EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -16 Temmuz 2025-

Rekor birincili LGS’de MEB sessiz: Sorular yanıtsız, şaibe büyüyor -Vural Nasuhbeyoğlu-

    Bursa Mahmut Celalettin Ökten İmam Hatip Ortaokulu afişi

LGS’de ‘Rekor birinci, sızdırılan sorular’ gibi iddialar yanıt beklerken MEB veri açıklamayarak kaygıları büyütüyor. Özel okulların paylaşımları ise sınıfsal eşitsizliği gözler önüne seriyor.

Liselere Geçiş Sistemi (LGS) 2025 sınavına ilişkin soruların sızdırıldığı, şaibe iddiaları ve rekor sayıdaki birinci tartışması bitmiyor. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, sınava yönelik iddialara cevap vermek yerine hakaret ediyor. ‘Son yılların en zor sınavında rekor düzeyde 719 tam puan alan birinci nasıl çıktı? Sınav sırasında soru kitapçıklarını kim sızdırdı? 719 birinci hangi il-ilçe ve okul türleri arasında çıktı?​’ gibi sorular cevap beklerken Bakan Tekin hakaret ediyor: “Geri zekalıya anlatır gibi tane tane anlatıyoruz.” 

MEB değil dernek veri açıklıyor 

Bakan cevap vererek veri paylaşarak öğrenci, veli ve eğitimcilerin kafasındaki soruları aydınlatmayınca LGS sınavına ilişkin iddialar, sorular ve bazen de yanıltıcı bilgiler sosyal medyada dolaşmaya devam ediyor. Son olarak Bursa Mahmut Celalettin Ökten İmam Hatip Ortaokulu’ndan 36 birinci çıktığı iddiası gündemin ortasına bomba gibi düştü. Bu iddia saatler sonra yalanlandı. Hatta bu okuldan tam puan alan tek bir öğrenci bile olmadığı öğrenildi. Ama bu kaynak yine MEB değildi. MEB’in yapmadığını günler önce ÖNDER İmam Hatipliler Derneği yaparak ülke genelinde LGS’de birinci olan 63 imam hatipli olduğunu ve bu birincilerin okullarını da paylaşmıştı. Paylaşılan listede ise bu okulun adı yer almıyor. 

Şort yasak, sahte reklam serbest 

Peki tek bir imam hatip okulundan 36 birinci haberi nasıl ortaya çıktı, kim uydurdu? Bir muhalefet milletvekili iddiayı gündeme taşısa da asıl sorumlu 36 tam puan alan öğrencinin fotoğraflarını okulun adı ve okulun sosyal medya hesabından paylaşarak sahte reklam yapmaya çalışan okul yönetimi. Ve bu okul ve yönetiminin ilk skandalı da değil. Geçtiğimiz yıl Mahmut Celalettin Ökten İmam Hatip Ortaokulu müdürü Ergin Kaya Kırbıyık, 5. sınıf öğrencilerinin velilerine yönelik kullandığı “Bu okulda şort giyen öğrenciye de karışırız. Başını örtmeyen öğrenciye de karışırız” ifadeleriyle tepki çekmişti. 

Özel okullar, derin eşitsizlik 

Görsel: Bahçeşehir Koleji

Kamuoyunun ısrarlı soruları, takibi ve sıkıştırmasıyla Bakan Tekin, sadece 719 birincinin 66 il ve 544 farklı okuldan çıktığını açıklamıştı. Ama bu açıklama da tek başına oldukça yanıltıcı. Muhtemelen Bakan, okul türlerini açıklamayarak sınıfsal ayrımların da görünmez kılınmasını istiyor. Ama kamuoyunu meşgul eden tartışmaların yanında yer bulamayan eğitimdeki sınıfsal eşitsizlik LGS sonuçlarına da yansımış durumda. Kısa bir Google taraması yaptığımızda ülke genelinde çeşitli şubeleri de olan özel okullar ağının bu eşitsizlikten nasıl ‘birinci’ çıktığı görülüyor. Bahçeşehir (73), BİLFEN (49), Doğa (42) ve Konya Pema Kolejleri (7) olmak üzere 2025 LGS’deki 719 tam puan alarak birinci olan öğrencilerin 171’inin kendi okullarından mezun olduklarını duyurdu. Bu rakamlar diğerleri bir yana kamuda okuyan öğrencilerden çok daha az öğrencisi olan kolejlerin, özel okulların açıklanan LGS birincilerinin en az 5’te birine sahip olduğunu gösteriyor.

                                                                ***

Aralarında ünlü oyuncu Cem Yiğit Üzümoğlu'nun da bulunduğu 21 kişiye hapis talebi

Oyuncu Cem Yiğit Üzümoğlu'nun da aralarında bulunduğu 21 kişi hakkında, sosyal medyada yaptıkları boykot çağrıları gerekçesiyle 7 yıl 6 aya kadar hapis cezası talep edildi.

