BİRGÜN "Köşebaşı+Gündem" -22 Haziran 2025-

Sıra kadının miras hakkını gaspa mı geldi?-Gözde Bedeloğlu-

2011 yılında, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan,, “Biz muhafazakâr demokrat bir partiyiz. Bizim için aile önemli” diyerek, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın yerine Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı kurulacağını açıklamıştı. Kadın örgütlerinin yoğun tepki ve eleştirilerine rağmen kadının adı bakanlıktan çıkarılmıştı. O günden bugüne bakanlık koltuğuna hep kadınlar oturtuldu. Kabinenin geri kalanındaki ezici erkek hâkimiyeti iktidarın meseleye hangi zihniyetle yaklaştığının apaçık göstergesi. Kadın yıllardır, bir birey olarak değil, ailenin bir unsuru olarak konumlandırılıyor. Evli olması, çocuk doğurması destekleniyor, bekâr olması, çalışması tercih edilmiyor. Hatırlayalım, bugünün Ekonomi Bakanı Mehmet Şimşek, Devlet Bakanlığı görevini yürüttüğü yıllarda işsizlik artışının sebebini şöyle açıklamıştı: “İşsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Kadınlar arasında kriz döneminde işgücüne katılım oranı artıyor.”

Erdoğan’ın yıllar önce, kadın erkek eşitliğinin fıtrata ters olduğunu söylemesi de, iktidarın kadına bakışını tarif eden gelmiş geçmiş en derli toplu özettir bana kalırsa.

***

Kadına yönelik erkek şiddeti, -taciz, tecavüz, cinayet-, artarak devam ederken, kendini ‘demokrat’ olarak tarif eden iktidar, Türkiye’nin tarafı olduğu uluslararası sözleşmelere aykırı hareket etmekten çekinmedi. Kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığı sona erdirmek ve cinsiyet eşitliğini güçlendirecek adımlar atmakla yükümlü olduğu halde, bakanlıktan kadının adını çıkarmak ya da İstanbul Sözleşmesi’ni feshetmek gibi büyük geri adımlar attı. Kadının, birey yerine ailenin bir unsuru olarak konumlandırılması, kadına yönelik şiddetin ayrımcılık ve hak ihlalinden ziyade aile içi meseleymiş gibi algılanmasına hizmet etti. Kadın cinayetlerinin her yıl artarak devam etmesine rağmen devletin kadınları koruyamıyor oluşu, cezasızlık algısının büyümesi, kadınların yaşadıkları çevrede kendilerini daha güvensiz ve savunmasız hissediyor oluşunun elbette politik bir yanı var. Ki bu da iktidarın ısrarla gözden kaçırmak istediği bir gerçeklik.

İstanbul Sözleşmesi’nde kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık bir insan hakkı ihlali olarak tanımlanıyordu. 2011 yılında sözleşmeyi imzalayan Türkiye aynı yıl kadınının adını çıkardığı Bakanlığa aileyi eklemişti. Dışarıda başka içeride başka ve birbiriyle çelişen gündemler yirmi yılı aşan AKP iktidarının pragmatik naturasının bir yansıması. O dönemde kadın örgütlerinin uluslararası sözleşmelere aykırı diye tepki gösterdiği karar ve uygulamalar, iktidarın zamanı geldiğinde sözleşmeyi de ortadan kaldırmasıyla “yeni Türkiye’nin vizyonu” haline geldi! Kadınları koruyacak yasalarımız var denilerek, 2021 yılında, Erdoğan’ın imzasıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldı. Doğru, kanunlarımız vardı ama kadını erkekle eşit görmeyen bir inancın süzgecinden geçerek yorumlanıyordu. Kadınlar ve çocuklar sistematik şekilde şiddete, tacize ve tecavüze uğrarken hükümet tarafından atılan geri adımların politik sebeplere dayandırılmaması imkânsız. Türkiye’de kadının bir birey olarak görülmüyor oluşu; evlenmesi, çocuk doğurması, ittifak ortağı HÜDAPAR’ın belirttiği gibi ‘sahiplenilmesi’ gerektiği ve ancak bu şartlarda adının sayılıyor oluşu yıllar boyu süren gericileştirmenin bir sonucu.

***

Bu şartlar altında derhal ‘Kadın’ ya da ‘Eşitlik Bakanlığı’nın kurulmasına ihtiyacımız varken, hükümet, kadınların miras ve mülkiyet haklarının gasp edilerek eşitsizliği derinleştireceği endişesi yaratan yeni bir uygulama ile gündemde. İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi’nin yaptığı açıklamaya göre herhangi bir yasal değişiklik yapılmamış olsa da bu iddialar ‘Tapu Sicilinde Arabuluculuk Uygulamaları Genelgesi’ne dayanıyor. Genelge, Türk Medeni Kanunu’nun miras paylarına ilişkin açık hükümlerini değiştirmiyor ancak ortaklığın giderilmesi davalarında arabuluculuk anlaşmalarının resmî senet olmadan tapuda tesciline izin veriyor. Aile içi anlaşmazlıkların azaltılması ve tapu işlemlerinin kolaylaştırılması hedeflenirken, miras paylaşımında noter onay şartı kaldırılıyor.

***

Kadın örgütlerinin genelgede dikkat çektiği nokta, ekonomik ve sosyal olarak dezavantajlı konumda olan tarafın baskı altında kalıp yasal haklarından feragat etmeye zorlanabilecek olması. Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu, miras konusunda tapu işlemlerinde eşit paylaşımdan vazgeçilerek yapılacak anlaşmalı paylaşımın, kadınların baskı altında karar verdiği, ekonomik bağımlılık nedeniyle eşit bir pazarlık gücüne sahip olamadığı koşullarda gerçekleştirilebileceği konusunda uyarıyor. Ki bu da cinsiyet eşitsizliğini derinleştirecek diğer bir konu. Son on 15 yılın bize gösterdiği, bu endişenin hiç de yersiz olmadığı.

                                                           /././

71'inde çalışırken öldü: Hayali bağda bir kulübeydi -Semra Kardeşoğlu-

Yozgat’ta çalıştığı inşaattan düşerek ölen 71 yaşındaki boyacı Selami Şimşek bir işçi emeklisiydi. Köy muhtarı Özbek konuştu: Üzüm bağına konteyner ev yapmak istiyordu. ‘Çok yoruldum, artık dinleneceğim’ dedi. Olmadı.

Çocukların iş cinayetle rinde can verdiği ülkede yaşlılar da inşaattan düşerek, bekçi kulübelerinde kalp krizinden, tarla yolunda traktör kazasında ölüyor. Emeklilik denilen şey neredeyse kağıt üzerinde kalıyor. Malum, binlerce kişi 14 bin civarı emekli maaşı alıyor.  Yaşamak ne mümkün bu parayla. “Mezarda emeklilik” denilen şey bu mu acaba?

İSİG’in Nisan ayı raporuna göre 65 yaş üstü en az 9 kişi iş cinayetinde yaşamını yitirdi. Bu yılın ilk beş ayında ölen işçi sayısı en az 796. Bu her gün en az 5 işçinin, 4.5 saatte ise bir işçinin ölümü anlamına geliyor. Yaş gruplarında ise sadece 2024 yılında 65 yaş ve üzeri 96, 2025’in ilk 5 ayında ise 40 kişi iş cinayetinde hayatını kaybetti.

65 yaş üstü işçi ölüm haberlerinin sonuncusu iki gün önce Yozgat’tan geldi. Sarıkaya ilçesindeki bir inşaatın 6’ncı katından düşen işçi Selami Şimşek hayatını kaybetti. Şimşek 71 yaşındaydı. İddiaya göre tesadüfe bakın ki birçok iş cinayetinde olduğu gibi Şimşek’in de ‘işte ilk günüydü.’

Olayı ayrıntılarıyla öğrenmek için Şimşek’in memleketi Yozgat’ın Sorgun ilçesi Temrezli köyü (gerçi artık hepsi mahalle) muhtarı Mustafa Özbek’i aradım, sordum. Anlattığı sadece bir kişinin değil yüz binlerin hikayesi gibi.

GİTTİKÇE KÜÇÜLEN BİR KÖY

1965 yılına ait kayıtlara göre 450 kişi yaşıyormuş bu köyde. Bugün 11 hane, yaklaşık 20 kişi. Yazları 20 haneye çıkıyormuş. 10 yıl öncesine kadar da 56 hane varmış. Özbek, “56 yaşındayım ve köyün en genci benim. En genç olarak diğerlerine yardım etmeye çalışıyorum. Köyde mercimek, nohut, fasulye ekilirdi. Her hanenin ineği vardı birkaç tane. Üzüm bağları vardı. Pekmez yapılırdı. O zaman herkesi geçindiriyordu bunlar. Köyde ilkokulumuz, 4 tane öğretmenimiz vardı. Zamanla yetmez oldu. Erkekler çalışmak için göç etmeye başladı. Selami Şimşek de 6 kardeşti. O da Arabistan’da çalışmaya gitti. Badana boya işi yapıyordu. Yıllarca çalıştı emekli oldu. Sorgun’a yerleştiler. Üç kızı, iki oğlu vardı.”

ÜZÜMLER ÇOKTAN KURUDU

Peki sonra ne oldu? Muhtar Özbek, Şimşek’in üç gün önce köye geldiğini aktararak şöyle dedi: “Bana ‘Çok yoruldum artık. Bizim bağa bir konteyner yapıp oraya yerleşmek istiyorum. Artık dinleneyim’ dedi.

