Hedefteki Cumhuriyet -Sinan Meydan-
Mustafa Kemal Atatürk’e göre “Türk milleti” kavramı, sadece bir ırkın, bir etnik kimliğin, bir dinin veya mezhebin değil, Türkiye Cumhuriyeti’ne “vatandaşlık bağı ile bağlı” eşit hukuka sahip tüm yurttaşların ortak-üst-ulusal kimliğinin adıdır.
Önce Teröristbaşı Abdullah Öcalan, 1923 Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası öncesine dönmekten söz ederek “Terörsüz Türkiye” adı verilen sürecin, Atatürk’ün kurduğu üniter ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef alacağını açıkça gösterdi.
Daha sonra ABD Büyükelçisi Tom Barrack, Türkiye’nin, “Osmanlı millet sistemine geçmesini” önerdi. Bu, dinsel temelli çok hukuklu sitem demektir. Bu, Lozan’da temelleri atılan tek hukuklu, çağdaş, laik hukuk düzeninin ve hukuk birliğinin yok edilmesi demektir. Bu, laik Cumhuriyetin temellerinin dinamitlenmesi demektir.
Bir süre önce ise AKP Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan, üst kimliğin “Müslümanlık” olduğunu söyledi. Erdoğan, geçen hafta da “Türk-Kürt-Arap” etnik kimliklerini öne çıkararak ümmetçiliği savundu. Erdoğan ayrıca, “AKP, MHP ve Dem Parti olarak yola birlikte devam edeceğiz” dedi.
AKP’nin ve DEM’in, Atatürk’e, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne bakışı arasında neredeyse hiçbir fark yok; yakın tarih okumaları aynı… Öyle ki, gerektiğinde Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti düşmanı Şeyh Sait de, İsklipli Atıf da, Saidi Nursi de rahatlıkla birleşebiliyorlar.
Teröristbaşının önerdiği gibi 1923 Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası öncesine, yani Cumhuriyet öncesine dönülmek isteniyor. “Yeni Türkiye” söyleminin ardındaki “Yeni Osmanlılık” tam da bunu amaçlıyor. Bu, Samuel Hantington’un “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabında Türkiye’ye önerdiği gibi, Atatürk’ün mirasını reddetmek, laik Cumhuriyetten ve ulus devletten vaz geçmek, dini ve siyasi meşruluğa sahip bir liderin yönetiminde “Yeni Osmanlı” düzeni kurmak demek. İşte bu aşamada Başkanlık Sistemi ile kurulan Yeni Saray Rejimi önem kazanıyor.
Bu proje, Lozan’da temelleri atılan, toprak bütünlüğüne sahip üniter, laik ulus devletin 102 yıl sonra parçalanmasına yol açacak bir süreci tetikleyecektir. Bu, Türkiye’nin sadece iç barışını değil -sınır ötesine yönelik Panislamik göndermeleri nedeniyle- Türkiye’nin 1923’te Lozan’da elde ettiği ve 102 yıldır yeni bir savaşın parçası olmayarak koruduğu dış barışını da bozacaktır. Bunu nereden mi biliyoruz? Osmanlı’nın dağılma sürecinden biliyoruz; Balkanlardan biliyoruz, Ortadoğu’dan biliyoruz, Kafkasya’dan biliyoruz.
TÜRK MİLLETİ
AKP Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan, “ümmetçi” ve “Osmanlıcı” bir yaklaşımla, modern anlamda millet (ulus) kavramına karşı çıkıyor; son konuşmasında, “Türk-Kürt-Arap” etnik unsurlarını, ümmetçi bir bağla bir araya getirmekten söz etti. Dün de reklam panolarına konulan 15 Temmuz afişlerinde “Milletin adı Türkiye” denildiğini gördük. Oysa milletin değil, devletin adının “Türkiye”, milletin adının “Türk milleti” olduğunu çocuklarımız bile çok iyi biliyor.