Oyuncu Cem Yiğit Üzümoğlu'nun da aralarında bulunduğu 21 kişi hakkında, sosyal medyada yaptıkları boykot çağrıları nedeniyle yürütülen soruşturma tamamlandı. Hazırlanan iddianamede, 7 yıl 6 aya kadar hapis cezası talep edildi.

İddianamede, 2 Nisan’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ve bazı ilçe belediyelerine yönelik yürütülen operasyonların ardından sosyal medyada yapılan boykot paylaşımlarının ardından soruşturma başlatıldığı öne sürüldü.

İddianame kabul edildi

Hazırlanan iddianamede dosyada Cem Yiğit Üzümoğlu, Aslı Yirsutimur, Bekir Aslan, Berna Güneri Kutlu, Burçin Erol, Buse Vatansever, Ceren Örnek, Damla Kırali, Deniz Bulutsuz, Mehmet Erdem Cevahirefendioğlu, Muhammet Enes Özel, Ömer Çiftçi, Seren Aydın, Sertaç Doğanay, Seyda Murat Germen, Şenay Ağgez, Tunahan Mert Topuz, Uğur Yangın, Yeliz Ağdemir, Zeynep Ocak ve Zeynep Sena Altan'ın “Kişiler arasında ayrımcılık yaparak bir kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını engelleme ve basın ve yayın yoluyla halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme” iddiasıyla toplamda ayrı ayrı 2 yıl 6 aydan 7 yıl 6 aya kadar hapis cezasına çarptırılması talep edildi.

                                                               ***

Alemin gözü yaşlı…-Koray R. Yılmaz-

Orkun Kökçü Beşiktaş’a transfer oldu… son günlerin en çok konuşulan futbol olayıydı bu… ama ne derler bilirsiniz futbol asla sadece futbol değildir…

Bir yanda dünyanın önde gelen takımlarında oynamış, yüksek transfer teklifleri almış, istese dünyanın en iyi liglerinde, en başarılı takımlarında oynamaya devam edebilecek olan henüz daha 24 yaşında gencecik bir futbolcu: Orkun Kökçü. Diğer yanda çocukken duvarına posterini astığı, tezahüratlarını ezberlediği, gönlünde büyüttüğü takım: Beşiktaş. Çoğu insan için akıl almaz bir tercih. Daha fazla para, daha prestijli ligler dururken gözyaşları içinde çocukluk aşkına geri dönmek. Dahası bunu büyük bir şükran duygusu içinde yapmak…

Bu sahneyi ıskalamamak gerekiyor. Bu sahne modern dünyanın her zaman aklı araçsallaştıran, en fazlayı isteyen insan anlatısına açık bir meydan okumadır. Hepimize anlatılan bu değil midir? İnsan, çıkarını maksimize eden bir hesap makinesi gibidir. Kar-zarar durumuna bakar, duyguları bir kenara bırakır, en uygun olanı seçer. Bu anlatıda hepimiz, birer “homo economicus- iktisadi insan” oluruz. O yüzden, Orkun Kökçü gibi bir oyuncunun bu tercihi ve duygularını bu kadar açık bir şekilde ortaya koyması, akılcı dünyanın ezberine atılmış bir tokat gibi. Dahası tercih kavramı burada gerçek anlamını buluyor. Açık ki burada tercih herkesin Iphone’u tercih ettiğini düşünmesinden başka bir anlam taşıyor…  

Tam da bu nedenlerle bu hikâyeye sadece bir futbol haberi diye bakmamalıyız. Kökçü’nün Beşiktaş’a dönüşü, bize insanın sadece çıkarla, akılla, soğuk stratejiyle açıklanamayacağını hatırlatıyor. Bazen bir çocukluk hatırası, bir statta duyulan tezahürat, bir formanın kokusu milyonlarca eurodan daha baskın bir motivasyon olabiliyor. O gözyaşları, modern aklın soğuk matematiğine sızan radikal bir sıcaklığı gösteriyor bize: İnsanın derininde yatan stratejiyle açıklanamayacak olan duyguları, aidiyetleri, inatçı saflıkları...