Emeklilik parası malum, nasıl yetsin. Hep çalışıyordu. Sorgun’da da inşaatlarda çalıştı. Sonra Sarıkaya ilçesi var, 40 kilometre ötede Sorgun’dan. Sanırım orada birkaç dairenin boyasını yapacaktı. İnşaatta kalıyor olabilir orada. Hepimiz çok üzüldük. O bağa gelip dinlenemedi.”

Böyle küçük bir hayal için bile zamanın yetirilemediği bir memleket. Sorgun’a biraz daha yakından bakayım istedim.

2000 yılında 120 bin olan ilçe nüfusu azalarak 80 bine gerilemiş. Buğday, arpa, nohut, mercimek üretimi de düşmüş. Üzüm bağları ise yanlış tarım politikalarından nasibini almış. Sorgun’a özel üzümlerin üretimi de düşmüş. Şimdi o bağları yeni den canlandırmak için çabalanıyor. Selami Şimşek’in o bağlarda bir küçük kulübede yaşayıp dinlenme hayali kurumuş üzüm salkımları gibi yok olup gitti.

O giderken 65 yaş üzeri binlerce emekli inşaatlarda güvencesiz, korunmasız üç kuruşluk önlemsiz çalışmayı sürdürüyordu.

                                                            /././

Servet kaybı zengine yaradı -Hayri Kozanoğlu-

UBS’nin 2025 Küresel Servet Raporu’na göre Türkiye, yerel para cinsinden serveti en çok azalan ülke oldu. Buna rağmen ülke dolar milyoneri sayısında dünya lideri oldu. Altın, döviz ve yüksek faiz zengine yaradı.

Union Bank of Switzerland’ın (UBS) 2025 Küresel Servet Raporu yayımlandı. UBS, küresel elitlerin 6,3 trilyon dolarlık portföylerini yöneten, onlara yatırım danışmanlığı veren bir finansal hizmetler kuruluşu olduğu için böyle bir araştırmayı yürütüyor ve sonuçlarını kamuoyuyla paylaşıyor.

Rapora göre küresel servet 2024 yılında yüzde 4,6 artarak, 2023’teki yüzde 4,2’lik tempoyu da geride bırakıp 470 trilyon dolara yükseldi. Küresel servetin yüzde 92’sine sahip olduğu tahmin edilen 56 ülkenin mercek altına alındığı çalışmada en çarpıcı veriler Türkiye’den geldi.

2024’te Türkiye’deki dolar milyarderi sayısı yaklaşık 7 bin kişi artarak 68 bine yaklaştı. Bu, geçen yıla göre %8,4’lük bir sıçramaya denk geliyor ki yüzde 5,8’lik bir yükseliş gösteren BAE’nin önünde, ülkemizi oransal olarak milyoner sayısı en hızlı artan ülke konumuna getiriyor.

“Ne güzel, ülkemizde refah artıyor. Bu yoksullara bile akmasa da damlar, dertlenmeye ne gerek!” diye düşünmek olanaklı. Ne var ki rakamların ayrıntılarına göz atınca, yerel para cinsinden 2024’te serveti en fazla daralan ülke yüzde 21 ile Türkiye. Bizi yüzde 8,2 düşüşle savaş yürüten Rusya izliyor. Ülkemizde TL cinsinden servetin yüzde 35 arttığı yılda, reel anlamda yetişkin başına servetin yüzde 14,6 düştüğü belirtiliyor.

Bu çelişkili gibi görünen durumu açıklamak için toplam servetin finansal ve reel varlıklar arasındaki dağılımına bakmak gerekiyor. İsviçre’de finansal varlıklar toplam servetin %80’ine ulaşırken; Türkiye, Rusya, Yunanistan gibi ülkelerde ancak üçte birini oluşturuyor. Yani başta konutlar olmak üzere, Türkiye’de servetin genel seyrini gayrimenkul fiyatları belirliyor.

Hatırlanırsa 2024 yılında TCMB’nin Konut Fiyat Endeksi yüzde 29,4 artış göstermiş, bu reel anlamda yüzde 10,4’lük bir azalmaya işaret etmişti. Buradan, 2024 yılında Türkiye’de toplam servetin neden gerilediğini tahmin edebiliriz.

Peki, öyleyse 2024’te dolar milyoneri sayısı nasıl arttı? Birincisi, ülkemizde azımsanmayacak altın yatırımcısı var. Altın fiyatlarındaki keskin yükseliş onların servetlerini artırdı. 2024 Mart Yerel Seçimleri öncesi politika faizinin yüzde 50’ye çekilmesiyle mevduat faizleri de yüksek bir düzeye çıktı. Ekonomi programı, faizlerin enflasyonun üzerinde seyretmesine; döviz kurundaki değişimin ise enflasyonun altında kalmasına dayandığı için haliyle TL mevduat kazançlarının dolar karşılığı arttı. Zaten yüklü döviz mevduatı tutan rantiyelerin hesapları, sınırlı da olsa faiz kazancıyla dolar karşılıklarını yukarı çekti.

