T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Temmuz 2025 -

Akın Gürlek davasında savunmasını yapan İmamoğlu'na savcıdan 'Bana bakarak konuşma' çıkışı: Yasak mı?-Can Öztürk-

İmamoğlu Akın Gürlek

Tutuklu İBB Başkanı ve cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek'i 'tehdit edip hedef gösterdiği' iddiasıyla yargılandığı davada 3'üncü kez hâkim karşısına çıktı. İmamoğlu hakkında 7 yıl 4 aya kadar hapis cezası ve siyasî yasak talep ediliyor. Bu duruşmada karar çıkması bekleniyor. İmamoğlu, salonda alkışlarla ve 'Cumhurbaşkanı İmamoğlu' sloganlarıyla karşılandı. İmamoğlu, ailesine ve kendisini desteklemeye gelenlere el salladıktan sonra sol yumruğunu havaya kaldırdı. İmamoğlu, savunmasını yaparken savcı, "Bana bakarak konuşmayın" dedi. Savcının sesinin yükselmesine ve uyarısına karşılık olarak İmamoğlu, "Savcıya bakarak konuşmak yasak mı? Bakmaya da meraklı değilim” yanıtını verdi. 

İmamoğlu'nun 'Akın Gürlek' davasında karar duruşması bugün: Yargılama sürecinde neler yaşandı?

Silivri'deki Marmara Kapalı Ceza İnfaz Kurumu içindeki mahkeme salonunda görülen duruşmayı izlemeye CHP lideri Özgür Özel, CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanvekili Nuri Aslan, CHP Genel Başkan Yardımcıları Gül Çiftçi, Aylin Nazlıaka ve Suat Özçağdaş, CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın, CHP İstanbul Milletvekili Ali Gökçek, CHP Diyarbakır Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, CHP PM Üyesi Berkay Gezgin, CHP'li ilçe belediye başkanlarıTİP Genel Başkanı Erkan Baş, Dilek ve Selim İmamoğlu, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Erinç Sağkan, İstanbul Baro Başkanı İbrahim Kaboğlu katıldı. 

Fotoğraf: Can Öztürk / T24

İmamoğlu'nun savunması

Cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu, savunmasına "Konuşmam hayat kadar kısa olacak" diyerek başladı ve şu şekilde devam etti: 

"Mütalaaya karşı beyanda bulunmadım aslında sadece o güne dair yorumlarımı sizlerle paylaştım. Uygun görürseniz konuşacağım. Hayat kısa zaten. Hayat kadar kısa olacak konuşmam. Burada bulunmamızın sebebi sadece bir panelde söylenecek sözler ile sınırlı kalabilecek değil. Türkiye’nin dönüm noktasında yargılanmamızı bile olması gereken mahkemede yapamıyoruz. Her şey olağanüstü gelişiyor. Geçen duruşmada duygularımı ifade ettiğim konuşmamamı etrafımızdaki riskler karşısında iktidarın da tabiri ile 'İç cephenin güçlendirilmesi gerekiyor. Bundan başka bir yol yoktur' diyerek sözlerimi bitirmiştim. Bu sözlerimin üzerinden 1 ay bile geçmeden olumlu sonuçlar beklerken tam tersi yönünde ilerlemesinin hayal kırıklığına uğrattığını söylemeliyim. 

Alelacele ve telaşla yeni iddianemeler ortaya çıkıyor. 18 yaşındaki bir Ekrem hakkında yaptığım bir işlem nedeniyle işlem yapıyorlar. Ben sordum 17 yaşında ne yapacaksınız diye. ‘Vasini çağıracaktık’ diyorlar. Doğru mu diyorlar bilmiyorum.

12 şehit veriyoruz. Şehitlerimizi nasıl verdik bunu bile sorgulayamıyoruz. Hiçbir şey yokmuş gibi mangalda kül bırakmayan kişilerin çıtı çıkmıyor. Bir LGS sınavında bile adaleti sağlayamama seviyesine geldiğimiz bir cenderenin içerisindeyiz

Marttaki operasyonların üzerine ekonomik olarak çok büyük sıkıntıların içerisinde olduğumuz bir döneme girdik. Hukuki düzeni güçlü, hukukun üstünlüğünü uygulayan yarının nesillerini yetiştiren ülkelerin kazanacağını biliyoruz. Ancak bir uydurma stratejilerle ‘Ben ekonomistim’ diyerek yöneten bir kişinin yaşattıklarını çekiyoruz. Dünyanın en büyük faizini veriyoruz, yüzde 46. Böyle bir ülkede yüzde 60’ları bulan maliyetlerde biz buradayız. Bu ülkedeki sanayici, çiftçi üretemiyor. Konkordato ilanlarıyla rekor kıran bir ülkedeyiz. Bu büyüyen kriz özellikle milletimiz içerisindeki gelir dağılımındaki adaletsizlik, asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı bir ülkede biz neler ile uğraşıyoruz."

Mahkeme başkanı İmamoğlu'nun sözlerini böldü: Bütün olay bunlarla alakalı!

İmamoğlu’nun ekonomi hakkındaki sözlerini mahkeme başkanı böldü. İmamoğlu, “Bitiriyorum, izin verin. Zaten bütün olay bunlarla alakalı. 20 saniyede bir iddianame yazılıyorsa bütün olay budur” dedi

Savcı ve İmamoğlu arasında 'Bana bakarak konuşma' gerginliği!

Savcı “Bana bakarak konuşmayın” diye İmamoğlu’na tepki gösterdi. Savcı, İmamoğlu’na sesini yükseltti. İmamoğlu, mahkeme başkanına “Savcıya bakarak konuşmak yasak mı? Bakmaya da meraklı değilim” diyerek tepki gösterdi. 

"Terörsüz Türkiye diye tariflenen bu süreç bizim için çok önemli"

İmamoğlu, gerginliğin ardından savunmasına şu sözlerle devam etti: 

"Burada özellikle şu soruyu not olarak düşelim; ya adalet ya sefalet. Adalet yoksa kıtlık var sefalet var. 4 ay içerisinde İmamoğlu’na karşı yürütülen operasyonlar nedeniyle buradayız. Milletimiz gidip daha dün kurulan ülkelerin kapasında vize için beklemesin. İtibar budur. Türkiye’nin küresel konjonktürünü yerine getirine getirmek yükümlülüğümüzdür. Yarınlar da bizim. Bu sesimizi yazıyla beraber okuyacak kişilere sesleniyorum zor günlerden geçiyoruz. Terörsüz Türkiye diye tariflenen bu süreç bizim için çok önemli. Bizler yurtta barış dünyada barış ilkesini sürdüreceğiz. 

Tarihimiz barışçıl siyasetin güçlenmesi için attığımız adımlarla doludur. Ancak ne zaman koltuğu tehlikeye girse millete karşı cephe alanların samimiyetini sorgulamaktan geri durmayız. Orta Doğu’da adeta bir kutup yıldızı gibi parlayacak bölgeyi barışa ulaştıracağız.

MHP ve DEM Parti'ye seslendi 

MHP ve DEM Parti’ye sesleniyorum. Bu süreci kendi ikballeri için gören akıldan kendinizi ayrıştırın. Sürecin şeffaf, katılımcı kucaklayıcı olması konusunda ciddi adımlar atmalısınız. Nitelikli çoğulculuk için adımlar atılmalıdır. Tarihi adımların sonuçlanması için hukuk dışı uygulamalardan kayyımlardan uzaklaşılmalıdır. Siyaset buradan ikbal aramasın. Burası bir mahkeme salonudur, siyasetin buraya etki etmemesi gerektiğininin altını çizmek istiyorum.

Bu sürecin demokratik ve ortak akıl ile birlikte yürümesi en büyük arzumuzdur. Bu memleket hepimizindir. Ne güzel söylemiş Nazım Hikmet...
 
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
 
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
 
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim....
 
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...

"Ben yargının siyasete aparat yapılmasıyla mücadele ediyorum"

Bu millet bunu başaracak. İstedikleri kadar sesimizi kısmaya çalışsınlar. Biz hak yemedik hakkımızı da yedirmeyeceğiz. Bugün savunmalarımın en şiddetlisini yapıyorum. Ben yargının siyasete aparat yapılmasıyla mücadele ettim, ediyorum ve devam edeceğim. Kötülük yapanlara ve kötülere karşı mücadelede dim dik ayaktayım, gençliğimin olduğunun da farkındayım."
 
“Allahım milletimizi kötülüklerden korusun” diyen İmamoğlu’na izleyiciler “Amin” diyerek yanıt verdi

Avukat İlkiz'den İmamoğlu'nun sözünün kesilmesine tepki: Kime bakarak konuşacağıma ben karar veririm

İmamoğlu'nun avukatı Fikret İlkiz, savcının ve mahkeme başkanının İmamoğlu’nun sözünü kesmesine tepki göstererek savunmasına şu sözlerle başladı:

"Heyetinizi görmek istiyorum ve sizlere hitaben bir savunma yapmak istiyorum. Ayrıca savunmayı yaparken kime yapacağıma kime bakacağıma ben karar veririm. Sanık savunma yaparken araya girilmemesini rica ediyorum. Eğer herhangi bir şekilde bir yanıtla karşılaşırsak ben de uyarımı yaparım.

İmamoğlu’nun ilgili konuşmalarının bant çözümleri eksik olarak zapta geçiriliyor. 'Hakkımdaki iddianameyi içime sindiremiyorum' dedi. Size neden zindandan geldiğini de sordu.Şundan da bahsetti; 'Biz yargılanmıyoruz, direkt cezalandırılıyoruz' Bunlardan bahsetmeden savunma yapmak mümkün değil. Niye bunları tekrar tekrar söylüyorum. Dönüyorum davaya, iddianameye, OdaTV yayınlarına. Savcılardan birisi OdaTV’yi izliyor. Sadece OdaTV’de yer alan bir durum iddianameye işleniyor.

Tutuklu avukat Mehmet Pehlivan'dan çağrı: 16 Temmuz İmamoğlu için karar günü, savunma hakkı için yarın Silivri’de olun!

Mehmet Pehlivan'ın tutukluluğuna tepki 

Birkaç satırdan 3 suç çıkardınız hakaret, terörle mücadelede görev almış kişileri hedef gösterme ve tehdit olduğunu söylediniz. Ekrem İmamoğlu CHP Gençlik Kolları Başkanı Cem Aydın’ın gözaltına alınmasına ilişkin olarak birkaç şey söyledi. ‘Çağrıldığı zaman gelen kişilerin evini basıyorsunuz. Böyle bir muamele yapıyorsunuz. Elinizden ne geliyorsa yapıyorsunuz. Bu zihniyeti söküp atacağız’ dedi. Savcılığa avukat Mehmet Pehlivan dahil avukatlarıyla birlikte gitti. Kendisi size verdiğim belgeyi imzalayamadan içeri atıldı. Eğer olsaydı size verdiğim yazılı savunmayı imzalayacaktı.

Çok mağdur kişinin ismi Resmi Gazete’de yayımlanan HSK kararnamesinde. Terör örgütlerinin hedefine mi koymuş oluyor bu kişileri. Ceza davalarında eleştirilen kişileri bu şekilde anlatmak delildir diyebilirsiniz. O zaman biz herhangi bir savcının yaptığını bir bir sıralarsak, bunlar hakkında haber yazarsak bu kamuoyunu aydınlatmak mıdır, yoksa hedef gösterme midir? Bir haber yayımladık. 'Yasadan üstün savcı' başlıklı bir haber çıkıyor Cumhuriyet gazetesinde hem de tam sayfa. Bununla ilgili ne yapılır hemen dava açılır. Ama aynı savcıyla söyleşi yapıldı.

Çağırdılar Mehmet Pehlivan'ı gitti, tutukladılar. O zaman ev baskınlarına ne gerek vardı. İmamoğlu buradaki konuşmasında ‘Bizim gözümüzü korkutacaksanız bunlar bizi korkutmaz’ diyor."

Erdoğan'ın 98 yılındaki konuşmasına atıf: Şaşmaz ve değişmez adalet ilkelerine inanıyoruz

Av. İlkiz, savunmasında Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı iken 1997’de Siirt’teki bir mitingde okuduğu şiir nedeniyle 1998 yılında aldığı hapis ve siyasi yasak cezası sonrası yaptığı konuşmayı alıntıladı. İlkiz şu ifadeleri kullandı:

"Bundan 27 yıl önce bir belediye başkanı neler dedi? Eviniz basıldı mı? Kaldığınız cezaevinin koşulları nasıldı? O belediye başkanı ne dedi bakalım...

'Her şeyden önce bugün kendi ülkemde böyle bir konuşma yapmak zorunda kaldığım için üzgün olduğumu belirtmek istiyorum. Çünkü güneş gibi açık hakikatleri savunmak zorunda olmak, bir insan olarak beni üzüyor. Fakat bilinmelidir ki üzüntüm kişisel bir üzüntü değildir. Bu ülkenin başına getirilenlere üzülüyorum. Mafyalaşmanın, çeteleşmenin, kokuşmuşluğun dibe vurduğu bir ortamda; benim yolsuzluktan değil, cinayetten değil, kul hakkı yemekten değil, sadece ve sadece okuduğum bir şiir nedeniyle ceza almam, beni değil, sadece bu ülkenin hukuk anlayışını küçültür. Bu ceza milyonların bana olan güvenini değil, adalete olan güvenini sarsmıştır. Yargının üzerine siyaset gölgesinin düştüğünü uzun zamandan beri, kapatılan partilerden, içeri tıkılan düşünce ve siyaset adamlarından, aydınlardan, gazetecilerden dolayı zaten biliyorduk.

Siyasi rakiplerimiz ve kendilerini iyi bilen güç ve çıkar odakları, seçim sandıklarında karşımızda duramayacaklarını, önümüzü kesemeyeceklerini iyiden iyiye anlamış olmalılar ki böyle bir yola başvurdular. Bu odaklar, ne yazık ki hepimizin ihtiyacı olan hukuku, kendi küçük ve çıkarcı düşüncelerine alet etmekte bir sakınca görmediler. Adalet gün gelecek yargıyı siyasallaştıranlara da lazım olacaktır. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Çünkü biz şaşmaz ve değişmez adalet ilkelerine inanıyoruz. Çünkü biz kamu vicdanı denen ve asla yanıltılamayan değerin farkındayız.

Adalet! Evet, adaletten bahsediyorum. Toplumdaki ortak paydalardan en önemlisi olan adalet duygusunu yaraladığınız zaman, yalnızca haksız mahkûmiyetlere yol açmış olmazsınız. Bu ülkenin hukuki geleceğini, bu milletin vicdanını da yaralamış ve kanatmış olursunuz. Bu kararı ve düşünce özgürlüğü kapsamındaki diğer yanlış kararları kendi çocuklarınıza izah edemezsiniz. Yaşadığımız dünyaya izah edemezsiniz.’