Strateji deyince geçenlerde Taner Akçam’ın sosyal medyada çokça konuşulan yazısı geldi aklıma. Akçam yazısında “gözlemci bakış açısıyla” geri kalan zavallı, “aktör bakış açısına” sahip, kafası karışmış, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diyen geniş kitleye Kürt meselesinde içine girilen süreçle CHP’ye yönelik bu baskılamanın birbirini neden dışlamadığını, bunun gerçekte Cumhur İttifakı’nın Kürt meselesine dair geliştirdiği stratejinin bir parçası olduğunu söylüyor. Ona göre Cumhur ittifakının stratejisi şöyle: “Eğer biz CHP’de ifade bulan ‘Beyaz Türk’ çoğunluğunu baskı altında tutmazsak, bunlar Kürt meselesinin çözümüne karşı çıkarlar. Bunları ama çeşitli bahanelerle ezersek, bunlar da kendilerine kitlesel destek arayışına gireceklerdir. Ve sonuçta ‘Kürt meselesinin çözümünden yanayız’ noktasına geleceklerdir.” Bu yöntemi itibariyle çok “ilginç” tespiti tartışmayacağım. Ama aynı yöntemle şöyle bir argüman da eşit derecede doğru ya da yanlış olabilir gibi geliyor bana: Eğer biz CHP’de ifade bulan ‘Beyaz Türk’ çoğunluğunu baskı altında tutmazsak, bunlar Kürt meselesinin çözümüne karşı çıkarlar. Bunları ama çeşitli bahanelerle ezersek, bunlar da kendilerine kitlesel destek arayışına gireceklerdir. Ve sonuçta ‘Kürt meselesinin çözümüne daha güçlü bir şekilde karşı çıkacak’ noktaya geleceklerdir.” Meselenin bu tür “neden olmasın” düşüncesi etrafında ele alınamayacağının “gözlemci bakış açısıyla” da açık olmasını beklemek çok şey beklememek olsa gerek.  

Ama bence daha önemli bir şey var. Ortada soğukkanlı bir akıl, hesaplı bir oyun planı olduğunu söylüyor Akçam bize. Şüphesiz vardır böyle şeyler… Oysa toplum tam da Orkun Kökçü’nün gözyaşında gördüğümüz gibi işler. İnsanlar, duygularıyla, aidiyetleriyle, incinmiş onurlarıyla hareket eder. Baskılama, strateji planlarında öngörüldüğü gibi toplumu hizaya getirmez; aksine içten içe yarılmalar, yeni kopuşlar, bazen onarılamaz kırgınlıklar biriktirir.

Bir futbolcunun gözyaşı, bir ülkenin strateji raporundan daha gerçek ve sonuç alıcı olabilir. Çünkü hepimiz, tabelaya değil tribüne bakarız. Orkun Kökçü’nün her şeyi bir kenara bırakarak bu biçimde Beşiktaş forması giymesi siyasetin en karmaşık meselelerine dair de bir şey söylüyor gibi: İnsan dediğin sadece rasyonel bir proje değildir. Duyguları vardır, hikâyeleri vardır, inatçı bir şekilde hatıralara tutunur.

Belki de bu yüzden ihtiyacımız olan şey soğukkanlı bir mühendislik aklı değil; yaraları saran, ortaklaştıran, bütünleştiren, onaran bir duygusal hakikattir.

                                                            /././

Darbeden diktaya Erdoğan’ın ‘sessiz devrim’i!-Yusuf Karadaş-

Ülkeyi yıllarca birlikte yöneten iki gerici güç (AKP-Erdoğan ve Gülenciler) arasındaki iktidar mücadelesinin bir parçası olarak sahnelenen 15 Temmuz darbe girişimi, bu mücadeleden galip çıkan Erdoğan iktidarı tarafından “Demokrasi Bayramı” olarak kutlanıyor. 2002’de seçimleri kazandıktan sonra “askeri vesayeti ortadan kaldırmak” adına birlikte yürüyen bu iki gerici güç arasındaki iktidar mücadelesinin bir askeri darbeye sahne olması manidardır. Ancak daha önemlisi, kendilerini “Demokrasi kahramanı” ilan edenlerin bu darbe girişimini bir faşist rejim inşasının dayanağı haline getirmek istemeleri ve bu yönde azımsanmayacak kadar yol katetmiş olmalarıdır. Erdoğan, AKP Sözcüsü Çelik tarafından günler öncesinden “tarihi müjde” olarak sunulan konuşmasında AKP’nin 2002’den sonra “demokrasi ve insan hakları konusunda sessiz devrim” yaptığını iddia ediyordu. Erdoğan’ın “sessiz devrim” vurgusu, özellikle PKK’nin silah bırakma töreni sonrasında adım atılması beklentisine de bir yanıt anlamı taşıyordu. Erdoğan’ın “sessiz devrim”inin gerçekte nasıl bir karşıdevrim olduğunu; sadece cumhuriyet rejiminin sınırlı kazanımlarını tasfiye etmekle kalmayıp adım adım her türlü demokratik hak ve özgürlüğü nasıl ortadan kaldırdığını anlamak için 23 yıllık geçmişe kısaca da olsa göz atmak gerekiyor.