Özetle, portföyünü altın, TL mevduatı ve döviz mevduatı arasında dağıtan bir rantiyenin serveti üç cepheden de dolar cinsinden artış elde etti. Buna karşın, örneğin İstanbul’da tek bir evi bulunan bir kişinin varlığı düşüş gösterdi.

Servet dağılımını Gini katsayısı ile ölçünce de Türkiye 0,73 ile tüm ülkeler arasında 9’uncu sırada bulunuyor. Brezilya, Rusya, Güney Afrika, BAE, Suudi Arabistan, İsveç, ABD ve Hindistan servet dağılımı Türkiye’den bozuk yerler. Slovenya ve Belçika ise servetin en adil dağıtıldığı iki ülke olarak dikkat çekiyor.

Sonuçta, kredi kartı ve ihtiyaç kredisi borçlarına gömülmüş bir dar gelirlinin serveti eksi bakiye verirken; konut sahibi orta gelir grubundakilerin de varlıkları dolar cinsinden geriliyor. Buna karşın, 2024’te finansal piyasalarda boy gösteren rantiyeler arasında milyon dolar servet eşiğini aşanların sayısı hızla tırmanıyor.

                                                                 /././

Stratejik maden bahanesi -Özgür Gürbüz-

Zeytinlik, mera ve ormanlık alanları tehdit eden torba yasa teklifi ilgili komisyondan geçti. Meclis Genel Kurulu’nda görüşülecek teklif, muğlak gerekçelerle Limak ve Bereket Enerji’ye Muğla’daki zeytin sahalarında kömür çıkartma izni veriyor.

Türkiye’deki doğal alanları talan etmeyi kolaylaştıracak torba yasa teklifi TBMM Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’nda kabul edildi. Teklifin önümüzdeki günlerde Meclis Genel Kurul’una gelmesi bekleniyor. İtirazlar sonuç vermezse AKP, MHP ve HÜDA PAR koalisyonuna biat eden milletvekillerinin oylarıyla teklif yasalaşacak. Zeytinlikler, ormanlar ve meralar enerji ile maden projelerine ciddi bir kontrol olmadan açılacak.

HANGİSİ STRATEJİK?

Tartışmalar sırasında maden lobisi, talan teklifini kamuoyuna kabul ettirebilmek için stratejik maden diye neye işaret ettiği belli olmayan bir kavram ortaya attı. Teklifte sıkça tekrar edilmesine rağmen ‘stratejik ve kritik madenler’in hangileri olduğu yazılmamış. Kömür mü, uranyum mu, altın mı stratejik belli değil. Maden Yasası’na eklenmek istenen madde 8’de “ulusal güvenlik ve ekonomik refah için yüksek öneme sahip olan ve iç veya dış etkenler nedeniyle arzı kısıtlanabilecek madenler, stratejik maden olarak kabul edilir” denmiş. Bu tanıma dâhil edilmeyecek maden var mı sizce? Her gün kahvaltıda yediğimiz zeytin bulaşık deterjanı yaptığımız bordan daha mı az stratejik? Et fiyatlarının uçup gittiği ve dışa bağımlı hale geldiğimiz hayvancılığın kalbi meralar stratejik ve kritik değil mi? Arzı kısıtlanmadı mı?

Asıl dertleri kalitesiz linyit kömürü, çok kâr getiren altın madenleri ve çıkarıp satabildikleri her şeyi bu kılıfa sokup, mahkeme ve ÇED’le uğraşmadan satabilmek. Yangından mal kaçırırcasına. Yasa teklifinde kömür maden sahalarının genişletmek için ezip geçmeleri gereken zeytinlikleri koordinat vererek işaretlemeleri de bu yüzden. Koordinatları verilen yerler hükümete yakın Limak ve Bereket enerjiye ait termik santralların maden sahalarını gösteriyor. Bir önceki yazımda bahsettiğim adrese teslim yasadan kastım buydu. Geçici maddeyle karşımıza gelen bu tehlike sanıldığından da büyük bir belaya yol açabilir. Zeytincilik Yasası’nı delme hamlesi emsal kabul edilebilir. Zeytinliklerin yerine maden, otel, konut, enerji santralı dikmek isteyenler, bir başka torba yasaya benzer bir madde ekletebilir.

STRATEJİK DETERJAN

Uğruna binlerce yıllık doğal varlıkların yok edildiği, ‘stratejik’ denilen bu madenlere ne yapıldığını biliyor musunuz? İhraç ediliyorlar. 2024’te ihraç edilen madenlerden elde edilen para 5,7 milyar dolar (IMMIB). Türkiye’nin bu madenlere ihtiyacı varsa, onlarsız olmuyorsa bir gramının satılmaması gerekmez mi? Hadi, yasaklayın maden ihracatını, sadece Türkiye’nin ihtiyacı için madencilik yapılmasına izin verin. Bakalım ormanları, zeytinlikleri yok eden yasalar için lobi yapan kalıyor mu? Meclis çatısı altında avukatlara, çevrecilere iterek saldırıda bulunuyor mu? Elbette içinde bulunduğumuz dünyada dış ticaret kaçınılmaz ama ne verip ne aldığımızı iyi hesaplamalıyız. Stratejik bir maden olan bor madenini hatırlıyor musunuz? Şimdi borla dünyanın en stratejik çamaşır deterjanını yapıyoruz. Bizi zengin edecekti, şimdi temizlik malzemesi yapmak için kullanıyoruz. Kalorifik değeri yerlerde sürünen yerli linyitin stratejik olması için elektrik üretiminde yerine koyacak bir başka seçeneğinizin olmaması gerekir. Türkiye’nin enerjiyi verimli kullanması durumunda 2030’a kadar enerji tüketimini yüzde 15 azaltacağı, II. Ulusal Enerji Verimliliği Eylem Planı’nda yazıyor. Bu oranın elektrik için de geçerli olduğunu varsayan basit bir hesap yapalım. 2024‘te Türkiye 343 milyar kilovatsaat (kWs) elektrik üretti. Tüketimi %16 azaltsa 54 milyar kWs eder. Türkiye’nin 2024’te linyit santrallarından ürettiği elektrik 40 milyar kWs. Verimlilik yetmezse güneşinden biyokütlesine doğaya daha az zarar vererek elektrik üreten onlarca alternatif var. İnsanlar mecbur kalsa elektriksiz de yaşar ama gıdasız, susuz yaşayamaz. Hangisi stratejik siz söyleyin.

***

‘AMAN DIŞARI SIZMASIN!’

Kamuoyunda büyük tepki çeken ve zeytinlikleri, su kaynaklarını, milli parkları tehlikeye atan madencilik faaliyetlerine izin veren yasa tasarısı için şirketlerin oluşturduğu maden platformuna gönderilen mesaj ortaya çıktı. Bahadır Özgür’ün köşesinde de yer alan mesajda, önerilerini acilen sunmaları ve kesinlikle tasarının dışarı sızdırılmaması gerektiği belirtildi. Mesajda şu ifadeler yer aldı: “Maden Kanunu ile ilgili değişikliğin gündemde olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Konu ile ilgili Kanun taslağı üzerinde çalışma yapmak üzere 12 Mayıs 2025 Pazartesi saat 10:00’da gerçekleştirilecektir. Önerilerimizi en geç 13 Mayıs 2025 Salı gününe kadar iletmemiz gerektiğinden maalesef başka bir gün alternatifimiz bulunmamaktadır. Konunun önemine binaen programlarınızı ayarlayabilirseniz çok memnun oluruz. Not: Taslak çalışmasının 3. kişilerle paylaşılmasına MAPEG tarafından kesinlikle müsaade edilmemektedir. Maden Platformunda Kanun Taslağının 3. kişilerle paylaşılmaması için kesin karar alınmıştır. Taslak sadece komite çalışmasında yansıda görülebilecektir.”

***

YAŞAM HAKKI HEDEFTE!

Yaşam savunucuları yaptıkları açıklamalarla talan ve yağmanın önünü açan yasaya tepki gösterdi. Antakya Çevre Koruma Derneği’nden yapılan açıklamada "Depremle birlikte Hatay şimdi de tüm Türkiye maden ocağı sahası haline gelecek! Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın ayrılması ile de Türkiye’de madencilik mevzuatı tüm çevre ve halk sağlığını koruma mevzuatının üzerinde olduğunu göstermektedir. Ormanı, toprağı, zeytini ve tüm canlıların yaşam hakkını yok etmek üzere hazırlanan maden yasasına karşı yaşamı savunuyoruz ve hayır diyoruz" denildi. Mersin Çevre Platformu da "Zeytinime dokunma! Torba yasaya hayır!" diyerek eylem yaptı. Açıklamada, bu girişimin doğaya, köylünün geçim kaynaklarına ve toplumun geleceğine açık bir tehdit oluşturduğu kaydedildi.

                                                              /././

Nükleer silah işin bahanesi -Berkant Gültekin-

İsrail’’in 13 Haziran’da nükleer silah elde etmeye yaklaştığı iddiasıyla İran’’a yönelik başlattığı “Yükselen Aslan” operasyonunun ardından tırmanan savaş bir haftayı geride bıraktı. Tahran, nükleer çalışmaların enerji üretimi gibi sivil amaçlarla yürütüldüğünü ifade etse de kendi istihbaratından başka hiçbir kaynağa itibar etmeyen Netanyahu yönetimi, İranlı üst düzey askerleri ve bilim insanlarını öldürdü. Aradan geçen günlerde İran’ın verdiği yanıtlarla kayıplar karşılıklı olarak arttı.

19 Haziran’da İsrail, Beerşeba kentindeki Soroka Hastanesi’nin İran tarafından vurulduğunu açıklarken, İran hedefin istihbarat ve askeri komuta merkezleri olduğunu, hastanenin tali etkiden kaynaklı hasar aldığını belirtti. Gazze’de yıkmadık sağlık binası bırakmayan Tel Aviv, iki-üç gündür hastanenin vurulması üzerinden Batı’da gerileyen desteğini onarmaya çalışıyor.

Netanyahu hastane önünde kameraların karşısına geçerek açıklama yapmayı ihmal etmedi. İran’ın “savaş suçu” işlediğini savunan İsrail Başbakanı, İran Dini Lideri Hamaney’e suikast tehdidinde bulunarak “Orduya İran’da kimsenin dokunulmazlığı olmadığı talimatını verdim” dedi. Onbinlerce insanın ölümünden sorumlu olan Netanyahu ayrıca, herkesin bedel ödediğini anlatmak amacıyla “oğlunun düğününün iki kez ertelendiğinden” söz ederek düştüğü ahlaki çukurun derinliğini de bir kez daha gözler önüne sermiş oldu.

İran’da bir rejim değişikliği Netanyahu’nun en büyük hedefi. İsrailli yetkililer, bunun “resmi hedef olmadığını” açıklasa da Netanyahu, rejimi devirmeye dair göndermeler yapmaktan kaçınmıyor. İran’daki muhaliflere ayaklanma çağrısı yapan ve “İran yeniden büyük olabilir” diyen Netanyahu, tarihe referansla, “2 bin 500 yıl önce İran kralı Kiros, Yahudi halkını özgürleştirmişti. Bugün Yahudi halkı, İran halkının özgürlüğü için çabalıyor” mesajı verdi.

İsrail’in İran rejimini değiştirme hedefi, yani 1979’dan bu yana var olan İran’ı yok etme planı, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın Aksa Tufanı Harekatı’ndan sonra başlattığı imha programının final aşaması. 7 Ekim’den sonra Gazze’yi yerle bir eden, Hamas’a ve Lübnan Hizbullahı’na liderlerini öldürerek ağır darbeler indiren, son olarak Suriye’de cihatçılar eliyle Esad’ı deviren ve böylece bir “ahtapot” olarak tanımladığı İran’ın bölgedeki müttefiklerini, yani kollarını kesen Tel Aviv, şimdi son viraja geldiğini düşünüyor.

Elbette bu son aşama aynı zamanda en zorlu aşama. Bunun için İsrail’in sadece diplomatik düzeyde değil fiziki düzeyde de ABD’nin desteğine ihtiyacı var. Netanyahu da bunun için yoğun çaba sarf ediyor. Haliyle gözler Trump’ın vereceği kararda ancak ABD Başkanı henüz İsrail’in beklediği netlikte ve keskinlikte bir sinyal vermiş değil.

ABD basını Trump’ın İran’a saldırı planı devreye almaya uzak olmadığını yazdı. Beyaz Saray ise Trump’ın buna 2 hafta içinde kararını vereceğini açıkladı. Önceki gün açıklama yapan Beyaz Saray Sözcüsü Karoline Leavitt, Trump’ın, “İran ile müzakerelerin gerçekleşme olasılığının yüksek olması nedeniyle saldırı kararını iki hafta içinde vereceğini” söyledi.

Trump, İran’a koşulsuz teslim olma “seçeneğini” sunuyor ve saldırı yapıp yapmama kararını buna bağlıyor. İran’ı istediği noktaya getirmek amacıyla küstahça tehditler savuruyor. Bir sosyal medya paylaşımında Hamaney’den söz ederek, “Nerede saklandığını tam olarak biliyoruz. Kolay bir hedef ama orada güvende. Onu en azından şimdilik ortadan kaldırmayacağız (öldürmekten söz ediyorum!)” dedi ve kendisiyle özdeşleşen çiğ üslubundan yeni bir örnek sergiledi.

ABD, İran’ı yıkma konusunda İsrail’den daha az istekli değil. Ancak anlaşılıyor ki alınacak riskler ve doğacak maliyet Atlantik’in öte tarafında titizlikle hesaplanıyor. ABD kamuoyunun büyük bölümü, Trump’ın destekçileri ve ona yakın kimi üst düzey isimler İran’la savaşa mesafeli yaklaşıyor. Trump’ı yeniden başkanlık koltuğuna taşıyan MAGA hareketi (Amerika’yı Yeniden Büyük Yap) içinde bir çatlak var çünkü İran’la savaşa girmek, Trump’ın savunduğu “Önce Amerika” yaklaşımıyla çelişiyor.

Ancak Trump, İsrail’in yoğun etkisi altında. Trump, kendi atadığı Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard’ın İran’ın nükleer kapasitesine ilişkin negatif değerlendirmesine bile katılmadığını ifade etti. “Bence (İran) nükleer silaha sahip olmaya çok yakındı” dedi ve kendi atadığı direktörün ne söylediğiyle ilgilenmediğini dile getirdi. Buradan hareketle, Trump ile Netanyahu’nun, İran’ın nükleer silaha sahip olma potansiyeline ilişkin yakın görüşlere sahip olduğunu söylemek mümkün.

