Artık Cumhur yetmiyor -Berkant Gültekin-
1 Ekim’de Bahçeli’nin DEM Parti yöneticileriyle tokalaşmasıyla başlayan ve 27 Şubat’ta Öcalan’ın örgütüne yaptığı fesih çağrısıyla ilerleyen sürecin ilk faslı, 11 Temmuz’da PKK’li bir grubun silahlarını yaktığı törenle tamamlandı.
Şimdi bir dizi sorunun cevabı aranıyor. Cevabı en merak edilen soru ise sürecin, DEM Parti’yi iktidara yakın ya da iktidarın yararına olacak bir siyasi pozisyona sürükleyip sürüklemeyeceği. Erdoğan açısından bakılırsa, onun süreci sahiplenen bir noktaya gelmesindeki en temel motivasyon kaynağı, DEM’deki olası pozisyon değişikliği.
Erdoğan 12 Temmuz günü Kızılcahamam’da yaptığı açıklamada hayli tartışılan ifadeler kullandı. Konuşmasında AKP, MHP, DEM Parti’yi “biz” olarak tanımladı ve “üçlü olarak yürümeye kararı verdiklerini” söyledi: “Şunu herkes bilsin ki artık yumrukları sıkmaya gerek yok. Musaffa edeceğiz, kucaklaşacağız, konuşacağız, birbirimize karşı adım atarak yürüyeceğiz.” İlk adım olarak Meclis’te komisyon kurulacağını ve sürecin yasal ihtiyaçlarının burada konuşulacağını belirten Erdoğan AKP, MHP ve DEM Parti’nin “süreci pişirerek geleceğe taşıyacağını” dile getirdi.
Erdoğan’ın konuşmasındaki bir diğer önemli bölüm de “Türk-Kürt-Arap” ortaklığına değindiği yerdi. Malazgirt’ten, İstanbul’un fethinden girip, Çanakkale’den, Kurtuluş Savaşı’ndan çıktı. Binbir Gece Masalları’nın Bağdat’ını bu üç halkın inşa ettiğini söyledi. “Kudüs'ü Selahaddin Eyyubi'nin komutasında Türk, Kürt, Arap fethetmiştir” dedi, “Şam, Diyarbakır, Mardin, Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil, Halep, Hatay, İstanbul, Ankara bizim ortak şehrimizdir” mesajını verdi.
Şam, Kerkük, Süleymaniye, Halep… Türkiye sınırlarını aşan sözler yeni Osmanlıcı, fetihçi heveslerin yansımasıydı kuşkusuz. Türk ile Kürdün yanına Arap’ı eklemesi de büyük oranda sınır ötesine uzanma arzusunun ürünüydü. Türk-Kürt-Arap ortaklığına dair birçok şey söyledi Erdoğan ama “Cumhuriyeti birlikte kurduk” demedi. Bunun yerine, “Bugün Malazgirt ruhu, Kudüs İttifakı, İstiklal Savaşı'nın nüvesi yeniden şekilleniyor. Bugün büyük ve güçlü Türkiye’nin şafağı söküyor” dedi.
Meselenin kilit noktası da burası zaten. Erdoğan’ın, DEM Parti’ye yönelik söylemini değiştirmesi ve “Türk-Kürt” temalı sözleri bir “kardeşlik özlemi” görülmemeli. İkisi arasında ideolojik bir bağlantı var. Erdoğan, Cumhuriyet’in “laik ulus devlet” projesine tarihsel düzlemde muhalif olan iki siyasi akımı, İslamcılık ve Kürt milliyetçiliğini, güç krizine çare olması için ortak bir hedefte buluşturmaya çabalıyor. Bu nedenle ümmetçi bir vizyon ortaya koyuyor. Toplum nezdindeki cazibesini artırmak için de yayılmacı bir çizgiye işaret ediyor.
Erdoğan, anayasa değişikliğini sağlayacak ve böylece kendi iktidarını kalıcı hale getirecek ideolojik enerjiyi bu akstan üretebileceğini düşünüyor. Çünkü artık ona Cumhur İttifakı’nın siyasi çerçevesi yetmiyor. Cumhur İttifakı’nın iddiası, bir “güvenlik rejimi” inşa edip Türkiye’nin bekasını “teröre” ve “dış tehditlere” karşı güvence altına almaktı. Bu çerçeve bir süre Erdoğan’ın siyasi ömrünü uzatmış olsa da ekonomik ve sosyal çöküşün ülkeyi getirdiği yer, CHP karşısında gerileyen Erdoğan’ı farklı bir konsepte zorlamaya başladı.
Bugün Kürt hareketiyle yürütülen süreç, Bahçeli aracılığıyla, ABD ile İsrail’in Ortadoğu dizaynına Türkiye’yi entegre etme politikasının ürünü olarak devlet içindeki bir kanat tarafından geliştirildi. Bahçeli sürecin içinde Erdoğan'ı iştahlandırmak için iktidarda kalmasının yolunun buradan geçtiğini ima eden açıklamalar yaptı. Bugün gelinen aşamada Erdoğan süreci, yeni siyasi konsept arayışına eklemleme çabası içinde.
Erdoğan bu siyaseti işlerken, muhalefet blokundaki potansiyel kırılma bölgelerini görüyor ve özellikle buralara yükleniyor. Geniş muhalefet blokunun içinde, Kürt seçmenin bütününü dışlayacak bir aksiyon gelişmesini ümit ediyor. “AKP-MHP-DEM ittifakı” söylemi bir niyet beyanı olmasının ötesinde muhalefet içindeki zıtlıkları derinleştirmek amacıyla piyasaya sürülüyor.
Bununla birlikte Kürt hareketine yönelik eleştirilerin sadece Erdoğan’ın sözlerinden kaynaklanmadığını da belirtmek gerek. Hareketin ileri gelenlerinin kimi açıklamaları, DEM Parti’nin iktidar karşıtı tavrını esneteceğine dair endişeleri körükledi ve haliyle muhalif tabandan tepkiler yükseldi. Yine de Erdoğan’ın sözleri sonrası gerek Pervin Buldan’dan gelen “Bu ittifak süreç ittifakıdır” cevabı gerekse de Tülay Hatimoğulları’nın (muğlak devlet-hükümet ayrımı analizine rağmen) “Üçlü ittifak yoktur” sözleri not edilmeli.