Olup bitenleri anlamak için, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini bilmek gerekiyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk, Afet İnan imzasıyla yayınladığı “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” adlı ders kitabında, kendi el yazısıyla milleti, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diye tanımlıyor. Atatürk, daha sonra milleti oluşturan unsurları şöyle sıralıyor: “Türk milletinin oluşumunda etkili olan doğal ve tarihsel olgular şunlardır: Siyasal varlıkta birlik, dil birliği, ırk ve köken birliği, yurt birliği, tarihsel akrabalık, ahlaki yakınlık…”
Atatürk, sonra da şöyle devam ediyor:
A) Zengin bir hatıra mirasına sahip olan,
B) Beraber yaşamak konusunda ortak arzu ve istekte samimi olan,
C) Ve sahip olunan mirasın korunmasında beraber devam etmek konusunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden meydana gelen topluma millet denir.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 23, s. 17-26)
Atatürk milleti tanımlarken “etnik ayrılıkçılığı” eleştiriyor. Türkiye’de “Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri” propagandası yapıldığını, ancak istibdat döneminin ürünü olan bu adlandırmaların “birkaç düşman aleti mürteci beyinsizden başka” milletin hiçbir bireyi üzerinde üzüntüden başka bir etki yaratmadığını belirtiyor. “Çünkü bu millet fertleri de bütün Türk camiası gibi aynı ortak geçmişe; tarihe, ahlaka, haklara sahip bulunuyorlar” diyor. Yani Atatürk açıkça diğer etnik unsurları da “Türk camiasının” eşit haklara sahip “millet fertleri” olarak adlandırıyor.
“Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuş azınlıklar hakkındaki şu değerlendirme de dikkat çekiyor: “Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar, alınyazılarını ve talihlerini Türk milletine vicdani arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözüyle bakılması uygar Türk milletinin asil ahlakından beklenebilir mi?”
Çok açık görüldüğü gibi Mustafa Kemal Atatürk’e göre “Türk milleti” kavramı sadece bir ırkın, bir etnik kimliğin, bir dinin veya mezhebin değil, Türkiye Cumhuriyeti’ne “vatandaşlık bağı ile bağlı” eşit hukuka sahip tüm yurttaşların ortak-üst-ulusal kimliğinin adıdır.
MİLLET VE ÜMMET
Atatürk, “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında milleti tanımlarken “Türk milleti, halk idaresi olan cumhuriyetle idare edilir... Türk devleti laiktir. Her reşit dinini seçmekte serbesttir. Türk milletinin dili Türkçedir…” diyerek laik bir millet (ulus) tanımı yapıyor. Bu nedenle de milleti oluşturan unsurları sıralarken “din birliğine” yer vermiyor.
Atatürk, “Milli His” başlıklı bölümde şöyle diyor: “Din birliğinin de bir millet oluşumunda etkili olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.”
Atatürk, bu tezine bağlı olarak Türklerin, İslam dinini kabul etmeden önce de büyük bir millet olduğunu, bu dini kabul ettikten sonra bu dinin, ne Arapların ne İranlıların ne de Mısırlılar gibi diğer Müslümanların Türklerle birleşip bir millet oluşturmalarını sağlamadığını, aksine “Türk milletinin milli bağlarını gevşettiğini, milli duygularını, milli heyecanını uyuşturduğunu”, ancak bunun çok doğal olduğunu, çünkü İslam dininin “bütün milliyetlerin üzerinde kapsamlı bir Arap milliyeti siyaseti” amaçladığını ve “bu Arap fikrinin ‘ümmet’ kelimesi ile ifade edildiğini” belirtiyor.
Atatürk, Türklerin tarih boyunca Kur’an’ı, anlamını bilmeden okuduğunu belirterek şöyle diyor: “Başlarına geçebilmiş olan halis serdarlar, Türk milletince, karışık, cahil hocalar ağzı ile ateş ve azap ile müthiş bir muamma halinde kalan dini, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler.” Onların bir taraftan Arapları zorla emirleri altına aldığını, bir taraftan da Avrupa’daki Hristiyan milletleri kontrol ettiğini, ancak ne onları ümmet haline getirebildiklerini ne de onlarla birleşerek kuvvetli bir millet yapabildiklerini söylüyor. Daha sonra da “din adına yapılan fetihçiliği” çok sert bir şekilde eleştiriyor.
Mustafa Kemal Atatürk, çağını aşan, bugüne ve yarınlara ışık tutan ilerici ve hümanist bir yaklaşımla, Türk milletinin, milli duyguyu “dini duyguyla” değil “insani duyguyla” yan yana görmekten mutluluk duyacağını belirtiyor: “Türk milleti, milli hissi; dini hisle değil fakat insani hisle yan yana düşünmekten zevk alır, vicdanında, milli hissin yanında, insani hissin şerefli yerini daima muhafaza etmekle müftehirdir [öğünür].”
VİCDAN HÜRRİYETİ
“Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında tarih bilimsel gerekçelerle “ümmet” fikrini kesin olarak reddeden Atatürk, laik ulus devletin “vicdan hürriyetine” ise taraftar olduğunu belirterek şöyle diyor:
“Her birey istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine özgü siyasi bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin gereklerini yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz. Vicdan hürriyeti kesin ve saldırılamaz olup bireyin doğal haklarının en önemlilerinden sayılmalıdır… Türkiye Cumhuriyeti’nde her yetişkin dinini seçmekte özgür olduğu gibi belirli bir dinin merasimi de serbesttir; yani ayin hürriyeti dokunulmazdır.
Atatürk, şöyle devam ediyor:
“Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur… Devlet idaresindeki bütün kanunlar, kurallar, ilmin çağdaş uygarlığa sağladığı esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve uygulanır. Din anlayışı vicdani olduğundan, Cumhuriyet din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür.”(M. Kemal Atatürk, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2010, s. 40-47, 86- 87; Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 23, s. 17-24, 58-59 Atatürk’ün Kaleminden 1, Din ve Laiklik Üzerine, K. ATATÜRK, Kaynak Yayınları, 7. Basım, İstanbul 2020, s.193-207)
MİLLİ SİYASET
Türkiye Cumhuriyeti’nin “milli siyaseti”, Misak-ı Milli sınırları içinde, Atatürk’ün “Yurtta barış dünyada barış” ilkesiyle devletin tam bağımsızlığını korumayı amaçlayan, Panislamizm, Pantürkizm gibi yayılmacı anlayışları reddeden bir dış politikayı esas alır.
Atatürk, “Panislamizm” ve “Panturanizm” siyasetlerini şöyle reddediyor:
“Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz Panislamizm yapmadık; belki ‘Yapıyoruz, yapacağız!’ dedik. Düşmanlar da ‘Yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!’ dediler. Panturanizm yapmadık, ‘Yaparız, yapıyoruz!’ dedik, ‘Yapacağız!’ dedik ve yine ‘Öldürelim!’ dediler. Bütün dava bundan ibarettir… Panislamizm ve Panturanizm siyasetinin başarıya ulaştığına ve dünyayı uygulama alanı yapabildiğine tarihte tesadüf edilememektedir.”
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin “milli siyaseti”ni ise şöyle açıklıyor:
“Bizim, kendisinde açıklık ve uygulama imkânı gördüğümüz siyasi ilke, milli siyasettir. Dünyanın bugünkü genel şartları, yüzyılların dimağlarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısında hayalci olmak kadar büyük yanılgı olamaz. Tarihin ifadesi budur, ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir.”
“Milletimizin, güçlü, mutlu ve istikrarlı yaşayabilmesi için, devletin bütünüyle milli bir siyaset izlemesi, bu siyasetin iç teşkilatımıza tam olarak uyması ve ona dayanması gerekir. Milli siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam ve öz şudur: Milli sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak, millet ve memleketin gerçek saadet ve refahına çalışmak... Genellikle milleti uzun emeller peşinde yorarak zarara sokmamak... Medeni dünyadan, medeni, insani ve karşılıklı dostluk beklemektir.”
Atatürk’ün tarihten çıkardığı derslerle, akılcı, bilimsel, gerçekçi, barışçı ve ulusal çıkarlara uygun bir yaklaşımla belirlediği “milli siyaset”, bugün AKP’nin ümmetçi, Panislamcı hayallerine kurban edilmek isteniyor.
***
Atatürk, çok zor koşullarda çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazından adım adım üniter, laik bir cumhuriyet, bir ulus devlet çıkarmıştı. İşte Atatürk’ün kurduğu o Türkiye Cumhuriyeti, bugün, siyasal İslamcı AKP iktidarı ve ortaklarınca, “ümmetçi” ve “etnik kimlikçi” bir yaklaşımla dönüştürülmek isteniyor. Böyle bir durumda artık Türkiye’de ne ulusal birlikten, ne çağdaş hukuktan, ne yurttaşların eşitliğinden, ne özgürlüklerden, ne demokrasiden, ne uygar yaşamdan, ne de iç ve dış barıştan söz edilebilir. Bunun adı “ulusal intihar” olur. Ancak şunu herkes bilmelidir ki, “Ya istiklal ya ölüm” parolasıyla hayatta kalan Türk ulusu adıyla sanıyla yaşamaya kararlıdır.
/././
Cumhur İttifakı’nın jokeri Kılıçdaroğlu -Öztin Akgüç-
Kurultay davasının sonucu hemen hemen kesinleşmiştir. Mutlak butlan, 38’nci olağan kurultayın geçersiz sayılması, CHP’nin kuruluş gününde parti yönetimi mahkeme kararı ile Kılıçdaroğlu’na verilecektir. Ertelenmezse bu karar, Cumhur İttifakı açısından istenen en iyi, CHP açısından ise en sakıncalı karardır. Kılıçdaroğlu kayyum atanmasına kıyasla Cumhur İttifakı’nı rahatlatan seçenektir. Kayyum atanması, iktidarı zor durumda bırakacak, tepki doğuracak, otoriteleşme yönünde bir adım olarak nitelendirilerek itibar kaybına yol açacak seçenektir. İktidarın, muhalefete kayyum ataması dünya siyasal yazınında olay olarak yer alır. Kayyumun görevi de partiyi kurultaya götürmek olacaktır. Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ı zor duruma düşmekten kurtaracak; sorun parti içi bir uyuşmazlığa indirgenecek; Kılıçdaroğlu, siyasal amaçlı olduğundan kuşku olmayan bir yargı kararıyla parti yönetimine getirilecek, partinin iktidara yürüyüşü de engellenecektir.
Kılıçdaroğlu’nun tüm başarısızlıklara karşın 13 yıl CHP’nin başkanlığını sürdürmesi son kurultayda da altı yüzü aşkın oy alması irdelenmelidir.
Ahmet Tan’ın Cumhuriyet’te bir yazısından öğrendiğimize göre, Kılıçdaroğlu siyasal yaşama DSP’de başlamış, 1999 genel seçiminde partiye milletvekilliği adaylığı için başvurmuş, çizik yemiştir. O yıllarda DSP, CHP’ye göre oy oranı daha yüksek partidir. Nitekim seçim sonucu DSP birinci parti olurken CHP, TBMM dışında kalmıştır.
Kılıçdaroğlu, Baykal yönetiminde CHP’ye girmiş, Baykal’ın bir kaset oyunu ile istifası üzerine Baykal’ı genel başkan seçen kurultayca genel başkan seçilmiştir. Baykal döneminde partide etkin görev alanlar, Kılıçdaroğlu döneminde ya partiden ayrılmış ya da tasfiye edilmişlerdir.
Kılıçdaroğlu’nun kararları, tutumu Erdoğan’ı rahatlatmış, dolaylı olarak da desteklemiştir. 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde Bahçeli ile anlaşarak, daha sonra MHP’den vekil olan Ekmeleddin İhsanoğlu, parti örgütünün onayı alınmadan ortak aday olarak gösterilerek Erdoğan’ın seçilmesi bir şekilde garanti altına alınmıştır. İhsanoğlu’nu CHP örgütü destekler mi, CHP tabanı oy verir mi? Tepkisi ne olur sorusu üzerine “Tıpış tıpış sandığa gidecekler” yanıtı demokrasi anlayışını da yansıtır. CHP seçmeni tıpış tıpış gitmemiş, seçim sonucu, siyaset yazınına “Ekmeleddin faciası” olarak geçmiştir.
2018 cumhurbaşkanlığı seçiminde, yine parti örgütünün onayı olmadan, Muharrem İnce, Kılıçdaroğlu tarafından biraz da gayri ciddi şekilde kürsüye çağrılarak resen aday ilan edilmiş; İnce seçimde genel merkez tarafından desteklenmediği yakınmasıyla partiden ayrılmıştır.
2023 seçimi öncesi, demokrasi cephesi, güçlendirilmiş parlamenter sistemi amacı mottosu altında altılı masa oluşturulmuş, masa daha sonra ortak aday gösterme kuruluna dönüştürülmüştür. Kılıçdaroğlu, partinin sırtından 38 vekil ödünü vererek ortak aday gösterilmesini sağlamış, seçimi de kaybetmiştir. Seçim öncesi anketinde İmamoğlu, Yavaş ön plana çıkarken Kılıçdaroğlu adaylıkta ısrarlı olmuş; adaylığı da Cumhur İttifakı yandaşları tarafından en zayıf rakip olarak desteklenmiştir.
Seçim hezimeti sonrası demokrasi geleneği gereği Kılıçdaroğlu’nun istifası etik bir vecibe iken Kılıçdaroğlu, değişim, dönüşüm, sakin liman kurultaya götürme söylemleriyle durumu idare etmiş, savsaklamış, seçimi kaybedince diğer genel başkanlar gibi hareket edeceğine, alternatif büro açmış, parti aleyhine açılan davayı bir şekilde desteklemiştir.
Bilinenleri, yazılanları yinelememin nedeni bir karakteri anımsatmak içindir: Örgüt ilkeli, soğukkanlı davranmalı, aşağılama, istifa söz konusu olmamalıdır. Kapatılma dahil birçok badireyi aşan CHP, bu tuzağı da aşar. İnançlı, özverili olunmalı, badirenin en az kayıpla nasıl aşılabileceği düşünülmelidir.
/././
6 soruda af meselesi -Barış Pehlivan-
Kitabın ortasından sorayım: PKK ile yürütülen süreç sonunda Türkiye’de genel af çıkar mı ve dahası bu aftan kim faydalanmaz?
Sorudaki son kelimenin farkındayım zira Ankara kulislerinde daha çok onun üzerine tartışma yaşanıyor. Hem muhalefet hem iktidar hem de Kürt siyasi hareketi temsilcileriyle yaptığım görüşmeler şunu gösteriyor:
Hukuksuz barış olmaz. Gelin görün ki strateji barışsız hukukun hatta düşman hukukunun yerleşmesi üzerine kuruluyor.
Ne demek istediğimi sorularla açayım...
1 - GENEL AF ÇIKAR MI?
Kimse, en azından seçime kadar herkesi kapsayan bir genel af beklentisi içinde değil. Bir CHP yöneticisi “Toplumsal barıştan ziyade dışlayıcı bir yaklaşım içerisinde olacaklar” diye özetliyor durumu. Yüksek sesle dillendirilen özet şu: Kısmi bir genel af bekleniyor.
2 - NEDİR BEKLENEN KISMİ AFFIN DETAYI?
PKK’nin adının açıkça yazdığı ya da açık olmadan tarif edildiği bir af yasası. Bu da FETÖ gibi diğer terör örgütlerinin ya da Ekrem İmamoğlu gibi diğer suçlardan soruşturulacakların kapsam dışı olduğu bir çerçeveye işaret ediyor.
Bugüne kadar “yargı paketi” diye sunulan örtülü aflarda terör sanıkları hep kapsam dışı bırakılmış, suç örgütleri ise özgürlüğüne kavuşmuştu. Şimdi ise “süreç” için tam tersi bir uygulama bekleniyor.
Meselenin bir de “kamu görevlisi” tarafı var. Cumhurbaşkanının konuşmasında hatırlattığı, PKK ile mücadele sürecinde devletin yaptığı hukuksuzluklara da bir af gelir mi, bunun da Meclis’te tartışılması bekleniyor.
3 - EKREM İMAMOĞLU VE DİĞER İBB YÖNETİCİLERİNİN DURUMU NE OLACAK?
Önceki gün görüştüğüm bir AKP’li kaynağımın dediğini aktarayım: “Benim gördüğüm kadarıyla, İmamoğlu’nu seçime kadar içeride tutmayı planlıyorlar. Seçim de 2028’e kalmaz, muhtemelen 2027’nin kasımı olur... Yani İmamoğlu’na yaramayacak bir formülü mutlaka bulurlar.”
Ekrem İmamoğlu’na yapılan ana suçlama “suç örgütü kurmak”. Haliyle bu suçlamayı, affın dışında tutmak isteyecekleri görünüyor.
Özetle, CHP açısından “kent uzlaşısı” davalarının kadük hale geldiği ama “yolsuzluk” davalarının sürdüğü bir süreç bekleniyor.
5 - SELAHATTİN DEMİRTAŞ ÖZGÜRLÜĞÜNE KAVUŞACAK MI?
Süreçte önce yaşlı ve hasta tutukluların cezaevinden çıkarılması bekleniyor. Bununla birlikte, AİHM’nin Demirtaş lehine geçen hafta verdiği dördüncü kararı da bir beklenti yarattı. Cezaevinde 9. yılını tamamlamak üzere olan Demirtaş’ın tahliye edilmesi için avukatları yine bir başvuruda bulundu. Mahkemenin, belki bugünlerde belki de AİHM kararının resmi tercümesini bekleyip gelecek hafta bir karar vereceği düşünülüyor. Sonuca dair Demirtaş ailesi temkinli, Kürt siyasi cephesinde ise umutlu bir bekleyiş olduğunu söyleyebilirim.
6 - SONUÇ NE OLUR?
Dediğim gibi yukarıda yazdıklarım kişisel görüşlerim değil, farklı cephelerdeki siyasetçilerin beklentileri. Görünen o ki yine eşitlik ilkesine aykırı bir af için kollar sıvanmış durumda. Tabii ki olası bir anayasa pazarlığı, Anayasa Mahkemesi’nin affı genişletmesiyle de sonuçlanabilir.
Kuşku yok ki nihai sonucun ne olacağını muhalefetin hem Meclis’teki hem de toplumdaki temsilcilerinin stratejisi belirleyecek.
/././
Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder