları adına değiştirilmiştir. 

                                                                        ***

Strateji ne işe yarar?-Aydemir Güler-

Strateji diye bir disiplin kuşkusuz var olmak durumundadır. Siyasette strateji, teori ile pratiğin arasında bir iletim kayışıdır. Asla lüks veya gereksiz değildir; zorunludur. Ancak strateji bağımsızlığını ilan ederse, pratiğin biricik yön vericisi zannedilirse, geriye savrulma, sürüklenme kalır.

Geçtiğimiz yıl Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi, NATO’dan ayrılmayı talep eden bir çalışma yürütüldü. İncirlik’e yüründü, bir dizi toplantı düzenlendi. Ve bir imza kampanyası yapıldı. Özetin özeti, “Türkiye NATO’dan ayrılmalı” diyen metin binlerce imzayla TBMM Başkanlığına da verildi. 

Bu çalışma sırasında, zaten bildiğimiz gerçeği yakından tanıdık. Türkiye’de aklı başında herkes NATO’nun memlekete zarar ziyan bir kuruluş olduğunu biliyordu. Bilginin eksik kaldığı yerde de bir tarihsel duyu devreye giriyordu: Halkımız Batı dünyasını sömürücü, emperyalist bir hasım olarak sınıflandırıyordu. Hakikaten, tarihsel duyudur ve doğrudur... 

Türkiye’nin “ağırlığı” NATO’yu en hafif tabirle “hiç mi hiç sevmezken”, entelijansiyanın önemli bir bölümünde bu duygu stratejiye kurban ediliyordu. Fikri sorulan aydınlar içinde NATO’yu olumlayana rastlamıyorduk, ama bir de işin “strateji” kısmı vardı: NATO’dan çıkmanın zamanı mıydı? Türkiye’nin yalnızlaşması bir başka ve daha büyük tehlikeye neden olabilirdi! Başka zaman olsa neyse, ama dünyanın bugünkü kaotik ortamında izolasyon yıkım anlamına gelirdi… 

Yanlış anlaşılmasın; görüşünü sorup desteğini aradığımız insanları, elbette kendimizce bir elemeden geçirmiştik. Açık emperyalizm yandaşlarından geçtik, memleketin örtülü Amerikancı, Almancı, İsrailci kaynadığını biliyorduk. Bunların kapısını çalacak değildik; çalmadık da. Sorun şuydu ki, yurtseverliklerinden, bağımsızlıkçılıklarından kuşku duyulamayacak nitelikte, NATO’ya temelden karşı olan kimileri, Türkiye’nin NATO’dan ayrılmasına imzalarını atamıyorlardı. 

Bu çekinikliği, Aydınlanmanın bizim gibi “Doğu ülkelerinde” “Batılılaşma” diye bir kod adına sahip olması da açıklamaz. Aydınlarımız pekâlâ Fransız Devriminin, İngiliz sanayisinin, Alman felsefesinin Batısı ile, NATO’nun ve hatta AB’nin Batısı arasındaki tarihsel kopuşu, birinin diğerini inkar ettiğini bilirler. 

Sözünü ettiğimiz şey, bir “strateji sapmasıdır.” 

Strateji diye bir disiplin kuşkusuz var olmak durumundadır. Siyasette strateji, teori ile pratiğin arasında bir iletim kayışıdır. Asla lüks veya gereksiz değildir; zorunludur. Ancak strateji bağımsızlığını ilan ederse, pratiğin biricik yön vericisi zannedilirse, geriye savrulma, sürüklenme kalır. Pratik politika artık motorundan yoksun kalmıştır. 

Türkiye, tarihen, zaten böyle bir ülkedir! Osmanlı modernleşmesi, kapitalistleşmenin rüzgârıyla yükselen güçlerle rekabet için başlamıştı. 19. yüzyılda gemi su alırken, hedeflenen bir liman yoktu. Osmanlıcılığın birleştirmesine duacı olundu, tutmadı. Pan-İslamizm denendi, hayal çıktı. Pan-Türkizmin kimsenin umurunda olmadığının anlaşılması için yıllar harcandı... 