Bugün iktidara muhalifi Kürtlerin Erdoğan’a dönük eğilimi, bütün halinde değişebilir mi? Kürt hareketinin Cumhuriyet’e dönük ideolojik eleştirileri olsa da bu doğrudan hareketin yekpare şekilde kadro, hatta seçmen düzeyinde Erdoğan’ın ümmetçi projesine ikna olacağı anlamına gelmez. DEM Parti süreçle birlikte doğrudan rejim karşıtı bir pozisyon almaktan ziyade, “rejimin anti-demokratik aşırılıklarını engelleme” iddiasını taşıyan bir muhalefete dönüşse bile Kürt seçmenin önemli bölümü, ülkeyi yoksulluğa mahkum eden bu baskıcı iktidarı değiştirme arzusundan vazgeçmeyecektir. Dolayısıyla muhalif cephe içinde, Kürtlere dönük toptancı ve kestirmeci yaklaşımlar sorgulanmalı. Aksi halde duygusal kopuş politik ayrışmaya dönüşecek, istediğini alan Erdoğan olacak.
2000’li yılların başında değiliz. Bugünkü imajıyla Erdoğan’ın “demokrasi” söylemini kullanarak –birkaç YAE’ci liberal dışında- geniş kesimleri ikna edebilmesi oldukça zor. Baskıya başvurması da zaten bundan ileri geliyor. Her şeyin ötesinde CHP, ülkenin artık birinci partisi ve sürece karşı olmadığı gibi, Kürt sorunun demokratik ilkelerle çözümü bahsinde AKP’den daha ileri bir vizyona sahip. 2025 yılındaki bir çözüm sürecini, çoğunluk desteğini arkasına almış bir CHP’yi şeytanlaştırarak başarıya ulaştırabilmek etik açıdan ve siyaseten mümkün değil.
Muhalefet, iktidarın taktik hamlelerine karşı uyanık olmalı ve geniş direniş hattını korumak için azami dikkat göstermeli. Süreç, bu evreden sonra Erdoğan’a rağmen devam edemez. Aklındaki ihtimaller gerçeğe dönüşmezse, Erdoğan derhal manevra yapmak için kolları sıvayacaktır. Ancak bu, rejim ittifakı içindeki gerilimleri büyütme de dahil ağır bir siyasi maliyet sorunuyla baş başa kalmak demek. Bırakalım da bu Erdoğan’ın sorunu olsun.
/././
İspanya’nın mucizesinden Türkiye’ye ekonomi dersleri -Güldem Atabay-
Türkiye’nin adil ve sürdürülebilir bir ekonomi modeline ihtiyacı olduğu ortada. Demokratikleşme ile büyümeyi birleştiren, istihdamı ve eşitliği artıran İspanya ekonomisi örnek bir model sunuyor. Sosyal politikalar, enerji dönüşümü ve ihracata dayalı kalkınma stratejisiyle dikkat çeken İspanya, Türkiye’ye yol gösterebilir.
AKP iktidarının ekonomi politikalarının toplum için fayda üretmediği artık geniş kesimler tarafından görülüyor. Özellikle 2021-2025 döneminde, bu politikaların Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi içinde değişmesinin mümkün olmadığı daha net anlaşıldı. Türkiye’de toplumun farklı kesimlerinde oluşan ortak beklenti, iktidarın değişmesi yönünde. Bu değişimle birlikte, insanların insanca yaşayabileceği, adil ve sürdürülebilir ekonomi politikalarının uygulanması gerekiyor.
Bugünün siyasetle kilitlenmiş, dar ekonomi tartışmalarından uzaklaşıp dünyadan doğru örnekleri incelemek bu yüzden önemli. İspanya ekonomisi, bu anlamda dikkatle incelenmesi gereken bir örnek. Demokratikleşmeyle birlikte büyümeyi başaran, gelir eşitsizliğini azaltan ve güçlü bir ekonomik performans sergileyen İspanya, Türkiye için yol gösterici olabilir.
Erdoğan sonrası dönemde Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu kapsayıcı ve uzun vadeli kalkınma planlarını hazırlarken, İspanya modeli önemli bir ilham kaynağı olabilir.
O zaman buyurun...
Yıllarca Avrupa’nın en zayıf ekonomilerinden biri olarak görülen İspanya ekonomisi 2024 yılında yüzde 3,2 büyüyerek, Avro Bölgesi’nin yüzde 0,5’lik ortalamasının çok üzerinde performans gösterdi ve Avrupa’nın en hızlı büyüyen büyük ekonomisi oldu. Ekonomisi Avro Bölgesi’nin sadece onda biri kadar olsa da bölge genelindeki büyümenin yarısını tek başına sağladı. En önemlisi, bu büyüme yüzde 2,8 bütçe açığı GSMH oranına sahip ülkede kamu maliyesini zorlamadan gerçekleşti ve gelir eşitsizliğini azaltmayı da başardı. Bu başarının temelinde, ülkenin güçlü yönlerini öne çıkaran, üretkenliği artıran değişim ve turizm gibi alanlara verilen destekler yer aldı. Çevre dostu yatırımlar ve yüksek dış ticaret fazlası sayesinde iş yaratmaya odaklanan dengeli bir ekonomik model kuruldu. Artan ücretler, güçlü tüketici harcamaları, rekor turizm ve yenilenebilir enerji alanındaki liderlik İspanya’yı Avrupa’nın en büyük ekonomik başarı öyküsüne dönüştürdü.
Bu dönüşüm bir gecede gerçekleşmedi.
Bu güçlü büyümenin üç dayanağı var: istihdam, turizm ve ihracat. En önemli etken ise yeni iş imkanlarının artmasıydı. Ülkedeki sosyal demokrat hükümet 2008 krizinde uygulanan kemer sıkma politikalarının aksine pandemide farklı bir yol izledi. Yaklaşık 3,4 milyon çalışana destek olan kısa çalışma programları ve 674.000’den fazla küçük ve orta ölçekli işletmeye sağlanan kamu kredileri ile ekonomiyi ayakta tutacak bir güvenlik ağı kurdu. İspanya’nın uyguladığı ekonomi politikasında, AB kurtarma fonları yatırımları desteklemek için kullanıldı. Verimliliği artıran reformlarla birlikte kaynakları yatırıma döndürme stratejisi ekonomiyi daha rekabetçi ve kapsayıcı hale getirdi.