Erdoğan ve AKP’nin kurucu kadroları ile Gülen, 1960’lı yıllarda yükselişe geçen halk mücadelesine karşı ABD emperyalizmi (NATO) ve işbirlikçi iktidarların “yardımcı kuvvetleri” olarak kullanılmıştı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve sonrasındaki Özal’lı neoliberal dönüşüm yıllarında Arap-Körfez sermayesiyle (Katar, BAE, S. Arabistan) işbirliği halindeki İslamcı sermaye çevreleri ve onların siyasi temsilcileri de güç kazanmaya başlamıştı. Ancak bu güçleri iktidara taşıyan asıl güç, Doğu Blokunun çökmesinden sonra Ortadoğu’yu “ılımlı (neoliberal) İslamcı” güçlerle dizayn etmeye yönelen ABD emperyalizminin verdiği destek oldu. O dönemlerde Erdoğan’ın kendini “BOP’un Eşbaşkanı” ilan etmesi bu politikanın bir sonucuydu. Öte yandan Erdoğan ve arkadaşları o dönem TÜSİAD içindeki sermaye gruplarından da destek görmüş, Sakıp Sabancı Erdoğan’ı “Yeni Turgut Özal” ilan etmişti. 

Bu güçlerin desteğini arkasına alan AKP, ekonomik kriz ve halkın geleneksel burjuva partilere tepkisini de fırsata çevirerek 2002 seçimlerini kazanmıştı. Ancak seçimleri kazanmış olsa da iktidarı ele geçirebilmesi için ordu ve bürokrasi içindeki gelenekselci-ulusalcı güçlerle bir mücadeleye girişmesi gerekiyordu. Erdoğan’ın “sessiz devrim” dediği şey, aslında önce bu güçlerle ve sonra Gülencilerle giriştiği iktidar mücadelesinden başka bir şey değildi. Erdoğan ve Gülencilerin devlet ve ordu içindeki bu güçlerle mücadelelerinde en büyük şansları, darbelerin gerçek mağdurları olan işçi sınıfı ve halkların geçmişteki darbelere ve ordunun rolüne duydukları tepkiydi. Bu nedenle Erdoğan ve Gülenciler, iktidarı ele geçirme mücadelesini demokratik bir hamle olarak göstermek amacıyla “askeri vesayeti ortadan kaldırma” söylemini kullandılar. 

2007 27 Nisan’da Genelkurmay’ın Gül’ün cumhurbaşkanlığının önüne geçmek üzere yayımladığı e-muhtıraya ‘Ergenekon’ operasyonu ile yanıt vermeleri, bu güçlerin iktidarı ele geçirme mücadelesinin en önemli kavşaklarından biri olarak gerçekleşti. Sanıkları arasında halka karşı ‘özel savaş’ta ve Kürtlere yönelik katliamlarda rol oynamış generallerin de yer aldığı Ergenekon davasının sadece “hükümete karşı darbe girişimi” ile sınırlanması, bu güçlerin gerçek derdinin demokrasi ve karanlık geçmişle hesaplaşmak olmadığını görmek için yeterliydi.
Aynı dönemde legal Kürt siyasetine karşı da KCK operasyonları yapılmıştı.
Yargıyı tamamen ele geçirmek ve siyasi operasyonların bir parçası yapmak üzere düzenlenen 2010 referandumunda da “12 Eylül darbecilerini yargılamak” propagandası üzerinden demokrasicilik oyunu sürdürülmüştü-ki, bu propaganda liberaller ve sol-liberaller tarafından da desteklenmişti. 

Bu dönem boyunca özelleştirmeler (1985’ten 2013’e kadar yapılan 49 milyar dolarlık özelleştirmenin 41 milyar doları AKP-Gülen ortaklığı döneminde yapılmıştı) ve çalışma yaşamının kuralsızlaştırılması üzerinden işçi sınıfına yönelik yoğun saldırılara AKP ve Gülencilere yakın sermaye grupları olan MÜSİAD ve TUSKON’a bağlı şirketlerin devletten aldıkları krediler ve ihalelerle semirtilmesi eşlik etti.
AKP-Erdoğan ve Gülenciler arasındaki ittifak, siyasi rakiplerini tasfiye edip iktidarı ele geçirdikten sonra bu kez kendi aralarında bir iktidar mücadelesine dönüşmüştü. 2012’de Gülencilerin dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Oslo’da PKK ile görüşmesi üzerinden gerçekleştirmek istedikleri operasyona Erdoğan, onların en önemli silahlarından biri olan dershaneleri kapatma hamlesi ile yanıt vermişti. Bu mücadelenin ikinci raundu Gülencilerin, Erdoğan ve çevresinin rüşvet ve kara para ilişkilerini ses kayıtlarıyla ortaya seren 17-25 Aralık (2013) operasyonları ve Erdoğan’ın bu operasyonlara polis ve yargı içindeki Gülencilerin tasfiyesi ile yanıt vermesi ile geçmişti. Bu noktadan sonra Erdoğan’ın 11 yıllık yol arkadaşları, FETÖ terör örgütü olarak adlandırılmaya başlandılar.
 