Bu denemelerin her birinde zorunlulukların, eldeki olanakların biçimlendirdiği stratejiler geliştirilmiştir. Ama benimsenen bir teori, angaje olunan bir ideal, uğruna ölünecek ilkeler yoktur. Gemi karaya oturdukça yeni rota çiziktirilir, ama nafile… Tarihin sonunda, pragmatizm teorinin yerine alır! 

Türkiye’nin, “tutar mı” sorusunun “doğru mu/ haklı mı” sorularının önüne geçtiği bir toplumsal çürümeye eğilimli olması biraz da bu yüzden olabilir mi?

Cumhuriyet Devrimi bu olumsuz mirasla da kavga etti. Onun altını oyanlarsa “bu yanlış” demek yerine, elden gelenle yetinmeyi vaaz ettiler. En iyi bildiklerini yapıp, hayatı kendilerine yonttular, güçsüzün sırtına bindiler, ne varsa yağmalamaya baktılar. 

Pragmatizm bizim değil karşıdevrimcilerin yöntemidir. 

Şimdi dönüp dolaşıp Cumhuriyetçi saflarda yayılmasına izin verilmemelidir. 

Bize ilkeleri güçlendiren, kurtuluşun neye benzeyeceğini açıklayan sağlam teori lazım. Bize bu teoriyi hayata geçirmenin rotası anlamında devrimci strateji lazım. Bize teoriye istisna parantezi açmaya çalışmayan, yaratıcı, ikna edici, iddialı ve gerçekçi pratik politika lazım. 

Bağımsızlık mı? O NATO’yla, AB’yle olmaz. Emperyalist kapı dışarı atılır. 

Laiklik mi? Onun özgürlükçüsü baskıcısı olmaz. Yurttaşlık laiklikle başlar. 

Eşitlik mi? O iş, beş parmağı karşılaştırmakla olmaz. İnsanın insanı sömürmesine son vermek gerekir. 

                                                          /././

Cumhuriyetçilerin birliği için notlar(III): Kürtler neresinde olacak Cumhuriyet’in?-Erhan Nalçacı-

Topraksız Kürt köylüsü, tarım işçisi, kentlerde inşaat işçileri, sanayii işçileri, eğitim, sağlık ve büro emekçileri, hizmet emekçileri… Onları bu sürece kazanmadan Cumhuriyeti yeniden kazanabilir miyiz?

Cumhuriyetçilerin birliğini hedefleyen süreç devam ediyor. Bu süreçte birbirimizi anlamaya ve ortak bir dil geliştirmeye çalışıyoruz. Geçen iki hafta içinde bu köşede sürece katkıyı amaçlayan bir yazı dizisi yayınlandı. İlkinde “Cumhuriyet’e sınıflar açısından bakmak” ve ikincisinde “Yeni bir Cumhuriyet mi?” başlıkları altında altı soru sorup yanıtlamaya çalıştık.

24-25 Mayıs’ta gerçekleşen ilk ve öncü Cumhuriyetçiler Kurultayı’nda Kürtlerin Cumhuriyet’e nasıl ekleneceği başlıca bir tema altında tartışılmadı. Genel olarak AKP ve MHP tarafından başlatılan Kürt açılımının getirebileceği potansiyel sorunların yarattığı kaygıda ortaklaşma olduğu gözlendi. Yine de farklı kökenden gelen Cumhuriyetçiler arasında kullanılan terminolojiden önemli farklılıklar olduğu ancak konu esastan ele alınmadığı için henüz bunların ortaya çıkmadığı düşüncesi doğdu.

Önümüzdeki Cumhuriyetçiler Kurultaylarında işlenmesi beklenen bu konuya bir katkıda bulunması dileğiyle üç soru sorup yanıtlamaya çalışacağız. Ancak karmaşık görülen olguların sürece yayılan bir sınıf penceresinden bakılarak çözülebileceğini baştan belirtelim.

Soru 7: Kürt siyaseti terör örgütü müydü?

Zor sorudan başladık, öte yandan bu kısmı halledebilirsek diğer iki soruya daha kolay yanıt verebiliriz. Bazı konuşmacılar Kurultayda Kürt siyaseti için bu ifadeyi kullandığı için yüzeye çıkan bir farklılığı yansıtıyor.