2021’deki kalıcı işe alımları artıran işgücü piyasası reformu ardından 2024’te 500 binden fazla yeni iş yaratıldı ve işsizlik oranı son 16 yılın en düşük seviyesine indi. Avro Bölgesi’nde ekonomik yavaşlamaya rağmen, İspanya 2024’te Fransa ve Almanya’nın toplamından daha fazla yeni iş yarattı.
Son iki yılda oluşan yeni işlerin çoğu, bilgi ve iletişim teknolojisi gibi yüksek katma değerli sektörlerden geldi. Bu sektörlerdeki istihdam, diğer sektörlere göre iki kat daha hızlı arttı. İspanya’nın uzun süredir yaşadığı “geçici işlerde çalışma” sorunu da ciddi şekilde azaldı. Bu gelişme, sosyal kapsayıcılığı artıran politikalarla birlikte yaşandı.
2018-2025 arasında asgari ücretin yüzde 61 artırılması ve “asgari hayati gelir” gibi uygulamalar, ücret eşitsizliğini önemli ölçüde düşürdü. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre, İspanya artık gelişmiş ülkeler arasında en düşük ücret eşitsizliğine sahip.
İspanya’nın giderek çeşitlenen turizm sektörü geçen yıl 94 milyon ziyaretçiyle rekor kırarken sektör GSMH içinde yüzde 15,6 payıyla halen büyümenin hala en önemli itici gücü. Ancak İspanya’nın turizm dışı hizmet gelirleri 2014’te GSYH’nin yüzde 5,1’iyken 2024’te yüzde 8,8’e yükseldi. Eğitime ve beceriye yapılan yatırımlar büyüme olarak geri döndü. İspanyol ekonomisinin hedefli kaynak kullanımına dayanan yüksek vasıflı hizmet geliri elde eden planlı modernizasyonu büyümesini sürdürülebilir aşamaya taşıdı.
Turizm dışı hizmetler, İspanya’nın dış ticaret açığını kapatmada çok önemli bir rol oynuyor. Bu durum, İspanyol hizmet şirketlerinin yurt dışında daha aktif hale gelmesiyle ve bilgiye dayalı sektörlerin rekabet gücünün artmasıyla yakından ilgili. Mühendislik, danışmanlık ve AR-GE gibi alanlarda verilen hizmetler daha gelişmiş hale geldi. Bu hizmetlerin teknolojik seviyesi ve verimliliği yükseldi. Artık bu sektörlerde rekabet sadece fiyatla değil, verilen hizmetin kalitesi, yeniliği ve çalışanların bilgisiyle sağlanıyor.
Birçok hızlı büyüyen ülkenin aksine, İspanya enflasyonu kontrol altında tutmayı başardı. Hükümet sosyal konut sayısını artırırken bu tür evlere kira tavanları uyguladı. Ancak enflasyonun yüzde 2 seviyesinde olmasının en büyük nedeni ucuz enerji oldu. İspanya, son 10 yılda yenilenebilir enerjiye büyük yatırımlar yaptı. Böylece pahalı fosil yakıtlara olan bağımlılığı azaldı. Yoğun kamu ve özel sektör yatırımlarının ardından, rüzgâr ve güneş enerjisinden üretilen elektrik oranı 2019’da yüzde 20’nin biraz üzerindeyken geçen yıl yüzde 56’ya çıktı. İspanya merkez bankasına göre, enerji karışımındaki bu değişim elektrik fiyatlarının yüzde 40 oranında düşmesine, rekabet gücünün, stratejik özerkliğin ve enerji bağımsızlığının artmasını sağladı. Yenilebilir enerjiye yatırım hem işletmelere rekabet avantajı sağladı hem de vatandaşları yüksek elektrik ve doğalgaz faturalarından korudu.
İspanya, Avrupa’nın en büyük sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) işleme kapasitesine sahip. Bu sayede, Almanya gibi sıfırdan LNG terminali kurmak zorunda kalan ülkelere göre daha ucuz gaz temin edebiliyor.
Bu enerji avantajı sayesinde ülkede imalat sanayi üretimi artmaya devam etti. Financial Times yatırım endeksine göre, 2018-2024 yılları arasında İspanya, üretim kapasitesini ve istihdamı en çok artıran yeşil alan projelerinde dünyanın beşinci en büyük alıcısıydı.
İSPANYA EKONOMİSİNİN HEDEFLERİ
Sosyalist Partili Sánchez hükümetine göre İspanya’nın büyümesini kapsayıcı şekilde sürdürmesinin yolu, temiz enerji ve gelişmiş üretim gibi değerli sektörlere yatırıma devam etmekten geçiyor.
İspanya, AB’deki tüm hidrojen projelerinin yüzde 20’sini yaparak yeşil hidrojen konusunda Avrupa’nın lideri konumunda. Şimdi de yenilenebilir enerji, hidrojen ve karbon yakalama teknolojilerini bir araya getiren sanayi bölgeleri kuruyor. Bu sayede Avrupa sanayisinin geleceğinde yerini sağlamlaştırıyor.
İspanya bu şekilde ilerleyerek güçlendirdiği orta sınıf, artırdığı tasarruf oranı, verimli ve ucuz üretim kapasitesi sayesinde daha fazla yatırım çekip yüksek maaşlı “iyi işler” yaratarak Avrupa’nın temiz teknoloji merkezi olmayı hedefliyor.
Tabii ki, İspanya’nın karşılaştığı bazı zorluklar da var. Örneğin, konut fiyatlarının yüksek olması, ev sahibi olmayı zorlaştırıyor. Ayrıca verimlilik artışını ilerletmek konusunda alacağı yol var. Dış ekonomik riskler de zaman zaman büyümeyi etkileyebiliyor.
Yine de İspanya planlı göç politikası eşliğinde eğitimle desteklenen beceriye dayanan işgücü piyasası, enerji alanındaki yatırımlar ve ekonomiye yapılan yeni yatırımlar sayesinde son yirmi yılda hiç olmadığı kadar güçlü bir konumda.
Eğer İspanya, konut krizini çözmeyi başarırsa ve temiz enerji ile sanayi inovasyonu gibi alanlardaki liderliğini sürdürürse, gelecek yıllarda Avrupa’nın en güçlü ekonomilerinden biri olabilir. Almanya’nın şimdiden önemli rakibi konumunda.