Bu iki gerici güç odağı arasındaki iktidar mücadelesinin üçüncü raundu 2016’daki 15 Temmuz darbe girişimi ile geçti. Bugün eldeki bilgiler Erdoğan iktidarının kendi siyasi rakiplerini tasfiye etmenin bir dayanağı olarak kullanmak üzere önceden ihbar edilen bu darbe girişimine en azından ‘seyirci kaldığı’nı ortaya koyuyor. 

Yıllarca seçimleri demokrasinin tek göstergesi olarak sunan ve kendi gerici politikalarına dayanak yapan Erdoğan ve AKP’nin güç kaybı aslında darbe girişiminden önce görünür hale gelmiş; AKP 7 Haziran 2015 seçimlerinde tek başına iktidar olma çoğunluğunu kaybetmişti. 1 Kasım 2015 seçimlerinin savaş ve kaos planı ve bu plan kapsamında IŞİD katliamlarının devreye sokulmasıyla kazanılması, daha darbe girişimi öncesinde Erdoğan ve AKP’nin iktidarı kaybetmemek için her yola başvurmaktan geri durmayacağını göstermişti.
Bu yüzden darbe girişimi Erdoğan için “Allah’ın bir lütfu” olmuş; darbe ve darbecilerle mücadele adı altında faşist rejime giden yolun temel taşları OHAL ve KHK’lar üzerinden döşenmişti. MHP’nin bugüne kadar devam eden destek ve ortaklığı, Kürt hareketine yönelik ülke içindeki siyasi ve sınır ötesindeki askeri operasyonlar ile CHP’nin “Yenikapı Ruhu” adı verilen bu süreçteki tutarsız politikaları (Milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması bu tutarsızlıklardan sadece biridir) dikta rejiminin yelkenine rüzgâr taşıdı. Ülke tarihinin en şaibeli seçimi olan ve OHAL koşullarında gerçekleştirilen 2017 “başkanlık rejimi” referandumu ile bu rejime resmiyet kazandırılmıştı.

Erdoğan’ın 2016’da yabancı sermaye temsilcileriyle yaptığı toplantıda “Bizimle birlikte yol yürüyen hiçbir uluslararası yatırımcı, bu ülkede kaybetmemiştir. Tam tersine sürekli kazanmıştır, bundan sonra da kazanacaktır” demesi ve yine 2017’deki “OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz” açıklaması inşa edilen bu yeni rejimin hangi sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğini en yetkili ve etkili ağızdan ilan ediyordu.

Buraya kadar anlatılanlar saray rejimi ve kader birliği yaptığı tekelci burjuva gericiliğin kendi iktidarını korumak için hiçbir yol ve yöntemi kullanmaktan geri durmayacağını görmek için yeter de artar. Erdoğan’ın siyasi rakiplerini tasfiye etmek için her yolu mübah görmesi, bugün bir yandan Öcalan ile görüşmeler üzerinden Kürt sorununda bir süreç yürütürken neden son seçimlerden birinci parti olarak çıkan CHP’yi hedef alıp operasyon üzerine operasyon yaptığını da açıklıyor.
ABD emperyalizminin ve onun vurucu gücü İsrail’in Ortadoğu’nun yeniden dizaynı yönünde hamleler yaptığı bir dönemde Erdoğan’ın AKP’nin Kızılcahamam kampındaki konuşmasında “Türk, Kürt, Arap ittifakı”nı yeni Osmanlıcı bir sosla ve ümmetçi bir anlayışla gündeme getirmesi ve bu söylemin ABD’nin Ankara Büyükelçisi Barrack tarafından da sahiplenilmesi, bu iktidarın ‘kuruluş ayarlarına’ bağlılığını da ortaya koyuyor.

Erdoğan’ın “sessiz devrim”i; cumhuriyet rejiminin sınırlı-güdük kazanımlarının bile hedefe konduğu, her türlü demokratik hak ve özgürlüğün askıya alındığı ve faşist bir rejim inşasını amaçlayan bir karşıdevrim hareketi olarak devam ediyor. Ülkenin siyasi geleceğini darbe ile dikta ikilemine mahkûm etmeye çalışan iki gerici güç odağı arasındaki mücadelenin bir parçası olarak sahnelenen 15 Temmuz darbe girişimi, bize bu gerici güçlerden kurtulmadan ülkede halkların barış ve eşitlik içinde yaşayacağı demokratik bir geleceğin inşa edilemeyeceğini bir kez daha hatırlatıyor.

                                                              /././

Hükümet, kamu işçisine teklifini yüzde 22 olarak revize etti iddiası

Hükümetin kamu çerçeve protokolü sürecinde üçüncü teklifini yüzde 22 olarak sunacağı iddia edildi.