Ne var ki tüm bunların ötesinde esas mesele, ABD emperyalizminin Ortadoğu politikaları ve bu eksende yapacağı tercihlerle ilgili. Nükleer silah konusu ya da İran rejiminin baskıcı karakteri, vitrine konan unsurlar; tabir yerindeyse bunlar işin çeşnisi. 2003’te Irak’a girmenin bahanesi Saddam’ın sözde nükleer silahlarıydı ama işgalle talan edilen ülkede kimyasal silah izine rastlanamadı. Emperyalistler bunu baştan beri biliyordu, ilgilendikleri tek şey ise Irak’ı yağmalamaktı. Kimyasal silah iddiası, dünya kamuoyunu aldatmak için profesyonelce üretilmiş ve yozlaşmış medya aracılığıyla yayılmış bir yalandı.

Öte yandan İran’ı vurmaktaki amaç demokrasi olsaydı, Körfez monarşilerinin ABD ve İsrail’le kanlı bıçaklı olması gerekirdi. Ne Suudiler ne Katar ne de BAE’nin baskı kurma ve özgürlükleri kısıtlama konusunda İran’dan aşağı kalır yanı var. Ama onlar küresel kapitalizm ve emperyalizmle uyumlu hareket ettikleri, petrolden elde ettikleri dolarları ABD bankacılık sistemiyle paylaştıkları için “makbul yönetimler” olarak görülüyorlar.

İran’ı çökertmek ABD ve İsrail için stratejik bir hedef. İsrail 7 Ekim’de Hamas’ın yaptığı harekatın esas sorumlusu olarak İran’ı görüyor. ABD’de de İran’ı denklemden çıkararak Ortadoğu’da kendi karşısındaki en büyük engeli ortadan kaldırmak, bölgede hegemonya kurmak istiyor. İki ülke de İran’ı, tıpkı Irak, Suriye ve Libya gibi parçalı, kaotik ve istikrarsız bir noktaya getirmeye çalışıyor. İran Tudeh Partisi ve İsrail Komünist Partisi’nin ortak açıklamasında vurguladıkları gibi “İsrail ve ABD bölgedeki tüm rejimler, halkların iradesini ve kendi kaderini tayin hakkını bastırmayı hedefleyen emperyalist hegemonya projesine boyun eğdirilene dek durmayacak.”

Türkiye’ye ve Ortadoğu halklarına düşen, yalın bir barış talebinin ötesinde, anti-emperyalist mücadeleyi, onun yerli ortaklarına karşı sergilenecek tavizsiz direnişi de içerecek şekilde canlandırmak ve yükseltmektir. Aksi halde asırlardır toprağı insan kanıyla sulanan bu kadim ve acılı coğrafya, özlemini çektiği huzur ve refaha çok uzun bir süre daha kavuşamayacak.

                                                              /././

Sevgi eklerinin yazımı -Attila Aşut-

Kişi adlarına getirilen “-cik / ciğim” gibi sevgi eklerinin kesme imiyle ayrılıp ayrılmaması konusunda kimi okurlarımız duraksama içinde. Sözgelimi Ali adında çok yakın bir arkadaşınız var. Ona seslenirken “Ali’cik” ya da “Ali’ciğim” mi demeli yoksa düz biçimde “Aliciğim” ya da “Alicik” diye mi yazmalı?

Böyle durumlarda kesme imi kullanılmaması gerektiğini düşünenler olduğu gibi tersini savunanlar da var.

Kesme imi, genel bir kural olarak özel adlardan sonra gelen ekleri ayırmak için kullanılır. Ama genel kurallar kimi zaman ayrıksı durumlarla esnetilebiliyor. Bu esnekliği de en çok dilbilgisi kurallarının işleyişinde görüyoruz.

Güncel Türkçe kuralına göre, yapım eki almış özel adlarda kesme imi kullanılmıyor. Yani kişi adlarına getirilen "sevgi ekleri" kesmesiz yazılıyor.

Aynı biçimde dil adlarından sonra da kesme imi kullanılmıyor. Örneklemek gerekirse “Türkçe’nin” değil “Türkçenin” biçiminde yazıyoruz.

Ancak eski alışkanlıkla her iki durumda da kesme imi kullananlar var.

Kurallar bazen bize ters gelebiliyor. Mantıklı bulmadıklarımız da oluyor. Ama içimize sinmese bile yazımda birlik sağlanması için yine de kurallara uymamız gerekiyor.

Ne var ki kurallardaki farklılıklar ve çelişkiler de bazen kafa karıştırıyor! Örneğin Dil Derneği’nin Yazım Kılavuzuna göre, Türkçe kişi adlarından sonra gelen sevgi ekleri kesme imiyle ayrılmazken, yabancı kişi adlarında karışıklığı önlemek için kesme imi kullanmak gerekiyor.

Kesme imi kullanımındaki bu yerli-yabancı ayrımı bana çok anlamlı gelmiyor. Çünkü kişi adı olarak kullanılan öyle Türkçe sözcükler var ki özellikle iyelik eki aldıklarında bunları kesmeyle ayırmadığımızda bambaşka anlamlar çıkıyor ortaya. Sözgelimi adları ya da soyadları Ata, Aziz, Can, GüzelSevgili olan kişileri düşününOnlara seslenmenin anlamı, kesmeli ve kesmesiz duruma göre bakın nasıl değişiyor:

-Ata: Ata’m, atam

-Aziz: Aziz’im, azizim

-Can: Can’ım, canım

-Güzel: Güzel’im, güzelim

-Sevgili: Sevgili’m, sevgilim.

Doğrusunu söylemem gerekirse, benim gönlüm, kişi adlarından sonra gelen tüm sevgi, içtenlik ve iyelik eklerinin -yerli/yabancı ayrımı yapılmadan- kesme imiyle ayrılmasından yana. Ama yürürlükteki dilbilgisi kuralları şimdilik buna engel…

* * *

“İNCE” DÜZELTİ!

Özdemir İnce, yazarlığının ve çevirmenliğinin yanı sıra ünlü bir ozanımızdır. Dahası, yıllardır gazetelerde köşeyazarlığı, ekranlarda yorumculuk yapıyor. Önceki yıllarda bana gönderdiği birkaç “medya notu”ndan biliyorum ki yazılarımızın da pek yabancısı değil.  Böyleyken hâlâ “yıl” ve “tarih” kavramlarını karıştırmasını yadırgadım. 

Aşağıdaki tümceleri, 15 Haziran 2025 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Sosyalist Hüseyin Hilmi” başlıklı yazısından aktarıyorum:

“İlk sayısı 26 Şubat 1909 yılında çıkan derginin ömrü kısa süreli oldu ve siyasi gerekçelerle 2 Eylül 1910 tarihinde kapatıldı. (…)  15 Eylül 1910 yılında Osmanlı Sosyalist Fırkası kurulduğunda partinin önde gelen isimleri arasında yer aldı.”

Bu alıntılardaki “yılında” sözcüğünün “tarihinde” diye düzeltilmesi gerektiğini söylemeye gerek yok sanırım.

* * *

“TAHSİL” Mİ “TAHVİL” Mİ?

Yazar arkadaşımız Alper Akçam, 20 Nisan 2025 günü Facebook’ta paylaştığı “Köyün Enisdosu” başlıklı yazısının bir yerinde, “Her şeyin paraya pula tahsil edilip satılığa çıkarıldığı bir dönemde…” diye yazmış.

Bu tümcede “tahsil”in yeri olmadığı çok açık. Belli ki “Her şeyin paraya pula tahvil edilip satılığa çıkarıldığı bir dönem”den söz ediliyor ama bir harf yanlışı yüzünden tümcenin anlamı tümden değişmiş.

Editör arkadaşlarımız için uyarıcı bir örnek olduğunu düşündüğümden paylaşmak istedim. Bazen gözden kaçan bir harf yanlışı böyle sonuçlara yol açabiliyor. Aman dikkat!

HAFTANIN ŞİİRİ


BIÇAK KEMİKTE

Eti geçti, duydun mu?

bıçak kemikte.

     

Duymadınsa duy artık

behey Allah’ın kulu,

bıçak kemikte.

 

Duy da silkin n’olursun

bu ne biçim uyku bu.

bıçak kemikte.

 

Verilmemiş alınmış hep,

Yük vurulmuş dağlar gibi - insanlık bu mu?

Çalıyor sömürünün imdat çanları,

Kımılda da kurtar şu onurunu

bıçak kemikte.

 

Topraksa paylaşılmış, kıyılarsa yağmalanmış,

umut hacizde,

ya bu neyin puştluğu bu

sana yokluk sana yasak sana dam

insan değil -hâşâ- bir yağmacı soyu bu,

bıçak kemikte.

 

Üretensin yaratansın yürütensin dağları,

bakma öyle kilit kilit, duvar duvar.

Yetsin artık bu susku

bıçak kemikte.

 

Anasın boynun bükük, babasın kolun kırık

oğullar kan içinde.

Kaldır artık başını

“Kalsın benim davam divana kalsın” demiş ozan.

O divan sensin artık

bıçak kemikte.

 

HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL 

                                                         /././

BİRGÜN


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Gerici Akit yazarı gençlerin spor yapmasını hedef aldı: 'PKK kadar tehlikeli' -soL-

Yeni Akit yazarı gerici Ahmet Gülümseyen gençlerin spor yapmasını ve okullarda mezuniyet törenleri yapılmasını hedef aldı. Gençlerin "s...