TÜRKİYE’YE YENİ BİR YOL
İspanya’nın son yıllarda yaşadığı ekonomik dönüşüm, Türkiye için önemli dersler barındırıyor.
Özellikle turizm dışı hizmet sektörlerinde yaşanan gelişme, İspanya’nın dış ticaret açığını dengelemesine yardımcı oldu. Türkiye de benzer şekilde, sağlık, yazılım, finansal hizmetler ve yaratıcı endüstriler gibi alanlara yatırım yaparak bu potansiyeli değerlendirebilir.
İspanya’nın yenilenebilir enerjiye yaptığı yatırımlar, enerji maliyetlerini düşürerek hem enflasyonu kontrol altına aldı hem de dışa bağımlılığı azalttı. Türkiye’nin de güneş, rüzgâr ve yeşil hidrojen gibi kaynaklara daha fazla yönelmesi, enerji ithalatını azaltarak hem fiyat istikrarına katkı sağlayabilir hem de cari açığı düşürebilir.
İstihdam tarafında Türkiye asgari gelir, hedefli sosyal destekler, beceri eğitimi, beşeri kalkınma politikalarıyla güvenceli istihdamı teşvik ederek hem işsizliği azaltabilir hem de iç talebi güçlü tutabilir.
İspanya yenilenebilir enerji, hidrojen ve karbon yakalama teknolojilerini birleştiren sanayi kümeleriyle Avrupa’da yeni nesil üretimin öncülerinden. Türkiye de benzer şekilde sanayi politikalarını planlı biçimde yeşil dönüşüme entegre ederek, teknoloji odaklı ve sürdürülebilir üretimi lojistik planlamayla teşvik edebilir.
Son söz: İspanya’nın büyüme modeli; sosyal politikalar, enerji dönüşümü, hizmet ihracatı ve istihdam odaklı yapısal reformların bütüncül şekilde uygulanmasıyla başarılı oldu. Türkiye de bu yaklaşımdan ilham alarak, krizlere dayanıklı, dengeli ve uzun vadeli büyümeyi destekleyen bir ekonomik model kurabilir.
/././
Kerbela(lar), Yezit(ler) ve Aleviler -Şükrü Aslan-
Alevi inanç geleneği içinden kimi yeni reddiyeci görüşlere konu edilmiş olsa da, yine geleneğin diliyle “12 İmam Orucu” vesilesiyle, geçtiğimiz günlerde Alevi kurum ve Cemevlerinde yoğun etkinlikler vardı. Yüzyıllardır ‘Yas’ olgusu etrafında Kerbela’yı anmak, bu kimliğin en dikkat çeken ritüellerinden biri olmuştur. Hatta pek çok Alevi coğrafyada 12 yıl boyunca sürekli/düzenli oruç tutmak, özel önemi olan bir ‘ibadet’ gibi kabul görmüştür.
Alevi toplulukların büyük çoğunluğu için bu ritüelin odağında, sanıldığı gibi İslam dünyasındaki iktidar mücadeleleri ve bunun bir biçimi olarak ‘halifeliğin kimin hakkı olduğu’ meselesi yoktur. Esasen İslam’ın kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’e ‘daha fazla’ bağlılık ifade eden göndermeler de yoktur. Bu ritüellerin merkezinde ‘yas’a konu olan ‘Ehlibeytin kırımı ve özellikle de Hz. Hüseyin’in başının Yezit tarafından kesilmesi hadisesi yer alır. Bu nedenle on iki gün boyunca en çok zikredilen isimlerden biri Hz. Hüseyin ise diğeri de Yezit’tir. Kafa kesmekle tarihe geçmiş Yezit, o günlerden beri neredeyse tüm kötülüklerin cisimleştiği bir politik figürdür.
∗∗∗
“Kafa kesme” hangi coğrafyada ve ne zaman olursa olsun, Alevi tahayyülünde daima Yezit’i ve o geleneğin iktidar olma biçimlerini hatırlatır ve anlatır. Böyle bakıldığında bir tarihsel vak’a gibi düşünülebilir. Ne var ki bu vahşi deneyim ‘tarihte kalmış’ değil, hemen her dönem devam etmiş, yaygınlaşmış ve dolayısıyla aynı zamanda güncel kalmıştır. Üstelik sadece İslam dünyasına özgü bir deneyim de değildir. Avrupa’da din kavgalarının sert şekilde yaşandığı ortaçağda kafa kesen bir alet olarak ‘giyotin’ bile icat edilmiştir. İslam dünyasında ise sık kullanılan sözcüklerinden birisinin ‘vurun kellesini’ olması tesadüfi değildir. Zamanla Avrupalıların ve Osmanlı’nın ‘kafa kesme’ deneyimleri farklı bir seyir izlemiştir. Avrupalılar “aydınlanma” ile yeni bir devrin yolunu açtıklarında, Osmanlı devleti kafa kesmeyi rutin hale getirmiştir.
Tam Fransız devrimi zamanlarında Osmanlı’nın değişik bölgelerinde devlet kararıyla kesilen kafalar, İstanbul’a getirilmiş, Topkapı Sarayı’nın girişinde sergilenmiştir. Gültekin Uçar, Burak Bektaş ve Ali Haydar Bektaş’ın yakın zamanda yayınlanan Koçgiri Tarihi adlı kitabı, bununla ilgili ilginç belgeler içermektedir. Belgelere göre 1789’da, Kürt şehirlerinden Keban’da 11 kişinin, 1798 Mayıs-Ağustos aylarında 18 aşiret liderinin ve yine 1798’de Dersim’de Şıx Hasan aşiret mensubu 37 kişinin başı kesilmiştir. Kesik başlar bozulmasın diye bal dolu meşin torbalar içinde İstanbul’a gönderilerek Topkapı Sarayı girişinde sergilenmiş; Kerbela’da yaşanan ‘Yezitlik’, Osmanlıda bir tür geleneğe dönüşmüştür.