Akın Gürlek'in avukatı Adır'ın söz hakkı talebi reddedildi: Burası belediye meclisi değil!

Mahkeme başkanı söz almak isteyen Akın Gürlek’in avukatı Abdullah Adır’a söz hakkı vermediğini söyledi. Söz almak için ısrar eden ve “Yanıt hakkı doğdu” diyen Adır’a mahkeme başkanı “Burası belediye meclisi değil” diye tepki gösterdi. 

İmamoğlu'ndan 'yargı tacizi' vurgusu 

“Yargı tacizi altında olan bir kişi olarak yoğun bir saldırı altında olduğumun altını çizeyim” diyen İmamoğlu’nun son sözünü mahkeme başkanı CD kaydının yenilenmesi gerektiği için durdurdu.

Konuşmasına devam eden İmamoğlu, şunları söyledi:

"Son söz benim için uygun bir kavram değil. Hiçbir zaman sözün bittiği yerde olmayız. Yargı tacizine uğrayan biri olarak yoğun bir saldırı altındayım. Mahkemenin esas çatısı altında değil de Silivri’ye nakledilmiş şekilde göçebe bir yargılama var. Ahmak davası var. 2 yıl 7 ay 15 gün hapis ve siyasi yasak kararı verildi. 3 yıldır istinaf mahkemesinde bekliyor. Türkiye yargı tarihinde olmamış biçimde Beylikdüzü davasında 5 kez mütalaa vermeyen bir yargı makamı ile karşı karşıyayım. Diğer davalarımda savcılık makamı ortada yok. Bu davada ise savcı benim savunmama müdahale etti. Burada sizinle ilgili önemli bir şey söyleyeceğim. Belki medyayı takip etmiyorsunuz. Bunları benden duyun istiyorum.

"Savcı bana kaşlarını çatarak bakmasın, işlemez"

Ben vah memleket vah demek istemiyorum. Bu mahkemenin bu silsileye dahil olmasını istemiyorum. Murat Çalık kardeşimin tahliye olmasını istiyorum. Oradan oraya sevk ediliyor. Yeter, yeter! Burada savcı bana kaşlarını çatarak bakmasın işlemez çünkü. Ben bu cennet vatanda 1 kişi için tehditim. O da ben değil milletin tehdit ettiği bir kişi. Sandıkta 4 kere yendim 5. kez yeneceğim için tehdidim!"

Duruşmaya 45 dakika ara verildi. 

                                                                ***

LGS'de şaibe iddiası - İyi Partili Turhan Çömez okul isimleri verdi, tam puan alan öğrenci sayılarına işaret etti; "Bu koku değil kokuşmuşluk hali!"

İyi Parti Grup Başkanvekili ve Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez, Liselere Geçiş Sistemi (LGS) sınavına ilişkin şaibe iddiaları tartışılırken sosyal medya hesabından çarpıcı bir paylaşımda bulundu. Sınav esnasında soru kitapçığının paylaşılmasıyla başlayan ve 719 çocuğun tam puan almasıyla süren tartışmaların nabzı, İyi Partili Çömez’in Bursa’daki bir hatip okulunda 36 öğrencinin sıfır hata ile 500 tam puan aldığını ortaya koymasıyla arttı. Çömez, benzer durumların Antalya ve Trabzon’daki  iki okulda daha yaşandığına işaret etti; sınavın iptal edilmesi için çağrı yaptı.

LGS sınavı esnasında soru kitapçığının bazı WhatsApp gruplarında PDF şeklinde paylaşıldığı ortaya çıkmıştı. Bursa’da yaşanan bu örneğin benzerlerinin başka illerde de yaşandığı öğrenilmişti. Milli Eğitim Bakanlığı iddiaları reddederken İyi Partili Çömez, bugün sosyal medya hesabından çarpıcı bir iddia ortaya attı. Çömez ayrıca, “Sınava giren 963 bin 142 öğrenciden 500 tam puan alanların oranı da % 0,07” bilgisini paylaştı.

Paylaşımına “Daha bitmedi” diyerek devam eden Çömez, iki okul daha örnek gösterdi:

“Antalya Kepez Mahmut Celalettin Ökten Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde sıfır hata ile 500 tam puan alan 6 öğrenci var. Aynı şekilde Trabzon Mahmut Celalettin Ökten Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde 4 öğrenci 500 tam puan almış. Yani 3 ‘Mahmut Celalettin Ökten İmam Hatip’te’ toplam 46 öğrenci kusursuz bir performans sergilemiş. Geri kalan 3500 İmam Hatip’te ise sadece 17 öğrenci 500 tam puan alabilmiş.”

“Bu koku değil kokuşmuşluk hali!” diyen Çömez, “Bu üç okuldaki yöneticileri ve öğrencileri sorgulayın, pisliğin ne kadar derin olduğunu göreceksiniz” diyerek Milli Eğitim Bakanlığı’na seslendi. Çömez, LGS’nin iptali için çağrıda bulundu.

(https://www.dailymotion.com/video/x9mxpmk)

                                                        ***

Muharrem İnce ile Bakan Tekin arasında LGS kavgası: "Geri zekâlıya anlatır gibi anlatıyoruz"; "Akılsız, düzeysiz ve Tekinsiz Yusuf"

CHP'li Muharrem İnce, kendisinin Liselere Geçiş Sistemi (LGS) kapsamındaki merkezi sınava ile ilgili eleştirilerine "Geri zekâlıya anlatır gibi tane tane anlatıyoruz. Ama yetinmiyorlar, hâlâ devam ediyorlar," sözleriyle karşılık veren Millî Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'e yanıt verdi. İnce, "Akılsız, düzeysiz ve Tekinsiz Yusuf, sahibine yaranarak koltuğunu garantilemeye çalışmak yerine; önce okullara sabun koy, sonra Milli Eğitim’den gelen pis kokuları temizle. Sınavlarında şaibe, mülakatlarında torpil, okullarında ideolojik dayatma var," dedi.(https://t24.com.tr/haber/muharrem-ince-ile-bakan-tekin-arasinda-lgs-kavgasi-geri-zekaliya-anlatir-gibi-anlatiyoruz-akilsiz-duzeysiz-ve-tekinsiz-yusuf,1249938)
                                          ***

Şam’a bağlı tanklar Süveyda’ya girdi: İsrail uçakları vurdu, ateşkese rağmen Şam güçleri ile Dürzi kuvvetler arasında çatışmalar sürüyor -Namık Durukan-

Suriye'nin güneyinde Dürziler ile Arap aşiretleri arasında başlayan Şam’a bağlı güçlerin müdahalesi sonrasında merkezi ordu güçleri ile Dürzi savaşına dönüşen çatışmalar Süveyda ve Dera bölgelerinde ateşkese rağmen şiddetlenerek sürüyor. Tank ve ağır silah desteğinde Süveyda kent merkezine giren Şam silahlı güçleri İsrail savaş uçakları tarafından vurulmaya başlandı. İsrail savaş uçakları, birçok cephede tank ve ağır silahlarla hareket halindeki merkezi ordu güçlerini bombaladı. Suriye İçişleri Bakanlığı, tarafların talebi üzerine bölgede ateşkes ilan edildiğini ve Süveyda kent merkezindeki tankların geri çekilmeye başladığını açıkladı. Dürziler Topluluğu Ruhani Lideri Şeyh Hikmet El Hicrî, Şam güçlerinin Süveyda’ya girişine onay verildiğine dair yayınlanan bildirinin baskı altında hazırlandığını ve gerçek iradelerini yansıtmadığını belirterek, taraftarlarına “Direnin” çağrısı yaptı.

Dürzi ruhani liderliği önce “Silah teslim et” açıklaması yaptı

Dürzilerin yönetim merkezlerinden biri olan Süveyda kent merkezi ve çevresindeki Dürzi silahlı gruplarına karşı kapsamlı operasyonlar başlatan merkezi Şam yönetimine bağlı silahlı güçler, tank ve ağır silah desteğinde şiddetli çatışmaların ardından kent merkezine girdi. Kent merkezi ve çevresinde şiddetli çatışmalar sürerken Dürzi toplumunun ruhani liderliği, Suriye İçişleri ve Savunma Bakanlıklarına bağlı güçlerin kent merkezine dönüşünü memnuniyetle karşıladıklarını açıkladı.

Dürzi Ruhani Liderliği tarafından yayımlanan açıklamada, "Parçalanmanın, kan dökülmesinin ve düzensizliğin önüne geçmek için devletin güvenlik ve askeri kurumlarının kente dönmesini olumlu karşılıyoruz" denildi. Açıklamada, Süveyda'daki silahlı grupların, devlet güçlerinin ilerleyişine karşı çıkmamaları ve silahlarını İçişleri Bakanlığına teslim etmeleri gerektiği vurgulandı.

Ardından Savunma Bakanı “ateşkes” ilanı yaptı

Bu gelişme sonrası Suriye Savunma Bakanı Tümgeneral Merhef Ebu Kasra, X sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, şehirdeki kanaat önderleri ve ileri gelenlerle varılan anlaşma doğrultusunda ateşkesin ilan edildiğini açıkladı. Kasra, "Şehirdeki tüm askeri birliklerimize ateşkes uygulanması talimatı verilmiştir. Ancak yasadışı silahlı gruplar tarafından herhangi bir saldırı durumunda, yalnızca ateş açılan kaynaklara karşılık verilecektir” dedi.

Ateşkes sonrası operasyonların sona ermesi ile Suriye ordusunun Süveyda’dan çekilmeye başladığı açıklandı. Savunma Bakanı Kasra, kent merkezindeki mahallelerin iç güvenlik güçlerine devredileceğini, asker ve polisinin ise sivilleri korumak ve genel düzeni denetlemek amacıyla bölgede kalmaya devam edeceğini açıkladı. Ateşkes sonrası ise tırlara yüklü tankların Şam'a doğru yola çıktığı belirtildi.

“Bildiri şiddetli baskı altında yazıldı”

Dürziler Topluluğu Ruhani Lideri Şeyh Hikmet El Hicrî, halka hitaben yaptığı görüntülü konuşmasında, Şam güçlerinin Süveyda’ya girişine onay verildiğine dair yayınlanan bildirinin baskı altında hazırlandığını ve gerçek iradelerini yansıtmadığını açıkladı.

Süveyda’da yaşanan gelişmeleri “kaygı verici ve tehlikeli” olarak nitelendiren Hicrî, kentin bir savaş alanına çevrilmesini kabul etmediklerini belirterek, “Sokaklarda dökülen kana hiçbir vicdanlı din rıza gösteremez” diye konuştu. Süveyda halkına çağrıda bulunan Hicri, “Bilinçli yaklaşın, onurunuzdan vazgeçmeyin” dedi.

“Adımıza yazılan ve inanmadığımız hiçbir şeyi kabul etmiyoruz. Yayınlanan bildiri şiddetli baskı altında hazırlandı. Bugünden itibaren gerçek tutumumuzu yansıtmayan hiçbir sesi tanımıyoruz” diyen El Hicrî, halkıyla birlikte olduğunu söyledi.

Çatışmalar yeniden başladı

Bu açıklama sonrası Şam güçleri tarafından sokağa çıkma yasağı ilan edilen Süveyda kentinin birçok bölgesinde yeniden çatışmalar yaşanmaya başlandı. Çatışmalar sürerken İsrail savaş uçakları, bölgede ağır silah ve tanklarla hareket halinde olan Şam güçlerine yönelik etkili saldırılar gerçekleştirdi.

Süveyda’nın batı kesimlerinde şiddetli sokak çatışmaları devam ederken İsrail savaş uçakları Dera ve Süveyda kent merkezindeki tank ve ağır silahların konuşlandığı noktalar ile Şam askeri güçlerinin bulunduğu birçok noktayı etkili vurmaya devam etti. Vurulan askeri tesisler arasında Dera kırsalındaki İzraa beldesinde bulunan 12’nci tümen ve 175’nci Tugay da bulunuyor.

İsrail saldırılarını artırdı

İsrail haber kanalları, Güney Suriye'deki saldırıların ABD yönetimi ile koordinasyon içinde yürütüldüğünü belirtirken, saldırılara ilişkin bilgi veren İsrail Ordu Sözcülüğü tarafından yapılan açıklamada, “Kısa bir süre önce Suriye’nin güneyindeki Süveyda’da, Suriye hükümet güçlerine ait askeri araçlara saldırı başlattık. Tankları, zırhlı personel taşıyıcılarını, roketli topçu sistemlerini ve bölgeye ulaşım yollarını hedef alarak hareket kabiliyetlerini engelledik” denildi.

İsrail Başbakan Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Israel Katz'ın orduya "Suriye'deki Dürzi dağlarındaki Süveyda bölgesine Dürzilere karşı operasyon düzenlemek amacıyla getirilen rejim güçlerini ve silahlarını derhal vurmalarını" emrettiklerini söylemelerinin ardından bölgedeki Şam’a bağlı ordu güçlerine yönelik hava saldırıları arttı.

Bölgeden göç başladı

Şam’a bağlı ordu birliklerinin Süveyda’ya girmesi ve kent merkezi ile çevresinde çatışmaların şiddetlenmesi sonrası bölgeden yoğun bir göç hareketi başladı. Sayıları binlerle ifade edilen aileler, araçları ile çatışma bölgeden güvenli alanlara doğru yola çıktı. Bölgede silahlı güçler arasında yaşanan çatışmalardan ise katliam görüntüleri de gelmeye başladı.

Bir eve kimliği belirlenemeyen silahlı grup tarafından yapılan saldırıda toplu infaz yapıldı. Saldırıda bir aileden en az 15 kişi öldürüldü. Bölgede yaşanan çatışmalarda da çatışan taraflardan onlarca kişi yaşamını yitirdi. Süveyda’dan gelen görüntülerde, kent merkezine giren Şam’a bağlı bazı askerlerin, Dürzi erkeklerini ve öldürülen Dürzi savaşçılarını aşağılamak amacıyla bıyıklarını kesmesi dikkat çekti.

Çatışma bilançosu ağırlaşıyor

Suriye İçişleri Bakanlığı, çatışmalarda 30 kişinin öldüğünü açıklarken Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi yerel kaynak ağına dayanarak ölü sayısının 99'a yükseldiğini, 200'den fazla kişinin yaralandığını bildirdi. Çatışmalarda ikisi çocuk, ikisi kadın toplam 60 Dürzi'nin, 18 Bedevi milis, 14 asker ve askerî üniformalı kimliği bilinmeyen yedi savaşçının öldüğü kaydedildi.

Suriye Savunma Bakanlığı sözcüsü Hasan Abdulgani, İçişleri Bakanlığı ile koordineli bir şekilde bölgeye asker ve güvenlik güçleri göndererek duruma hızla müdahale edildiğini, "yasa dışı bir silahlı grubun" saldırısında 18 askerin öldüğünü bildirdi. Bölgedeki bağımsız kaynaklar ise çatışmalarda yüzlerce kişinin yaşamını yitirdiğini ileri sürüyor.

                                                           ***

Duruşma/tartışma aşamasının başoyuncularına sesleniyorum: İlk sözlerim, düşünmesini bilenleredir -Sami Selçuk-

Türkiye, hukuku çiğneme konusunda ne yazık ki, Avrupa ve Asya ülkesi olarak birinci ülke ve devlettir. Dahası bu mahkemenin önüne gelen dava sayısı açısından ülkemiz, nüfusu yaklaşık bizim iki katımız olan Rusya’ya karşı açılan dava sayısını ikiye katlamış, üçe katlayacak orana doğru hızla yürümektedir.

Konumuza girmeden önce, dilerseniz hep birlikte tarihe başvuralım ve bir karşılaştırma, değerlendirme yapalım.

Çünkü yargılama etkinliğinin, özellikle de “duruşma aşamasının tarihi bizlere şunları söylemektedir:

MÖ 399 yılında “doğal yargıç ilkesi”ne göre oluşturulan mahkemede “kamuya açık yargılama,” kısaca ülkemizdeki yanlış hukuk terimiyle “duruşma” sonucunda ölüm cezasına hüküm giyen Sokrates’in, diyalektiğe dayanan sağlıklı yargılama / duruşma diyalektiğine dayanılarak, kanıtlarla doğrudan ilişki kurularak, herkese açıklık ilkesine uyularak bütün dünyanın gözleri önünde nasıl yargılandığını, en önemlisi de Türk yargıçlarının, hukukta son sözü söyleyen Yargıtay, Danıştay ve anayasa Mahkemesi üyelerinin günümüzde bile başaramadıkları görüşme ve oylama kurallarını (Selçuk, Sami, Suç Yargılama Sürecinde Duruşma ve Görüşme / Oylama, Ankara, 2024) halktan gelen iddiasız mütevazı Yunan yargıçlarının nasıl başarıyla uyguladıklarını birbirini doğrulayan üç ayrı kaynaktan ayrıntılarıyla 2424 yıl, yani yirmi beş yüz yıl sonra artık hepimiz bilmekteyiz.

Ancak onu yargılayan yargıçlardan hiçbirinin adını asla bilmemekteyiz.

Oysa Sokrates’ten 2280 yıl, yani 23 yüzyıl sonra 1881 yılında Mithat Paşa’nın doğal yargıç ilkesine aykırı olarak, Mithat Paşa için kurulan ve bu yüzden hukuk tarihinin olumsuz yargısından ve hesaplaşmasından bir türlü kurtulamayan, hiçbir zaman da kurtulamayacak olan yüz karası “Çadır Mahkemesi”nde nasıl yargılandığını, bilim insanlarımız, tarihçiler dâhil, hiçbirimiz yeterince asla bilmiyoruz, bilemiyoruz.

 Çünkü varsayımlara dayanan ve birbirleriyle çelişen kaynaklara göre, Paşa’nın duruşması, çoğu zaman açık değil, gizlidir, yani karanlıktır.

Karanlık” ise, bilindiği üzere, Miguel de Cervantes’in (1547-1616) bir zamanlar dediği gibi, “Bütün günahların üstünü örten bir yorgandır.”

Bütün bunlara karşın onu yargılayan yargıçların ve iddia makamında bulunan savcının, Sokrates’le ilgili davanın tam da tersine, kimler olduklarını günümüzde bile bilmekteyiz.

Peki, bütün bunlar neden böyledir?

Çünkü bu son yargılamaya katılan yargıçlar, tıpkı hükümeti deviren, TBMM’yi ortadan kaldıran 1960 darbesi sonrasının Yassıada Mahkemesi gibi, suç konusu eylemden sonra oluşturulmuş bir mahkemenin yargıçlarıdır; dolayısıyla mahkeme, doğal mahkeme değil, yargıçlar da, doğal yargıçlar değildirler.

Sözgelimi, savcı dâhil, bunların içinde daha önce kendileri ya da yakınları arasında sanık Vali ve Sadrazam Mithat Paşa tarafından cezalandırılanlar bile bulunmaktadır.

Sözgelimi, Mahkeme Başkanı Kadı Sururi Efendi, işlediği yolsuzluklar yüzünden Mithat Paşa tarafından meslekten atılmış biridir.

Kısaca ne yargıçlar yansızdır ne de savcı.

Üstelik bu görevliler, önyargılıdırlar da. Çünkü iddianameyi (ithamname), Adliye Nazırı Ahmet Cevdet Paşa, Mahkeme Başkanı Sururi Efendi, Savcı Latif Bey, Mabeyinci Ragıp Bey, birlikte hazırlamışlardır (Tiryakioğlu, Samih, Dünya Tarihinde Büyük Siyasi Davalar, İstanbul, 1963, s. 128-143).

En önemli ve acı olanı da, tarihsel verileri göre, yetiştirdiğimiz büyük hukukçularımızdan ve Osmanlı döneminde yapılmış en iyi yasalardan biri olan Mecelle’de emeği en çok geçen Adalet Bakanı Ahmet Cevdet Paşa, iddianameyi hazırlamakla yetinmeyip, daha da ileri gitmiş, duruşma aşamasında yargıçların arkasındaki bir koltuğa oturarak mahkeme yargıçlarına ve savcısına durmaksızın buyruklar vermiş; bunun üzerine sanık Mithat Paşa dayanamayıp yargıçları azarlamıştır.

Zira iki Paşa, yani Ahmet Cevdet ve Mithat paşalar birbirine düşmandır.

Nitekim Mithat Paşa, kendi savunmasına başlarken “İtham mazbatasının (iddianame) yalnızca iki yerini sahih ve doğru buldum. Birisi, başındaki besmele, diğeri, nihayetindeki tarihidir” demek gereğin duymuştur.

Sonuçta Mithat Paşa, bu iddianame doğrultusunda yargılanmış, Sokrates’in yargılamasını yapan mahkemenin tersine, gizli yargılanma, gizli duruşma sonucu hüküm giymiş, Sultan Abdülhamid’in buyruğuyla 7 Mayıs 1884 (61 yaşında) tarihinde Albay Mehmet Lûtfi ve Binbaşı Bekir Beyler tarafından Taif’te boğulmuştur (Tiryakioğlu, Samih, Dünya Tarihinde Büyük Siyasi Davalar, İstanbul, 1963, s. 128-143).

Kısaca bu davada Adalet Bakanı ve yargıçlar, yansızlık, nesnellik, kendi inanç ve görüşlerinden arınma ilkelerine uymak şöyle dursun, tam tersine bu ilkeleri, pervasızca çiğnemişlerdir.

Mahkemenin oluşumu da, yapılan duruşma da, Türk yargılama tarihinin yüz kızartıcı sahnelerinden biridir.

Yassıada Mahkemesi de öyle.

Bu Mahkeme de, hiç kuşkusuz her şeyden önce “doğal / yasal yargıç,” dolayısıyla “adil yargılanma ilkesi” çiğnenerek oluşturulmuş bir mahkemedir. Dolayısıyla bu ilke çiğnendiği için de, Cumhuriyet döneminin yüzünü kızartan bir yargılama organıdır, bu mahkeme. Böyle bir mahkeme eliyle bir başbakanın ve bakan arkadaşlarının asılması ise, devletin “tasarlayarak” (taammüden) işlediği yüz kızartıcı bir cinayettir.

Görüldüğü üzere yargılama etkinliğimiz konusunda sicilimiz hiç de parlak değil.

Hatta tam tersine kınanası, lekeli, tiksindirici bir sicile sahibiz.

İşte bu yüzdendir ki, bu yazılarda geçen bütün sözlerim, yargıçlara, savcılara, avukatlara, kısaca kendilerinden öncekileri taklit edenlere değil, düşünmesini bilen hukukçulara yöneliktir.

Bildiğiniz gibi sayın hukukçular, bizler, yani yıllardır aralarına girmeye özendiğimiz Avrupa Birliği ülkelerinin insanları, uzun süredir “gün ışığında demokrasi” (démocratie à ciel ouvert, open-air democracy) içinde yaşarken, biz Türkler, her açıdan, özellikle de yargılama erkinin var oluş nedeni ve yürüyüşü açısından, ne yazık ki, gittikçe biçimselleşerek, içeriksiz, özsüz, göstermelik, metalaşmış, törensi ve de benimsediğimiz Batı hukukunun gözünde %97’si kınanası, “mutlak geçersizlik (butlan) yaptırımı”yla sakat bir “duruşma,” bu yazıda ve izleyen yazılarda sık sık yineleneceği üzere, doğru hukuk terimiyle tartışma (Debatte, débat, dibattito, debate), yanlış alglamayla karşılıklı durma, yani “duruşma” güldürüsüyle üretmeden debelenip durmaktayız.

Evet. Açıkça itiraf ve kabul edelim ki, durum budur, efendiler.

Çok yazık, çok da utanılası bir durumdur, bu!?

Özetle aslında çözmemiz gereken ana, temel sorun, halk ozanlarının karşılıklı olarak birbirlerine yanıt yetiştirmesi, yani Türk uygulamasında görüldüğü üzere, işteş eylemle asla karşılıkla durma, dolayısıyla asla bir “duruşma” değildir, bu.

Tam tersine davayı bütünüyle yüksek sesle karşılıklı tartıp, evet doğru deyişle “tartışma” yaparak uyuşmazlık konusunu çözme sorunudur, bu.

Üstelik bu sorun, yalnızca Avrupa değil, Avrupa ülkeleri hukukunu dil dâhil her alanda benimseyip uygulayan Afrika ülkeleri gözetildiği zaman, ülkemiz uygulamasında yüzde doksan yedisi çok taklitçi, bu nedenle de çok çocuksu, çok acı, çok üzücü ve hukukun gözünde bütünüyle yanlış bir işleme dönüşmüştür.  

Ne yazık ki, yıllardır bunları dile getiren hukukçularımızın çığlıklarına yargıçlarımız bile, asla duyarlı olmamışlardır.

Oysa ne demişti; büyük ozanlarımızdan ve düşünürlerimizden Melih Cevdet Anday?

Uyumayacaksın / Memleketinin hali / Seni seslerle uyandıracak / Oturup yazacaksın.”

Gerçekten uygulamada yargılama etkinliklerimizin durumuna, yani dilimizdeki yerleşik yanlış terim ve uygulamayla “duruşma”larda sergilnen bu durum, Cumhuriyetin başından bu yana, Ayşe teyzelerin “SENİ MAHKEMEYE VERİR, SÜRÜM SÜRÜM SÜRÜNDÜRÜRÜM” çığlıklarıyla, evet, doğru değerlendiremeye dayanan bu çığlıklarıyla hepimizi uyarıp durduğu, günümüzde bir çırpıda bütün dünyaya ulaştığı halde, hiç kimsenin, duruşma, tartışma aşamasında sürekli bayatlaştırılan bu adaletsizliğe, saçmalığa dünlerde de, bugünlerde de hemen hemen hiçbir hukukçunun sesi çıkmamıştır, çıkmamaktadır da.

Bir bilim insanımız dışında.

Gerçekten İstanbul Ü. Hukuk Fakültesinde kırk yıla yakın hocalık yapan Merhum Ord. Prof. Dr. Mustafa Reşit Belgesay (1887-1969), bütün bunları gözeterek öğrencilerine İstanbul’da tek doğru duruşma yapan asliye hukuk yargıcı Dr. Amil Artus’un (1911-1989) yanında staj yapmalarını sürekli öğütleyip durmuştur.

Besbelli ki, Lozan’da doktora yapan Merhum Artus, olasılıkla orada zaman zaman mahkemelerde yapılan duruşmaları da izlemiş; fakültede okutulan bilgilerin duruşmalarda canlı olarak nasıl yaşandığına tanık olmuştur.

Dahası, bu konuda Avrupa insan Hakları Mahkemesinin çığlıklarına bile kulak veren yok.

Öyle ki Türkiye, hukuku çiğneme konusunda ne yazık ki, Avrupa ve Asya ülkesi olarak birinci ülke ve devlettir. Dahası bu mahkemenin önüne gelen dava sayısı açısından ülkemiz, nüfusu yaklaşık bizim iki katımız olan Rusya’ya karşı açılan dava sayısını ikiye katlamış, üçe katlayacak orana doğru hızla yürümektedir.

Bu durumu görüp kahrolan, yüzleri kızarıp üzülen hukukçular ise, günümüzde bile çok azınlıktadır.

Sorunu çözmesi gereken siyasetçilere gelince, onlar, üzücü bir bilinçsizlik, ilgisizlik ve pişkinlik içinde sorumluluğu birbirlerine atmakla yetinmekte, bazen de yüksek katlarda oturanlar bile, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ne derse desin, isterse bizi tazminat ödemeye mahkûm etsin, öder geçeriz” saçmalığını, laubaliliğini sürdürmekte, hatta “bizi neden Birliğine almıyorsunuz?” deme pişkinliği içindedirler.

Azınlıkta bile kalsalar, her yönüyle bu ülkeye ve insanına sevdalı insanlarımıza gelince, onlar, yaşananları yakından gördükleri halde, sadece işin içinden nasıl çıkacaklarını düşünmekte, kimileri de, görüşlerini büyük boy yüzlerce sayfayı bulan kitaplara dökmektedirler. 

Ancak görülen o ki, boşunadır, bütün bu çığlıklar.

Zira Ortaçağ toplumlarında “Yaşamda en doğru yol gösterici olan bilim”i dinleyenler, asla olmaz, olamaz.

Hiçbir zaman da olmamıştır.

Çünkü onlar hiç okumazlar ki

Dolayısıyla, kimse düşlere kapılıp kendisini aldatmasın.

Burası, efendiler, sayenizde arada sırada bilim çağını yakalamış görünse bile, ne yazık ki, çırpınışları bile duyulmayan bir ortaçağ ülkesidir.

Nitekim şu anda bile ortaçağ kurallarıyla yönetilmektedir.  

O kadar.

Lütfen gerçekçi olalım, kendimizi aldatıp avutmayalım, avunmayalım da. 

Öfkelenecek yerde, ilkin söylediklerime kulak verin, sonra da bunların üzerinde sadece derin derin düşünün, efendiler!

Evet. Sizlerin de bildiği üzere, yargılamanın, özellikle de duruşmanın, yukarıda değindiğim gibi, doğru terimle tartışmanın sonucu kurulan her yargı (hüküm), sadece yargıcın değil, savcının ve de duruşmaya katılmışsa avukatların da payının olduğu ortak bir işlemdir. 

İşte bu yüzden söz konusu işlem, yüksek sesle açıklanırken, herkes ayağa kalkar, ona saygı duyar.

Yargılama erki içinde ve karar makamında olan yargıçlar; iddia makamında, cumhura, yani halka ait değerleri korumak için kesinlikle yönetim biçimi cumhuriyet olarak değil, tam tersine cumhura ait değerlerin (res publica, ki, Fransızca “république,” yani Türkçe “cumhuriyet”) sahibi, sesi ve koruyucusu olarak savcılar; savunma ya da yine iddia makamında, avukatlık mesleğine özgü yasalarına göre çok anlamlı dille ve çok önemli bir anlatımla “HUKUKUN DOĞRU UYGULANMASI”nı sağlamak amacıyla, yani ahlaki ve hukuki boyutlarıyla, yükümlülükleriyle avukatlar bulunmaktadır.

Bütün bunların anlamı şudur, efendiler: Adalet dağıtmak için bu üç makamda bulunan Cumhuriyetimizin yargıçları, savcıları, avukatları, yargılama ve duruşma konularında çok duyarlı olmak, yargılama ve de duruşma hukukunun, özellikle de “duruşma (tartışma) ahlakı”nın üzerine titremek; batılı anlamda diyalektik ve yine batılı dille “tartışma,” tıpkı halk ozanlarının birbirlerine cevap yetiştirmelerinden esinlenilerek yanlış çeviriyle ülkemizde “duruşma” diye adlandırılan ve de uygulamada yanlış algılanan bu aşamayı gerçekleştirmek, son çözümlemede buna dayanan “yargılar”la (hüküm, karar), hak ve adalet dağıtma görevini kesinlikle yerine getirmek ve adalet değerini yaşatmak zorundadırlar.

Evet, efendiler, hukuk da, bilim de, böyle demekte, böyle buyurmaktadır.

Ancak sizler, efendiler, evet sizler, mahkeme hükmü açıklanırken ayağa kalksanız bile, yukarıda değinilen ve “en doğru yolu gösteren (mürşit) bilim”in bu buyruğunun özünü, ne yazıktır ki, asla anlamış, özümsemiş değilsiniz.

Bu nedenlerle gelecek yazılarımda yaşadıklarımın, gördüklerimin ışığında bu makamlarda yer alanlara bazı noktaları ve de sorumlulukların anımsatmak istiyorum.

Sürecek...                                               /././

Odasında Gülen resmini asan bürokratın terfii, dokunulmayan bakanlık dosyası: 15 Temmuz mücadelesi eksiksiz sürüyor mu?-Tolga Şardan-

KKK İstihbarat Başkanı Tuğgeneral Serdar Atasoy’un kritik göreve atanmasının ardındaki FETÖ bağını, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Metin Gürak’ın doktoru olan bir tabip subayın FETÖ’yle bağlantılarını ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Metin Gürak’ın doktoru olan bir tabip subayın FETÖ’yle bağlantılarını ortaya çıkaran, MHP’de siyaset yapan emekli TSK mensubunun yine FETÖ’yle bağını tespit edip tutuklanmasını sağlayan adli soruşturmayı yürüten savcı, Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Gökhan Karaköse'nin kararıyla terör suçlarına bakan bürodan alınıp duruşma savcısı yapıldı!

Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) yayımladığı yaz kararnamesi sonrasında adliyelerde yeni iş bölümleri uygulamaya konuldu.

İş bölümü demek; her adliyede başsavcının, başsavcı vekillerinin hangi bürolar ve savcılardan sorumlu olduğunun, aynı zamanda adliyedeki savcıların hangi konularda/bürolarda çalışacağının tespit edilmesi demek.

Bu çerçevede Ankara Adliyesi’nin iş bölümü, bizzat Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Gökhan Karaköse tarafından onaylanıp yürürlüğe girdi. Başsavcı Karaköse, adliyeye tayin edilen yeni savcılar ile mevcut savcıların görev yerlerinde bazı düzenlemelere gitti.

İşte bu düzenlemeler içinde kimi ilginç atamalar ya da görevlendirmeler gerçekleşti. 

Bunlardan birisini aktarayım.

Bilindiği üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en çok üzerinden durduğu konulardan birisi FETÖ’yle mücadele.

15 Temmuz’da Fetullah Gülen cemaatinin gerçekleştirmeye çalıştığı darbe girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından ülkenin en önemli kurumlarından Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bünyesinde binlerce soruşturma başlatıldı.

Gözaltına alınan, tutuklanan, hüküm giyen binlerce TSK mensubu var.

TSK’daki soruşturmalar, gerek içeriği gerekse iş yoğunluğu nedeniyle büyük kentlerdeki adliyelerde savcılar arasında dağıtıldı. Başsavcılar, bu dosyaları terör suçlarını soruşturma bürosundaki savcılara verdi.

Aynı zamanda TSK içinde birbirinden çok farklı birimler ve kuvvet komutanlıkları olması sebebiyle söz konusu savcılar da özel görev bölümü kapsamında çalıştı. Halen de bu yöntemle çalışılıyor.

Aksi takdirde soruşturmalarda bütünlük ve verimlilik süreci sürdürülebilir olmaktan çıkıyor, kaotik bir iş ortamı yaşanıyor. Ankara Adliyesi’nde de benzer bir yöntem uygulanıyor.

İşte Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Karaköse öyle bir değişiklik yaptı ki FETÖ’yle mücadele konusunda soru işaretleri doğdu.

Adliyede FETÖ soruşturmalarını yürüten iki savcı vardı. İsimlerini vermek istemiyorum, ancak adliyede gayet iyi bilinen isimler.

Savcılardan birisi, uzun süre TSK’nın Kara Kuvvetleri Komutanlığı (KKK) bünyesindeki FETÖ dosyalarına baktı. Kara Harp Okulu da aynı görev paylaşımı içindeydi.  

Savcının hazırladığı binlerce dosya içinde, başka bir savcıyla ortak biçimde KKK İstihbarat Başkanı Tuğgeneral Serdar Atasoy’un kritik göreve atanmasının ardındaki FETÖ bağını ortaya çıkarması dikkat çekti. Yeri gelmişken bu dosyaya bakan ikinci savcının Ankara Adliyesi’nde uzunca süredir pasif konumda bulunduğunun altını çizeyim.

Ayrıca, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Metin Gürak’ın doktoru olan bir tabip subayın FETÖ’yle bağlantılarını ortaya çıkardı.

Yetmedi, Cumhur İttifakı ortağı MHP’de siyaset yapan emekli TSK mensubunun yine FETÖ’yle bağını tespit edip tutuklanmasını sağlayan adli soruşturmayı yürüttü.

Yine MHP’de, Ankara’da ilçe başkanlığı çatısı altında siyaset yapan ve FETÖ’yle bağlantısı olduğu anlaşılan emekli TSK mensubuyla ilgili dosya hazırladı.

Yanı sıra mevcut Kara Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde çok üst düzey bir komutanın emir astsubayının FETÖ’yle bağı olduğu iddiasını araştırdı.

Burada bir parantez açayım; 2024 adli tatil sırasında yaşanan ilginç bir durum var. KKK ile ilgili dosyaları yürüten savcı adli tatil iznindeyken, her nasılsa -nasıl olduğu belli aslında- sadece söz konusu emir astsubayının dosyası başka bir savcıya veriliyor ve dosyayı alan savcı söz konusu TSK mensubunun hakkındaki iddiaya yönelik ifadesini bile almadan takipsizlik kararı verip dosyayı kapatıyor! Adli tatilden dönen savcıya takipsizlik kararı verildi yalnızca. Bu soruşturmayı ayrı bir yazı konusu yapacağım.

Parantezi kapatıp devam ediyorum.

İşte KKK’ya bağlı FETÖ soruşturmalarını yürüten savcı geçen haftaki yeni iş bölümünde hangi göreve verildi dersiniz?

İş bölümüne imza atan Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Gökhan Karaköse, bu savcıyı terör suçlarına bakan bürodan alıp duruşma savcısı yaptı!

Gelelim diğer savcıya. Bu savcı da diğeri gibi Ankara Adliyesi Terör Suçları Soruşturma Bürosu’ndaydı. Bu savcı ise, FETÖ’nün siviller ayağına baktı. Yani kamu personeli dışında kalan iş insanları, kimi sivil toplum örgütlerinin mütevelli heyetlerinde bulunanlar, esnaf gibi ticaretle uğraşanları soruşturdu. İddianameler hazırladı.

Bu savcı da yine Başsavcı Karaköse tarafından duruşma savcısı yapıldı.

Kuşkusuz hayatın olduğu gibi her görevin de bir sonu var. Burada bir sorun yok. Nihayetinde duruşma savcılığı da “dürüst, adil ve hakkaniyetli” yapıldığı takdirde önemli kamu görevi.

Ancak farklı ilişkileri ile dikkat çeken kimi yargı mensuplarının terfi ettiğini görüp; iki savcının karşılaştığı yaklaşıma tanık olmak tarihe not düşmeyi gerektiriyor.

* * *

HSK’ya düşen görev

HSK’dan söze başlamışken buradan devam edip benzer bir süreci, 15 Temmuz vesilesiyle aktarayım.

Hemen her kamu kurumunda olduğu üzere Adalet Bakanlığı bünyesinde de FETÖ soruşturmaları başlatıldı.

Binlerce yargı mensubu FETÖ soruşturmaları sonucunda görevden atıldı. Tutuklandı, hüküm giydi. Cezasını tamamlayıp çıkanlar var şimdilerde.

Ankara Adliyesi’nde halen devam eden bir soruşturma mevcut. Uzun süredir herhangi bir işlem yapılmadığı için tozlu raflardaki yerini aldı.

Dosyanın içeriği, aralarında bazı Yargıtay mensuplarının da yer aldığı “FETÖ Adalet Bakanlığı Mahrem İmamlar” soruşturması.

Mahrem imamlar ile ilgili geçen yıllarda iddianame hazırlanıp yargılama başlatıldı. Ancak beklemeye alınan dosyada da söz konusu FETÖ’cü mahrem imamlarla bağlantılı oldukları anlaşılan, yakın geçmişte ve belki de halen Adalet Bakanlığı’nda görev yapan, hakim/savcı sınıfından isimler var.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı bu dosyada, 100’e yakın ismin bulunduğu biliniyor. Dosyanın açılmasının üzerinden epeyce zaman geçti. Ancak hiçbir işlem yok henüz.

Bildiğim kadarıyla bu dosya epeyce zaman önce HSK’ya gönderildi. HSK’nın bir önceki yönetimi döneminde dosyadan hiç ses çıkmadı. Dosyanın kapağı açılmadı demek yanlış olmaz.

Oysa, HSK müfettişlerince inceleme yapılıp soruşturma izni verilmesi halinde adli soruşturmada aşama kaydedilecek ve ilerleme gerçekleşecek.

Madem ki Cumhurbaşkanı Erdoğan FETÖ’yle mücadeleye devam mesajlarını veriyor, o zaman HSK’nın yeni yönetimi elini taşın altına koysun. Böylece HSK, var oluşunun ana gerekçelerinden birisi olan adil ve temiz yargı sistemini oluşturmak için harekete geçsin.

Bakalım, “cıslı” dosyadan kimler çıkacak, hep beraber görelim!

Yine yeri gelmişken, bir dönem HSK’nın en tepedeki isimlerinden birisinin ekibinde yer alan ve FETÖ’den soruşturulan idari personel M.R.A.’nın hakkındaki takipsizlik kararını nasıl aldığı da gün yüzüne çıkar böylelikle.

* * *

Cumhurbaşkanı, “FETÖ’yle mücadeleye devam” diyor ancak…

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kızılcahamam’daki AKP çalıştayında FETÖ’yle mücadelenin devam ettiği açıklamasını yaparken, “15 Temmuz hain darbe girişiminin ardından FETÖ'yü başta silahlı kuvvetlerimiz ve emniyetimiz olmak üzere tüm kurumlarımızdan temizledik. Böylece terörle mücadeledeki ihaneti ortadan kaldırdık” dedi.

Bu yıl 15 Temmuz anmaları “Terörsüz Türkiye” çalışmalarına denk geldi. Buna karşın bir haftadır medya başta olmak üzere farklı platformlarda başarısız darbe girişimlerinin anılması faaliyetleri devam ediyor.

Dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın tüm bildiklerini anlatmadan sürecin üzerindeki sır perdesinin kalkması mümkün değil.

Sadece iki ismin ifade vermesi, sır perdesinin kalkması için yeterli değil elbette.

Yukarıda okuduğunuz Ankara Adliyesi’nde yaşanan örneği, bugün yaşananlara küçük bir kesit olması için aktardım.

Aradan dokuz yıl geçmesine karşın Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’in çalışma ekibindeki subayın FETÖ’yle bağı çıkıyor. KKK’daki üst düzey komutanının emir astsubayı FETÖ soruşturması geçiriyor.

Evvelce de yazdım. Emniyet teşkilatında “daha önce FETÖ sohbetlerine katılmış ancak daha sonra ilişkisini kesmiş olanları” tanımlayan (C) kodu ile “daha önce örgüt derslerine gelip gitmiş alan içi öğrencilerden olan, küsüp gelmeyenlerden örgüt aleyhine çalışan, örgüte ters bakan ancak örgüte karşı eylemsiz kalan kişiler” olarak tanımlanan (DA) kodlu polis müdürleri halen iş başında. Hem de kritik görevlerde.

Buradan bakınca TSK ve Emniyet tam teşekküllü biçimde temizlenmiş görünmüyor maalesef.

Bir konuya daha dikkat çekip yazıyı tamamlayayım.

Daha önce bürokratik görevi sırasında makam odasında Atatürk ve Erdoğan’ın resminin yanında FETÖ lideri Fetullah Gülen’in de resmi bulunan bürokratın, şimdilerde vali koltuğunda oturmasının sanırım bir açıklaması olmalı.

                                                          /././

FETÖ, planını “siyasi otoriteye” nasıl uygulatabildi?-Mehmey Y. Yılmaz-

Fetullahçı örgüt, “FETÖ ile mücadelede milat” kabul edilen 17-25 Aralık 2013’ten sonra hangi ilişkilerini kullanarak generalliğe terfi için albaylıkta bekleme süresini dört yıla indirip, henüz sırası gelmeyen mensuplarını da terfi sırasına dâhil edebildi? 15 Temmuz darbe girişiminin dokuzuncu yıl dönümünde “siyasi ayak” konusunda en küçük bir gelişme bile olmaması kimsenin dikkatini çekmiyor mu?

"Örgüt kanuni düzenlemeleri siyasi otoriteye yaptırabilmiştir.”

Bu cümle, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 15 Temmuz darbe girişiminin sonrasında Genelkurmay Karargâhı ile ilgili olarak başlattığı soruşturma sonunda yazdığı iddianamede yer alıyor.

Savcılık, bu işlerin “FETÖ ile mücadelede milat” olarak kabul edilen 17-25 Aralık 2013 tarihinden sonra gerçekleştirildiğine de dikkat çekiyor.

İddianamede yazılanlara göre “örgüt, TSK komuta kademesini en kısa sürede ele geçirmek maksadıyla generalliğe terfi için albaylıkta bekleme süresini dört yıla indirip, henüz sırası gelmeyen mensuplarını da terfi sırasına dâhil etmiştir.”

Savcılığın “karargâh” iddianamesine göre, FETÖ’nün AKP iktidarını yönlendirdiği kanun değişikliklerinin amaçları şöyle özetlenebilir:

1 – Kendisine bağlı olmayan generalleri TSK dışına çıkarmak.

2 – Kendisine bağlı subayların en az olduğu 1988 ve öncesindeki yıllarda mezun olan albayları topluca emekli etmek.

3 – Kendisine bağlı albayları bir an önce general yaparak ordu üst kademesini ele geçirmek.

Mehmet Y. Yılmaz yazdı: 15 Temmuz’un yanıtlanmayan soruları

Şimdi FETÖ örgütünün bu işi adım adım nasıl gerçekleştirdiğini hatırlayalım:

1 – 9 Mayıs 2012: TBMM’de AKP’liler tarafından verilen bir kanun teklifi ile, askeri personelin 15 yıllık mecburi hizmet süresi 10 yıla indirildi.

Fetullahçı çete, böylece kendi mensubu olmayan subayların ordudan ayrılmasını kolaylaştırmayı hedeflemişti, başarılı da oldu.

2 – 11 Şubat 2014: Kanun’da bir değişiklik daha yapıldı. Tarihe dikkatinizi çekerim: FETÖ ile mücadelede “milat” kabul edilen tarihten iki ay sonra!

Bu kez yapılan değişiklik, Silahlı Kuvvetlerdeki terfilerin bir yıl öne çekilmesini hedefliyordu.

Böylece Fetullahçı gizli örgüt mensubu dört yıllık albaylar ve üç yıllık generaller Yüksek Askeri Şura’da görüşülecek terfi listesine eklendiler.

Fetullahçı olmayan albay ve generaller emekli edilirlerken dört yıllık albaylar ve üç yıllık generaller terfi ettiler.

Nitekim, 2014’teki YAŞ’ta 10 albay bir yıl erken terfi ederek general olmuş ve hepsi de darbe girişimine katılmış. Bunlar arasında Özel Kuvvetler Komutanlığı’nı basan Semih Terzi ile Marmaris baskınına katılan Gökhan Şahin Sönmezateş de bulunuyor.

3 – 12 Nisan 2014 (Milattan dört ay sonra): Subay Sicil Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle, irticai faaliyetler nedeniyle ordudan ihraçlar engellendi.

4 – 30 Aralık 2015 (Milattan iki yıl sonra): Kanunda yapılan değişiklikle albaylıktan generalliğe terfi için bekleme süresi dört yıla indirildi.

Böylece Fetullahçı çete mensubu albayların daha kısa sürede general olması hedeflenmişti.

5 – 23 Haziran 2016 (Milattan üç buçuk yıl sonra): TSK Personel Kanunu’nda AKP’lilerin teklifi ve oylarıyla yapılan değişiklik, orduda hizmet süresini 28 yıla indirdi.

Böylece 1988 ve önceki yıllarda harp; okullarından mezun olan subayların topluca emekliliğinin yolu açıldı.

1988 öncesi, ordudaki Fetullahçı örgütlenmenin en düşük olduğu dönemdi.

TBMM Genel Kurulu’nda görüşmeler sürerken AKP’lilerin verdiği önergeyle kanunun yayınlandığı anda yürürlüğe girmesi de sağlandı.

Böylece Fetullahçı olmayanların emekli edilerek tasfiyesi hızlandırılmış oldu.

Bu değişiklik teklifleri Millî Savunma Bakanlığı’nda (MSB) hazırlanmış olmalı.

Orada hazırlandığı için de Genelkurmay Başkanlığı ile kuvvet komutanlıklarının görüşlerinin de alındığını varsaymalıyız.

Sonra bu değişiklik teklifleri MSB tarafından hükümete getirilmiş olmalı.

Ardından da bazı AKP’li milletvekillerinin imzalarıyla kanun teklifi halinde TBMM Başkanlığı’na verilmeli. Sonrası komisyon ve genel kurul görüşmeleriyle tekliflerin kanunlaşması.

Söz konusu değişikliklerin MSB teklifi haline gelmesi sırasında bakanı bu işe ikna edenler kimlerdi?

Darbe girişimi sırasında Genelkurmay Başkanı olan şu anda AKP Kayseri Milletvekili Hulusi Akar, 2011 Ağustos’undan, 2013 Ağustos’una kadar Genelkurmay 2. Başkanı idi. 2013 Ağustos YAŞ toplantısında Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirildi.

TSK bünyesinde ordu komutanlığı yapmadan Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na gelen ikinci kişidir. (İlk Cevdet Sunay.)

Genelkurmay Başkanlığı’na 2015 Ağustos’unda getirildi.

Yani önce İkinci Başkan olarak, sonra da Kara Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay Başkanı olarak bu süreçlerin içinde yer almış olmalı.

Bu teklifleri kimin verdiğini, kimin kimi ikna ettiğini çok iyi biliyor olmalı.

Kara Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay Başkanı olarak bu değişikliklere karşı çıkmadığına göre onaylamış olmalı.

O gün hangi saik ile hareket ederek bu değişikliklere yol verdiğini açıklar mı acaba?

Bütün bu kanun tekliflerinin altında AKP milletvekillerinin imzası vardı.

Bu tür kanun tekliflerinde tekrarlanan imzalar kimlere aittir, buna bir bakmak “siyasi ayak” konusunda da fikir verebilir.

Bazı isimlerin tekrarlanıyor olması bir tesadüf olabilir mi?

Öte yandan zamanın AKP grup başkan vekilleri, o tarihte bu kanunlardaki değişikliklere neden gerek görüldüğünü açıklayabilirler mi?

Örgüt, “milat” kabul edilen 17-25 Aralık 2013’ten sonra bile bu değişiklikleri hangi ilişkilerini kullanarak gerçekleştirebildi?

Bu soruyu da 15 Temmuz’un yıldönümlerinde soruyorum ama yanıt alamıyoruz.

15 Temmuz darbe girişiminin dokuzuncu yıl dönümünde “siyasi ayak” konusunda en küçük bir gelişme bile olmaması kimsenin dikkatini çekmiyor mu?

Erdoğan yönetimi, akla gelebilecek her alanda ince ince örgütlenen bir suç organizasyonunun, siyasette örgütlenmeyi ihmal ettiğine inanmamızı mı istiyor?

                                                           /././

Rashomon etkisi -Ahmet Çelik Kurtoğlu-

Kim kimi kandırdı, kim, hangi kişisel hesapla hareket etti ve ülke yönetimini baş stratejist AKP’ye hediye etti?

erdoğan

Sırp ulusalcıların Balkanlarda Sırp varlığını güçlendirmek için Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılmasından yararlanarak 28 Haziran 1914 günü Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’ı öldürmeleri I. Dünya Savaşı'nı başlattı.

Bir samurainin eşiyle birlikte ormanda yürüyüş yaparken karşılarına çıkan haydudun kadına tecavüz etmek amacıyla saldırması, gelişen kavga, samurai ile haydut arasındaki düello, kadının bıçak kullanarak olaya karışması, Japon yazar Japon yazar Ryūnosuke Akutagawa tarafından 1922 yılında “In a Grove” adlı bir romanda, dört görgü tanığının anlattıklarına dayalı olarak anlatılmıştır. 

Japon film yapımcısı Akhira Kurosawa romandan yola çıkarak,1950 yılında Rashomon adıyla filmi çevirmiştir. Hikâyenin bundan sonası Rashomon etkisi olarak isimlendirilen konuyu oluşturur. Ana mesaj, olayı açıklamak yönündeki çabaların güvenilmez tanıklıklara dayanıyor olmasıdır. Film 1951 Venedik film festivalinde altın aslan ödülünü almıştır.

Bir süredir ülkemizde gizli tanık, itirafçı gibi tuhaf kelimelerle ve bu kişilerin güvenilmez tanıklıklarıyla insanların yaşamlarının sona ermesi, geleceklerinin kararması ile karşılaşıyoruz.

Yalancı tanıklık ve adaletin saptırılması

Bu etkinin yarattığı sonuçları ülkemizde, ABD, Rusya, Çin, Kore ve diğer birçok ülkede görürüz. Bu gibi olayların kahramanlarından biri olan D. Trump, başkanlık seçimleri sırasında çeşitli kaynaklardan yayılan bilgileri “fake-uydurma” bilgi olarak adlandırmıştı. Ülkemizde bu etkiyi siyasette de, kriminal olaylarda da sık sık görürüz. Örnek mi istersiniz,

- Ağustos ayında Diyarbakır’da kaybolan, daha sonra dere kenarında cesedi bulunan Narin’i kim, neden öldürdü, olayın üstü neden örtülmek isteniyor?

- Ankara’da şehrin merkezinde işlenen siyasi cinayet ve daha birçok ölüm olayı bu hâlâ çözülememiştir. Olayın oluş şekli, zanlıların nereden nereye hareket ettiği, kim tarafından getirildiği konusunda kanıtlar, bilgiler ortaya konulmuşken, son adım atılamamıştır, neden? 

- Siyasi planda Ergenekon olayı, Fethullah hareketi, Madımak cinayeti, 15 Temmuz 2016 kalkışması ve birçok olay arasında 6-7 Eylül olayları Rashomon etkisi bağlamında incelenebilir. Bu olayların arkasında ne gibi planlar, kimler vardır, neden? Hangi bilgi doğrudur? Adalet, istihbarat sistemimiz, kurumlarımız neden böyle etkiler karşısında yenilmektedir? Toplum ve bireyler kaybederken, kim, kimler kazanmaktadır?

Siyaset-müzakere-kandırma

Konu kriminal olaylardan ibaret görülmemelidir. Neredeyse 25 yıldır yaşadığımız siyasal olayların her biri için aynı sorundan yani, çeşitli nedenlerle yanlış, yalan bilgiye dayalı tanıklıkların, ülke için hayati kararların oluşmasına yol açtığından söz edilebilir.

2015 yılında yapılan seçimlerde en yüksek milletvekili sayısına ulaşan CHP’nin hükümeti kurmakla görevlendirilmesi gerekirken, o zaman parti genel başkanı olan Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı’ndan görevlendirilmeyi talep etmek yerine, “istikşafi görüşmeler” koridoruna yönlendirilmeyi kabul etmesi ve aylarca süren görüşmeler sonunda seçimlerin yenilenmesi sürecinin başlatılmasıyla CHP’nin ve ülkenin çok önemli bir fırsatı kaçırması ve bugünün AKP iktidarı, Rashomon etkisinin net sonucudur.

Bu görüşmeler sırasında CHP ve AKP nin aldıkları pozisyonlar, sürekli olarak üretilen ve hepsi “siyaseten imal edilmiş”, “dedikoduya, tehdide” dayalı bilgilere dayalıdır. Kim kimi kandırmıştır, kim siyasi tecrübesizlik veya dayanaksız iyi niyetle önündeki iktidarı reddetmiştir, bilmediğimiz şeyler mi vardır, neden, ve neden toplum hâlâ bedel ödemektedir?

Orkestre edilmiş müzakere süreci

Daha sonra yanlış algılamanın, değerlendirmenin bir başka örneğini “altılı masa” komedisinde, veya sonuçları itibariyle “skandalı”nda gördük. Kim kimi kandırdı, kim, hangi kişisel hesapla hareket etti ve ülke yönetimini baş stratejist AKP’ye hediye etti? Bugün ülkede sürmekte olan CHP kurultayı davası neden, nasıl başlatılmıştır? Ülkenin en önemli yasama, yargı ve yürütme kurumlarından yargı bu denli bu etkinin altında ise, diğer iki kurum nasıl işleyecektir. Tek yetkili olan Cumhurbaşkanı kendisine gelen bilgilerin hangisine, nasıl inanacak, nasıl karar alacaktır?

 Yanlış bilgi ve savaş; yüzbinlerce ölüm

Bu etkiye Türkiye dışından verilmesi gereken bir örnek ABD ile İngiltere’nin, Saddam’ın nükleer silah ürettiği masalıyla savaşa yönlendirilmesi olmuştur. Çocuk yüzlü, İngiliz İşçi partisi başkanı Tony Blair, yine etkisi altında ve bu kez ünlü MI6’nın nasılsa atladığı yanlış istihbaratla Irak’ta nükleer silah bulunduğu masalına inandırılan Bush’a katılarak körfez savaşını başlatmış, yüzbinlerce insan yaşamını yitirmiş, tedarikçi Amerikan ve İngiliz savaş endüstrisi kazanmıştır.

Üstelik o savaşın etkileri devam etmektedir. Ortadoğu kaynamaktadır, Gazze cehenneminde, İran ve İsrail’de insanlar ölmektedir. Ne, hangi bilgi, neyi tetiklemiştir? Bütün senaryonun arkasında ABD’nin Ortadoğu’da yayılması mı vardır? ABD kongresi, İngiliz parlamentosu neden bu kararları sorgulamamıştır? Daha sonra ABD’de olanlara bakarak, MI& ve CIA gibi istihbarat örgütlerinin de bu tedarikçilerin etkisi altında kalıp kalmadığı dehşet verici sorulardır. Hayat bu denli ucuz mudur?

Sendika da kandırılır!

Tony Blair’in İşçi Partisi başkanı seçilmesine yol açan ise Edward Miliband’ın seçimi kaybetmesidir. Pekala Ed Miliband nereden çıktı? Ağabeyi David Miliband çok daha iyi yetişmiş bir siyasetçiyken, Ed. Miliband yine aynı etki ortamını kullanarak, partinin karar örgütü olan sendikayı (trade union kandırmış ve onun yerini almıştır. Genel seçimlerde seçmen Ed Miliban’ı değerlendirmiş ve İşçi Partisi seçimi kaybetmiştir.

Kurosawa’nın filmde işlediği etki bir sihirli değnek değil, aslında ondan çok daha güçlü. Çünkü çok önemli bir silahı, “yanlış, veya belirli amaçlara göre yeniden imal edilen bilgi” oluşturuyor. Ülkemizde olanları heyecanla, endişeyle, merakla izliyoruz. Liderlerin öfkelerinden, yürüyüşlerinden, kimlerle görüşüp, kimleri uçağa almadıklarından sonuç çıkartıyoruz. Öte yandan ABD Başkanlık seçimlerinde, Fransa’daki seçimlerde Putin’in etkisini okuyoruz. 

MAGA ve ticaret koridorları

Başka bir alana, ekonomiye geçelim. Ünlü McKinsey danışmanlık şirketi küresel ticaretteki değişimleri inceleyen bir araştırma yayınladı.[1] Araştırma, D.Trump’ın ABD’nin ithalatı üzerinde koyduğu gümrük vergilerinin etkilerini sorguluyor. Trump’ın hareket noktası Rashomon etkisini gösteriyor. Tamamen popülist, yıllardır ihmal edilen endüstri politikası nedeniyle gelişmeyen, rekabette kaybeden ve özellikle orta-batı Amerika’da bulunan endüstrilerin gönlünü almayı hedefleyen, ama bunu yaparken, eksik ve yanlış bilgiye dayalı, ABD endüstrisi dahil, zarar üreten bir politika. Bunu çeşitli yazılarımda ele alıyorum.

McKinsey çalışmasının çıkış noktası bugün 111 trilyon dolar olan küresel ticaret hacmının bundan nasıl etkileneceği sorusudur. Temel “baseline” senaryoya göre yani hiç kimse bir tavır almazsa oluşacak durum; Trump politikalarıyla, gümrükler sonucu ticaret akımlarının nasıl yön değiştireceği, yani “fragmentation” senaryosu; ve arz kaynaklarının, tedarikçilerin değiştirilmesi, yani diversification senaryosunun yaratacağı durum incelenmektedir. Böylece tıpkı Irak savaşında olduğu gibi “yanlış” maksada göre imal edilmiş bilginin “üretici şirket” düzeyinde etkili olduğu görülmektedir.

Konunun üretim tarafından finans ve bölüşüm tarafına geçerek, JPMorgan bankası’nın analizine göre Trump gümrük vergilerinin orta büyüklükteki Amerikan işletmelerine maliyeti 82 milyar dolar, (ücret bordrosunun %2 si) olacak, ya işçi çıkartılacak, veya kârdan feragat edilecektir. Hatırlayalım, bu vergilere yol açan, D.Trump’ın ABD’nin ticaret açığını azaltmak yönünde verdiği karar. Oysa burada bir başka oyuncu şirketler. Washington D.C. bu kararı verirken, Çin’de ve öteki ülkelerde yatırım yapan ABD şirketlerinin elde ettiği kazançları, kârlarını hesaba katmıyor, çünkü konunun o tarafı ı Şirket kârları Trump’ın popülist politikalarını tetiklemiyor, kârlar temettü olarak şirket yatırımcılarının kazancını oluşturuyor.

Bilgi zaten tam ve mükemmel değil

Yazılarımda bilginin karar süreçlerinde ne kadar etkili olduğunu vurguluyorum. Ekonomik ajanların, teoride varsayıldığı gibi homo economicus, yani tam ve mükemmel bilgi koşullarında rekabetçi piyasalarda yaşamadığını, bilakis, kararlarını irrasyonel ortamlarda verdiklerini söylüyorum. Bugün ele aldığım Rashomon etkisi bunun yalnız alış verişler için değil, yaşamın tüm aşamalarında geçerli olduğunu göstermektedir.

Yalan bilgi tüccarları

Bazı talihsiz durumlarda, “duymuştum, bana öyle söylenmişti” gibi aslı astarı olmayan bilgilerin kararları ve daha vahimi, adaleti etkilediğini görüyoruz. Burada incelediğimiz etki, 19.yüzyılda Japonya’da bambu ormanındaki cinayetten yola çıkılarak kurgulanmıştı. Talihsiz durumdayız, çünkü bu etki yıllardır ülkemizde adaletin tecellisinde geçerli olmaktadır. Arkadaşlarımız, bilim adamlarımız, anneler, babalar, görevleri sadece insanları bilgilendirmek olan, ülkeyi savunmak için yaşamını vermeyi taahhüt eden insanlar, böyle süreçlerde yanlışlara muhatap oluyor, kimi geleceğini, kimi yaşamını yitiriyor, kimi ayakta kalabilmek için evini, yurdunu terkediyor. Ülke olarak, eğitim, sağlık, politikamızdan, jeopolitika stratejilerine kadar alanı geniş bir alanda yanlışlar yapmaya devam ediyoruz.

İncelediğimiz etki adını Akira Kurosawa’nun bir filminden, Japonya’da işlenen bir cinayetten almıştır. Bugün ise bu etki titizlikle kurgulanan stratejilerde görülmektedir. Bush ve Irak savaşı, geçen hafta hatırladığımız Z.Brzezinski ve yeşil hilal projesi sonucu Ortadoğu’da olanlar, cinayetler, siyasi istikrarsızlıklar istihbarat kurumlarının titiz çalışmalarının sonucudur ve bunların hepsinde hikaye ettiğimiz etkileşme görülür. Feodalizm, kapitalizm, komünizm gibi rejimlerde etkileşmeyi başlatan ilk “dürtüyü” tanımlamak mümkündür. Bu defa olay daha karmaşık ve Rashomon etkisinden yola çıkmamın nedeni budur. 2020’den beri şimdi ne yapacak diye D.Trump’a bakıyoruz, ama o da belki akıllı, kültürlü değil, ama çok taraflı bir oyun oynandığının farkında olacak kadar uyanık bir insan. 

[1] MGA new trade paradigm: How shifts in trade corridors could affect business, 18 June 2025

                                                                                 /././

Üçüncü parti seçeneği: Elon Musk'ın partisi başarabilir mi? (II)-Füsun Sarp Nebil-

İki partili sistemde kimsenin ülkenin ve halkın kendisi ile ilgilendiği yok. Seçmen ile partiler arasında artan bir kopukluk mevcut. Gitgide bozulan sistemler bir yana iki parti ve o partilerin mensupları arasındaki güç savaşı devam ederken, halk "mış gibi bir demokrasi" yaşıyor.

elon musk

Bu makalenin ilk bölümünde Elon Musk'ın Amerika partisi olayına bakarken, Musk'ın ne yapmak istediğini ve olayın Teknofeodalizm tarafını değerlendirmeye çalıştık. Ama olayın daha ilginç bir yönü şu; ABD'de, Türkiye'de ya da Avrupa'da mevcut düzenden bıkmış insanlar var. Bunlar yeni seçenekler arıyor. Bu nedenle biz Musk'ın partisi olayına 360 derece bakacak ve diğer yönlerini de değerlendireceğiz.

Demokrasi mi? Tersine kısıtlı bir demokrasi ya da "duocracy" yani iki partili demokrasi

Neredeyse 20.yüzyıl boyunca ve günümüze kadar, politik sistemler bilinçli olarak Türkiye dahil bir çok ülkede kilitlendi ve vatandaşlar iki partiye mecbur kılındı. Demokrasi'nin yürümesi adına denilse de, aslında demokrasiyi sınırlayan bir sistem. Sadece iki partiye hak-hukuk sağlıyor.

Bir çok ülkede halen yürütülen bu sistem sonucunda, hem azınlık partileri, em de halk, oyu boşa gitmesin diye, istemeye istemeye ikili sisteme uyum göstermek zorunda kalıyor. Bu nedenle "tıpış tıpış oy vereceksiniz" diyen parti liderleri gördük. İki partinin toplamı, diğer azınlık partilerine nazaran ancak yüzde 50'lerde vs. olsa bile kimsenin sistemi düzeltmeye niyeti yok. Azınlık partileri de sisteme, -pazarlık güçleri çerçevesinde- iki partinin birine eklemlenerek dahil oluyorlar ve giderek eriyorlar.

Peki, böyle bir sistemde ülkenin yönetimi gerçekten halkın iyiliği için çalışabilir mi? Cevabı fazla düşünmeye gerek yok, zaten uygulamalı olarak yaşadık ve biliyoruz. Hadi ülkemizden değil, ABD'den örnekleyelim, Trump'ın MAGA (Amerika'yı yeniden büyük yapalım) kampanyasının ve bu kampanyanın Amerikalılar tarafından onaylanmasının nedeni, ikili sistemin ABD’yi iflasa kadar getirmesi değil midir?

ABD Başkanlık sistemi ve de uzantısındaki Kongre, Vietnam savaşını (bu savaşın ABD için bir kırılım noktası yarattığını anlatan belgesel Netflix'e yeni eklendi), İşlerin Uzakdoğu'ya outsource verilmesini (ki ABD'nin üretim gücü ve de bu üretimin kahramanları olan 2.000 $ maaş alan orta sınıfı yok etti), sağlık sisteminin bozulmasını vs. vs. yarattı. Bunlar Amerikalı vatandaşın olmasını istemediği ama bu tür 2 partili yönetimin ortaya koyduğu kötü sistemin bir kaç büyük örneği.

Küresel açıdan bakarsak da, günümüzde batı dünyasında, Uzakdoğu’ya verilen işlerin zenginleştirdiği ve geliştirdiği Çin ve Hindistan'a karşı duyulan finans ve güvenlik endişesi, 2 partili sistemin getirdiği ülke dışı sorun.

Özetle iki partili düzen, hem ülkelerin kendi içinde hem de dışında, politik gerilimin temelini oluşturuyor. Çünkü iki partili sistemde kimsenin ülkenin ve halkın kendisi ile ilgilendiği yok. Seçmen ile partiler arasında artan bir kopukluk mevcut. Gitgide bozulan sistemler bir yana iki parti ve o partilerin mensupları arasındaki güç savaşı devam ederken, halk "mış gibi bir demokrasi" yaşıyor.

Elon Musk'ın Trump'ın vergi yasasının Kongre'den onay alması sonrasında açıkladığı "Amerika Partisi" de tam bu noktaya oturuyor. Çünkü giderek hayal kırıklığı artan seçmen kitlesinin önde seçenek yok. Acaba dünyanın en zengin adamı bu denklemi çözebilecek mi? Yoksa, yağmurdan kaçarken, doluya mı tutulacağız? Yani demokrasiyi nasıl tamir edeceğiz derken, teknofeodalizmin kucağına mı düşeceğiz?

İkili sistemin sonu geldi mi; şimdi değişen ne var?

Elon Musk'ın önce Trump'ı destekleyerek, sonra anlaşmazlığa düşünce de kendi "Amerika Partisi"ni kurarak siyasete soyunması hayli ilginç ama karşısında neredeyse kemikleşmiş bir "ikili parti sistemi" var. Yani seçmen, kendi görüşlerine uygun olmasa bile, iki partiden birisine oy vermeye zorlanıyor. Genel olarak da üçüncü parti olarak kurulanların şansı pek olmuyor.

Geçtiğimiz 40-50 yıl boyunca, birçok ülkede, seçim sistemi tasarımı (örneğin, en çok oy alan her şeyi alır vs.), yerleşik partileri kayıran finansman destekleri, ikili çatışmaya (Sol ve Sağ) öncelik veren medya ekosistemleri, devlet kurumlarının partizanlar tarafından ele geçirilmesi ile düzenlemelerin taraflı hale gelmesi (oy pusulasına erişim, tartışma kuralları, atamalar) ve ılımlı veya çoğulcu görüşleri "zayıf" veya "kafa karıştırıcı" gösteren kutuplaşma nedeniyle "ikili parti sistemi" oluştu. Bu durum ABD, İngiltere, Hindistan, Brezilya, Türkiye ve Batı Avrupa'nın bazı ülkelerinde görülüyor.

Ancak günümüzde "ikili sistem"in sonu gelmiş olabilir. Çünkü bu sürecin işlediği ülkelerde sistemler iyice bozuldu. Özellikle de ekonomik sorunlar nedeniyle halk mutsuz ve ikili partilere güven de zayıflamış durumda.

Birçok ülkede halk çıkış arıyor. Çünkü ikili sistemde, siyasetçiler halkı umursamıyor. Umursadıkları tek şey koltuğu ele geçirmek ve elinde tutmak. Bu nedenle halkın istemediği ama kendilerini seçilmiş halde tutacak kararları alıyorlar.

İkili sistemden çıkış aramanın temel nedeni, tabii ki vatandaşın cebi. Tüm dünyada ekonomilerin giderek bozulması, ekonomik eşitsizliğinin/uçurumların, güvencesizliğin yaratılmış olması, artık mevcut sistemin yürümediğini gösteriyor. Bu nedenle vatandaşın, kurulu sisteme yani mevcut partilere olan desteği çökmüş durumda. Yeni bir şeyler arıyorlar. Yeni anlatılara açık hale geliyorlar.

Teknolojinin yükselişi sonucunda, seçmenin haberlerini, sistemin kurulu medya ekosistemi yerine sosyal medya ve yapay zekadan alır hale gelmesiyle, algılarla götürülen yönetim sistemleri sarsılmaya başladı. ABD'de Vietnam savaşı gibi saçmalıklar, günümüzde İklim sorunları ve teknolojik eşitsizliğin artması, İdeolojik olmayan, sorun çözücü liderliğe ihtiyaç yaratıyor.

Bunun yanı sıra, genç neslin, önceki nesillerden kopması, dünya tarihinde olmadığı kadar büyük. Bu da siyaset dışından yeniden harekete geçme fırsatı (İspanya'nın Podemos'u, İtalya'nın M5S'si) ve düşüncesi yaratıyor.

Üçüncü parti ya da adı her neyse, başarıya ulaşabilir mi?

Seçmen tabanındaki bu kaymaya karşı ideoloji tabanlı olmayan (örn. iklim + dijital haklar + UBI) partilerin şansı daha büyük görülüyor. Ya da 21. yüzyılın üçüncü partisi belki bir "parti" bile olmayabilir. Bir hareket, bir platform veya algoritmik olarak optimize edilmiş bir koalisyon olabilir.

Buradaki temel nokta mevcut ihtiyaçların karşılanması. Bu ekonomik sorunlar olabileceği gibi, hayvan hakları gibi, maden yasası, iklim yasası gibi, hukukun geldiği durum gibi konular da olabilir. Yani bugün güç savaşı yapan siyasetçilerin umursamadıkları konular.

Günümüzde Türkiye'de ya da ABD'de, üçüncü partinin sahneye çıkmasında, siyasal olarak aşılması gereken engeller var ama yeni çağın olanaklarını (başta yapay zekâ) kullanarak, kendisini hâlâ geliştirememiş olan ve 20. yüzyılın olanakları ile güç savaşı yapan eski moda siyasileri yenmek belki artık mümkün olabilir.

Şikayeti olan öncüler, yapay zekâ olmadan önce bile bir tecrübe yarattılar. Gerçi tamamen sivil toplum inisiyatifi ile başlatılan Davos, zaman içinde siyasilerce sivil toplumun elinden alınıp, dönüştürülmüş olsa da, bir örnek olarak önümüzde duruyor. Zaten dünya yüzeyinde gelişmeler böyle olur. Bir örnek oluştuğunda, yeni bir gelişmenin kapısını açar. Davos örneğinden ders alınarak, halkı mutsuz eden sistemlerin yerine yeni bir bir model geliştirilebilir mi? Davos'un bu dönüşümü, aynı hataları tekrarlamak istemeyen yeni platformlara akıl veriyor olamaz mı?

Ülkemizde de bu tür sorular soran, çıkış arayanlar var. Umarız bu makale bir düşünce zinciri oluşturur.

Üçüncü bölümde tekrar Elon Musk'ın durumuna ve dolayısıyla Teknolojinin politikaya verebileceği yöne bakacağız.

                                                                  /././

Üçüncü parti seçeneği: Elon Musk başarabilir mi? (I)-Füsun Sarp Nebil-

Elon Musk'ın Amerika Partisi'nin detayları henüz ortada yok ama Musk katılım vaat etse de yönetimi halka bırakacağına dair bir işaret gözükmüyor. Partinin, halkın katılımından çok sermaye ve takipçi gücü üzerinden şekilleneceği düşünülüyor.

musk

Trump'ın "Tek, Büyük, Güzel" yasasının Amerikan Kongresi'nden onay olması durumunda, siyasal parti kuracağını söyleyen Musk dediğini yaptı. 5 Temmuz 2025’te Musk, X platformundan, America Party'nin kurulduğunu duyurdu. Parti "Amerikalılara özgürlüğünü geri verecek" mesajıyla tanıtıldı. Ama düşünmeden edemiyorum, acaba Musk asıl kendi özgürlüğü ve varlığı için savaşıyor olabilir mi?

Partinin, mali muhafazakarlık, mali açıkları azaltmak, düzenleyici reformu, serbest ticaret, yüksek vasıflı göç ve teknoloji/enerji konularına odaklanacağı kaydediliyor. Musk, "Tek Büyük Güzel Yasa Tasarısı" ortaya çıktığında Trump ile çatışmaya başlamıştı. Yasanın Trump tarafından imzalanması üzerine de bağlarını kopardı ve şimdi Amerikalılara "özgürlüklerini geri verme" planını açıklayarak iki partili düzene karşı kendi partisini yaratma peşinde. Başkan olmak için değil, esas yasama etkisi yaratmak için 2-3 Senato koltuğu ve 8-10 Temsilciler Meclisi bölgesi kazanmak istediği açıklandı.

Partinin gündemi iş dünyasının da, Musk'ın da çıkarlarıyla örtüşüyor. Düzenlemelerin kaldırılması, teknoloji inovasyonu, enerji politikaları ve uzay altyapısı desteği.

Başarabilir mi?

ABD'deki üçüncü partiler, oy pusulasına dahil edilmek için yüz binlerce imza toplamak gibi karmaşık eyalet bazındaki gereklilikleri aşmak zorunda. Yani oy pusulasına erişim konusunda büyük güçlükler var. Geçmişteki üçüncü parti çabaları (örneğin Yeşil, Liberteryen, İleri Parti) ivme kazanmakta zorlandı. Siyaset bilimciler bunun zorlu bir mücadele olduğunu söylüyor.

Musk'ın sivri dilli tarzı ve kutuplaştırıcı görüşleri hem Cumhuriyetçileri hem de Demokratları rahatsız edebilir ve potansiyel desteği alamayabilir. Ama dünyanın en zengin kişisi ve X platformu sahibi Musk zaten marka tanınırlığına ve kendisini takip eden bir tabana sahip. Amerikalıların yaklaşık yüzde 40'ı bir Musk partisini destekleyeceklerini söylüyor, yüzde 14'ü ise "çok muhtemel" diyor.

Musk kazanmaktan ziyade gözdağı vermek istiyor olabilir mi?

Musk'ın kendisi ABD doğumlu olmadığı için başkanlık adayı olmaya uygun değil ve henüz liderlik veya somut adaylar açıklamadı. Bunu kendisi de ifade ediyor zaten.

Partiyi kurarsa, muhtemelen 2026 ara seçimlerinde belirli kilit bölgeleri kazanmayı hedefleyecek. Ama oy pusulası erişim engelleri ve iç koordinasyon sorunlarını aşması lazım. Belki mevcut hareketlerle (örneğin, İleri Parti) iş birliği yapabilir. Ama eğer koltuk elde edemezse sönüp gidebilir.

ABD'deki birçok siyasi analist de, Elon Musk'ın "Amerika Partisi"nin zaferden çok etki yaratmakla ilgili olabileceğine inanıyor. Musk, partiyi geleneksel bir seçim gücü olmaktan çok, hem Cumhuriyetçiler (özellikle Trump) hem de Demokratlar üzerinde bir baskı mekanizması olarak konumlandırıyor olabilir.

Oyları, bağışçıları ve önemli Temsilciler Meclisi/Senato koltuklarını elde etmekle tehdit ederek, yasama gündemleri, düzenleyici politikalar (örneğin, yapay zekâ, enerji) ve teknoloji yönetimi üzerinde nüfuz kazanabilir. Bir analist bunu "Kazanması gerekmiyor. Sadece kazanan insanları korkutması gerekiyor” şeklinde yorumluyor.

Çünkü ABD'deki her iki büyük partide de büyük bir güven boşluğu var.Yakın zamanda yapılan bir Pew Research anketi (Mayıs 2025) şunları gösterdi: Amerikalıların sadece yüzde 24'ü Cumhuriyetçilerin ulusal çıkar doğrultusunda hareket edeceğine inanıyor ve sadece yüzde 21 Demokratlara güveniyor. Neredeyse yüzde 50’si "yeni bir büyük parti"yi destekliyor.

Özellikle genç, bağımsız ve teknoloji meraklısı seçmenler arasında statükoya olan bu güvensizlik, Musk gibi karizmatik ve teknolojinin öncüsü bir yabancıya, tam başarı olmasa bile, yer açılabilir görüntüsü veriyor.

Ama gençlerin yanı sıra Musk, ekonomik sıkıntı yaşayan ve liderliği Çin'e kaptırmış olmanın kompleksini duyan, liderliği geri alma derdindeki Amerikalılarda MAGA duygusunu ateşleyen bir yapıya sahip. Bu MAGA söylemiyle Donald Trump'ı seçen ama 20 ocaktan bu yana yapılan icraatlarla, seçim vaatleri arasındaki uçurumdan pek de memnun olmayan Amerikalılar açısından Musk bir tercih olabilir mi?

Teknolojiyi meraklısı gençlerin üstüne, MAGA meraklısı halkın oyları Musk’ı taşır mı?

Teknofeodalizmi kurumsallaştırma mı?

Ama bir yandan da, Elon Musk gibi teknoloji oligarklarının kuracağı üçüncü partilerin demokrasiyi güçlendirmek” yerine teknofeodalizmi kurumsallaştırma” riski taşıdığına dair endişeler ABD'de ciddi şekilde tartışılıyor. Yani Google, Amazon, Microsoft, Facebook vs. gibi dijital platform sahiplerinin (Big Tech elitlerinin) veriye, algoritmaya ve altyapıya sahip olarak, devletlerden daha güçlü hale gelmesi, hukukun değil, platform kurallarının egemen olması, ağ egemenliğinin öne geçmesi mümkün hale gelebilir.

Elon Musk'ın Amerika Partisi'nin detayları henüz ortada yok ama Musk katılım vaat etse de yönetimi halka bırakacağına dair bir işaret gözükmüyor. Dijital altyapı, Musk’ın elinde. İletişim (X), uzay (Starlink), yapay zekâ (xAI), ulaşım (Tesla) gibi kritik alanlarda tekel durumunda. Partinin, halkın katılımından çok sermaye ve takipçi gücü üzerinden şekilleneceği düşünülüyor. Yani bu yapı, "feodal bey  toprak  köylükarşılığında Musk  dijital platform  kullanıcı (oy veren kişi) denkliği yaratabilir.

Musk'ın siyasete girişinin şu riskleri taşıdığı düşünülüyor;

  1. Yurttaşlık yerine kullanıcılık” getirebilir: Oyun kurallarını bir kişi koyarsa, demokrasi değil platformizm (teknofeodalizm) doğar.
  2. Algoritmik seçmen yönlendirmesi: Seçmenler Musk’ın sahip olduğu Xte, onun algoritmalarıyla bilgilendiriliyor. Yani Cambridge Analytica olayında gördüğümüz üzere kolaylıkla yönlendirilebilirler.
  3. Kamusal alanın özelleşmesi: Siyasi tartışma alanı devletten ve hukuktan alınarak, özel bir platformun kullanım koşullarına” indirgenmiş oluyor.
  4. Yapay zekâ ile parti içi otorite sağlama: Parti politikaları yapay zekâya havale edilebilir. Bu sistem, şimdiden etik koşulları sorgulanan bir ortamda, şeffaf olmayan ve sorgulanamaz bir otorite yaratır.

Bir sonraki bölümde, ‘üçüncü parti'nin şansını ve bunun Musk açısından şans olup olmadığını, Musk'ın özgürlüğünün ve de dünyanın en zengin adamı olma durumunun tehlikede olup olmadığını analiz edeceğiz.

                                                               /././

Vergi yargısında adli tatilin bitişi bu yıl 1 Eylül’e mi uzayacak?-Murat Batı-

Dava açmak için adli tatilin bitimini beklemek gerekir mi? Adli tatilin vergi idaresi başvurularına etkisi var mı, Anayasa Mahkemesi adli tatile tabi mi?

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu (İYUK) m.61 adli tatil[1] olarak bilinen çalışmaya ara vermeyi düzenlemiştir. Buna göre bölge idare, idare ve vergi mahkemeleri her yıl 1 Eylül’de başlamak üzere, 20 Temmuz’dan 31 Ağustos’a kadar çalışmaya ara verir.

Ancak adli tatilin son günü olan 31 Ağustos gününün resmî tatile ya da hafta sonuna denk gelmesi durumunda adli tatil süresini uzatır mı sorusu basında ve sosyal medyada farklı karşılıklar buldu. Evet uzatır diyenler de var.

Ancak şimdiden belirteyim uzatmaz.

Adli tatil süresinin son günü 31 Ağustos olarak belirlenmiştir. 31 Ağustos tarihinin tatil gününe denk gelmesi bu süreyi uzatmayacaktır. Örneğin bu yıl 31 Ağustos, Pazar gününe denk gelmekte ve adli tatil Pazar günü sona erecek olup 1 Eylül’e uzamayacaktır.

Bunun önemi ise tebliğ edilen vergi/ceza ihbarnamelerine ilişkin dava açma süresinin son günü 31 Ağustos ve önceki tarihlerde (20 Temmuz dahil) isabet etmesi durumunda bu süre otomatikman 7 Eylül’e (bu yıl da 7 Eylül Pazar gününe denk geldiği için 8 Eylül’e) uzayacaktır.

Bunun anlamı ise şudur; 2 Ağustos tarihinden itibaren tebliğ edilen vergi/ceza ihbarnamelerine ilişkin dava açma sürelerine adli tatil tesir etmeyecektir. Örneğin 4 Ağustos tarihinde tebliğ edilen vergi/ceza ihbarnamelerine ilişkin dava açma süresinin son günü 3 Eylül’dür. 3 Eylül adli tatil süresine dahil olmayacağından bu süre 8 Eylül’e uzamayacaktır.

Özetle adli tatil süresinin son günü 31 Ağustos olarak belirlenmiş olup 31 Ağustos tarihi resmî tatile ya da hafta sonuna denk gelirse bu süre uzamayacaktır. Yani 31 Ağustos günü hafta sonuna ya da resmî tatile denk gelse bile süre, o gün sona erer. Bu durumda 7 günlük uzama yeni adli yılın açılışından itibaren değil her koşulda 31 Ağustos’u takip eden günden itibaren yani 1 Eylül’den itibaren başlayacaktır. Ancak, 7 Eylül tarihinin -bu yıl olduğu gibi- tatil gününe denk gelmesi halinde ise dava açma süresi tatil gününü izleyen ilk mesai günü bitimine ya da UYAP ortamında dava açılması halinde 23:59’a kadar uzayacaktır[2].

Süre ne kadar uzayacak?

Dava açma süresinin son günü adli tatile rastlarsa, sürenin bitimi adli tatilin bitimini takip eden günden başlayarak 7 gün uzar. Bu tarih, 7 Eylül tarihidir. Ancak bu yıl 7 Eylül tarihi Pazar gününe denk gelmesi nedeniyle bu süre 8 Eylül Pazartesi gününe uzayacaktır.

Burada dikkat edilmesi gereken husus adli tatil boyunca yerel mahkeme ve üst mahkemelerde dava açma süresinin işlediğidir. Adli tatile dava açma süresinin son gününün denk gelmesi durumunda bu süre 8 Eylül’e uzayacaktır. Aksi durumda uzamayacaktır. Örneğin 5 Ağustos 2025 tarihinde tebliğ edilen vergi/ceza ihbarnamesine ilişkin vergi mahkemesine 30 gün içinde dava açılabilir. Bu süre, 4 Eylül 2025 tarihinde sona ermektedir. Sürenin bir kısmının (6 Ağustos-31 Ağustos) adli tatile denk gelmesi münasebetiyle bu sürenin işlemediği sanılmamalıdır. Sadece dava açma süresinin son günü adli tatile denk gelseydi bu süre 8 Eylül’e uzayacaktı. Örneğimize göre dava açma süresinin son günü 4 Eylül’dür.

Konuyla alakalı Danıştay 3. Dairesinin 23.02.2021 tarih ve Esas No: 2019/3196, Karar No: 2021/996 sayılı kararında adli tatilde dava açma süresinin işlediği, adli tatilde tebliğ edilen vergi ceza ihbarnamesine ilişkin dava açma süresinin işlemediği düşünülerek davanın geç açıldığını ileri süren davacıya 08.08.2018 günü tebligat yapılmasına rağmen 30 günlük sürede dava açılmadığından, süre yönünden reddine karar verilmiştir.

Dava açmak için adli tatilin bitimini beklemek gerekir mi?

Dava açmak için adli tatilin bitimini beklemek şart değildir. Adli tatil bitmeden de dava açılabilir. Adli tatil bu anlamda bir seçimlik tercih hakkı sunmaktadır. Yani istenirse adli tatil süresince beklenebilir ya da beklenilmeyebilir.

Adli tatilin vergi idaresi başvurularına etkisi var mı?

Vergi idaresine yapılacak başvuru sürelerinin adli tatile denk gelmesinin bir önemi yoktur. Adli tatil sadece yargı aşaması ile alakalı süreleri uzatır. Uzlaşma, cezada indirim gibi vergi idaresi nezdinde başvurulara herhangi bir tesiri bulunmamaktadır. Örneğin 28 Temmuz 2025 tarihinde tebliğ edilen vergi/ceza ihbarnamesine ilişkin hem uzlaşmaya hem de vergi mahkemesine başvuru süresi 30 gündür. Yani 27 Ağustos tarihine kadar uzlaşmaya başvurulmazsa süre kaçmış olacaktır. Vergi mahkemesine dava konusu yapılabilecek en son gün de 27 Ağustos’tur. Ancak 27 Ağustos adli tatile denk geldiği için dava açma süresinin son günü 7 Eylül’e (7 Eylül tarihi Pazar gününe denk gelmesi nedeniyle bu süre 8 Eylül Pazartesi’ye) uzayacaktır. Ama uzlaşma/cezada indirim başvurusunun son günü ise 27 Ağustos’tur.

Öte taraftan 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun “Çalışmaya ara verme” kenar başlıklı 86’ncı maddesi uyarınca Danıştay daireleri her yıl 1 Eylül’de başlamak üzere, 20 Temmuz’dan 31 Ağustos’a kadar çalışmaya ara verirler. Danıştay’ın adli tatile tabi olup olmadığı İYUK m.61’de değil, 2575 sayılı Danıştay Kanunu m.86’da hükmedilmiştir.

Buna göre Danıştay’da görülecek temyiz dahil yargılamalar 2575 sayılı Danıştay Kanunu m.87’de sayılanlar hariç olmak üzere adli tatil süresince işlemeyecektir.

Anayasa Mahkemesi adli tatile tabi mi?

Anayasa Mahkemesi adli tatile tabi değildir. Mahkeme, adli tatil döneminde çalışmaya devam ettiği için başvuru süresi ile verilen diğer süreler işlemeye devam eder.

[1]Adli tatil ilk olarak 18.06.1927 yılında Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 81. maddesinde düzenlenmiştir.

[2] Mustafa Balcı; Kamu İcra Hukuku ve 6183 sayılı Kanun Uygulaması, Oniki Levha yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul, 2023, s.907-909.

                                                                     /././

AİHM’in Demirtaş kararı -Rıza Türmen-

İki AİHM kararı ve pek çok Bakanlar Komitesi kararından sonra Demirtaş’ın serbest bırakılması her şeyden önce bir hukuksal zorunluluk. Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf olmasının getirdiği bir yükümlülük. Aynı zamanda bir hukuk devleti sorunu...

Selahattin Demirtaş

PKK’nın silahları yakma töreninin arifesinde, 8 Temmuz 2025 tarihinde, AİHM Selahattin Demirtaş ile ilgili önemli bir karar açıkladı. Bu AİHM’in Selahattin Demirtaş’la ilgili dördüncü kararı. AİHM 22 Aralık 2020 tarihli Büyük Daire kararında Selahattin Demirtaş’ın tutuklanmasının, Sözleşme’nin 10. Maddesini (ifade özgürlüğü), 5/1 ve 5/3 maddelerini (özgürlük hakkı), 18. Maddesini (Sözleşme’deki bir hakka hükümetin getirdiği sınırlamaların Sözleşme’de öngörülmeyen siyasal amaçlara hizmet etmesi), 1 sayılı Protokol’ün 3. Maddesini (seçme ve seçilme hakkı) ihlal ettiğine karar vermiş ve Demirtaş’ın derhal serbest bırakılmasını talep etmişti.

O yandan bu yana AİHM kararlarının uygulanmasından sorumlu Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Demirtaş’ın serbest bırakılmasını öngören pek çok karar kabul etti. Bakanlar Komitesi’nin bu konudaki en son kararı 12 Haziran 2025 tarihini taşıyor. Bütün bu kararlar, siyasal iktidarın işine gelmeyen AİHM kararlarını uygulamama konusundaki iradesini aşamadı.

HDP eş başkanı Selahattin Demirtaş 4 Kasım 2016’dan beri,9 yıldır tutuklu olarak cezaevinde. Tutuklanmasının nedeni 6-8 Ekim 2014’teki Kobane olaylarıyla ilgili olarak attığı tweetler ve yaptığı konuşmalar. Büyük Daire, 2020 yılında verdiği kararda bu kanıtların, tutuklama için gerekli olan, suçu işlediği konusunda “makul kuşku” uyandırmak bakımından yetersiz olduğuna ve tutuklamanın hukuka aykırılığına karar verdi.

Demirtaş 2019 yılında yeniden tutuklandı. Bu tutuklama da Kobane olaylarına ilişkin bir soruşturmayla ilgiliydi. Suçlama gene TCK md.214’ün çerçevesindeydi. Yalnız bu kez “tahrik”, 214/3’deki “azmettirme” olmuştu. AİHM’in son kararı bu tutuklamayla ilgili.

AİHM kararında önce 2019 yılındaki tutuklamanın, 2020 yılındaki AİHM Büyük Daire kararına konu olan 2016 yılındaki tutuklamayla aynı olgulara dayanıp dayanmadığını inceledi. Hükümet savunmasında ikinci tutuklamanın birinciden farklı olduğunu ileri sürüyordu. AİHM’e göre yeni bir tutuklamanın yeni olgulara dayanması gerekirdi. Aynı olguların farklı bir hukuki sınıflandırma yaparak yeni bir suç gibi gösterilmesi ve böylelikle tutuklu kişinin tahliye edilmemesi haklı gösterilemezdi. Bu yöntem kabul edilecek olursa, savcılık ve yargı makamı aynı olgular için yeni soruşturmalar açarak bireyleri hukuka aykırı biçimde tutuklamaya devam edebilirdi. Böyle bir yöntem yasanın arkasına dolanmak olurdu. Sözleşme’nin amacına aykırı bir davranış oluştururdu.

AİHM Büyük Dairesi, 2020 yılında verdiği kararda 2016 ve 2019 yıllarındaki iki tutuklama arasında yakın bir ilişki bulunduğunu saptadı ve 2019 yılındaki tutuklamanın 8 Ekim 2024 tarihinde meydana gelen aynı olaylara, fakat farklı bir hukuki nitelemeye dayandığını belirtti.

Bu son dava ile ilgili olarak AİHM 2019 yılındaki tutuklamaya yol açan suçlamanın, 6-8 Ekim 2014’teki Kobane olaylarına dayandığına, her iki tutuklamayla ilgili suçlamaların TCK 214’e girdiğine ve birbirine benzediğine dikkat çekti.

Bundan sonra AİHM savcılığın 2019 yılındaki tutuklamayla ilgili olarak ileri sürdüğü kanıtları üç grup halinde inceledi: 1. 2016 yılındaki tutuklamaya yol açan kanıtlar. Bunlar AİHM’in 22 Aralık 2020 tarihli Büyük Daire kararında incelenmişti. 2. 2019 yılındaki tutuklamaya neden olan esas kanıtlar 3. 2019 yılındaki tutuklamadan sonra elde edilen kanıtlar.

AİHM bütün kanıtları teker teker inceledi ve bunlarla Kobane olayları arasında bir illiyet bağı bulunmadığı, Demirtaş’ın atılan suçu işlediğini gösteren makul bir kuşku yaratmaya yeterli olmadığı sonucuna vardı. Bu bağlamda AİHM etkili pişmanlıktan yararlanan gizli tanıkların beyanlarının, başka kanıtlarla desteklenmediği sürece tutuklamaya esas olamayacağını belirtti.

AİHM kararında başvurucunun Sözleşme’nin 18. Maddesi ile ilgili şikayetini de inceledi. Bu şikâyet, Demirtaş’ın ikinci tutukluluğunun da birincide olduğu gibi, siyasal amaçlardan kaynaklanıp kaynaklanmadığını göstermesi bakımından önemli.

Bunu yaparken AİHM, 22 Aralık 2020 tarihli Büyük Dava kararını esas aldı. Bu kararda Büyük Daire, 18. Maddeden ihlal bulurken, sadece 2016 yılındaki tutuklamayı değil, aynı zamanda 2019 yılındaki tutuklamanın koşullarını da incelemişti.

AİHM’e göre, 2019 yılındaki tutuklamada suçun niteliğinin neden “tahrik”ten “azmettirmeye” çevrildiğini açıklayan hiçbir hukuksal açıklama bulunmamakta. Bunun yanında Kobane olaylarında şiddete başvuranlarla ilgili yargı kararlarında Demirtaş’ın yaptığı çağrılarla işlenen suçlar arasında bağlantı olduğunu gösteren hiçbir işarete rastlanmadı.

AİHM 18 madde konusunda karar verirken uluslararası kuruluşların raporları, ülkede mevcut koşullar üzerinde duruyor. AİHM’e göre, Demirtaş’ın tutuklanması tek bir olay değil. Bu tutuklamayı Türkiye’de siyasal rakiplerin, insan hakları savunucularının, gazetecilerin gerçek olmayan suçlarla suçlanarak tutuklanmaları gibi daha genel bir çerçevede görmek gerekir. Bu konuda yürütmenin yargı üzerindeki kontrolünü vurgulayan Venedik Komisyonu gibi uluslararası kuruluşların raporları mevcut. Davaya müdahil olan üçüncü tarafların da belirttiği gibi, başka muhalif kişilerin benzer nedenlerle tutuklanmalarında da aynı eylemlerin farklı hukuksal nitelendirilmesi, baskıcı önlemlerin haklı gösterilmesi yoluna gidilmiş.

Bunların yanında AİHM 9 ve 23 Aralık 2020 tarihinde Cumhurbaşkanı’nın yaptığı iki konuşmaya dikkati çekmekte. Bu iki konuşmadan hemen sonra 20 Aralık 2020’de savcılık iddianamesini Mahkeme’ye sundu.

İddianamedeki savcılık, Demirtaş’ın siyasal parti başkanı olarak 2013 ve 2019 yılları arasında yaptığı konuşmalara yer vermekte ancak ileri sürülen suçlamalarla bu konuşmalar arasında bağlantı kurulmamakta. Bu da savcılığın inandırıcılığını olumsuz etkilemekte ve tutuklamanın serbest bir siyasal tartışmayı önlemek gibi örtülü bir amaçla yapıldığı yolundaki başvurucunun görüşünü doğrulamaktadır.

Bütün bu nedenlerle AİHM Sözleşme’nin 18. Maddesinin 5. Madde ile birlikte ihlal edildiği sonucuna vardı.

AİHM İkinci Dairesi’nin kararı şöyle özetlenebilir:

  1. Anayasa Mahkemesi Demirtaş’ın tutuklamayla ilgili başvurusunu süratle incelemediği için Sözleşme’nin 5/4 maddesinin ihlali;
  2. Tutuklamanın Demirtaş’ın suç işlediğine ilişkin makul bir kuşkuya dayanmaması nedeniyle 5/1 maddesinin ihlali;
  3. 4 yıl gibi uzun tutuklama süresi nedeniyle 5/3 maddesinin ihlali;
  4. Başvurucu ve avukatları dava dosyasını incelemek olanağı bulamadıklarından 5/4 maddesinin ihlali;
  5. Tutuklama Sözleşme’de bulunmayan siyasal nedenlere dayandığından 5. Maddesi ile birlikte 18. Maddesinin ihlali.

AİHM aynı zamanda Hükümet’in Demirtaş’a üç ay içinde 3245 Euro maddi, 32.500 Euro manevi tazminat ödemesine, 20 bin Euro avukatlık masrafı vermesine karar verdi.

Yukarıda belirtilen ihlallerden birincisi oy birliğiyle, diğerleri 1 oya karşı 6 oyla kararlaştırıldı. Olumsuz oyun sahibi AİHM’deki Türk yargıç Sn. Yüksel karara karşı muhalefet görüşü yazdı.

Kararın ortaya çıkardığı iki hukuksal gerçek var.

A. Demirtaş’ın özgürlüğünden yoksun bırakılması hukuka aykırıdır.

B. Demirtaş’ın tutuklanması siyasal nedenlerden kaynaklanmaktadır.

İki AİHM kararından ve pek çok Bakanlar Komitesi kararından sonra Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması her şeyden önce bir hukuksal zorunluluk. Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf olmasının getirdiği bir yükümlülük. Aynı zamanda bir hukuk devleti sorunu. İnsanları hukuka aykırı olarak zindanlarda tutmanın ne hukuk devletiyle ne de demokrasiyle bağdaşmadığı açık.

                                                                 /././

İktisadi Kalkınma Vakfı Başkanı Zeytinoğlu: Türkiye, son 15 yılda Schengen Vizesi için yapılan başvurulara 775 milyon Euro ödedi

En kolay Schengen vizesi veren ülkeler belli oldu

Dünya yazarı Fikret Aydemir'e konuşan İktisadi Kalkınma Vakfı Başkanı Ayhan Zeytinoğlu, son 15 yılda “Schengen Vizesi” için yapılan başvurulara 775 milyon Euro ödendiğini söyledi.  

Aydemir, yazısında Zeytinoğlu ile yaptığı röportajdan şunları aktardı:

"Schengen Alanı’na kısa süre­li seyahatler için vize başvuru süreçlerinde yaşanan zorlukla­rı bir kez daha gündeme getiren İKV Başkanı Ayhan Zeytinoğ­lu, AB adayı ve Gümrük Birliği ortağı olan bir ülke olan Türki­ye Cumhuriyeti vatandaşla­rı için bu durumun kabul edile­mez olduğunu belirtti. Türkiye ile aynı gün AB müzakerelerine başla­yan Hırvatistan 2013 yı­lında AB’ye tam üye ol­du.

Arnavutluk, Bosna Hersek, Gürcistan, Ka­radağ, Kuzey Makedon­ya, Moldova, Sırbistan ve Ukrayna AB tam üye­liği için gün sayıyor. Sı­rada özel statüsü gere­ği işi biraz daha zor olan Kosova var. AB potansiyel üyesi bu ülke­lerin vatandaşları AB ülkelerine vizesiz seyahat edebiliyor. Bizim Schengen vizesi almak için “bin dereden su getirmemiz” bir tür­lü bitmiyor. Birçok ülkeye baş­vuru yapmak için randevu tarihi almak bile çoğu zaman mümkün olmuyor.

İKV Başkanı Zeytinoğlu, 'Tür­kiye’nin Schengen Alanı’na vize­siz seyahat için AB ile başlattığı diyalog 2013’ten bu yana devam ediyor. Türkiye bu süreçte 72 kri­teri yerine getirmek için önemli reformlar gerçekleştirdi. Ancak reformlar son 10 yılda büyük öl­çüde durdu. 66 kriter karşılanır­ken, altı kriter hala yerine getiril­medi.

Bunların arasında yolsuz­lukla mücadele stratejisi ortaya koyulması, AB ülkeleri ile adli iş birliği, Europol ile operasyonel iş birliği anlaşması, geri kabul an­laşmasının uygulanması, terörle mücadele kanununu revizyonu gibi maddeler bulunuyor. Terör­le mücadele kanunundaki deği­şim terör tanımının fikir ve ifa­de özgürlüğünü zedelemeyecek şekilde tanımlanmasını gerek­tiriyor ki bu zaten Türkiye’nin üyesi olduğu Avrupa Konseyi ta­rafından öneriliyor. Bu sürecin tamamlanması Türkiye Cumhu­riyeti vatandaşlarının Schengen Alanı’na vizesiz seyahatleri için gerekli' dedi."

                                                             ***

T-24


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

CUMHURİYET "Köşebaşı + Gündem" -16 Temmuz 2025 -

Hedefteki Cumhuriyet -Sinan Meydan- Mustafa Kemal Atatürk’e göre “Türk milleti” kavramı, sadece bir ırkın, bir etnik kimliğin, bir dinin vey...