Evet, PKK teröre başvuruyor, örneğin halkın etkilenebileceği kör bombalı saldırılarda bulunuyordu. Yine de tüm hareketi terör olarak tanımlamak doğru mu diye sormalıyız. 

Neyse ki karşılaştırmalı tarih yardımımıza yetişiyor. Bugün dünyada geçen yüzyılda sömürgeciliğin çökmesi ile birlikte kurulmuş 194’ü Birleşmiş Milletler üyesi çok sayıda ulus devlet var. Bu uluslaşma sürecinde ulusal devletine kavuşamamış azınlık olan halklar geçen yüzyıl içinde ayrılıkçı ve silahlı yöntemler kullanan mücadeleler yürüttüler. İrlanda’dan Tamil’e milliyetçilik temelinde ayrılıkçı silahlı örgütlenme olgusunu dolduran birçok örnek bulunuyor.

Bugün Türkiye, Suriye, Irak ve İran’da nüfusun aşağı yukarı %15’ini oluşturuyor Kürt halkı. Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı sonrası siyasi coğrafyada ulus devletler kurulurken bu iki fazı kaçıran Kürtler ulus devletlerini arıyorlar.

Neden kaçırdılar ulusal devletlerini kurma fırsatını? Muhtemelen sıkıştıkları denizlerden ve ticaret yollarından uzak kalmış bu coğrafyada yeterli sermaye birikimi sağlanamadı ve bölge büyük ölçüde kapitalizm öncesi üretim ilişkileriyle yüklüydü.

Devletler genellikle bir silahlı ayaklanma ile karşılaştıkları zaman ideolojik olarak karşı tarafı küçük düşürmek ve izole etmek için “terör örgütü” gibi tanımlamaları kullanıyorlar ve bir süre sonra bu kavramlar ağza alınmazsa insanları yakan tabular haline geliyor.

Ayrıca burada başka bir yöntemsel sorun daha var, o da devletin sınıfsal niteliği ile ilgili. Nasıl bir millet sınıfsız, eşit bir kaynaşmış kitle değilse, devletin de niteliğini o ülkenin egemen sınıfı verir. Türkiye’de devletin içinde yakın tarih içinde yurtsever ve cumhuriyetçi kadrolar olabilir ama bu devletin burjuva niteliğini değiştirmez. Gericileşmiş olan burjuvazinin devletine de bir mesafe koymadan söz konusu “terör örgütü” kavramı ile başa çıkamayacağımızı göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Soru 8: Peki, neden Kürt siyaseti Cumhuriyetçiler Kurultayının bir parçası değildi?

Bu sorunun yanıtını yine tarih içinde bulabiliriz.

Kürtler iki treni birden kaçırmış gözüküyorlar. Geçen yüzyıl içinde ulus devletle sonuçlanan bir burjuva devrimini gerçekleştirmemeleri birinci trense, ikincisi işçi sınıfı devletlerinin ulusal devrimleri ileri çeken dönemi de kaçırmaları oldu.

Burjuva devrimleri 19. yüzyılın sonuna geldiğimizde işçi sınıfı korkusuyla ve emperyalizm çağına girilmesiyle zaten çok gericileşmişti. Almanya, İtalya, Japonya gibi ülkelerde ulusal birliği sağlayan burjuva devrimleri hızla otoriter, militarist ve gerici bir yapıya yöneldiler.

Ancak geçen yüzyılda emperyalizme ve yerel işbirlikçisi hanedanlara karşı gerçekleşen burjuva devrimleri 1917 Ekim devrimi ve sosyalist devletlere yaslanarak geçici bir süre için ve son kez tarihsel bir ilerici hamle yapma şansı buldular. Bunun belki ilk örneği, 1923 Devrimi’ydi. İkinci Dünya Savaşı sonrası sömürgecilik çökerken bütün dünyada birçok örneği yaşandı.

20. yüzyılın son çeyreğinde kurulan, yoksul köylülüğe yaslanan ve milliyetçi bir hareket olarak kurulan PKK’nin Kürdistan İşçi Partisi olarak ismini belirlemesi muhtemelen bu sürecin bir parçası olma isteğini yansıtıyordu.

Ancak tren kaçtı.

Sovyetler Birliği içindeki karşı devrim dalgası sadece kendi içindeki ve tüm dünyadaki emekçileri değil buna benzer bağımsızlıkçı hareketleri de en azından fikirsel düzeyde yalnız bıraktı.

Köylü hareketlerinin çok çabuk bir burjuva hareketine dönüştüğünü dünyadaki birçok örnekten biliyoruz. Ayrıca son 35 sene içinde Kürt burjuvazisi ciddi bir sermaye birikimine kavuştu.

Bu dönemde ulusal bir kapitalist devlet kurma hedeflerinin destekleyicisi ancak emperyalist güçler olabilirdi. Irak’ın ABD tarafından işgalinde fiili bir Kürt devletinin ortaya çıkması bir model oldu. Hem emperyalizmin bölgesel ajanı hem yönlendirici berbat bir devlet haline gelen İsrail ile bağdaşıklık pragmatizmin doğal uzantısı olarak ortaya çıktı.

İsrail İran’a saldırırken İran içinde ayaklanma çağrısı nasıl değerlendirilebilir?

Başka bir deyişle Türkiye sermayesi ne kadar kirlendiyse ve gericileştiyse bu koşullarda Kürt sermayesi ve onun siyasi uzanımları da aynı şekilde kirlendi.

Ne emperyalizme karşı ilkeli duruş ne laiklik ne piyasa karşıtlığı kaldı. Oysa şimdi bunlar Cumhuriyetçileri bir araya getiren nitelikler.

Aynı zamanda, ulusal sınırların emperyalizmin etkisi altında değişmesine karşı çıkıyor sürecimiz. Oysa Kürt siyaseti tam da bunun için etkinlik gösteriyor.

Soru 9: Kürtler Cumhuriyetçilerin birliği sürecinin neresinde yer alacak öyleyse?

Cumhuriyetçilerin birliği süreci geçen hafta tanımladığımız Türkiye burjuvazisinin tam boy ve tüm kurumlarıyla gericileşmesine karşı emekçi sınıf ve tabakalara yaslanıyor.

O zaman Kürt emekçilerine de ihtiyacımız var bu süreçte.

Topraksız Kürt köylüsü, tarım işçisi, kentlerde inşaat işçileri, sanayii işçileri, eğitim, sağlık ve büro emekçileri, hizmet emekçileri…

Onları bu sürece kazanmadan Cumhuriyeti yeniden kazanabilir miyiz?

Bu siyasi becerikliliği göstermek zorundayız. Emperyalizmin yönlendirmesi ile hiçbir emekçi halka özgürlük gelmediğini, aksine felaket ve kölelik getirdiğini anlatmak için elimizde çok veri var bugün.

-----

Cumhuriyetçilerin birliği için notlar (II): Yeni bir Cumhuriyet mi?(https://haber.sol.org.tr/yazarlar/erhan-nalcaci/cumhuriyetcilerin-birligi-icin-notlar-2-yeni-bir-cumhuriyet-mi-399027)

Cumhuriyetçilerin Birliği için notlar(I): Cumhuriyet’e sınıflar açısından bakmak

(https://haber.sol.org.tr/yazarlar/erhan-nalcaci/cumhuriyetcilerin-birligi-icin-notlar-cumhuriyete-siniflar-acisindan-bakmak-398860)

                                                        /././

Leyla Alaton, Erdoğan’la ne görüştü? Suriye'yle imzalanan protokolle ne ilgisi var?

Stent üretimi yapan Alvimedica’nın patronu Leyla Alaton’un AKP grubunda Erdoğan’la yaptığı 20 dakikalık görüşme merak konusu olurken, ertesi gün Türkiye’ye gelen Suriye Sağlık Bakanı’yla Şam Kalp Hastanesi için protokol imzalanması dikkat çekti.(https://haber.sol.org.tr/haber/leyla-alaton-erdoganla-ne-gorustu-suriyeyle-imzalanan-protokolle-ne-ilgisi-var-399201)

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

  Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...