Cumhuriyet döneminde de Yezitlik deneyimleri vardı ve hatta bunlar günlük basına bile konu olmuştu. Bir grup asker ve bir subay, ayaklarının önüne koydukları bir kesik baş ile fotoğraf vermiş ve bunu günlük gazetelere göndermişlerdi. Üstelik bu fotoğraf ve haberler ‘şakilere karşı’ bir büyük zafer söylemi içinde verilmiş ve tefrika konusu yapılmıştı. Bu yeni Yezitlik türünün en dikkat çekici özelliği ise medeniyetten en çok sözedilen bir zamanda yaşanmış olmasıydı. ‘Çağdaş medeniyeti yakalamak’ iktidar söyleminin ilk sıralarında yer almış ama yazık ki kafa kesme geleneği sonraki yıllarda da devam etmişti. Mesela 1978 yılında gerçekleştirilen Maraş katliamına dair anlatı ve raporlardan okuduğumuza göre, saldırganlar, kafa kesmek için yola çıkmışlardı.
***
Özetle yüzyıllar geçmiş, Alevilerin başını kesmeyi arzu eden Yezitler/Yezitlik halleri bitmemişti. Üstelik Alevilerin bu Yezitliklerden korunabilme dinamikleri/imkânları da olmamıştı. Bir can’a kıymayı en büyük günah addedenler, her daim kıyım tehdidi altında yaşamışlardı. Madımak ve şimdi Suriye’de Alevilere yönelik katliam bunun son örnekleridir. Kerbela’nın Aleviler için anlamı yüzyıllar önceki vak’anın sadece geçmişle değil, sürekli güncel bir olgu-tehdit olarak kalmasıyla da ilgilidir. Sanıldığı gibi Alevilerin İslam dünyasındaki iktidar kavgaları ve gerilimleriyle ilgileri olmadığı gibi, İslam dünyasını yönetme veya onun bir parçası olma gibi hedefleri de yoktur.
/././
BOP'un küçük kardeşi KOP -Hayri Kozanoğlu-
Erdoğan’ın “Türk, Kürt, Arap İttifakı” açıklaması Trump’a verilen bir “görev talebi” mesajı gibi görünüyor. İçeride baskı derinleşirken dışarıda rejimin hayali “Küçük Osmanlı Projesi” Önümüzdeki dönem AKP-MHP ittifakı iktidarda kalmak için hangi yola baş vurursa vursun; toplumsal muhalefet birliğini korursa, ülkenin demokratik, laik, eşitlikçi bir rotaya girmesi engellenemez.
Öncelikle, silahların susacağının, barışın geleceğinin ilan edilmesi elbette sevindirici. 40 yılı aşkın bir süredir her an gelebilecek acı haberlerin travmasını yaşamış bir toplum için varılan nokta haliyle küçümsenemez.
Erdoğan’ın PKK’nın sembolik silah bırakma töreni sonrası Kızılcahamam’daki AKP kampının kapanışındaki konuşmasında; “Biz üç parti olarak bu süreci sonuna kadar selametle götürmekte kararlıyız” cümlesinin iç ve dış politikalardaki dengelere yansıması kaçınılmaz olacaktır. Nitekim Erdoğan’ın “Yeni sürecin tüm siyasi partilere önemli mesuliyetler yüklediği” şeklindeki, özellikle DEM Parti ve CHP’ye yönelik açıklaması da bu kanıyı doğruluyor.
AKP-MHP’nin bel kemiğini oluşturduğu Cumhur İttifakı’nın artık ülkeyi yönetemediği, ortalama yurttaşın özlemlerini karşılayamadığı, giderek halk desteğini yitirdiği apaçık ortada. Onun için de 19 Mart’ta ivme kazanan bir biçimde toplum üzerinde zor ve baskı mekanizmalarını kullanıyor, ülkeyi tam bir hukuksuzluk ve adaletsizliğe sürüklüyorlar. Görüntüde Devlet Bahçeli’nin inisiyatifiyle başlayan yeni barış sürecinin de iktidarlarını korumaktan, Erdoğan’ın bir dönem daha Saray’da ikamet etmesini sağlamaktan öte, “halisane” bir amacı bulunduğunu düşünmek fazla iyimserlik olacaktır.
Hele, düne kadar Ahmet Özer, hâlâ Ekrem İmamoğlu, Resul Emrah Şahan gibi yerel yöneticiler; 2023 yerel seçimlerinde, CHP’li adayların DEM Parti seçmeninin oylarını almaya yönelik çabaları nedeniyle “İstanbul Uzlaşması veya Kent Uzlaşması” suçlamasıyla hapiste yatarken, sözde barış rüzgarlarının estirilmesinin toplumdaki inandırıcılığı haliyle iyice zayıflıyor.
Daha da evvel vurguladığımız gibi, Kürt sorununun barışçı çözümü ülkenin demokratikleşmesinin önemli ve ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak mesnetsiz tutuklamalar devam eder, anti-demokratik uygulamalar yaygınlaşırken, tek bir alanda demokratikleşme yaşanacağına inanmak en yumuşak ifadeyle safdillik gibi görünüyor.
Öte yandan madem bu konu toplumun gündemine girdi, eşit yurttaşlık temelinde “Bir arada yaşam” anlayışımızı yaygınlaştırma fırsatını da küçümsememeliyiz. Her topluluğun kimliğini, kültürünü özgürce yaşaması; yerinden yönetimin yaygınlaşması; kendi geleceği ile ilgili kararları kendinin vermesi modelini ayrıntılandırabilmeli, yaygınlaştırabilmeliyiz. Demokratik bir toplumun olmazsa olmaz koşulları arasında laiklik ve eşitlikçiliğin de yeri bulunduğunu gösterebilmeliyiz.
Konuya bir “süreç ittifakı” olarak baktığını açıklayan DEM Parti’nin, açıkça söyleyelim işi kolay görünmüyor. Umudumuz Kürt dostlarımızın tarihsel mağduriyetlerini, aşırı tavizler vermek, iktidarın otoriterleşmesi yolundaki hamlelerini mazur göstermek için mazeret olarak sunmamaları. Başta CHP gelmek üzere toplumsal muhalefetin diğer bileşenlerine de; Kürt muhalefetini yalnızlaştırmamak, onları demokrasi blokundan koparmamak, gerektiğinde eleştirilerini dostça bir dil ve tonda dile getirmek için büyük sorumluluk düşüyor.
EMPERYAL BİR ORTADOĞU VİZYONU
Gelelim Erdoğan’ın, “Ortadoğu’da Türk Kürt Arap İttifakının başladığını” ilan eden açıklamasına. Alışılan kalıbın, “Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak” diye aktığını biliyoruz. O nedenle ifadenin ülkemizdeki Güney ve Güneydoğu’daki Arap kökenli yurttaşlarımıza yönelik kullanılmadığı açık. Çoğu Suriyeli sığınmacıların kastedilmesi de toplumdaki tepkiler ve “hassasiyetler” göz önüne alınırsa pek olası değil. Demek ki işin bölgesel, Suriye, Kuzey Irak’ı içeren bir boyutu var.
Gelişmeleri Ankara Büyükelçisi, ayrıca Suriye Özel Elçisi, Lübnan kökenli Thomas Barrack’ın, “Türkiye için en iyi sistem Osmanlı millet sistemidir” sözleriyle birlikte ele alabiliriz. Osmanlı millet sisteminin din temelli olduğunu; şu anda Türkiye, Suriye ve Irak’taki nüfus bileşimi düşünüldüğünde ise, ifadenin etnik kökene işaret ettiğini öngörebiliriz.
Öyleyse, “Türk, Kürt, Arap İttifakı” Erdoğan tarafından Trump’a verilen bir “görev talebi” mesajı gibi görünüyor. “Kendi Kürt sorunumu çözüyorum. Yetki ver tüm bölgeyi ABD planları doğrultusunda dizayn edeyim. Madem buralarda fazla askeri güç bulundurmak istemiyorsun, bütün ordumu seferber edeyim” şeklinde…
Yandaş mecralarda, sürekli Trump ile Erdoğan arasındaki yakın bağların hatırlatılması da böyle bir beklenti içine girildiği izlenimini güçlendiriyor. Lozan’ın her fırsatta tartışmaya açılması; Halep, Musul, Kerkük’ü içeren Misak-ı Millî’ye vurgu yapılması da bu doğrultuda düşünülmeli.
Son hamle, içerideki sıkışmışlığı 1923 Cumhuriyeti’nin dar millet tanımının ötesine geçen emperyal bir vizyonla aşma çabası diye de okunabilir. Trump’ın ulus devlet sınırlarını tanımayan; sadece güç ve bilek bükmeye dayanan; kendi komşusu Kanada üzerinde bile toprak talebinde bulunmaya varan kaba emperyalizmi de Cumhurbaşkanının cüretini artırıyor olmalı.
Öyleyse, tekrar tüm Osmanlı egemenlik alanlarında söz sahibi olma anlamına gelen Yeni Osmanlıcılık iddiasını daraltan; Suriye ve Kuzey Irak’ın hakimi olmakla yetinen, BOP’un küçük kardeşi olarak nitelendirilebilecek, Küçük Osmanlı Projesi’yle (KOP) karşı karşıya bulunduğumuzu söyleyebiliriz. KOP aynı zamanda İran’a ve Lübnan Hizbullah’ına karşı bir Sünni ekseni anlamı da taşıyacaktır. Böyle bir vizyon, siyaseti dar ulus devlet sınırları içerisinde birinci parti olmakla sınırlayan CHP’yi küçümsemek için de malzeme yapılabilir. Böyle bir geçiş döneminde, “Ne seçimi yahu!” diyerek sandık kaçırmak için bahane olarak da kullanılabilir.
Önümüzdeki dönem, iç siyasette demokrasi ve hukuk mücadelesi vermek yanında; Osmanlıcı emperyal heveslerin teşhis edilmesi anlamında da toplumsal muhalefete önemli bir sorumluluk düşüyor. Bazen konuyu basite indirgemekte yarar var: ABD-İsrail’in bölge planları ne olursa olsun; AKP-MHP ittifakı iktidarda kalmak için hangi yola başvurursa vursun; toplumsal muhalefet birliğini korursa, küçük çekişmelere hapsolmazsa; ülkenin daha demokratik, laik, eşitlikçi bir rotaya girmesi engellenemez.
/././
Nüfus meselesi beka meselesi mi?-Osman Öztürk-
Türkiye’nin nüfus yapısındaki değişiklikler, toplam doğurganlık hızının düşmesi, yaşlı nüfusun artması gerçeği ileri sürüldüğü gibi bir endişe kaynağı olarak mı görülmelidir?
Nüfus yapısındaki değişiklikler gerçekten ülkemiz için bir varlık–yokluk sorunu mudur? Yoksa, nüfusumuzdaki değişiklikler ileri sürülenlerin aksine olumlu bir gelişme midir?
Doğurganlığı artırmak için öngörülen önlemler yarar değil, tam tersine ülkemiz için sakıncalı olabilecek bazı sonuçlara yol açabilir mi?
Halk Sağlığı Uzmanları Derneği, HASUDER ve Sağlık ve Sosyal Yardım Vakfı, SSYV tarafından hazırlanmış olan Nüfus Politikaları Kitapçığı bu sorularla başlıyor.
∗∗∗
Cumhuriyetin ilk nüfus sayımı 1927 yılında yapılır. Toplam nüfus 13 milyon 648 bin 270 olarak hesaplanır. Kahir ekseriyeti kırsalda yaşayan ve bilumum salgın hastalığın kırıp geçirdiği böyle bir nüfusla çağdaş bir ülke kurmak mümkün değildir. Bu nedenle Erken Cumhuriyet döneminde nüfusu artırıcı, pronatalist politika benimsenir, doğumlar teşvik edilir.
Araya giren İkinci Dünya Savaşı yıllarına rağmen pronatalist politika başarılı olur, 1965 yılına gelindiğinde nüfus 31 milyonu aşar.
Bu kez de mevcut nüfus artış hızıyla ekonomik ve sosyal kalkınmanın mümkün olamayacağı görülür ve önceki dönemin tersine nüfus artışını azaltan, antinatalist politika benimsenir. O zamana kadar yasak olan doğum kontrol yöntemlerinin ve belirli sınırlamalarla kürtajın serbest bırakılması, hekim dışı sağlık personeline de rahim içi araç, RİA uygulaması yetkisi tanınması bu politikanın sonucudur.
∗∗∗
Eskiden nüfus sayımları evler tek tek gezilerek yapılırdı, artık adrese dayalı kayıtlardan yapılıyor. En son yapılan 2024 yılı sayımına göre nüfusumuz 85 milyon 664 bin 994’e ulaşmış durumda.