Kamuda çalışan binlerce işçi, kamu çerçeve protokolü (KÇP) sürecinde yapılacak zammı hâlâ beklerken hükümetin yeni teklifini yüzde 22 olarak değiştirdiği iddiası ortaya atıldı.

KÇP sürecine dair gelişmeleri canlı yayında aktaran NTV Ekonomi Muhabiri Sibel Can, hükümetin 2025 yılının ilk altı ayı için verdiği yüzde 17’lik teklifi yüzde 22 olarak değiştirdiğini söyledi. Can, "Müzakereler hâlâ devam ediyor, bir uzlaşı yok masada. Ancak edindiğimiz bilgiye göre hükümet, 2025 yılının ilk altı ayı için verdiği yüzde 17’lik teklifi yüzde 22 olarak revize etti" ifadelerini kullandı.

https://twitter.com/i/status/1945374919858249773

Ne olmuştu?

23 Şubat’ta Türk-İş ve Hak-İş konfederasyonlarının hükümet tarafına sunduğu taslakta talep edilen yüzde 90’a yakın zam talebi karşısında aylarca teklif gelmeden yapılan görüşmeler ve hükümet temsilcisi Türk Ağır Sanayii & Hizmet Sektörü Kamu İşverenler Sendikası (TÜHİS) tarafından yapılan yüzde 16 ve 17 seviyesindeki teklifler, kamu işletmelerinde toplu iş sözleşmesi (TİS) görüşmelerini tıkanma noktasına getirdi.

Harb-İş sendikasının örgütlü olduğu iş yerlerinde TİS’ler Yüksek Hakem Kuruluna (YHK) giderken Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay 15 Temmuz’dan itibaren grev kararlarının alınacağını duyurmuştu

Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan ise 3 Temmuz’da “Sendikalarımız gereken yerde grev kararlarını almalı. Eylem yapacak sendikalarımız hazırlık yapmalı. Grev yasağı olan yerlerde grevdeymiş gibi eylem yapmaya hazır olmalısınız” ifadelerini kullanmıştı

Medya-İş, tıkanan TİS sürecinde görüşmelerin ilerlememesi nedeniyle grev kararı almadı ve TİS’i YHK'ye götürmedi. Yetkisi düşen sendika yeniden yetki başvurusunda bulunup tekrar yetki aldı. Yani sözleşme sürecinde başa döndü.

Öte yandan 17 Temmuz'da (yarın) Türk-İş'in örgütlü olduğu iş yerlerinde bir günlük iş bırakma eylemi yapılacak.

                                                                    ***

Taciz suçlaması ile 9 yılda 7 okul değiştirdi - Avukatlar Ferdi Şahin'in öğretmenlikten men edilmesi gerektiğini belirtti

Bayındır’da görev yapan öğretmen Ferdi Şahin hakkında şiddet ve hırsızlık suçlarından verilen iki ayrı mahkeme kararı birleşti. Avukata göre öğretmenlikten men edilmesi gerekiyor.

Hakkındaki taciz iddiaları yüzünden 9 yılda 7 okul değiştiren Eğitim Bir-Sen'li öğretmen Ferdi Şahin'in son davada almış olduğu para cezası nedeniyle daha önce hırsızlıktan aldığı ceza da uygulanacak. Ayrıca yaşananların sonucunda Şahin'in öğretmenlikten çıkarılması gerekiyor.

Tacizden beraat, şiddetten para cezası

Taciz suçlamaları ile sürekli gündeme gelen Eğitim Bir-Sen Üyesi Ferdi Şahin son olarak Bayındır İsmet İnönü Ortaokulu öğrencisi N.T'ye yönelik taciz ve şiddetten yargılanmış tacizden beraat ederken, şiddet nedeniyle para cezasına çarptırılmıştı.

Dava sırasında Şahin'in daha önce de hırsızlıktan hüküm giydiği ortaya çıkmıştı.

Geçmişte mont hırsızlığı suçundan yargılanmış

Konu ile ilgili olarak görüştüğümüz N.T'nin Avukatı Esma Selen Göreci Palavar'dan aldığımız bilgilere göre hırsızlık ile ilgili yargılama 2023/188 Esas numarası ile İzmir 1. Asliye Ceza Mahkemesinde görülerek, 2023/1976 numaralı karar ile 12.10.2023 tarihinde HAGB (Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması) şeklinde kesinleşti.

İzmir Cumhuriyet Başsavcılığının 13 Nisan 2023/21703 sayılı iddianamesinde kamu adına Ferdi Şahin hakkında "Bina içinde muhafaza altına alınmış eşya hakkında hırsızlık" suçlamasıyla TCK'nın 142/2-h, 35, 53, 54/1 ve 63 maddeleri gereğince cezalandırılmasının talep edildiğini belirten Avukat Palavar, Optimum'daki Zara mağazasından mont çalmakla suçlanan Ferdi Şahin'in mahkemede; "Geçim zorluğu çekiyorum. O anki psikolojim ile şeytana uydum. Montu alıp çıkmak istedim. Kendime de yakıştıramadım" şeklinde beyanı bulunduğunu belirtti.

İfadesinde geçim zorluğu çektiğini vurgulayan Şahin'i mahkemede 3 avukat savunmuş.

Yargılama sonunda sanık Ferdi Şahin'in suç aleti olarak kullandığı pensesine el konularak, "5 yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına" hükmedilmiş, çeşitli indirimler uygulanarak ceza "6 ay 7 gün" e kadar çekilmiş. Sanığın önceye dayalı bir suç işlememiş olması, duruşmadaki tutum ve davranışları ve kişilik özellikler göz önüne alınarak verilen cezadan Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması (HAGB) kararı ile kurtulmuş.

Geçtiğimiz günlerde ise 2023-2024 eğitim öğretim yılında Bayındır İsmet İnönü Ortaokulu 6. Sınıf öğrencisi N.T. ile ilgili aynı okulun Fen Bilimleri Öğretmeni olan Ferdi Şahin'e açılan, "Basit yaralama, sarkıntılık yapmak suretiyle çocuğun cinsel istismarı" davasında Bayındır Asliye Ceza mahkemesi, "Sarkıntılık yapmak suretiyle çocuğun cinsel istismarı" suçlamasından beraat verirken, basit yaralama suçlamasından iki kez para cezası vererek toplamda 30 bin TL para cezasına hükmedildi.

Avukat Esma Selen Göreci Palavar, Sanık Ferdi Şahin'in hırsızlık suçundan almış olduğu ve "Hükmün Açıklamasının Geri Bırakılması" (HAGB) şeklinde 5 yıl suç işlememe şartıyla verilen kararı; öğrenci N.T. ye şiddet suçundan ve ceza alması kararı kesinleştiğinde bozulacağını belirterek, "Hırsızlık suçundan almış olduğu ceza, mahkemeler arasındaki yazışmalarla kendiliğinden geçerlilik kazanacak ve ceza uygulamaya konulacaktır" dedi.

Milli Eğitim Müdürü: Mahkemeden evrak gelmedi

Hırsızlık suçundan hüküm giydiği dönemde Bayındır'da öğretmenlik görevine devam etmesinden dolayı konu ile ilgili görüştüğümüz Bayındır İlçe Milli Eğitim Müdürü Serdar Ökay, "Ferdi Şahin ile ilgili hırsızlık suçundan ceza aldığına ilişkin, bize mahkemeden herhangi bir evrak ulaşmadığı için kişi hakkında idari bir soruşturma yapılmamıştır" şeklinde konuştu.

“Öğretmenlikten men için her şey ortada”

 Av. Palavar, Şahin'in öğretmenlikten men edilmesi için şu ana kadar yaşananların yeterli olduğunu sözlerine ekledi.

                                                           ***

‘Savaş korkusu’ ve çözüm arayışları -Yücel Özdemir-

Der Spiegel dergisi bu hafta hazırladığı kapağa “Yeni Savaş Korkusu” başlığını koymuş. Ukrayna savaşıyla birlikte içine girilen savaş ve militarizm sarmalının halk arasında nasıl karşılandığı dört kişi üzerinden anlatılıyor. Berlin’de yaşayan 51 yaşındaki Lena Speckmann, savaş durumu eğitimi almış bir süre önce. Gençliğinde vicdani retçi olan 40 yaşındaki Daniel Gay de, iki yıldır yedek askerlik eğitimi alıyor. Dergiye bir İHA ve asker kıyafetiyle poz vermiş. 40 yaşındaki Münihli Biyoteknoloji Uzmanı Jenny Zobel, Ukrayna savaşı başladığında işten ayrılmış, savaş korkusundan Costa Rica’ya göç etmiş. 66 yaşındaki Hamburglu Magdalena Kundtmann ise barış gösterilerine katılarak savaşların ve silahlanmanın derhal durması çağrısında bulunuyor.

Derginin seçtiği portreler Almanya’daki atmosferi yaklaşık olarak yansıtıyor. Yükselen savaş tehlikesine karşı herkes kendi dünya görüşü ve yaşam biçimine göre bir şeyler yapıyor.

Ukrayna savaşı başladığından bu yana sermaye partileri ve basını tarafından yürütülen çok katmanlı propagandaya rağmen, Almanya’da pek çok kez büyük barış gösterileri, toplantıları yapıldı. Her Paskalya ve 1 Eylül’de sokakta “Savaş, bir daha asla” sloganları yükseltildi. Ve bu ses, görülmeyecek, duyulmayacak kadar zayıf da değil. Önümüzdeki 1 Eylül ve 3 Ekim’de yeniden on binlerce insanın katılacağı gösteriler şimdiden planlanıyor.

Ama, halkın büyük bir kısmı arasında korku ve endişenin olduğu da bir gerçek. Aynı kapak yazısına göre, geçen yıl tam 1.3 milyon kişi telefonla danışmanlık hattını arayarak dünyadaki durum hakkında bilgi almış ve olanlar karşısında ne yapabileceğini sormuş.

Buna rağmen, geçmişin ve bugünün koalisyon partileri savaş planlarına ve propagandasına tam gaz devam ediyor. Dahası, “savaşa hazırlık” boş bir propagandan ibaret de değil. Askeri harcamalar için kısa zamanda rekor bütçeler ayırarak Avrupa’nın en büyük ordusu olmaya adeta yemin etmiş bir hükümet var. Bu nedenle son haftalardaki en büyük derdi asker sayısını arttırmak.

Başbakan Friedrich Merz’in işverenlere yaptığı “Çalışanlarınızı yedek asker yapmaya hazırlanın” çağrısından sonra Savunma Bakanı Boris Pistorius, yeni bir askere alma yasa tasarısı hazırladı. Basına sızdırılan yeni tasarıda kadın-erkek ayrımı gözetilmeden, ordunun ihtiyacına göre askerlik zorunlu hale getiriliyor. Genel olarak “gönüllü” tarif edilen askerlik, hükümet ve meclisin tehlike durumuna göre zorunlu hale getirilebilecek.

Bakan Pistorius’un hedefi yaz tatilinden sonra “gönüllü-zorunlu askerliği” meclise getirmek, 2026’dan itibaren de yürürlüğe koymak. Böylece, bu tarihten itibaren alttan alta yapılan savaş hazırlıkları daha ciddi bir boyut kazanacak. Bugüne kadar savaş korkusu daha çok Rusya’dan gelen tehlike için geçerliydi. Ancak, birkaç gündür ülke içindeki tartışmalara bakılırsa Çin de korkunun nedenleri arasına girecek.

Yazılanlara göre, bu ayın başında Kızıldeniz’de AB Eunavfor Apsides Misyonu kapsamında görev yapan bir Alman keşif uçağına Çin savaş gemisinden lazer ışını gönderilmesi abartılarak önemli gündem haline getirildi. Alman Dışişleri Bakanlığı, Çin Berlin Büyükelçisini bakanlığa çağırarak keşif uçağına neden lazer ışını gönderildiğinin hesabını sordu. Gazete ve televizyonlar bu vesileyle Çin’e karşı söylemi sertleştirdi. Uzmanlar, lazer ışınının tutulmasının pilot ve uçak için ne kadar zararlı olabileceğine dair analizler yaptı. Dolayısıyla Çin’e karşı askeri olarak mevzilenme gerektiği mesajı halka verildi.

Ama “lazer ışınını” tehlike sayan Alman ordusunun yaklaşık 200 askerle Asya-Pasifik’ye Çin’e karşı büyük bir tatbikata katıldığı ise gözden kaçırılıyor. “German-Foraing-Policy”in yazdığına göre, Alman askerleri, 19 ülkeden 30 binden fazla askerin katılımıyla savaş tatbikatı Talisman Sabre’ye katılmak üzere geçtiğimiz hafta sonunda yola çıktı. Tatbikat ABD’nin Çin’e karşı olası bir savaş senaryosunda, Avustralya müttefik güçlere ev sahipliği yapıyor. Bundeswehr için Avustralya’daki savaş tatbikatlarına katılımı, 2021’den bu yana rutin hale geldi.

Almanya’nın dış politikada Rusya ve Çin’e karşı yaptığı hamleler halk arasında savaş kaygısı ve endişesini her geçen gün arttırıyor. Bunu bertaraf etmenin yolu ne olası felakete göre hazırlık yapmak, ne malzeme stokuyla sığınağa yerleşmek ne de ülkeden göç etmek. Asıl belirleyici olan savaşa ve silahlanmaya karşı her alanda verilecek mücadeleyle, hükümeti izlediği tehlikeli dış politikadan vazgeçirecek, barış ve diyalog yoluna sokacak bir mücadele hattıdır. Bu başarılamadığı takdirde diğer bütün önlemlerin, savaşın yıkıcılığı karşısında halkı koruması mümkün değil.

                                                               /././

Evrensel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -17 Temmuz 2025-

Artık Cumhur yetmiyor -Berkant Gültekin- 1 Ekim’de Bahçeli’nin DEM Parti yöneticileriyle tokalaşmasıyla başlayan ve 27 Şubat’ta Öcalan’ın ör...