Öte yandan bir ülkedeki kadınların doğurgan olduğu 15-49 yaşları arasında doğurduğu ortalama çocuk sayısını ifade eden toplam doğurganlık hızı hala Avrupa Birliği ortalamasının biraz üzerinde olmakla birlikte yıllardır düzenli bir şekilde azalmakta.
∗∗∗
Yirmi küsur yıldır ülkeyi yöneten siyasal İslamcı AKP bu tabloya bakarak tekrar pronatalist politikalara yöneldi. Nitekim geçen yılın kurulan Nüfus Politikaları Kurulu’nun temel görevi “Doğurganlık oranının azalmasına neden olan faktörleri ve bunların ortaya çıkardığı sonuçları kapsamlı olarak incelemek ve gerekli tedbirleri almak” olarak tanımlandı.
AKP döneminde kürtajın fiili olarak yasaklanmasından evleneceklere parasal destek, çocuk ödenekleri gibi tedbirlerle doğurganlık hızı arttırılmaya çalışılıyor.
Peki, AKP’nin nüfus artış hızını arttırmaya yönelik politikaları başarılı oluyor mu?
AKP’nin iktidarı devraldığı 2002 yılında binde 12,1 olan nüfus artış hızı 2024 yılında binde 5,1’e düştü. Aynı yıllarda toplam doğurganlık hızı da 2,17’den 1,45’e geriledi.
Çünkü kentleşme oranı arttıkça hem evlenme yaşı hem de ilk gebelik yaşı yükseliyor. Kadınların eğitim durumlarının ve çalışma hayatına katılma oranlarının yükselmesi de az çocuk sahibi olmayı teşvik ediyor. Üstelik ekonomik kriz de az çocuk sahibi olmayı zorluyor.
Nihayetinde, az çocuklu kentli aile tipi bir norm olmuş durumda ve geri döndürülmesi mümkün görünmüyor.
∗∗∗
Gelelim şu “Nüfus meselesi beka meselesine dönüşmekte” iddiasına.
TÜİK’in nüfus projeksiyonlarında Türkiye’nin 2100 yılı nüfusu düşük senaryoya göre 54,2 milyon, yüksek senaryoya göre 100,6 milyon, ana senaryoya göre ise 76,8 milyon olarak öngörülüyor.
Görüldüğü gibi Anadolu’nun insansızlaşması gibi bir durum yok.
Asıl iddia yaşlı nüfusun artması ile birlikte bağımlı nüfus oranının da artacağı ve çalışan nüfusun bağımlı nüfusun bakımını, geçimini, kısacası yaşamını sürdürmesini sağlayamayacağı.
Türkiye’de 2000 yılında binde 6,7 olan 65 yaş üstü nüfus 2024 yılında binde 10,6’ya, bu nüfusun 15-64 yaş çalışan nüfusa bağımlılık oranı da yüzde 10,5’ten yüzde 15,5’e yükselmiş durumda.
Böyle bakınca gelecekte sürdürülemez bir durumla karşı karşıyayız gibi görünüyor.
∗∗∗
Ancak çalışanların ürettiklerini tüketen, yani üretken olmadıkları varsayılan nüfusun toplam nüfusa oranını gösteren bağımlı nüfus oranı sadece yaşlı nüfustan oluşmuyor. Bir de 0-14 yaş arasındaki çocuklar var.
Oraya baktığımızda ise durum tam tersi. Çocuk nüfus oranı 2000 yılından 2024 yılına yüzde 29,3’ten yüzde 20,9’a; çocuk bağımlılık oranı da aynı yıllarda yüzde 45,7’den yüzde 30,6’ya gerilemiş durumda.
Yapılan bilimsel tahminler doğum oranlarının azalmasına karşın çalışan nüfus yüzdesinin değişmeyeceğini göstermekte. Bağımlı nüfus içindeki yaşlı oranı artacak, çocuk oranı azalacak, ancak bağımlı nüfus göreceli olarak sabit kalacak, görünüyor.
Bu arada, bu konuda projeksiyon yaparken iki faktörü daha göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Birincisi, ekonomik kriz ve emekli aylıklarının düşüklüğü nedeniyle Türkiye’de 65 yaş üstü nüfusun işgücü içindeki oranı giderek artıyor. İkincisi, istihdam dışı nüfus özellikle kadınlar arasında hala çok yaygın.
Yani Türkiye’nin önümüzdeki on yıllar boyunca işgücü eksikliği diye bir meselesi de, nüfus meselesinden kaynaklı bir beka meselesi de gözükmüyor.
Türkiye’nin en büyük meselesi yirmi küsur yıldır ülkenin başına musallat olan siyasal İslamcılarla olan meselesi.
/././
Yeni ittifaktan yeni devlete mi?-Yaşar Aydın-
İktidar, Ortadoğu’daki Türk, Kürt, Arap ittifakına içeride AKP, MHP ve DEM’in eşlik etmesini istiyor. Devletin kodları dâhil her şeyi değiştirmeye hazır. ABD desteğiyle, tepedeki ittifakı çözmüş görünse de Ortadoğululaşmaya karşı duran yüzde 80’lik halk muhalefeti var. İktidarın açmazı da burası.
PKK, 40 yılı aşkın süredir sürdürdüğü silahlı mücadeleyi sembolik bir törenle tüm dünyaya duyurarak bıraktığını ilan etti. Ardından Erdoğan’ın “müjdesi” geldi. Ancak bu müjde ne Kürt sorununun çözümüne ne de ülkede atılması gereken demokratik adımlara dairdi. Görüntüler ajanslara servis edilir edilmez Erdoğan ve Bahçeli, silah bırakma sürecinden ne murat ettiklerini açıkça ifade ettiler.
Erdoğan, Ortadoğu’da Türk, Kürt ve Arap ittifakı döneminin başladığını duyurduğu konuşmasında, ülkede de bu sürecin AKP, MHP ve DEM’in birlikte yürüteceği bir ittifakla sürdürüleceğini ilan etti. Bugünden geriye doğru bakıldığında, geçen 15 ayda sürecin ABD eliyle nasıl inşa edildiği net biçimde görülüyor. Bahçeli, Öcalan ve Erdoğan bu sürecin görünen yüzleri olsa da, arka planda daha güçlü bir figürün varlığını iktidar bile saklamıyor. Cumhur İttifakı sözcülerinin her fırsatta Trump’a övgüler dizmesi ve aralarındaki uyumu vurgulamaları boşuna değil.
İSTİKAMET DEĞİŞİYOR
ABD’li yöneticiler yaklaşık 30 yıldır benzer ifadelerle Türkiye’ye yeni bir yön vermeye çalışıyorlar. Bu yön, Cumhuriyet’i kuranların hedeflediği Batı medeniyetinin tam zıttında yer alıyor. Yüzünü Ortadoğu’ya çeviren, geleceğini orada kuran bir Türkiye arzuları var. Elbette ABD ve İsrail çıkarlarının korunması gerektiğini söylemeye bile gerek yok.
Ecevit hükümetinin devrilip AKP’nin iktidara getirilmesiyle sürecin nasıl hızlandığına hepimiz tanık olduk. 1 Mart tezkeresinden BOP’a kadar, bu projeye en büyük iştahla yaklaşanlar siyasal İslamcılar oldu.
Irak, Libya ve Suriye gibi engeller Ankara’nın da yardımıyla ortadan kaldırılınca, ABD-İsrail projesinin önünde hiçbir engel kalmadı. Erdoğan-Bahçeli liderliğinde devam eden Saray rejiminin bu projeye çoktan dahil olduğunu artık açıkça görebiliyoruz. Buradaki eksik halka olan Kürtler, Öcalan üzerinden sürece dâhil edilecekti. Nitekim öyle de oldu.
Görünen o ki Erdoğan ve Bahçeli, tüm güçleriyle ülkenin rotasını Ortadoğu’ya çevirmeye çalışacaklar. Bu yönelim, tek adam rejiminin stratejik hattını oluşturmuş durumda. Erdoğan, Dışişleri Bakanı Fidan ya da MİT Başkanı Kalın’ın Ortadoğu dışında neredeyse hiçbir konuda konuşmaması, yalnızca bölgenin sıcak olmasıyla açıklanamaz.
Gazze ve İran gibi konularda, müttefiklerle yol kazası yaşamamak için önceki dönemlere kıyasla daha ihtiyatlı davrandıkları gözleniyor. Suriye’deki gelişmelere bile dahil olurken, son derece temkinli hareket edip ABD Büyükelçisi Barrack’tan yardım alıyorlar.
DEVLET NE OLACAK?
Erdoğan ve Bahçeli, ayaklarını ABD’nin çizdiği Ortadoğu siyasetine basarak Türkiye’yi yönetebilecek bir güce ulaşacaklarını düşünüyorlar. Bu doğrultuda çeşitli adımlar atılıyor. Ancak bu durum, sadece seçim öncesi güç toplama arayışıyla açıklanamayacak kadar derin. Çünkü normal bir seçimde Cumhur İttifakı’nın sandıktan çıkma ihtimali artık oldukça zayıf. Bu nedenle, seçimin ötesine geçen, yeni bir Türkiye inşasını içeren bir yolculuk planlanıyor. Etnisitenin ve ümmet anlayışının ağır bastığı yeni bir rejimle ayakta kalabileceklerini düşünüyor ve ülkeyi bu şekilde dizayn etmek istiyorlar. Seçimle sınırlı olmayan bir ittifaka bu yüzden ihtiyaç duyuyorlar. Yüzü Ortadoğu’ya dönük, tüm kurum ve politikaların bu yeni döneme göre yeniden kurgulandığı bir devlet aygıtına ihtiyaçları var. Adını koyalım: 1923’te kurulan eski devletin yerine, kendilerine ait yeni bir devlet. İşte tam da burada küçük bir sorun var: Halk istemiyor.
BAŞARI ŞANSI VAR MI?
Ülkeyi 23 yıldır yöneten AKP iktidarı, tarihinin en zayıf dönemini yaşıyor. Eğitim ve sağlık alanlarındaki sorunlar bir yana, ülkenin yönelimine dair itirazlar yüzde 80’lere ulaşmış durumda. Düşünün; iktidarın en büyük projelerinden biri olan İmam Hatip Liseleri’nin kontenjanları her geçen yıl daha da boş kalıyor. İslamcılık güç kaybediyor. Gençler arasında laiklik hassasiyeti tavan yapmış durumda. Eğitimli kesim Batı’ya göç etmek için yollar arıyor. Ve tüm bu koşullarda, iktidar Türk, Kürt ve Arap ittifakıyla Türkiye’yi Ortadoğu eksenine sokmak istiyor. Meclis’te ya da siyasetin tepesinde ne “pişirilirse pişirilsin”, bu yemeği Türkü, Kürdü, Alevisi, Sünnisi ile Türkiye halklarının yemesi mümkün görünmüyor. Tek adam rejimi bu gerçeği görüyor ve bu nedenle tüm gücüyle bastırıyor. Zorla hizaya getirmeye çalışıyor. Bu yüzden aylardır süren gözaltılar, tutuklamalar, cezalar ve yasaklar yalnızca iktidarda kalmak için değil; aynı zamanda karşısında duran tüm örgütlü güçleri saf dışı bırakma girişimidir. İktidar, örgütlü kesimleri etkisiz hale getirdiğinde geniş halk kesimlerinin itiraz edemeyeceğini düşünüyor. Ne büyük yanılgı. İçinde yaşadığımız rejime itiraz eden geniş toplumsal kesimlerin, daha gerici ve otoriter bir rejime razı geleceğini sanmak, ancak Türkiye’yi Saray’ın odasından izlemekle mümkün olur. Sadece muhalif kesimlerin değil, AKP’li ya da DEM’li seçmenlerin de çok farklı kesimlerinden gelen tepkiler sert olacaktır. Nitekim Erdoğan’ın ağzından çıkan niyet beyanı, hem DEM’li Pervin Buldan hem de AKP’li Ömer Çelik tarafından düzeltildi. Her şeye rağmen Erdoğan, hedefini ve nasıl bir Türkiye hayal ettiğini ortaya koydu. Şimdi sıra bu hayalin karşısında biriken, neredeyse ülkenin yüzde 70’ine ulaşan çoğunlukta. Onlar nasıl bir ülkede yaşamak istiyor ve bunu hangi yolla gerçekleştirmeyi planlıyorlar? Meselenin düğümü bu soruya verilen yanıtla çözülecek.
/././
BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder